|
|
Murat ÇETİN |
Bir şehri sevmek |
|
Önceki asırlara dair bilgilerimiz tarihçilerin bize bildirdikleriyle sınırlı olduğu için, geçmişe dair yorum yapmakta zorlanabiliriz, ama şurası bir gerçek ki, içinde bulunduğumuz asır bir “kerhen” asrı.
İşimizi sevmiyoruz, ama ekmek parası.
Okulumuzu sevmiyoruz, ama puanımız orayı tuttu. Ya da en iyi iş imkânına sahip okullardan birisi, ne yapalım!
Tiyatrocuyuz, ama tiyatroda para yok, o yüzden faturalarımızı ödemek için dizilerde oynamak zorundayız.
Kaliteli program yapmayı biz de isteriz, ama kaliteli programlar reyting almıyor, o yüzden böyle pespaye bir yayıncılığı mecburen yapıyoruz.
Oturduğumuz semti sevmiyoruz, ama başka yerdeki kiraları ödeyecek gücümüz olmadığı için, başka çaremiz yok.
Oturduğumuz şehirden şikâyetçiyiz, stres, trafik, insanlıktan nasibini almamış komşular v.s. Ama ne yapalım, başka şansımız yok.
Hepsi tamam, hepsine eyvallah. Ama eğer sevmediğiniz şehir, fethi Peygamber müjdesine konu olmuş, her hükümdarın hayalini kurduğu, her taşında eşsiz bir tarihî miras yatan, dünyanın en güzel şehirlerinden biriyse, İstanbul’sa, mecburiyetlerinize dair ezberlerinizi yeniden gözden geçirmenizi dilerim.
Altın kafeste olan kuş gibi, vatanınız için yanıp tutuşabilirsiniz; ama bu şehrin özünde altından çok değerli madenler var. Ruh var, mânâ var, salt taş olmayı aşmış tarih var.
Bu şehri sevmemenize sebep olan hiçbir şey, şehrin kendisinden kaynaklanmıyor; insanların başının altından çıkıyor.
Ve neden bu şehirde sorunlar hiç bitmek bilmiyor dersiniz? Çünkü insanlar böylesine güzel, böylesine sevilmeyi hak eden bir şehri sevmiyor. Sevgisiz büyüyen çocukların, en tehlikeli insanlar olarak aramızda dolaşması gibi, sevgisiz gelişen şehirler de birer suç başkenti olabiliyor.
Siz ondan nefret ettikçe, o nefrete lâyık bir hal almaya başlıyor.
Çiçeklerin bile sevgiyle büyüdüğünden söz ederken, koskoca bir şehri nasıl sevgisiz bırakabilirsiniz?
13.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Hayatın kendisi vardır |
|
Tiyatro sanatçısı Hakan Bozkurt’un, “Hayatın provası yoktur” gelişim seminerleri, insanları pozitif düşünmeye ve olumlu bakış açısıyla, hayatı sevmeye teşvik ediyor. Güldürü içinde ince mesajlarını ve tonton yapısının bütün espritüel çabasıyla insanları hem dinlendiriyor, hem de yaklaşımlarını gözden geçirmeye sevk ediyor.
Bir sohbetimizde, “Hayatın provası yoktur’ yerine, acaba ‘Hayatın kendisi vardır’ desek, daha pozitif bir mesaj yüklemiş olmaz mıyız” dedim. Öneri, hoşuna gitmişti. Bu vesileyle rahmetli Sakıp Sabancı’nın, Hakan Bozkurt’un “Hayatın provası yoktur” mesajı ile paralel, her anınızın hesabı ve sonuçları vardır, onu tekrarlayamazsınız anlamında, “Hayat tek rauntluktur” sözü hatırıma gelmişti. Burada olumlu takviye anlamında, “Hayatın kendisi vardır” üzerinde durmak istiyorum.
Hayatın kendisi, varoluştur. Diriliştir. Can ve canan emareleridir. Sevgi kaynaklarının birbirini beslediği, düşünce tomurcuklarının açtığı, çekirdeklerin inkişaf yolculuğuna çıktığı, varlıkların kendini okuttuğu bir iksirdir.
Hayat, kendisidir. Başkası ile kıyaslanamaz. Her ruh, bir bedende yaşatır o mucizevî yaratılışı. Bizzat sevilen bir sorumluluktur hayat. Bediüzzaman, hayatı, bir faaliyet olarak tanımlar. Enerji katmanları hayatın misafiridirler. Lezzetin tadımlık şuuru ve yaşamanın nurlu hazzı, hayatın cilveleri ve hikmeti olarak bize okunur.
Hayat, mutluluğu besleyen bir anaçtır. Bir koydur. Sükûnetin devamı, huzurun ekseni, hayatla buluşur.
Beş duyumuzun göstergesi hayattır. Hissetmenin kontrol edilemez kimyası, görmenin ufuk açan sonsuzluğu ve işitmenin tedaiyi canlandıran algıları, bir vücudun hayat makinesinin çalışan aksamlarıdır.
Olumlu hayat, âlemin misk-i amberi Rehber Zât’la taçlanır. Ona yakınlıkla başlayan gül tadında koklamanın huzur veren daimiliğinde saklanan idrak, hayata en sadık arkadaştır.
Dimağımızın tat alma zevki, midemizin keyifli ikramlara hazır bekleyişi, salgıların iç sistemi uyarıcı ve teşvik edici işleyişi, kâinat sofrasında ağırlanışıdır. Bu aziz dostluğun ve muhabbet sofralarının cisimleşen mutluluğu, hayat yüklenmiş bedende yaşanır.
Ruh hepsinin enerjisi ve sinerjisi olmaya devam eder. İç âlemin galeyana getirdiği seyr-ü sefer halleri, yerden uzaya, oradan galaksilere ve samanyoluna uzanan bir tasavvurun kilometre taşlarını döşer. Hayat, kâinatın kucağında kendini seyreder.
Ne demiştik?
Hayatın kendisi vardır. Doğrusu bu. Hep olumlu eklerden gidebiliriz. Hep pozitiflerimizi, yani varlıkları, var olanları söyleyebiliriz. Hayat bize bahşedilmiş bir nimet. Elbette ki provası olmayacak kadar ince mizanlarla, hikmet eliyle dokunmuş bir yaratılışın eseri ve değişmez gerçeğidir.
Prova, yetersizlik ve tekâmül zincirini tamamlama tekrarıdır. Birden ve aniden en mükemmeli yapamamaktan kaynaklanan bir tamamlayıcı süreçtir. Halbuki hayat için böyle bir şey söz konusu değildir.
Her şey Kadir-i Külli Şeyin takdir ve tasarrufu ile sanatça ve mizanca en güzel şekilde tasvir edilmiş ve “Ol” emriyle vücuda gelmiştir.
Buna uygun provasız bir kalitenin hayatımıza işlemesi ve yaşayışımızı buna göre tanzim etme iradesi, geri dönülmez hataları ve telafi edilmez yanlışları önceden görmemizi sağlayacaktır.
***
Fizyolojimizi, dış görünüşümüzü, jest ve mimiklerimizi, ifade ve hitap biçimimizi doğru kullanmak, imaj ve görüntü estetiğine önem verip, buna uygun eğitimler almayı, “Dış yatırım” olarak değerlendirmek gerekir. Tabiri caizse, bunlar; kaporta düzeltme ve makyaj işidir. Esasın yerine geçemeyeceği gibi, zahiri dünyanın yanıltıcı eğitim ve disiplinleriyle elde edilmiş sempati rolleri de sağlıklı değildir. Bunlar gereklidir elbette. Ne için gerekli olduğu ile anlam kazanırlar.
Neden dış görünüş? Neden kendimize itina? Neden şekil ve şart uyumu?
Bütün bu soruların cevabı, zarf mazrufla değer kazandığı zaman anlamlıdır. Kaporta, güçlü bir motor için kıymet ifade eder. Dış etki, iç etkiye hizmet etmek şartıyla niyetin samimi tezahürüne mazhardır. Bu anlamda hayatın kendisi, fıtrattır. Yaratılış kanunudur. En doğru ve davranışın ambalajını düzenlemek ve dışına itina göstermek ihlâsın şifrelerini verir.
Bu nazarla baktığımızda, siret mi, suret mi tercihi yerine, ya da içyapı mı, dış yapı mı takası yerine, iç âlemimizin samimiyetini yansıtan ve bunu takdim ederken de almamız gereken usul eğitimleri ve bilmemiz gereken bireyin gelişimi önem arz eder.
İçi dökülmüş bir binanın dış cephe estetiği yeterli olmadığı gibi, içi sağlam bir binanın merdivensiz ve girilmez hali de maksada hizmet etmeyen bir eksikliktir.
Batın zahiri, iç dışı, akıl kalbi, ruh bedeni, vicdan yaşayışı hikmetle yoğurdukça, huzur abidesi kendini her şekliyle okutur ve bir birini tamamlar.
Bu sonuç, provasız hayat gerçeğidir.
13.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Murat ÇİFTKAYA |
Modern insan: Zoraki turist |
|
Modern insanın yeryüzündeki hali, turistliğe mahkûm edilmiş insana benzer. Sürekli gezinen, adımlarını hızla atan, hatta koşan bir turisttir o. Halinden memnun olmaya, gezdiği yerlerden haz almaya çalışır. Ama, beyhude bir çabadır bu. Çünkü normal turistin aksine, onun ne geldiği, ne de döneceği bir yuvası vardır. Evrimin tesadüfî sonucu düştüğü hayat arenasında koşmaktadır sadece. Sürekli ve hızla koşan bu insan, kutsala ve dine sırtını döndüğünden, nereden geldiğine ya da nereye gittiğine dair bir fikri yoktur. Evrimin dünyaya fırlattığı bir tesadüf oyuncağıdır, yuvasızdır, köksüzdür. Hiçbir yere ait olamaz. Ne oraya, ne de buraya!
Buraya, yani dünyaya ait olmaya çalışsa da zaman denilen dalga onun köklerini ‘bura’dan, ‘şimdi’den söküp atar. Hem onu, hem eserlerini bugünün resminden siliverir. O yüzden, hem hayat yolculuğunu, hem de yolculuk sırasında yaşadıklarını her daim hikmet diline dönüştürebilen kutsal yolcunun aksine, turist modern insan, amaçsız ve derinliksiz bir hayat sürer. Gizliden gizliye, yapıp ettiklerinin, elleriyle devşirdiklerinin ölümün soğuk yüzüne çarpıp parçalanacağını, dolayısıyla anlamsızlaşacağını bilir.
Hayatı kutsal bir yolculuk olarak gören mü’minin aksine, modern insan için hayatın ne kutsal bir kaynağı, ne de hedefi vardır. Meselâ, ölüm, yolculuğun başka bir aşamasına geçiş değil, pençesiyle varlığına her an son verebilecek bir hiçlik sebebidir. O yüzden, en çok korku ve huzursuzluk doldurur, kutsala gözünü kapamış modern insanın ruhunu. Onun halini en çok, bedevî Arap çöllerine düşüp de söz dinlemeyen, itaat etmeyen, yolculuğuna kutsallık katmayan ikinci adam anlatır.
Hayata kutsal bir kaynak ve takip edilesi bir hedef veren dine sırtını dönmüştür modern insan; o yüzden mitolojilerde her gün ölüme ve yıkıma mahkûm edilen figürlere benzer. Ölüm belki bir defalıktır, ama modern insan her gün ölür. Tatmin ve huzur bulmak için elini uzattığı her dal onunla birlikte hiçliğe düşer. Kimsesizdir, yapayalnızdır. Evet, her insan dünyada gurbettedir, gariptir, hep sıla hasretiyle yanar. Ama mecburî turist modern insan gurbette bile değildir. Garip halini, hayatını sürekli bir gezintiye ve turlamaya dönüştürerek unutmaya çalışır.
Sürekli “daha ileriye” sözü dökülür onun ağzından. Daha ileri, daha ileri! Mü’minin sonsuz âhirette mazhar olmayı dilediği cenneti ve saadeti, bu dünyada yakalamaktır güya hedefi. Yürümenin bizzat kendisini yüce ve kutsal bir hedef haline getirmiştir. Kısa zaman içinde ne kadar çok koşarsa, o kadar büyük bir iş başardığını düşünür. O yüzden, yürümeyi değil, koşmayı tercih eder. Kendisine ayrıntılı yol haritaları çıkarır, bir önceki günde ne uzunlukta mesafeyi, ne kadar zamanda aldığını hesaplar. Sayfalarca istatistikler tutar. Yarın ne kadar koşacağına ilişkin geniş planlar yapar. Bir matematik ve istatistik dehasıdır. Ciddi, hatta asık suratlı bir yoğunluk içindedir daima. Yapacağı çok iş, gideceği çok yol vardır. Gelgelelim, yürüyüşünün/koşusunun veya yapıp ettiklerinin nihaî hedefini yitirmiştir. Yürümenin, bir hedefe ulaşmak için yapıldığında anlamlı olacağını, çoktan unutmuştur.
Bu cahilliği içinde, yürüyen ve gerisinde kalanlara küçümseyici gözlerle bakar. Kendisini fatih zanneder, ama aslında yoluna çıkan herşeyi talan eden, sonra da umarsızca orada resmini çektiren çapulcu ruhlu bir turisttir o. Dışarıdan bakınca kibirli, ruhunda aciz ve zayıf bir turist!
Hiçbir şey veya kişi ile sahici ve kalıcı bir ilişki kuramaz bu turist. Hem, birliktelikleri, “burada” göz açıp kapayıncaya kadar, kısa sürede bitmeye mahkûmdur; çünkü zaman seli, herşey gibi, onun ötekilerle bağlarını da kesip atar. Hem de, sevdikleriyle hiç ayrılmamacasına bir gün buluşacağı “orası”ndan mahrumdur. O yüzden sahiden sevmekten, bağlanmaktan, ölümden korkar gibi korkar! Yolcu bilincine sahip olamadığı için, kimseyle yol arkadaşı da olamaz. En yakını olan insanla hayat arkadaşı olma cesareti gösteremez. Kısa veya ânlık temaslarla avunmaya çalışır. Belki bedeniyle dokunabilir başkalarına, ama ruhu diğer ruhlardan fersah fersah uzaktadır. Yücelttiği aşk duygusundan içten içe korkar. Çünkü hayat boyu bile sürecek olsa, her türlü sevmeler ölüm karşısında hiçleşir.
Zoraki bir turist olarak modern insan, son zamanlarda yürümekten yoruldu. Yoruldu, çünkü attığı hiçbir adımın kendisini mutlu etmediğini anladı. Hayatı kutsal bir yolculuk olarak gören insan, zahiren hareketsiz iken bile yolculuğuna devam ederken, o ne kadar koşarsa koşsun aslında hiçbir yere gidemediğini farketti. Çember içinde koşan bir fareden farksızdı.
Ve işte postmodern denilen son dönemde, turist yerini aylağa bırakmaya başladı. Ciddiyetini kaybetmiş, hayatı bir oyun ve oyalanma olarak gören bir insan var artık dünya yüzünde. Koşmayı (çalışmayı) değil, eğlenmeyi ve aylaklık etmeyi yücelten bir insan bu. Yürüyüşünün “hiçbir yer”e gittiğini farkettiğinden beri, hayatının anlamsızlığını, kendisini uyuşturarak örtmeye çalışıyor bu yeni insan türü. Hiçbir şeye bağlanmaya kalkmıyor, kendisine hiçbir ciddi amaç biçmiyor...
İnsanoğlu aslî kimliğine, yani hayatı vakur ve anlamlı bir biçimde adımlayıp Yaratıcısının huzurdan çıkmayı hedefleyen bir yolcu olmaya, bu son aylaklık döneminden sonra dönebilir mi dersiniz?
www.muratciftkaya.com
13.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zafer AKGÜL |
Bediüzzaman reytingi (1) |
|
Son günlerde bazı çevreler veya yazarlar Bediüzzaman Hazretlerinden şöyle veya böyle bir şekilde bahisler açmaya, programlar yapmaya başladılar. Şüphesiz ki, Bediüzzaman Hazretlerinin gündeme getirilmesi, onun anlaşılması, en azından tanınması için iyi birer vesiledir. Her ne kadar Bediüzzaman Said Nursî’nin ve müntesiplerinin reklama, reytinge ihtiyacı yok ise de…
Bilinmelidir ki, her gündeme getirilen kişi veya olay, sırf doğru anlaşılsın diye bahse konu edilmiyor. Birilerinin başka başka hesapları için bir malzeme veya planları için bir kademe, aşama olabiliyor. Veya daha kötüsü hedef saptırma, yanlış anlatma ve bilgi kirlenmesi için meseleye çok daha netameli yaklaşanlar da oluyor.
Yukarıdaki tarifin haricinde kalmasına rağmen, ben kendi hesabıma, meselâ geçenlerde bir televizyon kanalında sayın Savaş Ay’ın A Takımı programındaki yaklaşım biçimini ve reklamize edilmiş, hatta sulandırılmış araştırmacılığını üzülerek seyrettim. Hatta sonuna kadar seyretmeye tahammül edemedim. O kadar sık ve kesik kesik anonslar ve spekülasyonlu çığırtkanlıklar vardı ki, inanın neredeyse Savaş Ay’ın bendeki saygın imajını dibinden torpilleyecekti. Bu kadar sakızlaştırılmış ve Amerikan cikleti gibi yapış yapış, sündürüle sündürüle her yere bulaştırılmış programı, ilk başlarda ciddiye aldığım için kendime kızdım.
Bediüzzaman’ın cesedinin Akdeniz’e atıldığı palavrasından yola çıkarak, mezarını ve nerede olduğunu irdeleyen bir program sandıydım. Meğer boş bir ümite kapılmışım. Seyrettiğim program tam mânâsıyla Mahmutpaşa semtindeki pazarcıların don/gömlek satarkenki çığırtkanlıklarını ve pazarlama tekniklerini andırıyordu.
Bu programı Şanlıurfa’ya gelerek İpek Palas Otelinde çekimler yapması ve özel sohbetlerde bulunması ve meseleyi ciddi ciddi araştırıyor imajını uyandırması gibi unsurlara kanarak, safiyetinden dolayı ciddiye alan ve sonunda canlı bağlantıda asıl konuyla ilgisiz ve alâkasız konulara sürüklenen ve boş yere polemiklere girmeye mecbur edilen Abdülkadir Badıllı Ağabeyim adına da üzüldüm. Anlaşılan Şanlıurfalının o safiyetiyle, hemşerileri gibi, kendileri de medyanın içyüzünü ve katakulli hallerini hesaba katmamıştı. Merdane konuşanlar, elbette ki bu tip vartalara düşürülebiliyorlar. Tekrar kendilerine geçmiş olsun diyorum.
Bu konuda şimdiye kadar yazı yazmayışım, Savaş Ay’ın o programını demin belirttiğim gibi, ciddiye almayışımdandı. Ancak geçenlerde bir muhterem yazarın Bediüzamanın anlaşılmasıyla ilgili yazısını okuyunca ikisini bir etmeye karar verdim.
Yazarın sathî ve üstünkörü okuduğumuzda, yazısına tümüyle katılıyorum. Ancak ayrıntılara girince ve mercekle incelediğimizde itiraz noktalarımız ve çekincelerimiz de var elbette. Bu apayrı bir yazı konusu tabiî. Benim bu yazıda vurgulamak, daha doğrusu dikkatleri çekmek istediğim nokta şudur: Bediüzzaman Said Nursî’yle ilgili olumsuz yazıları elbette ki pürdikkat okuyoruz ve değerlendirmelerimizi yapıyoruz. Fakat olumlu yazılara da öyle sazan gibi dalmamız mümkün değil. Çünkü yazıların hangi niyete müstenit ve hangi hedefe yönelik olduğu ve sözün nerelere getireleceği bizce çok önemlidir. Bu kadar hassas olmak fazla mı acaba? Yoo hayır. Günümüzde sulandırılan, eğrilen, büğrülen başka mecralara sürüklenen o kadar kişi ve kavram var ki, Bediüzzaman gibi hemen her alanda otoriter sayılan ve hem geçmişte, hem de gelecekte itibar edilen/edilecek ve Doğu’da da Batı’da da her vesile ile gündeme getirilen bir yüce şahsiyetin ve misyonunun elbette ki kritize edilmesinde çok değişik yaklaşım biçimleri ve versiyonları olacaktır. Bunları müdakkik bir şekilde ele almak, işin ciddiyeti açısından şart ve elzemdir. Haftaya devam edelim.
13.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Uyuşturucu öldürür! |
|
Genç bir kızın bedeni daha soldu. Kim der ki, hayata ışıl ışıl bakan sarışın mavi gözlü kız, iğrenç uyuşturucu müptelasından ölecek.
Gerçi ekrana çıkan ailesi öyle demiyor. Onu arkadaşları bu hale getirdi diye feryat ediyor...
Bir de kendilerini suçluyorlar. “İhmal ettik, sevgimizi gösteremedik. Ona uyuşturucu veren kadar biz de suçluyuz... Aileyi sudan sebeplerle parçalayıp, kızımızla ilgilenmedik” diyorlar. (Ali Kırca, atv ana haber)
Kızı okulu bırakmış. Kötü arkadaşlar edinmiş. Ama anne tüm çabalara rağmen, engel olamadığını söylüyor:
“Kızım bir cinayete kurban gitti... Kızımı tanıdığımı sanıyordum. Ne kadar yakınlık kurduysam da aslında hiç de ğöründüğü gibi yakın olamamışım” diyor acılı anne.
Acılı baba, “Bunlar (eroin tacirlerini kastediyor) laf cambazı. Şikâyetçiyim. Kızımın fiziksel olarak eroin kullandığına dair bir iz bulamazsınız.”
Ekliyor:
“Çocuk nasıl olursa olsun, arkadaşları ele geçirirse ailenin yapabileceği birşey kalmıyor.”
Acılı anne:
“Bu ekrandan sizlere sesleniyorum” diyor.
“İyi arkadaşı evine gelse bile, onun her şeyini paylaşsa bile lütfen iyi gözle bakmasınlar. Her zaman kafalarda bir soru işareti olsun. O soru işaretlerini netleştirmeye çabalasınlar” diyor.
Uyuşturucu illeti, her ailenin çocuğunu hedef alabilir. Tehlikenin çok uzak olduğunu söylemek, safdillik. Hepimizin çocuğu bu tehlikeye maruz ise, yapılacak çok iş var. Onları ihmal etmeden “imhal” etmeli.
*
Daha bu haberin mürekkebi kurumadan, Beyoğlu’nda bir kişi daha, otel otasında ölü olarak bulunmuş.
Polis ekipleri, bir otelin odasında çıkmayan kişinin kapısını kırarak içeri giriyor ve bir gencin cansız bedenine rastlıyorlar... İncelemeler sonucu, odada kullanılmış bir enjektör bulunmuş.
İşin garip olan yanı şu:
Bu genç bir süre önce bir televizyon programına katılmış, uyuşturucunun zararlarını anlattıktan sonra, kurtulmak için yardım çağrısında bulunmuş...
Yardım gelmeden, kendisi göçüverdi.
Sigara savaşına, milyarlarca dolar yatırım yapanlar, ne içkiye, ne de uyuşturucuya aynı özeni göstermiyor. Bu işte müthiş bir tezat olduğu ortada...
İTALYAN TÜRKLER(!)
Haber bültenlerinde “Yoksa İtalyanlar aslen Türk mü?” diye haber geçiyor. (atv)
Efendim, İtalyanların ataları Etrüskler’in DNA yapıları Türklerinkiyle yüzde 97 uyumlu çıktmışmış... Sanat tarihçisi Haluk Tarcan ise çalışmaları ile alfabelerinin de Türk kökenli olduğunu ispat etmişmiş... Etrüskler’in destanlarında da dişi bozkurt Asena varmışmış...
Yahu, olsa ne... olmasa ne?
Ne o? Yoksa İtalyanların Dünya Kupası maçlarını kendimize mi yontacağız yoksa.
Böyle bir kompleksimiz mi var sahi?
AVRUPA YAKASI
Avrupa Yakası’nın oyuncuları bir bir ayrılıyormuş.
Bir dizi tutmaya görsün. Sessiz ve derinden giden dizi, artık tutuyorsa, oyuncuları tek tek ayrılır.
Çünkü, onlarsız dizi olmaz havalarına girerler ve başarılarını diziden ayrılmakla ispat ederler. Bir de cafcaflı açıklama yaparak, diğer kanallara gözkırparlar. Hani “transfer ücreti” filan...
Eğer bir dizide “ayrılık” başgöstermişse, o dizi sahiden bitmiştir.
13.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Hoplama |
|
Konular birikmişti. Grup toplantıları yapılmadığı, Başbakan Erdoğan da sık sık TV programlarına çıkan bir politikacı olmadığı için, görüşleri merak konusu olmuştu.
İsrail-Filistin konusunda Başbakan Erdoğan, uluslar arası bir misyon üstlendiği için de perde arkasında nelerin yaşandığını kendi ağzından dinleme fırsatı bulduk.
Bush, Putin ve Blair’in birkaç gün arayla arayıp, İsrail-Filistin olayındaki Türkiye’nin girişimlerini desteklediklerini ifade etmeleri, her açıdan önemli bir kazanımdı.
İsrail’li askerin kaçırılmasından sonra İsrail Başbakanı Ehud Olmert ile Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas’ın arayarak Türkiye’nin devreye girmesini istediklerini belirtti Erdoğan.
Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esat’a Başdanışmanı Ahmet Davutoğlu’nun özel temsilci sıfatıyla göndermeyi ABD’liler ile görüşmeleri sırasında kendisini önerdiğini açıkladı.
“Davutoğlu’na haksızlık yapılıyor”dedi Başbakan. Davutoğlu hem Dışişleri Bakanı Gül’e hem Başbakan’a Başdanışmanlık yapan tek isim. Bu nedenle gelen yabancı heyetler Türkiye’nin dış politikasındaki öncelikleri öğrenmek için Davutoğlu ile saatler süren müzakereler yapıyorlar. Kimine göre Neo-Osmanlıcı, kimine göre üçüncü dünyacı. Şu bir gerçek ki, Hamas’ı Türkiye’ye getiren adam damgasını yemesine karşın, Suriye ziyareti, İran konusundaki çabaları nedeniyle tekrar gücünün farkına varılan bir isim oldu Davutoğlu.
Başbakan bir diğer danışmanı Cüneyt Zapsu hakkında da ilk kez bu denli geniş açıklamalarda bulundu. Ama ondan önce bir süredir El-Kaide’ye destek verdiği iddiasıyla Milliyet tarafından ısrarla gündemden düşürülmeyen Yasin El Kadı ile ilgili açıklamaları dikkat çekiciydi. Birileri Hikmetyar’ı şimdiye kadar malzeme yaptılar. Şimdi Başbakan onların ağzına bir de Yasin El Kadı sakızını vermiş oldu.
Şimdiden bir yerlere kaydedin, çünkü Başbakan’ın şu gelecek sözlerini yıllarca kullanacaklar: ”Yasin Beyi tanıyorum. Kendime inandığım gibi inanıyorum. Yasin Beyin bir terör örgütüne destek vermesi söz konusu değildir.”
Zapsu, ”Bu adamı deliğe süpürmeyin, kendisini kullanın” demesine karşın Kasımpaşalı delikanlılığını yaparak siyaset arkadaşına sahip çıktı Başbakan. Sahip çıkmanın ötesinde Erdoğan asıl hedefin Zapsu değil, kendisi olduğunu çözmüş, ”Cüneyt Bey üzerinden partiye ve bana vurma gayreti içinde olanlar da yaptı bunu” diyor. İşin özü bu.
Peki kim bunlar? Erdoğan cevabı bir soruyla veriyor: ”Bu yayın grubu ne elde etmek istiyor?”
Yasin El Kadı ve Cüneyt Zapsu haberleri hangi yayın grubunda çıkıyor? Milliyet gazetesi. Peki bu gazete kimin? Aydın Doğan’a ait Doğan Yayın Grubu’nun. Başbakan, ”Bunları hoplatacağım” diyor. “Boşuna uğraşmasınlar, biz bunların derdini biliyoruz, geleceği yeri de biliyoruz. Vakti saati geldiğinde açıklayacaklarım, inanıyorum ki, milletimi çok daha rahatlatacak, onları da hoplatacaktır” sözleri Erdoğan’a ait.
Peki Çiller ile Aydın Doğan arasında TV’lerdeki canlı yayınlardan Sultanahmet Meydanındaki mitinge kadar uzanan kavganın bir benzerine mi tanık olacağız? Hiç sanmam. Peki Aydın Doğan’ı bir Cem Uzan’ın akibeti mi bekliyor? Yine hayır.
AKP iktidarında en çok kazanan patron kim diye sorsanız, birinci TÜPRAŞ’ı alan Mustafa Koç, ikincisi Erdemir’e sahip olan OYAK, üçüncüsü ise Aydın Doğan derim. Aydın Doğan bu iktidar dönemindeki ekonomik trendin yükselmesi sayesinde kendisini müflis bir banka patronu durumuna düşürecek olan Dışbank’ı 1 milyar dolar gibi bir rakamla sattı. Ayrıca yine bu dönemde kendi grubunun verilerine göre 5 kat daha zenginleşti.
Hiç kafanızı yormayın. Bir iki gün sonra Erdoğan da unutur, onlar da daha başka bir zamanda hesaplarını görmek üzere defteri kapatırlar.
13.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Daralan diyalog |
|
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün son Washington ziyaretini değerlendiren bir Türk diplomat şu yorumu yapmış:
“Havayı olumsuz gördüm. Rice sahip çıkıyor, ama onun dışında her yerde Türk-Amerikan dostluğunun sorgulandığını işittim.” (Yasemin Çongar, Milliyet, 10.7.06)
Bu yorum, Washington’un Türk hükümetiyle ilişkisini tamamen koparmasa dahi Gül üzerinden tek kanala indirdiği yolundaki kanaati bir defa daha teyid eder nitelikte.
Ve işin ilginç tarafı; Gül’le açık tutulan diyalog kanalını da abartmıyor ABD tarafı.
Söz gelişi, Gül’ü on gün arayla iki kez Tahran’a götüren “dinamizm” için Amerikan Dışişlerinin üst düzey yetkililerinden Matthew Bryza, “Türkiye’nin de katkısı olabilir, ama uluslararası topluluk tarafından kullanılan esas kanal Solana-Laricani kanalıdır” diyor (Milliyet, 2.7.06).
Gül, Ankara’dan Şam’a yapılan ziyaretleri ve Hamas’la kurdukları diyalogu ABD tarafının da teşvik ettiğini söylüyor, ancak neoconların bu konulardaki duruşunda en küçük bir yumuşama yok.
Bu cenahın önde gelen isimlerinden Richard Perle’ün, Şam ve Hamas’la diyalogu “Bunlar bana yapıcı gelmiyor” diye eleştirmesi (Milliyet, 1.7.06) bu tavrın son örneği.
Neoconların muhalefetine rağmen Rice’ın ağırlığını koyması sonucu Gül’le devam ettirilen diyalogun ise, ortak vizyon belgesinde kayda bağlanan sınırları ve Türkiye’ye yüklediği hayli ağır sorumluluklar söz konusu.
Bunların ilginç bir açılımını, Ankara’da görevliyken ciddî krizlere yol açmış olan eski Büyükelçi Eric Edelman’ın, Yeni Asya’da “ABD’ye Atatürk, İnönü ve Özal gibi ortaklar lâzım” başlığıyla özetlenen konuşması için (21.6.06), Dışişleri Bakan Yardımcısı Dan Fried’ın yaptığı yorumda görmekteyiz.
Fried’a göre, “Harikaydı” dediği bu konuşma “Türkiye’nin şu anda bir sonraki büyük adımı atma aşamasına geldiğini ve bunun M. Kemal Paşanın ya da Özal’ın attığı adımlara benzer bir stratejik önem taşıdığını ima ediyor.” (Ali H. Aslan, Zaman, 5.7.06)
Amerikan Dışişleri, Türkiye’den hangi konuda nasıl bir büyük adım bekliyor acaba?
Peki, beklenen bu adımın, Atatürk devrimlerini referans alan, Atatürk haricinde yalnızca İnönü ve Özal’ın örnek gösterildiği, Menderes, Bayar, Demirel isimlerinin “çizildiği” bir zemine oturtulmasının anlamı ne?
Bu işaretler, “Kemalizm kartı” söz konusu olduğunda, şu anki Amerikan yönetiminin “şahinler” veya “güvercinler” ayrımı gözetmeksizin, tamamen aynı fikir ve yaklaşımı paylaştığını ve Türkiye’nin yine bu cendereye hapsedilmek istendiğini düşündürüyor.
Fried, “Demokratik sistemin bize verdiği hükümetlerle çalışmaktan çok mutluyuz. AKP ile de çalışıyoruz, bunu çok da işbirliği içinde yapıyoruz” derken, AKP’yi devirmeye çalıştıkları iddialarını “aptalca ve saçmalık” olarak niteliyor; ama “Bir gün gelecek, AKP seçimi kazanamayacak” diye de ilâve ediyor.
Bakalım, bu işin sonu nereye varacak?
13.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Sözlerin en güzeli |
|
Sözlerin en güzeli büyüklerin sözleridir. Allah’ın sözünün üzerine söz olmaz. Sonra da Allah Resûlünün sözleri gelir.
Biz bu yazımızda Allah Resûlünün özlü, engin ve hikmet dolu sözlerinden bazıları üzerinde duracağız. ‘Tebük Seferi’ esnasında bir konak yerinde yaptığı bir konuşmadan alınan veciz ifadeler bunlar.
“İşlerin en üstünü, düzenli olarak yapılan farzlardır. “
Kulluğun özü olan farzlarda ihmal, terk ve geciktirmelerin nelere mal olduğunu düşündüğümüzde sır ve hikmeti daha iyi anlaşılmıyor mu?
“İlmin en iyisi faydalı olan ilimdir.”
Faydasız ilimden Allah’a sığınan Allah Resûlu herşeyde olduğu gibi öğrendiklerimizin boş, anlamsız, yararsız olmamasını; mutlaka dünya ve ahiretimiz için faydalı şeyler olmasını hatırlatıyor.
“En kötü körlük kalp körlüğüdür.”
Kalp gözü açık olan kafa gözü kapalı olsa da görür. Kalp gözü kör olanların dünyaları da ahiretleri de karanlıktır.
“En kötü mazeret ölüm anında ileri sürülen mazerettir. En kötü pişmanlık da kıyamet gününde duyulan pişmanlıktır.”
Ölüm anında ileri sürülen mazeret ve kıyamet günüde duyulan pişmanlıkların insana kazandırdığı ne olabilir ki.
“En hayırlı zenginlik gönül zenginliğidir.”
Gönlü zengin olan her zaman zengindir. Aç gözlüye ne verirseniz verin doyuramazsınız.
“Azıkların en hayırlısı takvadır.”
En üstün, en şerefli insan takva sahibi insan olduğuna göre sonsuzluk yolculuğunda tek geçer çare olan takva gibi değerli bir azık düşünülebilir mi? Bu azığı edinmeyenler isterlerse dünyanın sultanı olsunlar kaç para eder?
“Hikmetin başı Allah korkusudur.”
Allah korkusunun olmadığı yerde hangi güzellikten söz edilebilir?
“Gençlik bir nevi deliliktir.”
En çok kontrole, dizginlemeye muhtaç olan gençlik gibi bir delilik düşünülebilir mi?
“Mutlu insan, örnek gösterilen insandır.”1
İçleri dışlarına yansıyan bu seçkin insanlar toplumun gözbebekleridir. İçlerindeki mutlulukları dışlarına yansıtırlar. Böyle insanlara her toplumun ihtiyacı vardır.
1. Peyzü’l Kadir, 2:179
13.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
İlahî şifre olan Kur’ân harfleri ve Cifr/ Ebced |
|
Allah’ın ezeli olan Kelâm sıfatından gelen Kur’ân ve âyetleri, Kelâmullah’tır; bitmez tükenmez bir hazinedir. Beşer sözü gibi, özel bir fıtrata, özel bir zamana, hususî bir mesleğe veya meşrebe bakmıyor. Çünkü, Kelâm-ı İlâhî ve âyetler geneldir. Zaman şeridine takılan asırların arkasında bulunan bütün beşerî tabakalara, milletlere, sınıflara, mesleklere, meşreplere, bölgelere, coğrafyalara, zevklere, renklere, mizaçlara hitap ediyor. Herkesin sorularına cevap veriyor; her türlü ihtiyaçlarını karşılıyor. Bundan dolayıdır ki, mânâsı umûmî, küllî/genel ve bütün asırları tarayarak kucaklar. Bütün ilimleri kaplayarak onlara menfez açar.
Kur’ân, İlâhî bir kelâm olduğu için, sûrelerin başındaki “huruf-u mukattaa” gibi İlâhî şifreleri de vardır. Hattâ, herbir Kur’ân harfi, bir hakikat hazinesi hükmüne geçer; bazen birtek harf, bir sayfa kadar hakikatleri ders verir.1 Ki, harf ilmi âlimleri, Kur’ân’ın herbir harfinden bir sayfa kadar eser meydana getirdiklerini söylerler.2
Çünkü, beyanı mu’cize olan Kur’ân, anlaşılan mânâ ve mefhumlarıyla, açık mânâlarıyla gerçekleri ifâde ettiği gibi; üslûplarıyla, bütünüyle pek çok sembol ve işâretlerle dahi ifâde ediyor. Herbir âyetin çok mânâ tabakaları var. Kur’ân, ilmi muhitten geldiği için, bütün mânâları murad olabilir. İnsan küçük, basit fikri ve şahsî iradesiyle olan kelâmlar gibi bir iki mânâyla sınırlı değildir.3 Bu sırdandır ki, Kur’ân, 15 asırdan beri tefsir edilmektedir. Sahanın uzmanları, Kur’ân’ın 350 bin tefsirinin yapıldığını beyan eder. Yine de, Kur’ân’ın hakikatleri, sırları, şifreleri tam olarak çözülebilmiş değildir. Bu Kur’ân’ın anlaşılmaz bir muamma, zor bir kelâm olmasından değil, her asrı, her devri, her meslek ve meşrebi doyuracak mu’cize olmasındandır. Zaman değişikçe, ilimler geliştikçe, insanlığın ihtiyacı arttıkça, ondan yeni yeni ilimler, hakikatler keşfedilmektedir. Zîrâ, Kur’ân, bâzân ibrikte, hattâ bir damlada deryayı gösterir.
Nasıl ki, “kevnî/fıtri/oluşsal” bir âyeti, bir kudret mucizesi olan hücrenin, ondan da küçük parça atomun içine girildikçe, pek çok mânâlar açılmıştır. Atomun inceliğine daldıkça, derinliğine ulaştıkça mânâ içinde mânâ ortaya çıkıyor. Teşriî veya Kelâmî mucize olan Kur’ân âyetleri de böyledir. Okudukça, tefekkür ettikçe, düşündükçe, ilim ilerledikçe, derinliğine daldıkça mânâ içinde mânâ, sır içinde sır ortaya çıkmar. Tıpkı, denizlerin derinliklerindeki ince-mercan ve yakutlar gibi...
Dipnotlar:
1. Mektubât, s. 382; 2. Sözler, s. 407
13.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Dünya sevgisi nasıl olmalı? |
|
Bir okuyucumuz: “Ehl-i dünya kimlerdir? Dünyada yaşayan mı? Dünyayı çok seven mi? Âhireti dünyaya feda eden mi? Dünya sevgisinde ölçü nedir? Ehl-i iman kimlerdir?”
Ehl; sahip, yetki sahibi, usta, maharetli, becerikli, uzman, söz sahibi manalarındadır. Bir işte ehil ve ehliyetli olmak, o işte doğru biçimde uzmanlaşmak ve yetki sahibi olmak demektir. Meselâ; her hangi bir ilimde derinleşenlere ehl-i ilim, aklıyla hareket etme yetkisine sahip olanlara ehl-i akıl, güzel söz söyleyenlere ehl-i belagat, kalbinden sevenlere ehl-i aşk, adaletten şaşmayanlara ehl-i adalet, Cennette yaşayanlara ehl-i Cennet, Allah’ı bilme konusunda derin bilgisi bulunanlara ehl-i marifet, büyük bir dava için himmet ve gayret sahibi olanlara ehl-i hamiyet, ehl-i himmet, bir dalda uzmanlaşmış kişilere ehl-i ihtisas, hakikati bulup peşinden gidenlere ehl-i hakikat, bilerek günah işlemeye devam edenlere ehl-i dalâlet, iman eden ve inancını hissederek ve severek yaşayanlara ehl-i iman, dînini severek ve dünyaya tercih ederek yaşayanlara ehl-i din, dünyayı severek ve dîne ve âhirete tercih ederek yaşayanlara da ehl-i dünya denmiştir.
Ehl-i dünya, kelime olarak her ne kadar “dünyada yaşayan ve dünyayı çok seven” manalarını taşıyor olsa da, terim itibariyle “dünyayı her şeye tercih eden, mukaddesâtı dünyaya feda eden, dünyayı âhirete tercih eden, sırf dünya için yaşayan, haram helâl demeden dünyanın her türlü lezzetlerini takip eden ve tövbeye yanaşmayan kimselere” ehl-i dünya denmektedir.
Cenab-ı Hak dünyayı ve dünyadaki her şeyi güzel yarattığını, fakat bunların geçici olduğunu, aldanılmaması gerektiğini, asıl dönülecek ve varılacak yerin Allah’ın huzuru olduğunu bildiriyor. “Nefsânî arzulara, kadınlara, oğullara, hesapsız şekilde biriktirilip istif edilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, davarlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar dünya hayatının geçici menfaatleridir. Hâlbuki varılacak güzel yer, Allah’ın katıdır.”1
Bediüzzaman Saîd Nursî Hazretlerine göre dünyanın üç yüzü vardır:
1-Dünyanın birinci yüzü, Cenab-ı Hakkın isimlerine bakar. Allah’ın isimlerinin nakışlarını gösterir. Mânâ-yı harfiyle, yani ayna gibi başkasını gösteren vücudu ile Allah’ın isimlerinin aynası hükmündedir. Dünyanın bu yüzü Allah’ın hadsiz isimlerinin hadsiz mektupları mahiyetindedir; bu yüz gayet güzeldir. Nefrete değil; aşk derecesinde sevilmeye lâyıktır. Çünkü dünyanın bu yüzü sevildikçe, neticede Allah’ın isimleri sevilmiş olur.
2- Dünyanın ikinci yüzü âhirete bakar. Âhiretin tarlasıdır. Cennetin fidanlığıdır. Rahmetin çiçekliğidir. Dünyanın bu yüzü de, birinci yüzü gibi güzeldir. Çünkü bu yüzde ekilen her şey Allah’ın izniyle âhirette ebediyen meyve verecektir. Şu halde bu yüz de tahkire değil; muhabbete lâyıktır.
3- Dünyanın üçüncü yüzü, insanın heveslerine bakan, gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın oyuncağı hükmünde bulunan yüzüdür. Dünyanın bu yüzü gayet çirkindir, gayet tehlikelidir. Çünkü fanidir. Çünkü yok olucudur. Çünkü elemlidir. Çünkü keder vericidir. Çünkü aldatıcıdır. İşte âyetlerin ve hadislerin dikkat çektiği ve sevgisine aldanmamak için uyardığı yüz, bu yüzdür. Sevilmemesi gereken, nefret edilmesi gereken, kendisinden Allah’a sığınılması gereken yüz, bu yüzdür.
Üstad Said Nursî Hazretlerine göre dünyayı tahkir edenler dört sınıftır:
1- Ehl-i marifettir. Yani Allah’ı bilenlerdir. Bu sınıf, Cenâb-ı Hakkı derinden bilmeye, Onu tanımaya, sevmeye, rızasını kazanmaya ve Ona ibadet etmeye set çektiği ve mâni olduğu için dünyayı sevmez.
2- Ehl-i âhirettir. Yani kendisini ahirete vermiş olanlar. Âhiret nimetlerine düşkün, gece gündüz âhiret için hazırlanan, ebedî hayat için çalışan bu kimseler dünyanın geçim derdi, çoluk çocuk derdi, aşı ve işi gibi bir takım zorunlu çalışmalarından rahatsız olurlar. Âhireti bilen ve âhirete hazırlanan, fakat dünyanın zarurî işlerinden dolayı âhiret amelinden geri kalan bu kimseler, Cennetin güzelliklerine nispeten dünyayı çirkin görürler. Nitekim dünyanın bütün güzellikleri, Cennetin güzelliklerine oranla hiç hükmündedir. Cennetin bir sinek kanadı kadar nuru, dünya ve içindekilerden daha kıymetlidir.
3- Dünyayı sevmeyen üçüncü sınıf insan grubu ehl-i dünyadır. Bir kısım ehl-i dünya dünyayı sevmez; çünkü eline geçiremez. Kovalar durur. Dünya bir türlü eline geçmez. Bu sevmemek makbul değildir, çünkü bu dünyanın nefretinden değil; dünyanın sevgisinden ileri geliyor. Çünkü dünya eline geçse sevecek, fakat geçmiyor.
4- Dünyayı sevmeyen dördüncü sınıf insan da yine ehl-i dünyadır. Bu kısım ehl-i dünya, dünyayı eline geçiriyor, yatıyla, katıyla, parasıyla, puluyla dünyayı ayaklarına serilmiş buluyor, dünyayı dolu dolu yaşıyor. Fakat ne çare; dünya durmuyor, gidiyor. Onu da beraber götürüyor. O da bunu hissediyor ve kızıyor. Sırf teselli bulmak için dünyadan nefret ettiğini söylüyor. “Pistir!” diyor. Oysa bu hakaret de dünya sevgisinden ileri geliyor.
Makbul tahkir, ilk iki sınıf olan ehl-i marifet ve ehl-i âhiretin tahkiridir.2
Dünyayı âhiretin bir tarlası ve Cenab-ı Hakkın isimlerinin aynası ve geçici bir misafirhanesi olarak sevmenin, nefs-i emmâre karışmamak şartıyla Cenâb-ı Hakka ait bir sevgi olduğunu bildiren Bedîüzzaman Hazretleri, bunun için dünyayı ve dünyadaki varlıkları mânâ-yı ismiyle değil, mânâ-yı harfiyle sevmemiz gerektiğini kaydediyor. Yani Bedîüzzaman’a göre dünya, “Ne güzeldir!” diye değil; “Ne güzel yapılmış ve yaratılmıştır!” diye sevilmelidir, kalbimizin içine Allah’tan başka sevgilerin ve muhabbetlerin girmesine izin vermemelidir, çünkü kalbin içi Allah’a mahsustur.
Dünyada böylesine Allah sevgisini kazanmak ve muhafaza etmek için Allah’a dua etmeli ve “Allah’ım! Bize Kendi sevgini ve bizi Sana yaklaştıracak şeylerin sevgisini nasip et!” demeliyiz.3
Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, dünyayı âhiretin tarlası ve Allah’ın isimlerinin aynası hükmünde görerek sevmenin âhiretteki neticesinin, dünya kadar, fakat fânî dünya gibi fânî olmayan bâkî bir Cennet olduğunu bildiriyor.3
Cenâb-ı Hak bizi, dünyayı âhiretin tarlası ve Allah’ın isimlerinin aynası görerek sevenlerden eylesin ve fani dünyanın fitnelerinden bütün Müslümanları korusun. Âmin.
Dipnotlar: 1- Âl-i İmrân Sûresi, 3/14 2- Sözler, s. 571, 572 3- Sözler, s. 584 3- Sözler, s. 592
13.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
İlgi veya bilgi sahası |
|
Herkesin kendine göre bir ilgi ve merak sahası var veya olmalı. Yani, "Ot gibi yaşamak olmaz..."
Ayrıca, ilgi sahasına dair bir "öncelikler" listemiz de olmalı. Tâ ki, hayatımız huzur ve âhenk içinde sürüp gitsin. Aksi halde, aksiliklerle cebelleşmekten, sıkıntılarla boğuşmaktan kurtulamayız.
* * *
Öte yandan, kişi ilgilendiği konu hakkında ne derece ehil ise, ne kadar uzman ise ve ne ölçüde liyakatli ise, o nisbette rahat eder. Özellikle de geniş daireli iş ve hizmetler noktasında...
Yine, özel merak ve meşguliyet sahasıyla ilgili öncelikler listesinde, dar daireden geniş daireye doğru kademeli şekilde gitmek gerekiyor ki, iç dünyamızın fikir ve duygu trafiği rahat işlesin.
Aksi takdirde, kendi hayatımızda kendi ihtiyarımızla bir "trafik anarşisi"ne meydan vermiş oluruz.
* * *
Evet, dar daireden geniş daireye doğru ilerledikçe, gerek hususî ve gerekse umumî sıkıntı derece derece kendini hissetirmeye başlar.
Meselâ, bir sohbet ortamında kendinizi nasıl geliştirebileceğiniz veya yanlışlarınızı nasıl düzelteceğiniz hakkında konuştukça, muhataplarınızdan fikrî yardımla birlikte aferin de alırsınız.
Ancak, aynı ortamda memleketin nasıl düzelteceği veya ülke sorunlarının nasıl halledileceğine dair siyasî fikirler serd ettiğiniz anda, hiç umulmadık reaksiyonlarla karşılaşabiliyorsunuz.
Çünkü, orada hazır bulunan herkesin kendine göre bir "memleket kurtarma" siyaseti var, ya da farklı bir siyasî görüş sahibidir. Size anında karşı koyar, hatta bazan en ağır bir dille sizi itham eder.
Bu tür bir yaklaşım tarzında, nezaketsizlikle birlikte, şüphesiz bir maraz da var. Zira, bir yerde demokrasi varsa, farklı siyasî gürüş ve düşünceler varsa, bunlar elbette konuşulacak, tartışılacak demektir. Buna hazır ve hazımlı olmak gerekir.
Ne var ki, bilhassa günümüz siyaseti yalana revaç verdiği ve tarafgirlik illetiyle insanları yaraladığı için, işin içine çoğu zaman asabilik karışıyor ve sohbetin seyri çok kırıcı noktalara kadar varabiliyor.
Bu durumda, "rahat–ı kalp" isteyen bir kimsenin, ateşli siyasî tartışmalardan uzak durması lâzım.
Zaten, ilgi ve merak sahası siyaset olmayan kimselerin, birilerini kırıcı mahiyette konuşmasına gerek de yok. Evet, bir kimse siyasetçi veya siyasî tarafgir değilse, muhataplarını niye rencide etsin ki?
* * *
Bu arada, ilgi veya uzmanlık sahası şiir, edebiyat, matematik olanların da siyaset arenasına mesafeli durmasını tavsiye ederiz.
Zira, bu gibi ilim dallarında esaslı ölçüler, vezinler, hesaplar var.
Günümüz siyaseti ise, kaygan, kırılgan, kaypak, oynak bir zemindir. Ölçü, vezin, kafiye, hatta aritmetik hesabı bile başka türlüdür. Zâviye için, Sâfiye'yi de, kâfiyeyi de tereddütsüz fedâ eder.
Öte yandan, aritmetik hesaba göre iki kere iki dört eder.
Günümüz siyasetine göre ise, iki kere iki bazan üç, bazan beş ve nâdiren de dört eder.
Nitekim, patilerin seçim dönemi vaatleriyle, iktidara geldikten sonraki icraatları arasındaki hesap açığı, bu tuhaf gerçeğin çarpıcı bir misâlini teşkil ediyor.
Dolayısıyla, "Yahu nasıl olur böye!" diye dövünmeye, yahut için içini kemirmeye hiç hacet yok.
Bu noktada eğer "kötünün iyisi"nde bir isabet kaydettiğine kanaat getirebiliyorsan—ki, bu ehvenişer demektir—yine de rahat edebilirsin. Çünkü, bu iş de bir vatandaşlık görevidir. Şöyle veya böyle, ülkeyi yönetecek siyasîlere de elbette ihtiyaç var ve birileri illa ki seçilerek o makamlara gelecek..
Dolayısıyla, siyaset ilgi sahamız olmasa bile, bir siyasî tercihte bulunmak durumundayız. Bunun da ayıplanacak, yadırganacak hiçbir tarafı yok.
* * *
Demek ki, herşeye ve her meseleye gereği ve değeri ölçüsünde ilgi veya merakla eğilmek durumundayız.
Uzman veya ehliyetli olduğumuz sahalarda, en ileri seviyede olmaya azamî gayret sarf edebilirz. En başta olanlarla müsbet bir yarış ve rekabet duygusu içinde hareket edebiliriz.
Ancak, ihtisas sahibi olmadığımız, hele hele geniş çerçeveli gördüğümüz sahalarda pervasızca at koşturmaya çalışırsak, bilmeliyiz ki evvelâ kendimizin, sonra da yakınlarımızın rahatını, huzurunu kaçırmaya sebep oluruz.
O halde, söz ve davranışlarımızı da bu realitenin farkında olarak ayarlamakta büyük fayda var.
Günün Tarihi
Sûikast ihtimaline binaen 13 idam
13 Temmuz 1926: İzmir sûikastı dâvâsı nihaî karara bağlandı.
İstiklâl Mahkemesi birçok mümtaz/tanınmış kişiye (mebus, paşa, subay, bürokrat) îdam cezası verdi. 13 îdam cezası aynı gece infaz edildi.
Oysa, sûikast diye bir hadise vaki dahi değildi. Söz konusu olan şey, sadece bir ihtimalden ibaretti. Zira, sözde sûikastın ortaya çıkarıldığı gün, M. Kemal henüz İzmir'e gelmiş dahi değildi.
Dahası, soruşturma müddeti bir ay bile sürmedi. Sadece üç haftalık bir mahkeme safhası ardından 13 idam ve birçok kişiye de muhtelif cezalar kesildi.
Birçoğu mebus olan idamlıklar arasında şu meşhûr isimler yer alıyor: Saruhan milletvekili Halis Turgut, İstanbul milletvekili İsmail Canbulat, Erzurum milletvekili Rüştü Paşa, eski Lazistan milletvekili Ziya Hurşit, Trabzon milletvekili Hafız Mehmed, eski Ankara valisi Abdülkadir, Kara Kemal...
Mahkemede beraat eden meşhurlar ise şunlar: Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Cafer Tayyar Paşalarla milletvekillerinden Faik, Sabit, Halet, Feridun Fikri, Kâmil Zeki, Bekir Sami...
Yeğen Orbay anlatıyor
O dönemi en iyi bilen şahitlerden biri de, ilk başbakanlardan Rauf Orbay'dır.
Rauf Orbay'ın yeğeni Zafer Orbay'in konuyla ilgili hatıraları Aksiyon dergisinin 574. sayısında (05.12.2005) yayınlandı.
Zafer Orbay, İzmir Sûikastı hakkında dayısından edindiği bilgiler ışığında şu sözlerle değerlendiriyor: "Baştaki paşalar, ülkede yeni bir yönetim istiyor. Bu sebeple muhalif partilerin kurulmasına da müsaade ediliyor. Ancak, niyet başka. Meselâ, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının kapatılması için birçok komplo hazırlandı. Bunlardan bir tanesi de İzmir Sûikastiydi."
Bu, doğru olan bir tesbittir. Zira, Şeyh Said hadisesiyle birlikte muhayyel İzmir Sûikastı da bahane edilerek CHF'ye muhalif olan bütün kişi ve gruplar sindirildi. Bununla da yetinilmeyerek partileri kapatıldı ve siyasî hayatları bitirilmek istendi.
Nitekim, Kâzım Karabekir Paşa bile, ancak M. Kemal'in ölümünden sonra mebus seçilerek Meclis'e geri dönebildi.
13.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
İslâmophobic eylemler |
|
Belirli ideolojik argümanların arkasına sığınan muayyen kesimlerin, bu argümanlar sebebiyle işi abarttıkları ve sağduyuyu yeteri kadar temsil edemedikleri görülüyor. Bunlardan birisi Cumhurbaşkanı A.Necdet Sezer. Sabah’ın manşeti, adeta bir skandalın habercisi gibiydi. ‘Damlı girilmez’. Ve altındaki özetlerden veya spotlardan şunlar okunuyordu: “Sezer’in yüzyılın projesi Bakü-Ceyhan hattı için bölge liderlerine düzenlediği gala yemeği türbanlı eş korkusuyla ‘erkek erkeğe’ yenecek...”
Şüpheniz olmasın, bu anlayış Türkiye’nin önünü tıkıyor. Baykal neden sayın Erdoğan’ı Köşk’te istemediğini anlatırken, o makamın uzlaşma makamı olduğunu söylüyor. Ama bugün pekâlâ anlaştığı Sezer’in bu tavrı, hangi uzlaşmanın eseri ve mahsûlü olabilir? Bu tarz, diyalog ve uzlaşma tarzı değil, olsa olsa monolog tarzı olabilir.
Bu tek kişilik davet uluslararası kamusal alanın korunması için alınmış bir tedbirdir. Ama Cumhurbaşkanı Necdet Sezer’in sezemediği bir durum var. Bir şey haddini aşarsa, tersine döner. Artık bu yasak bıkkınlık verdi ve Batılılar tarafından bile ‘primitif, yani ilkel laiklik türü’ bir uygulama olarak değerlendiriliyor. Maalesef, bu gibi konularda kilitlenmenin ülkeye maliyeti çok yüksek. Ülkeyi kıpırdatmıyor ve bir yerlere çiviliyor. Bunları söylerken temel arzum, AKP’lileri Köşk’te görmek değil. O ayrı bir konu. Necdet Sezer’in, maalesef bu yaklaşımı, spor camiasındaki en aktüel tartışmayı hatırlatıyor bize. Zeyneddin Zeydan ( Zinedine Zidane)’ın Dünya Kupası finalinde İtalyan futbolcuya kafa atması yüzünden alevlenen tartışma. Onun kafası türbanlı değil, ama adı Müslüman ve derisi de tam beyaz değil. Bu Avrupa’da bir Müslümana yönelik hazımsızlığın spora yansımasından başka bir şey değildir. Avrupa bu İslâmfobisi yüzünden, adeta önyargıların çatıştığı bir kıta haline geldi.
***
Bu tartışmaların en tipik olarak odaklandığı isim Zeyneddin Zeydan. Dünya Kupası’nın finali de işte Avrupa’da yaygın hale gelen İslâmfobisi yüzünden, kötü bir finalle kapandı. İtalyan futbolcu Marco Materazzi, Fransa’nın kaptanı Zeydan’a ‘sen teröristsin’ şeklinde hakarette bulunuyor. Ama daha sonra Materazzi, asla böyle bir kelime kullanmadığını ve annesine de küfür etmediğini söylüyor. Bununla birlikte Zeydan, neden ilk çekişmeden sonra ani olarak geri dönüyor. Arkasından bir tahrik ve kışkırtma daha gelmeli. Materazzi ise, kışkırtmayı inkâr ediyor. Zizou neden kariyerini böyle bir şekilde bitirsin? Dediğim gibi, Avrupa’da çok yönlü bir ırkçılık ve onun da ötesinde İslâm nefreti var. Bazıları İslâm nefretiyle meşbu hale gelmiş. Ve bu yüzden, özellikle de hassas mevkide olanların ve bu mânâda gözaltında olanların görev yapmaları oldukça zor. İslâmfobisi çok kolay bir şekilde hakarete ve ayrımcılığa dönüşebiliyor. Avrupa’daki ırkçılar ve bu yönüyle Zeydan’ı çekemeyenler, meseleyi politize de ettiler. Sözgelimi Le Pen ve siyasî takımı, ‘Zeydan ve ailesi Harkî olmasaydı, kaptan formasını giyemezdi’ diyor. Bu da İslâmfobisine dayalı bir siyasî kışkırtmadır. Zira bu da doğru değil. Harkîler, daha doğrusu Harekîler (Cezayir Savaşı’nda beşinci kol olarak Fransa’ya arka çıkan ‘hain’ Cezayirliler), Cezayirliler tarafından dışlandıkları gibi, bizzat Fransa tarafından da dışlanıyorlar. Öyle ki, Fransız takımında kendi ülkesi Cezayir’e karşı oynarken de Zeydan aynı şekilde sloganlarla ve pankartlarla tahrik edilmişti. İşte bu zehirli birikimler, en nazik anda ve hiç olmadık yerde patlayıveriyorlar.
***
Güneyin kuzeyi ele geçireceği safsatasını yayanlardan birisi olan ve bu mânâda Bernard Lewis’in Avrupa’daki sağlam şakirtlerinden kabul edilen (başkan Franco Marini değilse şayet) İtalya Senato Başkan Yardımcısı Roberto Calderoli de yangına benzinle gidenlerden. O da siyasî Materazzi. Gökmavililerin zaferi sonrasında, “Fransa, zenciler ve Müslümanlarla dolu bir takım. Aralarında komünistler de var. Tüm bunları mağlup etmiş olmak, aynı zamanda siyasî bir zaferdir. Biri, Mekke’yi Beytüllahim’e tercih ediyorsa, bu da benim kabahatim değil” biçiminde bir söz sarfediyor. İtalyan basını, Calderoli’nin sözlerinin Roma’daki Fransa Büyükelçisi Yves Aubin de La Messuziere tarafından protesto edildiğini yazdı. Büyükelçi La Messuziere’nin, ‘’Roberto Calderoli tarafından verilen beyanat kabul edilemeyecek ve kınanması gerekecek niteliktedir. Söz konusu beyanatın İtalyanların düşüncelerini yansıtmadığını düşünmekteyim’’ dediği belirtildi. Materazzi gibi, o da pişkin bir şekilde sözlerinin çarpıtıldığını söylemiş. Hem suçlu, hem de pişkinler. Fiilleri güven vermeyen adamların, sözlerine güvenilir mi ? Bunlar İslâmophobic duyguların etkisinde hasta kafalar.
13.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Gençliği mahvetmeyin |
|
Gençliği tehdit eden tehlikeler karşısında, zamanında tedbirler alınmadığında, ne gibi facialar yaşandığını hep beraber görüyoruz. Son günlerde, aldığı ‘aşırı doz’ uyuşturucu sebebiyle hayatı kaybeden genç bir kızın hazin öyküsünü gazetelerde okuduk.
Haberlere göre, eşinden yıllar önce boşanan ve kızı uyuşturucu sebebiyle ölen baba, kendisini suçlayarak şöyle demiş: “Kızım benim yanımda büyümedi, onu çok iyi anlamadım. (...) Önceki erkek arkadaşından ayrıldığı zaman psikolojik sorunlar yaşadı. Keşke onunla daha çok konuşmayı deneseydim. Tüm anne-babalar benim yaptığım hataya düşmesin.” (Akşam, 12 Temmuz 2006)
Acılı babanın, “Tüm anne-babalar benim yaptığım hataya düşmesin” temennisine katılmamak mümkün değil. Ancak problem bir iki kişinin problemi değil. Aynı tehlike ile hepimizin çocuğu karşı karşıyadır. Dolayısı ile tedbir almak da hepimize düşer.
Ancak ‘tedbir’i de yanlış yerde aramamak lâzım. Başta gençler olmak üzere, bütün insanlığı yanıltan ‘ifsat şebekeleri’ne göre, gençler hayatlarını istedikleri gibi yaşamalı, onlara hiç bir sınırlama konulmamalıdır. Hürriyeti yanlış anlayan bu anlayışın gelip dayandığı nokta —maalesef— uyuşturucu ve alkol duvarıdır. Meselâ, acılı babanın ‘Önceki erkek arkadaşından ayrıldığı zaman’ diye tarif ettiği ‘önce’ masum bir ‘önce’ olarak görülebilir mi? Eğer yanlış anlamadıysak, burada ‘evlenip de ayrılma’ hadisesi yok. Gerçeklere gözlerini kapayanların ‘flört’ dediği bir birliktelik olsa gerek. İşte, yanlış bu noktadan başlıyor: “Gençtir, hayatını yaşasın. İstediği arkadaşını kendisi seçsin, bulsun. Dokunma, gençtir, sonra yapar” gibi telkinler aslında cemiyet hayatını dinamitleyen tavsiyelerdir.
Öte yandan, ailenin dağılması da gençler için ayrı bir buhran sebebi. Peki, incelense ailelerin dağılması, anne-babanın boşanmasının altında ne gibi sebipler yatar? Ekseriyetin, İslâm dininin yasakladığı hal ve tavırlarda ısrarın yattığı görülür. Elbette tek sebep bu değil ve ‘dinî bütün aileler’de de zaman zaman boşanmalar yaşanır ve yaşanması da mümkündür. Ama boşanmaların geneli, ailelerin İslâmın ter-ü taze iman esaslarına sarılmamasıdır. Meselâ, içki, kumar, fuhuş gibi kötü yollar İslâmın ‘kökten karşı’ olduğu ve yasakladığı şeyler değil midir? Öyle ise, niçin bu doğrular görülmüyor ve yüzde yüz yanlış olduğu binlerce defa ispatlanan çıkmaz sokaklarda yürümek için ısrar ediliyor?
Gerçeklere gözümüzü kapamayalım ve gerçekleri ifade etip duyurmaktan da geri kalmayalım: Cemiyetin karşı karşıya olduğu problemlerin çözümleri, ‘doğru İslâm ve İslâmiyete lâyık doğruluk’ta vardır. Kimse başka yerde çözüm aramasın ve milleti de oyalamasın.
Medya bir yandan bu haberleri verip, öte yandan da gençliği müstehcenlik batağına/ ateşine atmaya devam etmesin. Lütfen, samimi ve dürüst olalım. Üç kuruşluk ‘tiraj’ gelecek diye, gençleri ve Türkiye’yi mahvetmeyelim, mahvetmek istenlere destek olmayalım.
Allah’ım, bizi ve çocuklarımızı ‘ifsat şebekeleri’nin çetin tuzaklarından koru. Amin.
13.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|