|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
De ki: Bizim işlediğimiz günahlardan siz mes'ul olmazsınız; sizin yaptıklarınızdan da mes'ul olmayız
Sebe’ Sûresi: 25
|
13.07.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Bize silâh çeken bizden değildir.
Câmi'ü's-Sağîr c: 3-3633
|
13.07.2006
|
|
İnsan sebeplere yapışırsa zillet içinde kalır
Nokta
Arkadaş! Esbab ve vesaiti insan kucağına alıp yapışırsa, zillet ve hakarete sebep olur. Meselâ, kelp, bütün hayvanlar içerisinde birkaç sıfat-ı haseneyle muttasıftır ve o sıfatlarla iştihar etmiştir. Hattâ, sadakat ve vefâdarlığı darb-ı mesel olmuştur. Bu güzel ahlâkına binaen, insanlar arasında kendisine mübarek bir hayvan nazarıyla bakılmaya lâyık iken, maalesef, insanlar arasında mübarekiyet değil, necisü’l-ayn addedilmiştir. Tavuk, inek, kedi gibi sair hayvanlarda, insanların onlara yaptıkları ihsanlara karşı şükran hissi olmadığı halde, insanlarca aziz ve mübarek addedilmektedirler.
Bunun esbabı ise, kelpte hırs marazı fazla olduğundan esbab-ı zahiriyeye öyle bir derece ihtimamla yapışır ki, Mün’im-i Hakikîden bütün bütün gafletine sebep olur. Binaenaleyh, vasıtayı müessir bilerek Müessir-i Hakikîden yaptığı gaflete ceza olarak necis hükmünü almıştır ki tâhir olsun. Çünkü hükümler, hadler, günahları affeder. Ve beynennâs tahkir darbesini, gaflete kefaret olarak yemiştir.
Öteki hayvanlar ise, vesaiti bilmiyorlar ve esbaba o kadar kıymet vermiyorlar. Meselâ, kedi seni sever, tazarru eder-senden ihsanı alıncaya kadar. İhsanı aldıktan sonra öyle bir tavır alır ki, sanki aranızda muârefe yokmuş ve kendilerinde sana karşı şükran hissi de yoktur. Ancak Mün’im-i Hakikîye şükran hisleri vardır. Çünkü, fıtratları Sânii bilir ve lisan-ı halleriyle ibadetini yaparlar-şuur olsun, olmasın. Evet, kedinin mırmırları “Yâ Rahîm, yâ Rahîm, yâ Rahîm”dir.
Nükte
Yine gördüm ki: Eğer herşey Cenab-ı Hakka isnad edilmezse, bir ân-ı vahidde, gayr-ı mütenahî ilâhların ispatı lâzım gelir. Ve bütün zerrat-ı kâinattan daha çok olan şu ilâhların herbirisi, bütün ilâhlara hem zıd, hem misil olması lâzım geliyor. Ve aynı zamanda, herbirisi, bütün kâinata elini uzatmış, tasarrufatta bulunuyor gibi bir vaziyet alması lâzım gelir. Meselâ, balarısının bir ferdini yaratan bir kudretin hükmü, bütün kâinata cari ve nâfiz olması lâzımdır. Zîra, o balarısı kâinatın unsurlarına nümunedir, eczâsını kâinattan alıyor. Halbuki, vücut sahasında mahal ve makam, yalnız ve yalnız Vâcib-i Ehade mahsustur. Eğer eşya kendi nefislerine isnad edilirse, herbir zerreye bir ulûhiyet lâzımdır. Meselâ, Ayasofya’nın bânisi inkâr edildiği tardirde, herbir taşı bir Mimar Sinan olması lâzım geliyor. Öyleyse, kâinatın Sânie olan delâleti, kendi nefsine olan delâletinden daha vâzıh, daha zahir, daha evlâdır. Öyleyse, kâinatın inkârı mümkün olsa bile, Sâniin inkârı mümkün değildir.
Mesnevî-i Nuriye, s. 62
Lügatçe:
esbab: Sebepler.
vesait: Vasıtalar.
necisü’l-ayn: Kirliliğin ta kendisi.
kelp: Köpek.
esbab-ı zahiriye: Zahiri sebepler.
beynennâs: İnsanlar arasında.
|
13.07.2006
|
|
İslâm alâmetleri başka dinde bulunmaz
Şeâir ‘şuur’ kökünden gelen bir kelimedir. ‘Şiar’ ve ‘meş’ar’ kelimesinin çoğuludur. Bu kelimeler alâmet, belirti mânâsına gelir. İslâm alâmetleri, Müslümanlık adetleri ve İslâma ait kaide ve kurallar anlamına gelmektedir. İman alâmeti olan kelime-i tevhid ve kelime-i şahadet, Allah’ı zikretmek anlamında besmele, hamdele, salvele, tekbir, tahmid, tehlil gibi zikir ifade eden kelimeler. Namaz, oruç, hac, zekât, kurban, Cuma, cemaat gibi ibadetler ve cami, minare, sarık, başörtüsü gibi alametler ve bayram, ezan, selâm gibi adetler “Şeâir-i İslâm” sayılır. Bunlar Müslümanlıktan kaynaklandığı gibi, Müslümanlığın da adetleridir ve hiçbir gayr-ı müslimin âdeti değillerdir. Şeâir için İslâm âlimleri “Sünnet-i Hüdâ” tabirini de kullanmışlardır. Çünkü bunlar İslâm alametleridir ve başka dinlerde bulunmaz.
Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim'de hac ibadeti için hazırlanan nişanlar ve Allah için kesilen kurbanlık hayvanlar için “Şeair” ifadesini kullanır. Bu mânâda Kur’ânda dört âyette “şeair” kelimesi geçer. İlk olarak Hac Sûresinde yüce Allah, “Kim Allah’ın hükümleri olan şeaire saygı gösterirse, şüphesiz bu kalplerinin takvasından kaynaklanır”1 buyurarak, şeâiri tarif etmiş, hem şeairin Allah’ın emrettiği ve yasakladığı hususlar olduğunu belirtmiş, hem de şeâire, ancak imanın kemâli olan takvalı olanların riayet edeceğini belirtmiştir. İkinci olarak hacdaki kurbanın şeâir olduğunu ifade etmiştir.2 Bakara Sûresinde ise, “Safa ile Merve’nin ve arsında yapılan sa’yin şeâir olduğunu”3 belirtir. Mâide Sûresinde ise, “Ey iman edenler! Allah’ın koyduğu dinî alametler olan şeâire, haram aylara, kurbana, Allah rızasını arayarak Kâbe'ye yönelen kimselere tecavüz ve saygısızlık etmeyin”4 buyurur. Bu âyette de ‘Şeair-i İslâmiye’ye tecavüz etmenin büyük cezayı gerektirdiğini ve âyetin sonunda “Allah’ın azabının çetin olduğunu” ifade ederek anlatır.
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri ‘Şeair-i İslâmiye’yi izah sadedinde şöyle der: “Nasıl ki ‘hukuk-u şahsiye’ ve bir nevi ‘hukukullah’ sayılan ‘hukuk-u umumiye’ namıyla iki nevi hukuk var. Öyle de mesâil-i şer’iyede bir kısım mesâil eşhasa taalluk eder; bir kısım umuma umumiyet itibariyle taalluk eder ki, onlara ‘şeâir-i İslâmiye’ tabir edilir.”5
Demek ki şeâir, umum Müslüman-ları ilgilendiren dinî meselelerdir. Bu şeâir umuma taalluk ciheti ile umum ondan hissedardır. O şeâirin en cüz’îsi, yani sünnet kabilinden bir meselesi, en büyük mesele hükmünde nazar-ı ehemmiyettedir. “Sünnet-i Seniyye içerisinde de en mühimi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeâire de taalluk eden sünnetlerdir. Şeâir, âdeta hukuk-u umumiye nevinden, cemiyete ait bir ubudiyettir. Birinin yapması ile o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terki ile de umum cemaat mesul olur. Bu nevi şeâire riya giremez ve ilân edilir. Nâfile nevinden de olsa, şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir.”6
Mesâil-i şeriatın bir kısmına “taabüdî” tabir edilir. Yani ibadet olarak emredildiği için yapılır. Onlar aklın muhâkemesine bağlı değildir; emredildiği için yapılır. İlleti ve asıl sebebi emirdir. Emredildiği için, emredildiği ve Peygamberimizin uyguladığı şekilde yapılması gerekir. Namazların kaç rekât kılınması, namazı ve orucu bozan şeyler, ezan, ibadet dilinin vahiy dili olması gibi hususlar bunlardandır. Dünyevî faydalar ve maslahatlar bunları asla değiştiremez. Emredildiği şekilde yapılır. Maslahatlar çok hikmetlerinden bazıları olabilir.7
Ayrıca “An’ane-i İslâmiye” “Erkân-ı İslâmiye” gibi hususlar “Şeâir-i İslâmiye” hükmündedirler.8 Zira bunlar dinden kaynaklanmaktadır. Din ise, Allah’ın emirlerinin peygamberin sünnetine göre uygulanması sonucu oluşmuştur. Erkân zaten farzlar demektir. An’ane-i İslâmiye ise, sünnetin uygulanması ile gelenek haline gelen sünnet demektir. Bunlar da “Şeâir-i İslâmiye”yi oluşturmaktadır.
1. Şeâir-i İslâmiye’nin Önemi:
Şeâir-i İslâmiye sünnet kabilinden de olsa çok önemlidir. Meselâ bay-ramlarda, yağmur namazında, hüsuf ve küsuf namazlarında, cemaatle kılınan namazlarda ve hacda milyonlar Müslümanın “Allahu Ekber, Allahu Ekber” diyerek hep beraber tekbir getirmelerini ve Allah’ın büyüklüğünü ilan etmelerini nazara alındığı zaman “Şeâir-i İslâmiye’nin, velev sünnet kabilinden de olsa ehemmiyeti”9 anlaşılır. Şeâirden olan “Allahu Ekber” kelimesinin çok fazla tekrarının bir hikmeti de iman hakikatlerinin azametini dar kalpli, kısa akıllı ve kâsır fikirli insanların şeytanın desiselerine ve ehl-i dalâletin vesveselerine kapılmalarını önlemesidir. Çünkü insanın aciz kuvveti, zayıf kudreti ve dar fikri böyle hadsiz büyük hakikatleri “Allahu Ekber” nuru ile görüp tasdik eder.10
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri Besmele’nin önemini anlattığı “Birinci Sözde” bütün mahlûkatın vird-i zebânı olan “Bismillah” ne kadar kıymettar bir Şeâir-i İslâmiye olduğunu, ne kadar kıymettar bir hazine-i kudsiye olduğunu anlatır.11 Bu bahisleri okuduktan sonra anlı-yoruz ki “Bismillah ve Allahu Ekber” gibi kelimeler en mühim şeâir-i İslâmiye’dendir.
Çünkü “Envâr-ı İslâmiyet şeâiri içinde tecessüm etmiştir.”12 Câmiler, minâreler, dini öğreten medreseler ve okullar İslâmın parlamasına ve yayılmasına sebep olan önemli şeâirlerdendirler. Her minâre okunan ezanları ile, her mescit ve câmi cemaatle kılınan namazı ve Cuma’sı ve okunan hutbesi ile devamlı olarak göze, kulağa, akla ve kalbe dini telkin etmektedir.13 Hatta kabir taşları ve üzerindeki İslâmî yazılar dahi dini telkin eden birer şeâirdirler.14
—Devam edecek—
Dipnotlar:
1- Kur’ân-ı Kerim, Hac, 22:32
2- Kur’ân-ı Kerim, Hac, 22:36
3- Kur’ân-ı Kerim, Bakara, 2:158
4- Kur’ân-ı Kerim, Maide, 5:2
5- Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubât, (2001-İstanbul) s. 385
6- Nursi, Bediüzzaman Said, Lem’alar, (2001-İstanbul) s. 105
7- Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubât, 385–386
8- Nursi, Mektubat, 420
9- Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, (1998-İstanbul) s. 183
10- Nursi, Lem’alar,137
11- Nursi, Sözler, 11–21 ve Fihriste de s. 686
12- Nursi, Sözler, 671
13- Nursi, Sözler, 670
14- Nursi, Mektubât, 420
|
M. Ali KAYA
13.07.2006
|
|
Râdî
Allah (c.c.), Râdî’dir, Radıyy’dır. Yani Allahu Azîmüşşân rızâ sahibidir. Kullarını sever, mahlûkatından râzı olur. Affettiği takdirde kusurlara aldırmaz. Kendisine yaklaşan kullarını kabul eder ve rızâsını esirgemez.
Kullarının iyi niyet ve iyi amellerinden râzı olan Cenâb-ı Hak râzı olduğu kullarını hadsiz mağfireti ve merhameti ile memnun eder, ebedî ikramları ve iltifatları ile mükâfâtlandırır.
Gerek Râdî ismi,1 gerekse bu ismin mübalağalı ism-i fâili olan Radıyy ismi2 Hazret-i Ali (r.a.) tarafından Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet edilmiştir. Bu isimler Kur’ân’da muhtelif fiil veya mastar sîgâları halinde mevcuttur. Örnek âyetleri inceleyelim:
“Allah, ‘Bu, doğrulara doğruluklarının fayda verdiği gündür. Onlar için ebedî ve temelli kalacakları, altlarından ırmaklar akan Cennetler vardır. Allah onlardan râzı olmuştur. Onlar da Allah’tan râzı olmuştur. Bu büyük kurtuluştur’ dedi.”3 “Rabbim, onun, rızânı kazanmasını sağla.”4 “Allah onlardan râzı oldu. Onlar da Allah’tan râzı oldu. İşte bunlar Allah’tan yana olanlardır. İyi bilin ki, Allah’tan yana olanlar kurtuluşa ermişlerdir”5
Takvâ ve salih amel ile Hâlıkını râzı eden bir kulun, halkın rızâsını tahsil etmeye ihtiyâç duymayacağını beyan eden Bedîüzzaman, halkın, Allah’ın hesâbına rızâ ve muhabbet göstermeleri halinde bunun bir sakıncası olmadığını, ancak dünya hesabına gösterilen sevgi ve muhabbetlerin beş para ehemmiyet taşımadığını kaydeder.
Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, halk âciz kullar topluluğudur. Sırf halkın teveccühünü arayıp, Cenâb-ı Hakkın rızâsından gaflette bulunmak büyük talihsizliktir. Aynı zamanda gizli bir şirktir de. Esâsen, gerçek mânâda halkın teveccühünün işe yaradığını söylemek mümkün değildir. Nitekim bir işi için sultana müracaat eden adam, sultanı râzı etmişse, işi görülür. Râzı etmemiş ise, halkın iltimasıyla çok zahmet çeker. Bununla berâber yine sultanın izni gerekir. İzni de rızâsına bağlıdır. Binâenaleyh, her kulun her işi ve her ihtiyacı için, gerçek tasarruf sahibi Cenâb-ı Allah’ın rızâsı lâzımdır ve bu yüksek rızânın bir tek pırıltısı herkese kâfîdir.6
Cenâb-ı Hakkın rızâsının ihlâs ile kazanılacağını beyan eden Bediüzzaman Saîd Nursî, asıl hünerin insanların teveccühünü kazanmak değil, Allah’ın rızâsını kazanmak olduğunu kaydeder. Bedîüzzaman’a göre, çok sevap isteyen insan yalnız ihlâsı esas tutmalı ve yalnız Allah’ın rızâsını aramalıdır. Bu durumda ağzından çıkan mübârek kelimelerin havada teksir edilen milyonlar nüshaları, ihlâs ile, sâdık niyet ile hayatlanır, canlanır; hadsiz şuur ehlinin kulaklarına girip onları nûrlandırır, söyleyene de hadsiz sevaplar kazandırır. Çünkü insan, “Elhamdülillah” dediği anda, milyonlarca büyük-küçük “Elhamdülillah” kelimeleri havada Allah’ın izni ile çoğaltılarak yazılmaktadır. Bütün bu kelimelerin sevap ve feyzinden söyleyen kişi istifâde etmektedir.7 Bediüzzaman’a göre, insan ihlâsı elde etmek için, Allah’ın rızâsını kazanmaya kilitlenmelidir. Bilmelidir ki, eğer Allah râzı olursa bütün dünya küsse de ehemmiyeti yoktur. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yoktur. O râzı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktizâ ederse, kul istemek talebinde olmadığı halde, halklara da kabul ettirir. Onları da râzı eder. Onun için, özellikle dinî ve mânevî hizmetlerde, doğrudan doğruya, yalnız Cenab-ı Hakkın rızâsı esas maksat yapılmalıdır.8
(Risale-i Nur’da Esma-i Hüsna)
Dipnotlar:
1- Mecmuatü’l-Ahzab: 2: 241
2- A.g.e., 2: 236
3- Maide Sûresi: 119
4- Meryem Sûresi: 6
5- Mücadele Sûresi: 22
6- Mesnevî-i Nuriye, s. 156
7- Lem’alar, s. 214
8- A.g.e., s. 222
|
13.07.2006
|
|
Evrâd-ı Kudsiye'den
114. “Allah, onları arkalarından kuşatıcıdır. Yalanladıkları Kitap ise, şerefli, pek yüce bir Kur’ân’dır. O Levh-i Mahfuzda korunmuştur.”
115. “Namazlara ve bilhassa orta namaz olan ikindi namazına devam edin. Ve Allah için namaza durup kıyamda bulunun.”
116. Hiçbir kimse yoktur ki, üzerinde bir gözetleyici olmasın. Ne güzel koruyucudur Allah! Ey yaratıklarını koruyan, bizleri her türlü kötülük ve zarardan koru.
|
13.07.2006
|
|
Zübeyir Gündüzalp'in kaleminden
Kur’ân talebelerinin özellikleri - 9
Bu asırda iman ve İslâmiyetin fedakâr hizmetçileri olan bu Kurân talebeleri, Kur’ân’ın emirleri mucibince mü’minlere şefkat ve merhametle muamelede bulunurlar. Din kardeşleri karşısında tevazû ve mahviyetle hareket eder, fakat İslâm düşmanları tarafından zulme giriftar edilip sigaya çekildikleri vakit, o din yıkıcılarına mukabil izzet-i diniyeyi muhafaza aderler. O zalim dinsizlere karşı her birisi âdeta Allah’ın arslanı kesilerek, ölümü hiçe sayarak, hak ve hakikatı izzetle müdafaa ederler.
|
13.07.2006
|
|
‘Üç günde yetmiş bin vefat’
* Hem, nakl-i sahih ile, Hazret-i Hâlid’i, harp için Düvmetü’l-Cendel reisi olan Ükeydir’e gönderdiği vakit ferman etmiş ki: “Onu yabânî öküz avlarken bulacaksın” diye, bakar-ı vahşî avında bulacağını, kavgasız esir edileceğini ihbar etmiş. Hazret-i Hâlid gitmiş, aynen öyle bulmuş, esir etmiş, getirmiş.
* Hem, nakl-i sahih ile, Kureyş Benî Hâşimî aleyhinde yazdıkları ve Kâbe’nin sakfına astıkları sayfa hakkında ferman etmiş ki: “Kurtlar yazılarınızı yemiş; yalnız sayfadaki esmâ-i İlâhiyeye ilişmemişler.” Haber vermiş. Sonra sayfaya bakmışlar; aynen öyle olmuş.
* Hem, nakl-i sahih ile, “Beytü’l-Makdisin fethinde büyük bir tâun çıkacak” ferman etmişti. Hazret-i Ömer zamanında Beytü’l-Makdis fetholundu. Ve öyle bir tâun çıktı ki, üç günde yetmiş bin vefiyat oldu.
Mektubât, s. 111
|
13.07.2006
|
|
BİR KISSA, BİN HİSSE
Vefatından sonra tasarrufları devam eden evliyanın büyüklerinden Hayat-ı Harranî Hazretleri Miladi bin yüzlü yıllarda Şanlıurfa’nın Harran kazasında yaşadı. Yüksek keşif ve keramet sahibi olup, yaşadığı dönemde halkın maneviyat ve bereket kaynağı idi.
Bir gün velilerden Şeyh Zagîb er-Rahabi, Hayat-ı Harranî’yi ziyarete gelmişti. Hayat-ı Harranî ise sabah namazından sonra kapısının eşiğine oturmuş, işi ile meşgul olmaya başlamıştı. Zagîb er-Rahabi ile hiç meşgul olmadı, ona iltifat etmedi.
Bu durum zoruna giden Zagîb er-Rahabi, içinden:
“Ta Rahabe’den boşuna mı geldim? Bana hiç iltifat etmedi.” diye geçirdi.
Bunun üzerine Hayat-ı Harranî:
“Kalbinden bana itiraz ediyorsun. Biliyorum.” diyerek elini Zagîb er-Rahabi’ye doğru uzattı. O anda Zagîb’in gözlerinden birisinin şekli değişti ve gözü rahatsızlandı.
Zagîb derhal kalktı, hürmetle oradan ayrıldı ve memleketi Rahabe’ye döndü. O günden sonra Zagîb kalp gözünün açıldığını ve birçok şeyi keşfetmeye başladığını gördü.
Bir gün Zagîb bir zikir halkasında Hayat-ı Harranî’nin talebelerinden birisi ile karşılaştı. Talebe ellerini Zagîb’in hasta gözü üzerine koyunca Zagîb’in gözleri derhal iyileşti ve Zagîb gözlerinden de tamamen şifâ buldu.
(Evliyalar Ans. 7/66)
|
Süleyman KÖSMENE
13.07.2006
|
|
|
|