Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Eski halden yeni hale |
![]() |
Ergenekon ve Balyoz gibi operasyonlarda, devlet içi unsurların yanı sıra dış dinamiklerin rol ve etkisinin, başından beri fısıltı gazetesinde çokça seslendirilen, ama elde somut veriler olmadığı için yüksek sesle telâffuzundan kaçınılan bir husus olageldiği mâlûm. Bu konularda yaşanan süreç, operasyonların, hedefleri, çerçevesi, yol haritası ve parametreleri büyük ölçüde önceden belirlenerek kontrollü bir şekilde yürütüldüğü izlenimini uyandırıyor. Gözaltına alınıp tutuklananlar, tutuklanıp bırakılanlar, aynı ithamlarla yargılandıkları halde içeride tutulmaya devam edenler, dosyaları yetkisizlik ve görevsizlik kararıyla ana dâvâdan ayrılıp başka adreslere havale edilenler, sağlık sebebiyle tahliye edildikten sonra gayet zinde bir şekilde ortalıkta dolaşanlar... Gelinen nokta bu. Ama nihaî tablo şunu ortaya koyuyor: Dünyadaki ve ülkedeki değişime ayak uyduramayanlara gözdağı verilirken, yakın zamana kadar burnundan kıl aldırmayan asker, kerhen de olsa yeni şartlara ayak uydurmaya zorlandı. Bir anlamda, orduya “balans ayarı” yapıldı. Klasik darbe devri tarihe karışırken, 28 Şubat’ta olduğu gibi sürece yayılan müdahalelere de yavaş yavaş kapılar kapandı. Ve bu durum özellikle 2004-5’ten bu yana netleşmeye başladı. AKP iktidarının ilk döneminde ABD’nin Ankara’daki temsilcisi olan Edelman’ın raporları 28 Şubat çizgisine paralel bir yaklaşımı yansıtırken, sonraki elçilerin yazılarında gözlenen farklılıkta bu değişimin işaretlerini görebilmek mümkün. Edelman seçilmiş iktidara karşı ordu, yargı ve bürokrasinin duyarlılıklarına vurgu yaparken, selefleri ordu veya yargı kaynaklı müdahale ve darbe niyetlerini deşifre eden bilgiler veriyorlar. Edelman’dan sonra gelen Ross Wilson’ın, “(Dönemin Genelkurmay 2. Başkanı) Ergin Saygun (27 Nisan’da) niye muhtıra verdiklerini anlattı, ‘İstesek tankları yürütürdük’ dedi” bilgisini veren ve AKP hakkındaki kapatma dâvâsını “adlî darbe” olarak niteleyen raporları, bunun örneği. Yine Edelman’ın “küstah bir gurura sahip, güce aç, çok otoriter, başkalarına güvenmeyen, Allah tarafından özel olarak görevlendirildiğine inanan biri” olarak nitelediği Erdoğan için Wilson’ın “mükemmeliyetçi, işkolik, âdil, merhametli” gibi çok daha farklı ifadeler kullanması da. Bu farklılaşma, ABD’nin artık asker yerine sivil hükümetle çalışma tercihinin bir ifadesi. Ancak bunu yaparken, sivil yönetimin iç yapısını mercek altına alıp, muhtemel ve potansiyel çatışma alanlarını kayda geçirmeyi ihmal etmiyor. Wilson’ın raporunda Gül için “Erdoğan’ın içerideki baş rakibi” denilmesinde görüldüğü gibi. Erdoğan’ın İsviçre bankalarında sekiz gizli hesabı olduğuna, aralarında bakanların da bulunduğu çalışma arkadaşları ve danışmanlarının da yolsuzluklara bulaştığına ilişkin iddialar ağırlıklı olarak Edelman’ın raporlarında yer alıyor gerçi. Ama son Büyükelçi James Jeffrey imzalı bir raporda da “İran’la yapılan iş anlaşmaları Erdoğan’ın arkadaşlarına yaradı” gibi bir iddiaya yer verilmesi, bu konudaki tavrın sürdüğüne işaret. Aynı Jeffrey’nin Kuzey Irak operasyonuyla ilgili bir değerlendirmesinde “Generaller AKP iktidarını terör karşısında zayıf göstermek istiyor” gibi bir ifadeye yer vermesi de çok dikkat çekici. Bu karışık sinyaller, Washington’ın askere dayalı politikalardan vazgeçse de—çıkar ve hesaplarına uygun olduğu sürece—seçilmiş hükümetlerle çalışma, ama aksi yönde gelişmeler olduğunda kullanmak üzere bilhassa iç yapılarda olup bitenleri dikkatle izleyip her türlü yıpratma malzemesini biriktirerek el altında saklama ve yeni siyasî alternatiflere kapıyı açık tutma esasına dayalı bir stratejiye yöneldiğini düşündürüyor. İsviçre hesaplarına dair iddianın, tamamen zıt kutuplarda görünen Taraf ve Sözcü gazetelerinde aynı manşetle çıkması ise, bu bağlamda çok sürpriz ittifakların kurulabileceğini gösteriyor. Hele Türkiye yeni bir seçime doğru giderken. 04.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevat ÇAKIR |
|
Elbise masrafıyla uçak almak |
Başlıktaki ifade bir san'atçıya ait. Fakat günümüzde bu ifadelere benzer ifadeleri bir çok kimse söyleyebilir. Elbise alımında herkesi kapsayan bir israf vardır. Bunu gerek alış veriş merkezlerindeki durumdan, gerekse evlerimizdeki eşya yığınlarından anlamak mümkün. Alış veriş hastalığı öylesine bir hastalık ki, dolaplarımızda yer kalmadı. Her bayramda, her nişan veya nikâhta ayrı kıyafetler almak... Bu öylesine bir illet ki, zengin fakir fark etmiyor. Günümüz insanı elinde ve avucunda ne varsa giyime harcıyor. Belki diğer zarurî ihtiyaçlarını erteliyor, ama giyimi asla. Gösteriş ve gururun böylesine zirvede olduğu bir toplumun yansıması olsa gerek. Öyle kişiler vardır ki, günde iki defa elbise değiştirebiliyor. Bir arkadaşımla bu konuları konuşurken kendisinin on çift ayakkabısı olduğunu söylemişti. Oysa bizim büyüklerimiz çok farklı şartlarda büyümüştü. Elbiselerinin ipliklerini kendileri örüp giyerlermiş ve düğünlerde arkadaşlarından emanet elbise alırlarmış. Biz dahi ayakkabı dediğimiz ‘kara lastik’leri giyerdik. O da yırtılınca ‘yama’ yapılırdı. Hatta rahmetli babamın; Cuma günü giymek için ayırdığı yeni ve yamasız bir çift lastik ayakkabısı vardı. Bir gün izinsiz giymiş ve yırtılmasına sebep olmuştum. Bana kızarak “Cuma lastiğimi niçin yırttın?” demişti. Şimdi ise evlerimizde beşer onar ayakkabı bulunduruyoruz. Aşırı alış veriş yapmak uzmanlara göre bir hastalık ve tedavi edilmesi gerekiyor. Evet hem ömürler, hem de cepler böylesine boş şeylerde tüketiliyor. Evlerimizi ve ellerimizi boşaltmanın çaresi Kur’ân’ın “İsraf etmeyin” 1 emrine imtisal etmekle mümkündür. Yoksa insanlık kendi ürettiği çöplüğünde debelenip boğulacaktır. Amerikalı bir iktisatçı yıllar önce “Alış verişe ibadet hüviyeti kazandıracağız” demiş. Evet bir derece muvaffak olmuşlar. Geçtiğimiz günlerde Amerika’daki alış verişle ilgili yeni haberler vardı. “Kara Cuma” diye adlandırılan alış veriş gününde alış veriş çılgınlığı yaşanıyormuş. New York’ta bir mağazanın önünde 7 bin kişi sabahlamış. Türkiye'den de Amerika’ya alış veriş için on uçak gitmiş. Gazeteler, “Beyaz Türkler Kara Cuma’ya hücum etti” diye duyurmuş. Oysa ecdadımız “Sanki yedim” demişti. Biz de "sanki aldım” demeliyiz. Araştırmalara göre dünyadaki herkes Amerikalılar gibi tüketse dört dünya daha gerekecekmiş. İktisatla ilgili olarak Said Nursî Hazretlerinin bu konuda örnek uygulamasını aktarmak istiyorum: “Şu üstümdeki sakoyu, yedi sene evvel eski olarak almıştım. Beş senedir elbise, çamaşır, pabuç, çorap için dört buçuk lira ile idare ettim. Bereket, iktisat ve Rahmet-i İlâhiye bana kâfi geldi.”
Dipnotlar: 1- A’raf Sûresi: 31, 2- Mektubat, 65. 04.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Yasemin YAŞAR |
|
Çocuklara, zamanında zaman ayırmak |
Yaşadığımız hayat boyunca verilen nimetlerin hiçbiri ihmâle gelmez niteliktedir. Zaman, sağlık, ömür, gençlik, beden, hisler, duygular vs. gibi sayısız nimetleri saymak mümkündür. Bu nimetlerdeki ihmâller bazen kendi maddî ve mânevî hayatımızı bozarken, bazen de cemiyet hayatının bozulmasına sebep olabilir. İhmâle gelmeyen sayısız nimetlerden birisi de çocuklarımızdır. Başlı başına kişinin dünya hayatını da, ahiretini de, cemiyet hayatını da mahveden bir ihmaldir. Tegabün Sûresi 15. âyette, Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: ‘Doğrusu mallarınız ve evlâtlarınız sizin için imtihandır.’ İşte anne, babalar bu imtihanın farkına varmaz, sorumlu oldukları ve emanet verilen evlâtlarıyla ilgilenmez, ihmâl ederlerse, hem kendilerini, hem cemiyeti, hem de ahiretlerini aslında imhâ etmiş olacak ve cemiyet hayatına da muzır haşereler salacaktır. Bugün dünya üzerindeki problemlerin hangi taşı kaldırılırsa, altından insan unsuru ortaya çıkmaktadır. İnsanlık, insaniyete ihtiyaç duymaktadır. Ne gariptir ki, dünyanın bu gidişatından şikâyetçi olan da insandır, bu kötü gidişe sebep olan da insandır. Elbette düzeltecek olan da yine insandır. Bugünün anne babalarının elinde yetişen insanlık, geleceği imar edecektir. Bu yüzden insanın yetiştiği ortam olan aile hayatı, üzerinde çok durulması, düşünülmesi, korunması ve eğitilmesi gereken bir unsurdur. Çünkü tertemiz fıtratla doğan çocuklar, anne babalarının ellerinde şekillenmektedir. Anne babalık san'atının inceliklerinin öğrenilmesi ve bunun için ciddî bir bilgi donanımı ile evliliklere adım atılması; anne baba olmanın çocuk büyütmek değil, çocuk yetiştirmek olduğu bilincinin kazandırılması, üzerinde tekrar tekrar düşünülmesi gereken noktalardır. Bugün bu gidişatın farkına varan akademisyenler, sosyolog ve psikologlar aileyi masaya yatıran kongreler, uluslar arası platformlar düzenlemektedirler. Hızla dünyevîleşen zihinler, dünyevî aileleri ve neticede problemli insanlığı doğurmuştur. Modernleşmenin bedelini insanlık ciddî şekilde ödemektedir. Modernleşme, dünyevîleşmeyi netice vermiş; dünyevîleşme de ahiret misyonunu kaybettirmiştir. Bu mimsiz medeniyet, insanlığın bu gidişâtını durduracak ve vicdanlara tesir edecek çareler bulamamıştır. Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü yöneticisi Dr. Fredierick Goodvin, şöyle bir tesbitte bulunur: “Çekirdek aile, korkunç bir aşınmaya uğramış, boşanma oranları artmış ve ebeveynler çocuklarına yeterince zaman ayıramaz olmuştur. Bununla beraber ekonomik sebeplerden dolayı meydana gelen coğrâfî hareketlilikler çocukların geniş ailelerini tanıyarak büyümelerine engel olmuştur. İnsanın kendi kimlik tanımı bu sağlam referans kaybı ile depresyon ve ahlâkî çöküşleri arttırmıştır.” Yaptığı işleri, çocuğu ile ilgilenmenin önüne alan anneler ve babalar aslında çocuklarını yaptıkları işlere (dünyaya) fedâ etmektedirler. Ne gariptir ki, anne ve babalar da çocukları için çalıştığını söylerler. Bir eğitimci şöyle bir tesbitte bulunur: “Evinizdeki kristal bardaklar çocuğunuzdan daha kıymetli olmuşsa yapılacak bir şey yok. Çünkü siz tercihinizi yapmışsınız, hasadınız da buna göre olacaktır.” demektedir. Bugün çocuklarını ihmâl eden anne babalar, sadece dünyevî işleri, meşgaleleri, ekonomik sıkıntıları olan aileler değildir. İman ve Kur’ân hizmeti yaparken ölçüyü kaçıran ehl-i iman anne babaların çocukları da tehlikededir. Buradaki hassas ölçüyü ve dengeyi yakalayamayan anne ve babalar, ne kadar kâmil de olsa, nakıs evlâtlara sahip olabilmektedir.
Zamanında zaman ayırmak İnsan ömrünün şüphesiz her dönemi kıymetli ve önemlidir. Fakat çocukluk dönemi ileriki hayatının şekillenmesinde, karakter ve şahsiyet oluşumunda, ahlâkî temellerinin atılmasında, his ve duygu dünyasının ulvîleşmesinde son derece önemli bir dönemdir. Bediüzzaman’ın şu tesbiti bu söylenenlere delildir: “Ben seksen sene ömrümde, seksen bin zâtlardan ders aldığım halde kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi merhum validemden aldığım telkinât ve manevî derslerdir ki, o dersler fıtratımda adeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine binâ edildiğini aynen görüyorum. Demek bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma merhum validemin ders ve telkinâtını şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esâsiye müşahede ediyorum.” (Lem’alar, s. 202) Bu açıdan bakıldığında çocukluk zamanı aslında gençliğe ve hayata hazırlanmanın temellerinin atıldığı bir dönemdir. Bu yüzden zamanında zaman ayırarak çocuklarıyla ilgilenen anne ve babalar, onların ruh dünyalarının şekillenmesinde, bilinçaltı oluşumlarında doğru rehberlik yapmış olacaktır. Anne babalar iş işten geçme raddesine geldikten sonra zamanlarını, belki de çok daha fazlasını ayırmak zorunda kalabilecektir. Fakat o zaman da ne kadar verim alınır düşünmek gerekir. Çocukluk döneminde sağlam bir iletişim kuramayan anne ve baba, gençlik döneminde problemler baş gösterdiğinde bu iletişimi kurmaya çalışmakta ve zamanında tatlı bir vakit ayırmanın ihmâlini, gençlik döneminde problemlerini, çatışmalarını çözme ile ödemektedirler. Anne ve babanın önemli olduğu, sözünün dinlendiği, sevgi ve şefkatle eğitmenin mümkün olduğu çocukluk dönemindeki ihmâllerin, anne babanın öneminin yitirildiği, sözünün dinlenmediği dönemlerde giderilmeye çalışılması, zamanında zaman ayırmamanın tokatları olsa gerektir. Nasıl zamanında su verilmeyip, ilâçlanmayan, bakımı yapılmayan bir bitki büyümez ve meyve vermez ise, zamanında ilgilenilmeyen çocuklar da gençlik dönemi problemlerini aşmada, hayata hazırlanmada, kişilik ve karakter oluşturmada yetersiz kalabileceklerdir. Neticede kendisi dinî ve ahlâkî bir hayat yaşayan, ama evlâdı dine uzak ve sefahet çukurlarında dolaşan, ilgi beklediği zamanlarda evlâdı tarafından terk edilen, şiddetle terbiye edip, sonra evlâdı tarafından şiddete maruz kalan canavar bozması evlât manzaraları ile karşılaşmak mümkün olabilecektir. En kötüsü de şefaatçi olabilecek iken, maneviyat ihmalleri ile yetiştirilen o evlâtların anne babalarından şikâyetçi olmalarıdır. İnsanlık en fazla insanlığa ihtiyaç duyduğu zamanları yaşamaktadır. Bu yüzden insan yetiştirmeye her şeyden daha fazla önem vermek gerekecektir. İnsanın yetiştiği ortam olan aile ise, korunmaya, eğitilmeye, yönlendirilmeye ve ahiret misyonu kazanmaya ihtiyacı vardır. Dünyayı düzeltmek için insanı düzeltmeye, insanı düzeltmek için de onun yetiştiği ortam olan aileyi eğitmeye ihtiyaç vardır. Aile müessesesinin düzelmesi için yegâne terbiye metodu ise Sünnet-i Seniyyedir. 04.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Abdil YILDIRIM |
|
Cehennemi hak etmek zoru başarmaktır |
Fani dünya cazip geldi, aldandın, Hazır lezzetlerin zevkine daldın, Kervan uzaklaştı, geride kaldın, Davran gönül, daha ne bekliyorsun. A.Y.
“Hayatta en başarılı insanlar kimlerdir” diye sorulduğunda, “Cehennemi hak edenlerdir” denilse hiç de yanlış olmaz diye düşünüyorum! Gerçekten de bir insanın cehenneme müstahak olması, çok zor bir iştir. Cenâb-ı Hak merhametlilerin en merhametlisi olduğundan ve kullarını çok sevdiğinden, hiçbir kulunun cehenneme girmesini arzu etmemiş. Onun için cehennem yollarına büyük barikatlar koymuş. Tövbe kapısını her an açık tutmuş, işlediği günahtan dolayı pişmanlık duyarak tövbe edenleri affedeceğini vaad etmiş. Kullarını cehennemden korurken, cennete giden yolları da kısaltmış ve kolaylaştırmış. Buna rağmen, ekser insanların cehenneme giden yolu takip ediyor olması, insanı hayret içinde bırakıyor doğrusu. Rabbimiz biz kullarını o kadar çok seviyor ki, tâbiri caizse, cennet ve cehennem imtihanında kulları lehine pozitif ayrımcılık yapıyor. İşlenen her bir günahın bedelini bir olarak yazarken, yapılan her bir güzel iş ve hayırlı amel için on sevap yazıyor. Yani insan bu büyük sınavda daima on puan önde bulunuyor. İşlediği günahından dolayı pişman olup tövbe edenlerin günahlarını affettiği gibi, onları sevaba çevirmek sûretiyle sevap hanesine artı puanlar ekliyor. Cenâb-ı Hak, kullarını cennetine koymak için her zaman yeni fırsatlar yaratıyor. Onlara ekstra imkânlar sağlıyor, Rahman ve Rahîm olduğunu her an hissettiriyor. Günün bazı saatlerinde, haftanın bazı günlerinde, yılın bazı aylarında yapılan güzel amelleri ve hayırlı işleri daha fazla sevapla mükâfatlandırıyor. Meselâ sabahın seher vaktinde kılınan namazı ve o saatlerde yapılan zikir ve tesbihâtı, Perşembe akşamı ve Cuma vaktinde kılınan namazları, üç aylarda ve hususan kandil gecelerinde yapılan ibadetleri, bire bin ve bire otuz bine kadar çıkan sevaplarla bereketlendiriyor. O günlerde bile günahlar yine bire bir olarak yazılıyor. Yine böyle özel günlerde umumî aflar ilân ederek, tövbe edenlerin büyük günahlarını sıfırlıyor. Bir kulun günahı ne kadar çok, kusuru ne kadar büyük olursa olsun, af edileceğini ümit ederek samimî bir şekilde tövbe ettiği takdirde hiç günah işlememiş gibi amel defterinin günah sayfasını sileceğini vaad ediyor. Çünkü Rabbimizin merhameti gazabından daima büyüktür. Kulun günahı ne kadar çok olursa olsun, Allah’ın mağfireti ondan daha çoktur. Bu şekilde vaad ve müjdelerle insanı ümitsizlikten kurtarıyor, cehennem yolundan çevirip cennet yoluna sevk ediyor. Günah işleyen bir kulunun kalbine sıkıntı ve huzursuzluk vererek, yaptığı amelin kötü bir şey olduğunu hatırlatıyor. Böylece o yolun ne kadar kötü ve zararlı olduğunu bu dünyada da insana hissettirerek hatasından dönmesi için ikaz ediyor. Güzel bir ameli için de kalbine huzur ve mutluluk veriyor, kulunu bu yolda teşvik ediyor. Yani neredeyse kulunun kolundan tutup cennetine sokmak istiyor. Bu kadar korumaya, kollamaya ve kolaylığa rağmen, nasıl oluyor da ekser insanlar bu sınavı kaybediyor ve cehenneme müstehak oluyor diye düşündüm. Sonra da Bediüzzaman Hazretlerinin bahsettiği, “kırk vefiyattan ancak bir ikisinin kazandığı, diğerlerinin kaybettiği” şeklinde ehl-i keşfin tesbitleri, beni dehşete düşürdü. Ama başta kendi nefsim olmak üzere, çevreme şöyle bir baktığımda bunda şaşılacak fazla bir şey olmadığını anladım. Tavşanla kaplumbağanın yarışa girmesini anlatan masal, insanların bu sınavı niçin kaybettiklerini izah eden güzel bir misâl teşkil ediyor. Cennet yolu bu kadar kısa ve kolay olmasına rağmen, nefis ve şeytanın hilelerine aldanan insan, tavşan misâli hayatını gafletle geçirdiği için cennete doğru bir adım atmazken; cehennem yolunda kaplumbağa gibi durmadan ilerliyor. Bir de bakıyor ki, ömür denen yolun sonuna gelmiş. Kabir ağzını açmış, kendisini bekliyor. O zaman atağa kalkmak istiyor, ama dizlerinde derman kalmadığını fark ediyor. Neticede kendisini cehennemin kapısında buluyor. İşte o zaman zoru başarıp büyük sınavı kaybettiğini anlıyor. Anlıyor ama, iş işten geçtiği için bu anlayış bir işe yaramıyor. 04.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Amerikan belgeleri”yle ABD’nin PKK’ya desteği... (3) |
![]() |
ABD’nin PKK’ya desteğine dair “belgeler”de, Amerikalı yetkililerin PKK ile 1990’ların ortalarından beri görüşmeler yaptığı; 3 Kasım 2002 seçimlerinden hemen sonra ABD-PKK görüşmelerinin yoğunlaştığı kaydediliyor. Amerikan Dışişleri Bakanlığı üst düzey strateji uzmanlarından Prof. Michael Gunter’in Şam’da, daha sonra 19 Ocak 1999’da ABD’nin Hırvatistan Büyükelçisi ile CIA Ortadoğu Şefi Graham Fuller’in Roma’da terörist başı Öcalan’la görüşmesi; ve Amerikalı albay başkanlığındaki askerî yetkililerden oluşan heyetin PKK Başkanlık Konseyi ile 11 ve 16 Temmuz 2003’te iki toplantı yapması, bu görüşmelerden birkaçı. California Eyaleti Los Angeles Bölge Mahkemesi’nin 5 Ekim 2001’de PKK’nın terörist olmadığına ve faaliyetlerinin engellenemeyeceğine karar vermesi; pasaport sahtekârlığı dolayısıyla yakalanan PKK’nın Kuzey Amerika Temsilcisi Kani Gulam’ın Amerikan yasalarına göre 10 yıl hapis ve ardından sınır dışı edilmesi gerekirken, mahkemece serbest bırakılması, ABD’nin PKK’ya desteğine bir başka örnek. Yine ABD’nin katkısıyla PKK’nın KADEK ismiyle Batı ülkelerinde serbest çalışma şartları sağlanıp uzun yıllar “terör örgütleri listesi”ne alınmaması; terör örgütü gündemindeki “Washington Kürt Enstitüsü”nün ABD tarafından resmen korunması, bu desteğin Dışişleri’nin önde gelen stratejistlerinden Prof. Michael Gunter üzerinden yürütülmesi, Nisan 2002’de PKK’nın “Kürdistan Ulusal Kongresi”ni temsil eden heyetin ABD’de resmen kabul edilmesi, ABD’nin terör örgütüyle işbirliğinin bir diğer boyutunu deşifre ediyor…
“ORTAK OPERASYON” REDDEDİLMİŞ… Bilindiği gibi, daha önce Başbakan Erdoğan, ABD’nin işgalle dağıttığı Irak ordusunun tanktan uçaksavara hafif ve ağır silâhlarını PKK’ya vermesinden yakınmıştı. Amerikan ordusunun terör örgütüne ayrıca silâh ve mühimmat verdiği, Amerikalı ve İsrailli subayların başta Kandil olmak üzere Kuzey Irak’taki kamplarda teröristleri eğittiği Amerikan Kongresi’ne sunulan raporla ve Amerikan savcılarının kararıyla ifşa edilmişti. Bundandır ki, Amerikan ordusunun hiç de akla mantığa sığmayan “190 bin silâhımızı kaybettik” açıklaması buna yorumlanmıştı. Diğer yandan ABD’nin önemli strateji merkezlerince Türkiye’yi parçalanmış gösteren, “Kürdistan haritaları”nın resmî-yarı resmî kurumlarınca yayınlandığı herkesin mâlûmu. Ayrıca 2002-2003’te PKK Başkanlık Konseyi’nin Amerikan Dışişleri’ne yazılı müracaatı üzerine, “ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin ilk aşamasındaki operasyonuna destek” sözü karşılığında Washington’un idam cezasının kaldırılması için Ankara’ya baskı yaptığı, belgelenenler arasında. (Gazete5.com, 26.11.2010) Gerçek şu ki, Irak’taki Amerikan işgal güçleri, PKK’ya çok büyük silâh yığınını bırakmış, terör örgütünün Türkiye’deki kanlı eylemlerini, bombalama ve saldırılarını Türkiye’ye haber vermemiş, gibi göz yummuş. Terörle ortak mücadelede hep yan çizmiş… Buna bağlı olarak 9 Ekim 2009 tarihli “belge”de, Amerika’nın Ankara Büyükelçisi James Jaffery’in raporunda, Türkiye’ye gelip Füze Kalkanı konusunda iknaya çalışan Amerikan Savunma Bakanı Müsteşar Yardımcısı Alexandır Vershbow’dan, Ankara’nın ABD’den “ortak düşman” PKK’ya karşı “extra destek (ortak operasyon) talep ettiği, ancak Amerikalıların, “çatışma kurallarımıza uymaz” diye reddettiği, “Wikileaks’ın Türkiye ifşaatları”ndan…
“İLİŞKİLERE AYNEN DEVAM!” İşin ilginci, AKP iktidarında Ankara’nın komşu Irak’taki işgaline her türlü desteği vermesine, Meclis’i by pass ederek, başta İncirlik Üssü olmak üzere, havaalanlarını ve limanlarını işgalcilerin personel, savaş uçağı yedek parçası, silâh, mühimmat ve savaş malzemesinin nakil ve dağıtımına açmasına mukabil, Washington, Türkiye’de son otuz yılda binlerce çocuk, kadın ve yaşlıyı hunharca katleden, 40 bin kişinin kanına giren terör örgütüne pişkince destek vermekle kalmayıp yavuz hırsız misâli Türkiye’yi suçluyor. Bizzat Millî Savunma Bakanı’nın ifâdesiyle Ankara’nın İncirlik’ten havalanan Amerikan savaş uçaklarının Irak üzerine—dört yıl önceki rakamlara göre—3995 sorti yapıp Irak şehir ve köylerini bombalamasına verdiği desteği hiçe sayıyor. Yüksünmeden Türkiye’yi Irak’taki El-Kaide’ye ve işgale karşı gelen direnişçilere sınırdan büyük miktarda Irak’a silâh kaçırdığı iddiasıyla töhmet altında bırakıyor. Son Mavi Marmara saldırısında görüldüğü gibi uluslar arası zeminlerde Türkiye’nin değil, İsrail’in yanında yer alıyor… Ve bütün bunlara karşı Amerikan Dişişleri Bakanı Clinton, “üzüntüsünü” bildirmekle ve kınamakla kalıp örtülü itiraf ediyor. “Gizli olması gereken kriptolar”ın açığa çıkmasından yakınıyor. Irak’ta ve Afganistan’da, ölüm, işkence, suikast, saldırı, işgal, baskın, katliâm ve zulme dair skandal olayların değil, bunları açıklamanın ilişkilere ve Amerikan çıkarlarına zarar verdiği ve ikili ilişkileri riske ettiği çarpıtmasında bulunuyor. Neticede, ABD’nin PKK terör örgütünü desteklediği, Türkiye’ye yönelik terörü koruyup kolladığı “belgeler”le ispatlanıyor. Ancak Başbakan, hâlâ “ABD ile ilişkileri” sorgulamıyor. Dışişleri Bakanı, “Bizim için değişmez, ilişkilerimiz aynen sürecek” diyor. AKP Genel Başkan Yardımcısı Çelik, “ABD ile ilişkilerimiz aynen devam edecek” diye konuşuyor. Özellikle ABD’nin PKK’ya desteğine değinilmeden “teğet” geçiliyor. Sormak lâzım; AKP iktidarını, gizli kirli savaşla muallel Amerikan politikalarına bu denli mecbur ve mahkûm eden nedir? Açıklanmayan “şifreli yazışmalar”da bu da var mı acaba? 04.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Binde biri bile ses getirirse… |
![]() |
Belgeleri tek kelime ile anlatmak gerekirse “fitne” denilebilir. İlk açıklanan belgelere bakıldığında “global fitne” demenin yanında “bölgesel fitne” demek de mümkün görülüyor. Dünyada olduğu gibi Türkiye’nin de gündemi Wikileaks belgeleri. Bu belgelerin ABD tarafından sızdırıldığını söyleyen de var, “ABD’nin itibarını zedeledi, niye ABD sızdırsın” diyenler de... İtalya Dışişleri Bakanı Franco Frattini gibi “Bu belgeler diplomasinin 11 Eylül’ü” ifadesini kullananlar da oldu. 2004 yılından bu yılın Mart ayına kadar yapılan 251 bin adet diplomatik gizli yazışmayı içeren, ve henüz binde biri sızdırılan belgelerden bir çoğu da Türkiye ile ilgili… Şu ana kadar sızan belgelerde İsrail ve İngiltere ile ilgili bir şey olmaması dikkat çekici. Bu da bunun altında kimlerin olduğunun bir göstergesi aslında. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun açıklanan belgelerin İsrail’in konumunu güçlendirdiğini söylemesi de bunu perçinliyor. Hem Cumhurbaşkanı Gül’ün hem İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın İsrail’le ilgili belgelerin sızmamasına dikkat çekmeleri de bu yöndeki görüşleri pekiştiriyor. Bir de ABD’nin belgeleri yalanlamaması da dikkat çekici. Diğer yandan da belgelerde yer alan ve ülke liderlerine çeşitli sıfatlar takıldığını gösteren bilgilerin ise işin rengini değiştirmek amaçlı olabileceği görülüyor. ««« Geçtiğimiz Pazar günü sızan belgeleri bir haftadır tartışıyoruz. İlk günlerdeki tartışmanın rengi değişti. Başta belgelerin içeriğini tartışırken, sonra siyasetçiler aralarında polemik konusu yaptı. Şimdi ise belgelerin sızdırılmasının maksadı, niye sızdırıldığı ve kimlerin hedef alındığı tartışılmaya başlandı. ABD büyükelçilerinin kendi Dışişleri Bakanlığına diplomatik dile hiç de uygun olmayan ifadelerle gönderdiği ve görevli olduğu ülkenin yetkilileri hakkındaki sözlerinin sızdırılmasına göz yumulmasının altında yatan sebepler irdeleniyor. Şu ana kadar belgede ismi geçen kişilerin birçok şeyi yalanlamamalarına rağmen belgelerin daha büyük çoğunluğunun yayınlanması endişeli bekleyişe sebep oluyor. Yayımlananlar arasında en fazla belgeye sahip ülkelerden biri olan Türkiye’de iç politikaya etkisi ilk günlerde liderlerin karşılıklı birbirlerini suçlamasına kadar gitti. Karşılıklı sert açıklamalardan sonra hem AKP, hem de CHP bir komisyon kurmaya karar verdi. AKP’nin yetkili organları belgelerin gerek Türkiye’de gerekse de uluslar arası mahkemelerde hukukî yönlerini araştırmaya başladı. Başbakan Erdoğan, ilk değerlendirmesinde, “Eteklerindeki taşları döksünler bir bakalım” demişti. Sonrasında “Bunun muhatabı öncelikle Amerika Birleşik Devletleri’dir. ABD, diplomatlardan hesap sormalıdır” noktasına geldi. Peşinden Cumhurbaşkanı Gül, “Bazı şeyler sanki süzgeçten geçiriliyor. Bir sistematiği olduğu kanaatindeyim. Burada bir amaç varmış gibi geliyor bana” demesinin üzerinden birkaç gün geçtikten sonra, “Wikileaks tuzağına Türkiye’de kimse düşmesin. Çok yanlış olanlar da yakışıksız olanlar da var. Bu da o diplomatların çapını gösterir, o kadar. Bu tamamen ABD’nin sorunu” deme noktasına geldi. Yani belgeler açıklandıkça ilk anda yapılan açıklamalar sonra sakin kafayla düşünüldüğünde sızdırmanın arkasındaki niyetler bir bir ortaya çıkıyor. Bu yüzden de sıcağı sıcağına yapılan açıklamalar bazen yanlış olabiliyor. Doğru değerlendirme yapmak için fotoğrafın tamamının görülmesinin gerekeceği ortaya çıktı. Çünkü sızan belgelere bakıldığında, esas tartışma çıkaran belgelerin Türkiye, İran, Suriye, Irak, Azerbaycan’la ilgili olması, diğerlerinin liderlere takılan lâkaplarla magazinleştirilmeye çalışıldığı gün gibi ortaya çıkıyor. Bölgesel bir mühendisliğin işaretleri görülebiliyor. ««« Görülen o ki, site yöneticilerinin azar azar, tartıştıra tartıştıra, belki de bazı yerlere hizmet ettire ettire sızdıracağı belgeler hem dünyanın, hem de Türkiye’de iç siyasetin gündemini meşgul etmeye devam edecek. Bakalım daha neler çıkacak. Bütün belgeler açıklanabilecek mi? Yoksa süzgeçten geçenler açıklandıktan sonra değişik bahanelerle yayın durdurulacak mı? İşte asıl o zaman hangi amaca hizmet ettiği ortaya çıkacaktır. Öte yandan şunu da belirtmek gerekir ki, dünya üzerinde oynanan oyunların ve dönen dolapların ipliğinin pazara çıkarılmasından daha önemli bir hadise olamazdı. Gönül ister ki bundan sonra açıklanacak belgeler bizleri yanıltsın ve dünyada sahnelenen küresel oyunun aktörlerini ve bunların dehşetli hilelerini deşifre etsin. Olayın böyle bir mecraya kayacağına pek ihtimal vermesek de, temennimiz budur. İşte asıl o zaman, bu belgelere “belge” denebilir… 04.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Kovmaktan vazgeçin, yeter! |
![]() |
TÜBİTAK’ın ABD’de yaşayan Türk araştırmacılara yönelik düzenlediği “İstikamet Türkiye” faaliyetine katılan Türkiye’nin önemli endüstri kuruluşlarının üst düzey temsilcileri, ABD’de önemli görevlerde bulunan Türk araştırmacılarla bir araya gelmiş. Haberlere bakılırsa, şirket temsilcileri, ABD’deki Türk araştırmacılara Türkiye’nin ve şirketlerinin Ar-Ge ortamını anlatmış ve ABD’deki imkânları Türkiye’de de rahatlıkla bulabilecekleri mesajını vermişler. Türkiye’yi temsil eden şirket temsilcileri, bu toplantıların, Türkiye’ye bir şekilde dönmek isteyen araştırmacılar için büyük cesaret verdiğini düşünüyorlarmış. TÜBİTAK’ın AB Komisyonu’nun desteğiyle organize ettiği “Destination Turkey-İstikamet Türkiye” adlı toplantılara 100’ün üzerinde Türk ve yabancı bilim insanı katılmış. (AA, 3 Aralık 2010) Prensip olarak böyle toplantıların yapılmasının faydalı olduğu tartışılmaz. Hatta bu toplantıların sadece ABD’de yapılması bile yetmez. Mümkün olsa başta Avrupa ülkeleri olmak üzere başka ülkelerde de yapılması lâzım. “Beyin göçü” dediğimiz hâdise Türkiye’nin karşı karşıya olduğu ciddî problemlerden biridir. Ülkemizde araştırma ve çalışma imkânı bulamayan çok sayıda genç insan, ilk iş olarak yurt dışına gitmeyi ve ilmî çalışmalarını orada yapmayı düşünür. Genç bilim insanlarının bu tavrı, kınanmayı değil, bunun sebebinin araştırılmasını gerektirir. Acaba Avrupa ya da Amerika’daki imkânları sunabilsek, bu beyinler göçer mi? Hatta, diyelim ki maddî imkânları sunamadık. Peki aynı insanlara manevî destek sunabildik mi? Başka bir çelişki daha yaşanıyor: Türkiye’de imkân bulamadığı için hicret etmek durumunda kalan ‘beyin’leri yeniden ülkemize kazandırmaya çalışırken; bir yandan da yeni göçleri teşvik etmiyor muyuz? Acaba kanunsuz başörtüsü yasağı bu göçlerde ne kadar etkili oldu? Genç ilim adamlarını Türkiye’ye dâvet etmek takdire değer bir çalışma, ama öncesinde elimizdekilerine sahip çıkmamız gerekmez mi? Hadiseye sadece maddî imkânlar penceresinden bakanlar yine hata eder. Çünkü genç beyinler öncelikle ‘hür zemin, hür üniversite’ isterler. ‘Emir komuta zinciri’ anlayışının hüküm sürdüğü hiçbir üniversitede, hiçbir araştırma kurumunda, hiçbir AR-GE merkezinde genç beyinler kalıcı olmaz. Bu bakımdan en başta eğitim sistemindeki yanlışlara bir an önce son vermek gerekir. Çağın şartlarına uygun olmayan bir sistemle gençlerimizi eğitirken, bellerini ve beyinlerini kırdığımızın farkında mıyız? Bu yanlıştan vazgeçer ve gençlerimizi hür bir zeminde eğitmeyi başarabilirsek, inanın bu genç beyinler başka ülkeleri tercih etmez. Fakat tersini yapar ve yanlış sistemde ısrar edersek, cazip tekliflerle bu beyinlerin yeniden Türkiye’ye gelmesini temin etsek bile elimizde tutamayız. Bu çalışmaya imza atanlar, işin temelinde genç beyinlere sunulan maddî imkânların değil, ‘fikir hürriyeti’ eksikliğinin olduğunu bilmeli. Genç beyinlere sahip olmak istiyorsak, önce onları yurt dışına kaçıran baskıcı eğitim zihniyetine son vermeliyiz vesselâm... 04.12.2010 E-Posta: [email protected] |