04 Aralık 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Elif Eki

Samsun Mahkemesi müdafaatı ve Büyük Cihad gazetesi

Demokrat Parti iktidarının ilk yıllarıydı. Demokratlar ekonomik kalkınmanın yanında, din ve vicdan hürriyetini ve temel hakları koruyacaklarını vaad etmişlerdi. Hükümet olarak bu alanlarda önemli adımlar atılmış, ilk icraat olarak da ezan Türkçe’den aslî şekli olan Arapça’ya çevrilmişti. Ardından radyoda Kur’ân sesi dinlenmeye başlanmıştı. Bu manevî atmosferden rahatsız olan menhus ruhlu mihraklar da bu gelişmeler karşısında hemen harekete geçmeye başlamışlardı. Demokratları dindarların gözünden düşürmek için akla hayale gelmeyen entrikaların peşine düşmüşlerdi. Her ne kadar Demokratlar iktidarda olsa da, bütün devlet kadroları Halk Partisi zihniyetinin yanında yer alıyordu.

Özellikle Said Nursî ve Nur Talebeleri aleyhinde olmadık sudan bahanelerle hemen yargı kararları peşi sıra alınmaya başlandı. İşte, o devrin serencamını gösteren dâvâlardan biri de Samsun Mahkeme safahatıdır. Bu dâvâya nasıl gelindiğine bir göz atalım:

”Üstad Bediüzzaman, İstanbul’daki muhâkemesinin berâetle neticelenmesini müteâkip Emirdağ’a geldi. Emirdağ’da Ramazan ayının bir gününde kıra çıktığı zaman, bir başçavuş ve üç silâhlı jandarma yanına gönderilerek, gelecek fıkrada beyân edildiği gibi, kendisine şapka giymesi teklif ediliyor; bu sebeple karakola celb ediliyor. Bunun üzerine, Üstad bir istidâ yazarak Adliye ve Dahiliye Vekâleti’ne gönderiyor. Aynı zamanda Ankara’daki bir talebesine de göndererek, alâkadar mebuslara hâdisenin duyurulmasını bildiriyor. Ankara’daki talebeleri, bu şekvânın bir nüshasını, Samsun’da münteşir Büyük Cihad gazetesine gönderiyorlar. Yazı, Büyük Cihad’da ‘En Büyük İsbat’ başlığı altında ve bir Haşiye ilâve edilerek neşrediliyor. Sonra, Ankara ve İstanbul Üniversitesindeki Nur Talebeleri de iki-üç makale yazıp, Büyük Cihad gazetesine gönderiyorlar ve neşrediliyor.

“Bu sıralarda Malatya hâdisesi vukua geliyor, dindarlar aleyhinde bir sürü yalan, iftirâ, tezvir propagandası başlıyor. Bu tahriklere aldanan bâzı şahsiyetler, dinî gazetelerden medâr-ı ittiham noktalar bulmak için çalışıyorlar. Samsun’da da mezkûr ‘En Büyük İsbat’ başlıklı yazı ve üniversite Nur Talebelerinin makaleleri dolayısıyla, gazete neşriyat müdürü ile Ankara’dan bu yazıların bâzılarını gönderen bir Nur Talebesi tevkif edilerek mahkemeye veriliyor. Nurculuğun memlekette inkişâfı aleyhinde gazetelerde beyânâtlar, kanaatler ileri sürülüyor. 600 kadar Nur Talebesinin mahkûmiyetini istihdaf eder şekilde, Türkiye’de yirmi beş yerde taharrî yapılıp, bir kısmında dâvâ açılıyor.” 1

Zamanlamaya dikkat edilirse, Bediüzzaman’a ve Nur Talebelerine 1952 yılının Ramazan ayına denk gelen 25 Mayıs - 24 Haziran tarihleri arasındaki zamanda yapılan bu haksızlıkla beraber hemen yaklaşık beş ay sonra da Malatya’da da bir provokasyon sahneye konuluyor. Vatan gazetesi başyazarı Ahmet Emin Yalman, 22 Kasım 1922 tarihinde, Malatya’da Adnan Menderes’in ziyareti ile ilgili haberi postaneden telefonla bildirdikten sonra, otele dönerken genç bir lise talebesi olan Hüseyin Üzmez tarafından öldürülmeye çalışılır. Hüseyin Üzmez, Büyük Doğu Mecmuasında Necip Fazıl’ın kaleme aldığı Ahmet Emin Yalman karşıtlığı yazılarından etkilenmiştir. Necip Fazıl yazılarında sürekli Yalman’ı millî his ve mukaddesâta karşı, Yahudi ve din düşmanı gibi tabirlerle anlatır. Bu yüzden de bu olayda Necip Fazıl da cinayete azmettirici durumuna düşer. O günleri yaşayan Üstadın has talebelerinden Mustafa Sungur Ağabey olayları şöyle yorumluyor:

“Malatya Hâdisesinin tepkileri mukaddesatçı muhitte, yani umumiyetle Türk milletinde büyük oldu. Bir tek Ahmet Emin Yalman’a kurşun sıkılması, sanki hükümet siyasetinin ve devlet idaresinin yön değiştirmesine sebep olup 27 yıllık ceberut idareden sonra bir parça nefes alarak varlığını duyurmaya kalkışan milliyetçi, mukaddesatçı, hürriyetçi çevreler susturulmaya başlandı. Göz dağı verildi. Tevkifler başladı. Ve Başvekilin o malûm Gaziantep nutku, Demokrat Parti’de bulunan dindar Demokrat mebusları da hedef alan ve milliyetçi çevrelerde, 180 derece yön değiştiren bir üslûp ve davranış olarak kabul edildi. Zaten idarî iktidardan düşmemiş olan eski zihniyet, Demokrat reislerin bazı desise ve iğfâlâta, tahrikata kapılarak yaptıkları hareketler ve galeyanları neticesi, tekrar kuvvet buldu. İrtica irtica diye vaveylaya başlayan solcular, dindarlara ve dolayısıyla Demokrat idareye karşı hücuma geçti.

“‘En Büyük İsbat’ başlıklı yazıdan dolayı Samsun’da Üstadımız aleyhine de dâvâ açılmıştı. Samsun’a mahkemeye celbi isteniyordu. Çok rahatsız ve ihtiyar olması sebebiyle kazâ tabibliğinden aldığı bir raporu nazar-ı îtibara alınmayarak, mutlaka mahkemede bulunması isteniyordu. Nihayet Üstad, Samsun’da mahkemede bulunmaya karar vererek, İstanbul’a kadar geldi. Fakat sıhhatinin bozukluğu ve tahammül edememesinden, yola devam edemeyip heyet-i sıhhiyeden bir rapor alıp mahkemeye gönderdi. Raporda, Said Nursî’nin, yapılan muâyene neticesi, ne karadan, ne denizden ve ne de havadan Samsun’a gitmeye vücudu tahammül edemeyeceği yazılı idi. Mahkemede, müdde-i umûmî şiddetli ısrarlarla Said Nursî’nin mutlaka mahkemede bulunmasını istemişse de, mahkeme heyeti, sıhhiye raporuna istinâden, Bediüzzaman’ın İstanbul mahkemelerinden birinde istinâbe sûretiyle ifâdesinin alınmasına karar verdi. Nihayet, devam eden mahkemeler neticesinde, Samsun Mahkemesi, dâvâ mevzuu yazıda mahkûmiyeti icap ettirecek bir kasıt görmediğinden, Said Nursî’nin berâetine karar verdi.”2

Bu tertiplerin devletin gizli güçleri tarafından en ayrıntılı bir şekilde takibinin yapıldığı yine devlet arşivlerinde bulunan bir belgeden anlaşılmaktadır. Müfid Yüksel’in Lâtin harflerine aktardığı ve inanılmaz detayların yer aldığı raporda o dönemin bütün takip edilen faaliyetleri detaylarıyla aktarılmıştır. İşte sadece konumuzla ilgili Samsun yargılanması bilgilerini içeren belge:

“Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi

030 01

6741816

Rapor 1952

Ez cümle bundan başka Büyük Cihat gazetesinin 67. Nüshasında ‘En Büyük İsbât’ yazısı inkılaplarımız aleyhinde görüldüğünden mezkûr gazetenin yazı işleri müdürü Hüseyin Yücel ve Said Nursî hakkında kamu dâvâsı açılmıştır. 25-12-1952 Tarihinde yapılan mahkemesinde Said Nursî mahkemeye gelmediğinden duruşma 29-1-1953 Tarihine bırakılmıştır.” 3

***

Bediüzzaman Said Nursî’nin Samsun’da yargılanması ile ilgili Samsun Postası gazetesinin 30 Ocak 1953 tarih, 673 sayılı nüshasında verdiği haberde şöyle denilmektedir: “29 Ocak 1953 tarihinde Samsun Ağır Ceza Mahkemesinde, Samsun’da yayınlanan Büyük Cihad gazetesinde yayınlanan ve Saidi Nursî tarafından yazılmış Şapka Kanunu aleyhtarı bir makaleden dolayı açılan dâvânın duruşmasına devam edilmiştir.

“Büyük Cihad gazetesi Yazı İşleri Müdürü Hüseyin Yücel mahkemede hazır bulunuyordu. Said Nursî ise mahkemeye üç doktor tarafından verilen bir rapor göndererek duruşmaya katılmamıştır. Bu raporda yaşlılığı sebebiyle zafiyette olduğu ve kış mevsiminde yola çıkamayacağı bildirilmişti.

“Alaşehir Cumhuriyet Savcılığından istenilen Büyük Cihad gazetesinde bir arama yapılması yerine getirilmiş ve bu arada gazetenin sahibi Mustafa Bağışlayıcı’nın yazdığı eski harflerle ve Saidi Nursî’ye hitaben kaleme alınan mektup okundu.

“Mektubu gönderen Ali Atıf Özalptekin isminde bir kimse olmadığı ve Ankara Hukuk Fakültesinde böyle bir kimsenin bulunmadığı okundu.

“Nihayet mahkemenin kararı bildirildi: Saidi Nursî’nin hangi mevsimde gelebileceğinin üç tabip tarafından imzalanacak bir raporla bildirilmesi Manisa mahreçli telin mevridinden mahiyetinin anlaşılması için bunun anlaşılması için bunun aslının gönderilmesi. Maznun Saidi Nursî’nin mezkûr makalesinin Başvekâlet ve Vekâletlere gönderildiğini iddia ettiğinden Başvekâlet, Adliye Vekâleti ve İçişleri Vekâletinden suretlerinin varsa gönderilmesi ve son olarak her iki maznunun suç mevzuu Büyük Cihad gazetesi ve bu maznunların ifadelerinin İstanbul Birinci Ağır Ceza Mahkemesi naibliğinde seçilecek olan Üniversite veya diğer yüksek okullardan profesörlerden üç belirli kişi tarafından tetkiki ve duruşmanın 26 Mart 1953 Perşembe gününe bırakılmasına karar verilmiştir.” 4

***

Yine Samsun Postası gazetesinin 27 Mart 1953 tarih ve 729 sayılı nüshasında mahkeme safahatı ile ilgili verilen haber şöyle:

“26 Mart 1953 Cuma günü Saidi Nursî’nin yargılanmasına devam edilmiştir. Bir önceki duruşmada mahkemenin istediği üç profesörden oluşan ehlivukufun yazdığı rapor gelmiş ve okunmuştur.. Mezkûr yazının dini siyasete alet eder mahiyette bulunduğu ve irticai nitelikte olduğu bildiriliyor ve ayrıca yazının altına B. C rumuzuyla yazılan ekin uyan uyan diye başlayıp, halkı ihtilâle teşvik edici mahiyette görüldüğü tesbit olunmuştur.

“Saidi Nursî ise mahkemeye gönderdiği savunmada kendini şu şekilde müdafaa etmiştir:

“‘Samsun Mahkemesinden Sorgu ve Savcının Büyük Cihad’da intişar eden bir şekvâma dair beni Samsun Ağır Ceza Mahkemesine vermelerine dair bir dâvetiye geldi. Bana okudular. İçinde yalnız dört nokta nazar-ı ehemmiyete alınabilir gördüm:

“‘Birincisi: Büyük Cihad’ın müdür-ü mes’ulü mahkemede müdde-i umumîye demiş ki: ‘Said Nursî o makaleyi bana göndermiş. Ben de neşrettim.’ Bu meselenin hakikati şudur: Ben hasta iken Emirdağı’ndaki kardeşlerim yanıma geldiler. Emirdağı’nda başıma gelen zâlimâne hadiseye dair konuştuk. Hem hastalıklı, hem hiddetli, hem Ankara’ya şekvâ suretinde bir şeyler söylemiştim. Yanımdaki hizmetçim kaleme aldı. Nur Talebelerinin tensibiyle Ankara’daki bir iki Nur Talebesine gönderip, tâ bazı dindar meb’uslara göstersinler, bu hastalığımda bana sıkıntı verilmesin. Hem gönderilmiş. Bazı meb’uslar da görmüş. Ve bilmediğimiz bir zâtın hoşuna giderek Büyük Cihad müdürüne göndermiş. Ben kasem ederim ki, o zamandan şimdiye kadar bilmiyorum ki, kim göndermiş. Fakat neşrolduktan sonra bir nüsha buraya gelmiş. Yeni harfleri bilmediğim için bana birisi okudu. Ben memnun oldum. ‘Allah razı olsun neşredenlere’ dedim. Gerçi otuz beş seneden beri siyaseti terk etmiştim. Fakat Büyük Cihad gibi hâlisâne dine hizmet eden o cerideye ve onun sahip ve muharrirlerine din namına minnettâr oldum ve ‘Allah razı olsun’ dedim. Haberim olmadan ve para da vermeden daima bana o mübarek gazete gönderiliyordu.

“‘İkinci nokta: Benim Samsun’daki Ağır Ceza Mahkemesine sevk edilmekliğime dairdir. Bu noktada bunu kat’iyen beyan ediyorum ki, Samsun havalisinde, hususan Büyük Cihad dairesine mensup mübarek âhiret kardeşlerim ve Nur Talebelerini ziyaretle görmek için oraya gitmek isterdim. Fakat doktorların raporlarıyla, kat’î iktidarsızlığım o dereceye gelmiş ki, beş dakikalık karşımdaki, bu meselenin başlangıcı ve esası olan mahkemeye, bir buçuk senedir bana haber verdikleri halde gidemiyorum. Mecburiyetle müdde-i umumî ve hâkim vazifesini gören sorgu hâkimi yanıma geldiler. Medâr-ı sual ve cevap Büyük Cihad gazetesini de getirdiler. Gazetenin bazı sözleri benim sözlerim içine karıştırılmış. Ben de onlara cevaplarını vermiştim. Eğer faraza Ağır Ceza bu ehemmiyetsiz meseleye ehemmiyet verse, benim mahkememi Eskişehir’e nakline müsaade etsin ki, orada sıhhiye heyetinden iki aylık raporlu zehir hastalığı ile şiddetli hasta bulunduğumdan bizzat bulunabilirim. Yoksa imkânı yoktur.

“‘Üçüncü nokta: Savcı ve sorgu hâkimi 163. maddeye dayanıp Said Nursî’yi dini siyasete âlet ve âsâyişe zararlı propaganda diye itham ediyorlar. Bu noktanın hakikatini yirmi dokuz senedir beş altı mahkeme ve beş altı vilâyetin zabıtaları ve 133 parça kitaplarımı ve binlerce umum mektuplarımı elde ettikleri halde ve dinsiz komitelerin tahriki ile safdil bazı memurları aldatmalarıyla kat’iyen iki meseleden başka medar-ı mes’uliyet bulmadıklarına delil: İki sene bütün mektuplarım ve kitaplarım Denizli Ağır Ceza Mahkemesiyle Ankara Ağır Ceza Mahkemesi ve Mahkeme-i Temyiz de müttefikan hem benim beraatime, hem bütün kitapların iadesine karar vermeleri ve beş altı vilâyette yalnız tesettüre dair bir âyetin tefsiri bahanesiyle bir tek mahkeme hafifçe ceza vermek istedi.

“‘Kat’î ve kuvvetli cevabıma karşı mecburiyetle meseleyi kanaat-ı vicdaniyeye çevirdiler. Demek onlar da medâr-ı mesuliyet bulamadılar.

“‘Bu noktayı izah için Afyon mahkeme reisine gönderdiğim istidayı size de berâ-yı malûmat gönderiyorum.

“‘Elhâsıl: Aynı nakarat beş-altı mahkemede tekrar edilmiş ve medâr-ı mes’uliyet bulamamışlar. Şimdi Samsun savcısı ve sorgusu yirmi sekiz seneki nakaratı aynen tekrar ediyorlar: ‘Şahsî nüfuz temin için propaganda yapıp dini siyasete âlet ediyor.’ Beş mahkemede dört yüz sayfa kadar olan cerh edilmemiş müdafaatıma, benim bedelime havale ediyorum. Beni konuşturmaktan ise ona baksınlar.

“‘Samsun’dan gelen tebliğnâmeye karşı kısaca cevabımı Samsun Heyet-i Hâkimesine takdim ediyorum:

“‘Birincisi: Ben makalemi kendim göndermemişim. Bütün buradaki dostlarım biliyorlar.

“‘İkincisi: Benim gizli düşmanlarımın suikastıyla zehir tesemmümü ile şiddetli hastalığımdan yanımdaki camie on defada ancak bir defa gidebiliyorum. Bu Samsun Mahkemesini yakınımızdaki Eskişehir’e naklini kanunen talep ediyorum.’

“Bu savunmanın ardından Başbakanlıktan gelen mezkûr yazının aynı olduğunu söylenen yazı okundu. Bu bir dilekçe mahiyetinde olup Saidi Nursî tarafından gönderilmişti ve sanıkların iddiaları hilâfına bu dilekçenin gazetede neşrolunan yazıdan tamamen ayrı olduğu tesbit olundu. Karara geçildi. Saidi Nursî’nin Mayıs ayında gelebileceği raporla sabit olduğundan ihzaren celbine ve mahkemenin 25 Mayıs 1953 Pazartesi günü saat 9’a bırakılmasına oy birliğiyle karar verildi.” 5

***

Zafer Gazetesi 29.07.1953 tarihli haberinde ise şu bilgilere yer verir:

“29 Temmuz 1953 tarihinde ise dört ay süren dâvâ; laikliğe aykırı olarak dini hissiyatı alet ederek Saidi Nursî’nin nüfuzunu arttırmak maksadıyla yargılanan Mustafa Sungur 18 ay ve Büyük Cihat Yazı İşleri Müdürü Hüseyin Yücel ise 22 ay hapse mahkûm olmuşlardır. Mustafa Sungur, Samsun Cezaevinde 11 ay yattıktan sonra temyiz edilen dâvânın bozulması ile tahliye oldu. Gazetenin Yazı İşleri Müdürü Hüseyin Yücel ise cezasını çekmeye devam etti. 22 ay hapis cezasını çektikten sonra tahliye oldu. Bu dâvâda Saidi Nursî ise beraat etti. Samsun’da açılan Büyük Cihad dâvâsı da bu şekilde sonuçlanmış oldu.” 6

***

İşte dâvâsı uğruna 11 ay hapis yatan Samsun mahkemesi maznunlarından Mustafa Sungur’un gelişen olaylarla ilgili yorumları:

“O zamanda Hz. Üstadın, ‘Kardeşlerim! Sizce münasip ise, Başvekile ve dindar mebuslara verilmek üzere ihtara binaen yazdırılmış gayet ehemmiyetli bir hakikattır’ başlığı altında kaleme alıp neşrettiği mektubu, dindarlara irtica ithamlarına çok yerinde bir cevaptır. Hz. Üstad, bu yazılarıyle hakikî irticanın nereden ve kimde olduğunu ortaya koyuyor. Gönül isterdi ki, Emirdağ Lâhikası’ndaki o mektubu, olduğu gibi aynen dercedeyim. Siyasîler, idareciler, ehli maarif herkes okusun da, o zamanlarda gerçeği haykıran ve az zaman sonra, hadiselerin kendini te’yid ettiği (lisanü’l-hak) Hz. Üstad anlaşılsın. O mektubun mukaddemesinde diyor:

“‘Kırk seneye yakın siyaseti terk ettiğimden, ekser hayatım bir nevî inzivada geçtiğinden, hayat-ı içtimaiye ve siyasiye ile meşgul olmadığımdan büyük bir tehlikeyi göremiyordum. Bugünlerde o tehlikenin hem millet-i İslâmiyeye ve hem de bu memleket ve hükûmet-i İslâmiyeye büyük bir zarar vermeye zemin hazırlamakta olduğunu hissettim. Mecburiyetle, İslâmiyet milliyeti ve hâkimiyeti ve memleketin selâmeti için çalışan ehl-i siyaset ve cemiyet-i beşeriyeye hamiyet ile çalışanlar için bana manevî bir ihtar edildiğinden ‘Üç Nokta’yı beyan edeceğim:

“Birinci nokta: Gazeteleri dinlemediğim halde bir-iki senedir ‘irtica ile itham’ kelimesi mütemadiyen tekrar edildiğini işitiyordum. Eski Said kafasıyla dikkat ettim, kat’iyyen gördüm ki: Siyaseti dinsizliğe âlet yapan ve beşerdeki en dehşetli vahşet ve bedevîliğin bir kanun-u esasîsine irticâa çalışan ve hamiyet maskesini başına geçiren gizli İslâmiyet düşmanları, gaddarâne bir itham ile ehl-i İslâmiyet ve hamiyet-i diniye ve kuvvet-i îmaniye cihetiyle, değil dini siyasete âlet yapmak; belki de siyaseti dine âlet ve tâbi yapmakla; tâ İslâmiyetin kuvvet-i mâneviyesinden bu hükûmet-i İslâmiyeyi tam kuvvetlendirmek ve dört yüz milyon hakikî kardeşi arkasında ihtiyat kuvveti bulundurmak ve bir kısım zâlim Avrupa’nın dilenciliğinden kurtulmak için çalışanlara pek haksız olarak ‘irtica’ damgasını vurup onları memlekete zararlı tevehhüm etmeleri, yerden göğe kadar hadsiz bir haksızlıktır. Nümunelerinden birinci nümunesi: Bu asrın dehşetli zulmüne karşı bir sed olarak ikinci noktada beyan etmek zamanı geldi. Menşeleri iki kanun-u esasiye istinad eden iki irticâ var... ilâ âhir.’

“Malatya Hadiselerinin neticeleri Nur dairesinde de görüldü. O zaman Samsun’da Büyük Cihad adıyla haftalık bir gazete çıkıyordu. O zaman Hz. Üstaddan gelen mebuslara, heyet-i vekileye hitaben yazılan bazı yazıları o gazeteye gönderiyorduk. O gazete, Hz. Üstadın bir yazısının başına ve sonuna ilâve notlar koyarak neşretmiş, yazının başlığına da ‘En büyük ispat’ koymuş. Demokratların aleyhine, ‘İşte Said Nursî’ye yapılan bu muameleler Demokratların din lehinde olduğunu tezkip ediyor’ diye ilâve koyuyor. Bunun üzerine savcılık harekete geçerek. Hz. Üstadın ifadesini almak üzere Emirdağ’a talimat yazmış. Ben o ifade zamanında Emirdağ’da Hz. Üstadın yanında idim. Savcılıkça ifadeye geldiler. Ben baktım ki, bizim Ankara’dan gönderdiğimiz yazı. Hz. Üstadımızın ifadesinde; mebuslara hitaben şekva tarzında yazdığını, Samsun’da Büyük Cihad’a birisinin göndermiş olabileceğini ifade buyurdu. Ama ben de Hz. Üstada demedim, ‘Ben gönderdim diye... Bizim gönderdiğimizi manen biliyordu kanaatindeyim.

“Sonra ağır ceza mahkemesine Samsun’da dâvâ açılmış; hem Üstadımız aleyhine, hem gazete müdürü aleyhine... Gazetenin Neşriyat Müdürü Hüseyin Yücel tevkif edilmiş haberini duyduk. Sonra beni tekrar Hz. Üstad Ankara’ya gönderdi. O zaman Hacıbayram yakınlarında tek bir oda tutmuş, orada kalıyordum. Teksirle neşredilen eserleri yeni ve eski isteyenlere veriyorduk. Fakat takibat altında idik. Samsun’da gazete idarehanesinde yapılan aramada bizim mektuplarımız ele geçmekle telgrafla bizim de tevkifimize karar verilmişti. 19 Şubat 1953 günü tevfik edilerek Samsun’a sevk edilmek üzere Ankara Cezaevine gönderildik. Dokuzuncu koğuşta, kule altında, bir aya yakın kaldık. Kule altında komünizmden mahkûm bir öğretmen ve Ticanî Şeyhi Kemal Pilavoğlu ve o zamanda Ticanî hadisesini planlayan ve ikinci adam olarak bilinen Kâmil Tunalı ile bir kaç Müslüman vardı. Bir de Mehmet İzzeddin adında Urfalı, meczub, mübarek bir derviş de bulunuyordu.” 7

***

Bediüzzaman’ın ve Mustafa Sungur’un yargılanmasına sebep olan yazıları yayınlayan haftalık Büyük Cihad gazetesi’nin 81. sayısında Demokrat Parti Samsun milletvekili Hasan Fehmi Ustaoğlu’nun “Milletin Atatürk İnkılaplarına Medyun Bulunduğu İddiası Asla Doğru Değildir” başlıklı bir makale yazması büyük bir tepkiye neden olur ve basının baskısı nedeniyle Demokrat Parti’den ihraç edilir. Büyük Cihad gazetesi de, Samsun mahkemesi nedeniyle de mahkûm olur. Bir süre sonrada gazetenin sahibi Bediüzzaman’ı Emirdağı’nda ziyaret etmek ister. Bu ziyarete aracılık yapan Mehmet Erpolat’ın anlattığı bir anekdotu aktaralım:

“O günlerde Samsun’da çıkarılan mahalli Büyük Cihad gazetesi, ‘Nurculuk yapıyor’ diye kapatılmıştı. Gazetenin sahibi, Saatçı Şükrü’nün dükkânına geldi. Kısa bir görüşmeden sonra, ‘Beni Üstada götürür müsünüz?’ dedi. Benim durumum müsait olduğu için teklifini kabul edip beraberce Emirdağ’a gittik.

“Otobüsten iner inmez kimse ile konuşmadan yanımıza kardeşlerden birisi geldi ve bize hitaben, ‘Üstad sizi bekliyor’ dedi. Biraz şaşırarak o kardeşin peşi sıra Üstadın kaldığı eve gittik.

“Üstad karyolada bağdaş kurmuş oturuyordu. Kardeşlerle sohbet ediyordu. Bizi görünce, ‘Hoş geldiniz kardeşler, oturun’ dedi. O anda kardeşlerle olan sohbet devam etti. Bu sohbet namaz hususunda idi ve 15-20 dakika devam etti. Daha sonra Büyük Cihad gazetesi sahibine dönerek;

“Kardeşim sizin gazetenizin kapandığına üzüldüm. Merak etmeyin, ileride gazeteniz açılır, yayına başlarsınız. Ben, bana yaptıkları eziyetlere hakkımı helâl ettim. Siz de ediniz’ dedi. Bu sohbet kısa bir süre devam etti ve ayrıldık.” 8

Dipnotlar:

1- Bediüzzaman Said Nursî Tarihçe-i Hayatı Yeni Tanzim Sh.1020-1021.

2- Bediüzzaman Said Nursî Tarihçe-i Hayatı Yeni Tanzim Sh. 1021-1022.

3-Tevhidhaber.com

4- http://www.bakisarisakal.com

5- http://www.bakisarisakal.com

6- http://www.bakisarisakal.com

7-http://www.risale-inur.org/msungurveli8.htm

8-http://www.sorularlarisale.com/index.php?s=article&aid=10407

MEHMET SELİM MARDİN

www.msmardin.com [email protected]

Gençlere güven duymalıyız

Konu ne olursa olsun, gençle konuşulur

Hatta gençler kendileriyle bazı özel meseleleri konuşmaya daha açıktırlar. Özellikle de kendisiyle bir konunun özelde konuşulması ve kendisinin desteğinin istenmesi tekliflerine çok daha yatkındırlar. Yapabilecekleri bir şeyler varsa da, kesinlikle cesaretle adım atarlar ve yardımcı olmak eğilimindedirler.

Hâliyle konu kendileriyle ilgili bir konu ise, durum daha da değişiyor ve ilgi daha da artıyor.

Burada çok dikkat edilmesi gereken mesele ise, sizin samimiyetinizin karşınızdaki kişide hissedilmesi ve sadece ‘emirler, sorgulamalar, bindirmeler, etki altına almak çabası’ gibi bir hissedişin olmamasıdır. Yani sadece, onu ciddiye aldığınızı, onu sevdiğinizi, onun kötü bir adım atmasını istemediğinizi, onun iyiliği tarafında olduğunuzu ona hissettirmek önemlidir. Böyle bir yaklaşım istenen hedefe ulaşmayı kolaylaştıracaktır.

Bütün bunlar olurken, hiç telâşa, sıkıntılı ruh hâline, olumsuz yaklaşımlara ihtiyaç yok. Onlara cümle kurarken, iyimser bir ruh hâli kâfî olacaktır. Onlardan kesinlikle iyi şeyler beklediğinizi, olumlu yaklaşımların kendilerine yakıştığını, kendilerine güven duyduğunuzu, onlarla yaşamanın gerçekten zevkli ve güzel olduğunu onlara hissettirin yeter.

***

Bindirme yapmak, itici bir tavırdır

Murat isimli gencimiz bu konudan çok muzdarip. Üniversiteli bir öğrenci Murat. Soyadını ve okuduğu bölümü vermek istemiyor. Şikâyeti ise şöyle:

“Amcamı çok severim. Amcam da beni sever. Üniversiteye gitmeye başlayınca, amcam zaman zaman bana harçlık kabilinden paralar gönderiyor. Amcam için bu normal. Çünkü üniversiteye gitmeden de zaman zaman harçlıklar veriyordu. Ama nasıl oldu ise, amcam üniversite sürecinde bana karşı olan tavırlarını değiştirdi. Yani o bana ne söylese, yapabileceğim bir şeyse yaparım zaten. Ama şu sizi adam yerine koymadan yapılan bindirmeler çok ağır oluyor. Genç olmak hep kötü işler, mantıksız davranışlar yapmak anlamına mı geliyor. Yani biz gençlerde vefa yok mu, adamlık yok mu, nezaket yok mu, iyilikseverlik yok mu, bizim de bir şeyler yapabileceğimiz konular yok mu, elbette hepsi var, ama kötü olan şu ki, bu duygularımızı kullanabileceğimiz alanlarda bize müsaade edilmiyor.

“Amcam, kendi yakın çevresinden uzaklaşınca bizim yoldan çıktığımızı düşünüyor sanki. Güven konusunda kendisine bir yanlışım olduğunu zannetmiyorum. Ama onunla konuşup onu etkileyen birilerinin olduğunu düşünüyorum. Onun dünyasında sanki üniversiteli demek, ahlâk yoksunu, kontrolsüz bir hayat içerisinde olan, her türlü yanlışı yapabilecek durumda olan, anne ve babanın paralarını çar-çur eden gibi düşünülüyor. Hayır! Hiçbir üniversiteli genç bunu böyle düşünemez. Böyle bir şey mümkün değil. Çünkü üniversiteli demek, hayatın ciddî yüzüyle yüzleşmek; hayatı, insanları, işi ciddiye almak anlamına geliyor.

“Ben, üniversitede on-on beş arkadaşın, düşünce birliği içerisinde olarak, bir fakir arkadaşlarına, ‘Biz sana bir yerlerden burs bulduk’ diyerek harçlıklarından para verdiklerine tanık oldum. Üniversiteli ruhu diye bir kavram var. Bu çok yüksek bir ruhtur. Hayat, üniversiteli genç için üniversitelerde öğrenilir. Adamlık kalitesi buralarda anlaşılır. Hayatta olan her şeyin değişik versiyonları, üniversitelerde de yaşanıyor.

“Amcamın bana olan cümlelerinde derin bir acı hissediyorum. Bir dokundurma hissediyorum. Bir güvensizlik hissediyorum. Onun için de üzülüyorum. Eskiden böyle değildi. Benim için bir şeyler yapacağı zaman bile bana danışır ve öyle yapardı. Şimdi ise hiç sormadan adım atıyor. Bu benim faydama olsa bile hiç hoşuma gitmiyor. Bunun değişebilmesi için ne yapmam gerektiğini de bilmiyorum. Siz bana yardımcı olursanız sevinirim.”

Murat arkadaşımızın yaşadıkları yeni bir şey değil. Elbette ki çözümü de olan bir şeydir. Ama benim burada dikkatimi çeken Murat’ın cümlelerindeki düşüncenin aslında kendisini çok net olarak anlattığıdır.

İnsan için en güzel şey de, atılan hiçbir adımın neticesiz kalmamasıdır. Her cümle, her davranış bir tohum gibi mutlaka hayata dönüşüyor. Yeter ki insan, birazcık sabretmeyi öğrensin ve birazcık da hayatı, insanları gözlemlesin.

‘İnsan bilmediğinin düşmanıdır’ derler. Bu gerçekten doğrudur. Onun için de belki yapmamız gereken en güzel şey, sağlıklı diyaloglarla durumumuzu, konumumuzu, yüreğimizdeki ailemize karşı hissettiklerimizi birebir konuşmak ve akrabalarımıza karşı bir saygısız tutum içerisinde olamayacağımızı ifade etmektir. Hatta mümkünse, onların üniversitemizi, hayat ortamlarımızı görmelerini sağlamak çok daha etkili olacaktır.

Ama hayatta olduğu gibi, üniversitelerde de kötü duygu taşıyan insanların olabileceğini ve onlara karşı da tedbirli olmak gerektiğini konuşmak gerekecektir.

Kötü örnek, herkesi bağlamaz. Murat’ın amcası için dikkat çeken şey ise, bir problem olsa bile, bu problemin giderilmesi; bağlantıyı keserek, ilgiyi azaltarak, olumsuz tavır değişikliği yaparak değil, belki daha fazla ilgi göstermek, ilgiyi arttırmak ve hatta akla gelen veya getirilen konuları bizzat ilgilisiyle bir sohbet ortamında konuşmak çok daha sağlıklı olacaktır. Evet, insanlara güvenmemiz lâzım. Ancak bu tedbiri bırakmamız anlamında bir güven değildir. Gençlere ve hatta bütün insanlara en ağır gelen şey de, konumumuzdan kaynaklanan pozisyonumuzla, hatta gençler için olumlu ve yapıcı da olsa, istişaresiz adımlar atmaktır. Böyle adımlar, yapıcı gibi gözükse de aslında özünde yıkıcı ve rahatsız edici duygular meydana getirmektedir.

Gençlerin de böyle anne, baba ve akraba pozisyonlarına karşı, bir duruş sergileyerek, kişilik ve kimliğini zedeleyecek ezikliklere mümkün mertebe meydan vermemesi sağlıklı olacaktır. Aksi halde, halk arasında kullanılan, ‘Köprüden geçinceye kadar sabret’ yaklaşımı da doğru bir yaklaşım değildir. Hatta köprüden geçtikten sonraki değişecek tavırlar, tavır değişikliği olanı, davranışlarından sorumlu hale getirecektir.

Toplumumuzda pek çok şikâyetler içeren konulardan birisi de budur. Onun için büyüklerden olgun, seviyeli, nezaketli, incitmeyen, damarına dokundurmayan, bindirme yapmayan davranışlar görülmeli ki, yarın o genç de kendisiyle zamanında maddî ve manevî ilgilenmiş büyüklerine karşı aynı nezaketli ve edepli davranışları sergilesin.

Hâsılı, konunun iki boyutu var. Birisi, kendisi hakkında olumsuz tavırlar oluşmasına sebep olan kişi, diğeri de birileri hakkında olumsuz tavırlar oluşturan kişidir. Elbette her iki taraf için de esas olan, ‘hüsn-ü zan, adem-i itimat’tır. Yani, insanlar hakkında güzel düşün, ama tedbiri de elden bırakma.

SEBAHATTİN YAŞAR

[email protected]

Mânâsız mı geçti zaman(!)?

Şu an saatinize bakmanızı istiyorum. Ve gerekirse bir yere not almanızı…

Giden zaman şu an yok. Bilinmez oldu, maziye gömüldü saatler. Günün doğmasından şu vakte kadar geçen zamanınız gibi. Her şey gibi ‘’eskidi’’ denilip, adına ‘’hiç‘’ konuldu vakitlerin.

Şu an bulunduğunuz bir kanepede, masa başında, ayakta veya herhangi bir mekândasınız ve bu satırları okuyorsunuz.. Bazen ne diyor diyeceksiniz, bazen ‘hmm’ diyerek suskunluğunuzu dile getireceksiniz.

Zamanın geçtiğinden habersiz, vakit ayıracaksınız... Belki de satırları yarıda bırakıp, okumayı kesip bir kenara atacaksınız…

-Geçen zaman-

Bu zaman diliminde elde ettiklerime sevinmeli miyim? Elden kaçırdıklarıma ise üzülmeli mi? Yoksa bütünüyle kaygım, derdim, kederim ölümden sonraki hayat için mi olmalı? Zamanın hızla geçtiğinin verdiği hüzün doğuyor yüreğimde. Sanki ayrılık acısının odağı gibi.. Güneşin gurub ettiği ufuğa dalıyor gözlerim, batıveriyor âniden! Diyorum kendi kendime: Geçen her dakika, güneşin kendi kabrine konulmasının habercisiydi. Çünkü her şey birbirinin habercisi konumundaydı; sonbahardan sonra kış gelebiliyorsa, ilkbahardan sonra yaz gelebiliyorsa, yaratılan her gündüzün bir akşamı olmalıydı ve nitekim de var edilmişti. Düşünüyorum, gecenin karanlığı dünyamıza çöktüğü ânı yaşıyorum. Geçen vakitlerimizin, gündüzümüzün ise gecenin karanlığına gömülüverdiğini hissediyorum.

-Ya mânâsız geçerse zaman? Ah-u revân.. Aman! -

Zamanın geçeceği, çocukken büyüyüp gençleşmemiz, sonra olgunlaşıp ihtiyarlığımız, sonra kabir veya bu aşamalardan geçmeden direkt kabre girmemizin de hak olması... Peki bu hakikat içinde mânâsız geçireceksek zamanımızı, bütünüyle israf edersek dakikalarımızı... Bize ömür bahşeden Yaratıcıya vazifelerimizi idrak edemezsek peki, biterse her şey...

Herkesin bildiği bir tabir vardır; “Zaman değerlidir”. Klişeleşmiş belki de. Evet, zaman değerlidir, bundan şüphemiz yok asla. Fakat nasıl değerlendirmeli bu zamanı?

Düşünün bir yolcuyu, trene ‘birkaç dakika’ geciken bir yolcu... Tren kalkmıştır onun için ve içinde kendisi yoktur, yetişememiştir. Onun için o ‘birkaç dakika’ denilen şey çok önemlidir.

-Vakit büyük bir nimettir-

Dünya dediğin kervansaraydır,

Burada yıllar, sanki bir aydır.

Menzile yürü, eğlenme sakın,

Vakit çok yakın, bir gün anlarsın!.. *

Anlama günümüz neden şu dakikadan itibaren olmasın ki? Peygamberimiz (asm) de bir hadisinde şöyle buyurur:

“İki nimet vardır. İnsanların çoğu bunda aldanmıştır: Sıhhat ve boş vakit...’’

Ey âdemlerin, ademe bürünecek veya bürünmüş, yok olmuş, gitmiş, helâk olmuş, bitmiş zamanlar(ımız)! Geçmiş olsun, geçen zamanlarımıza mı diyelim?

Ömür bitiyor, biten bir şey geri gelir mi sizce? Sayılı nefesler ise sayıca azalıyor, ya azalan bir şey bitmez mi hiç! Gelin nefsimizle beraber ‘vaktimizi’ de sorguya çekelim.

Haa unutmadan, saatinize bakmayı unutmayın, çok da düşünmeyin, an yaşadığınız zaman, onu değerlendirin.

Dipnot:* Ziya Uğur

MUHAMMED ZORLU

[email protected]

Beton şehirli çehreler…

Modern şehirlerde, lüks evlerde, kat kat apartmanlarda yaşıyoruz. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Hatırladığımız kadarıyla çocukluğumuzdaki samimî muhabbet yok artık…

Hangimiz apartmandaki komşusunu tanır ki? Kapıdan çıkarken karşımıza bir kurye/postacı çıkıverse ve bize “Ahmet Bey adına bir paket var. Burada mı oturuyor?” diye bir soru yöneltse, ne cevap verirdik acaba? Emin bir şekilde ‘Beşinci katta oturuyor’ diyebilir miydik (ne de olsa biz de dördüncü katta oturmuyor muyduk zaten)? Veya sıkıla sıkıla ‘Tanımıyorum maalesef’ deyip geçer miydik? Yahut, önce bir düşünüp, daha doğrusu düşünmüş gibi yapıp, ardından ‘Kusura bakmayın çıkaramadım’ mı diyecektik?

Beton yapı içerisinde çehresi betonlaşmış insanlar… Dokunursak şayet, hissederiz soğukluğunu beton duvarın. İnsanlara bakınca da bu hisse kapıldığımız oluyor mu bazen?

Bu manzarayla karşılaşmak çok tuhaf gelmiyor mu yani bizlere? Belki de öyle bir hâl içindeyiz ki, her şey ‘çok da normal’ geliyordur artık. Ne de olsa yaptığımız bir şey zamanla normalleşmiyor muydu zaten?

Eeee… Bir de bulunduğumuz cemiyet olmazsa… Kaskatı kesilir miydi çehremiz? Gülümseyecek kimsemiz kalacak mıydı, samimî bir şekilde… Gülümsemeyi de mi unutacaktık, yan komşumuzu unuttuğumuz gibi…

Kaybettiğimiz değerleri tekrar kazanmayı düşünme zamanı gelmedi mi? Soğuk, asık çehreleri değiştirmek bizim elimizde olduğunu unutabilir miyiz sanki?

Ne olur yani alışılmışın dışına çıkıversek? Her zaman ‘bir ışık’ bekleyen taraf biz miyiz sanki? Ya karşı taraf da bizden bekliyorsa...

Öyleyse neden o ışık biz olmayalım ki? ‘Nasılsınız efendim’ demek gerçekten çok da zor gelir miydi bizlere? Dağılan bulutların ardından güneşin parıltısı okşamaz mıydı yüzümüzü. Hâl-hatır sormak, güzel bir başlangıca sebep olabilir mi? “Denemeden olmaz mı?” diyorsunuz…

M. FATİH URAS

[email protected]

“Ah aklımdan ölümüm geçer”

Bu güne, telefonuma mesaj olarak gelen Ali Kılıç’ın ölüm haberiyle başladım.

Son derece hassas olan insanın, bahçesinde veya saksısındaki bir çiçeğin solması, o gününün huzursuz geçmesine sebep olurda, dostunun, arkadaşının vefatı onu can evinden vurup, tasviri imkânsız kederlere boğmaz mı? Bugün çok üzgünüm.

Ali, benimle birlikte köyümüzün İlkokulundan 1965’de mezun olmuştu. O günlerde köy okulunun 60-70 kişilik tek sınıfından köyümüze 24 km uzaklıkdaki Tokat’a, ortaokula giden üç kişiden birisiydi.

Birisi de Arif Özer’di, normal ortaokula kaydolmuştu. Ben ve Ali İmam-Hatip Okulunun orta kısmına kaydolmuştuk. Ayrı sınıflardaydık. Zaman zaman teneffüslerde, bazen de boş derslerde bizim sınıfa gelir. Arka sıralara oturarak, Adem Ayrancıyla uzun hava türküler söylerdi;

‘’Değmen benim gamlı yaslı gönlüme

Ben bir selvi boylu yardan ayrıldım aayrıldım ayrıldım’’ diye.

Ali orta kısmı bitirince; ‘’bu okul zor’’ diye Ticaret Lisesine geçti. Liseyi bitirince de İmam-Hatip’in orta kısım diplomasıyla görev aldı. Sonra Ali’nin psikolojik rahatsızlıklar geçirdiğini ve emekli olduğunu öğrendim. Ve şimdi de... Allah rahmet buyursun.

Bugün çok üzgünüm. Çünkü geçmişte, bir süre de olsa aynı kaderi paylaştığımız arkadaşım vefat etti.

Her ölümle birlikte zihnimde, hayalimde bir tefekkür penceresi açılır. Bazısı kısa sürede kapanır. Bazısı da uzun süre açık kalır. Beni başka âlemlerde dolaştırır durur.

Zaman zaman ailemin toplu olduğu anlarda onlara; "Evlâtlarım, bir gün bu çerçeve dağılacak bu tablo mutlaka bozulacak, orada buluşalım İnşallah’’ derim.

Her yıl Diyanet İşleri Başkanlığı ölümle ilgili hutbenin kış döneminde okunmasını programlar. Ve de camilerimizde okunur. Her halde ölüm kış mevsimine daha mütenâsip düşüyor, yakıştırılıyor. Ne çare ki, bahar mevsiminde de ölümler durmuyor, ömrün baharında da, ‘’gök ekini biçmiş gibi’’ bu hasat devam edip gidiyor.

Hepimiz şu Kasım ayında, bir meyve ağacının tepesinde ha bugün ha yarın düşmeyi bekleyen unutulmuş bir meyve veya sararmış bir yaprağa ne kadar da çok benziyoruz?

Günümüz insanının bir günlük programına bir aylık gündem maddesi yazdığı yoğunluk temposu, ölüm gerçeğini hiçbir zaman ötelemiyor, ertelemiyor.

Malûmunuz, tanınmış (ben veya Ali Kılıç gibileri değil de) birisi vefat edince medya dünyası lehde veya az da olsa aleyhde birçok şeyler yazar-çizerler.

Rahmetli Adnan Kahveci’nin arkasından da birçok müsbet şeyler söylendi, yazıldı. Onlardan birisi de şöyleydi:

Rahmetli bir gün hayırlı bir iş için evden çıkar. Buna arkadaşını da ortak etmek niyetiyle onun işyerine uğrar. Konuyu anlatır, arkadaşı: ‘’Yapılacak işlerim var, seninle gelirsem yarım kalır bitiremem”, der.

Kahveci, karşıdaki büyük mezarlığı göstererek: ‘’Onların, hepsinin işleri yarım kaldı, hiçbiri bitirip de gitmedi ki..’’ deyince arkadaşı ikna olmuş...

Bazı canlıların ömrü bir günmüş, bazıları birkaç gün veya birkaç hafta yaşar sonra ölürmüş. Bazıları da bizim gibi anne karnında, doğarken, bebek iken, genç yaşta, evlendiği gün, askerden tezkere almadan, hazin hayat hikâyeleriyle ahiret tezkeresini alırmış.

Ben özellikle yaşı kaç olursa olsun, ilim yolunda ve secdede ölenlere imrenir, onları gıpta ile anarım.

Geçmişlerin ve geleceklerin Efendisi (asm), "Hayatınızın lezzetini acılaştıran ölümü çok zikrediniz, anınız’’ buyuruyorlar. Ki; bana göre bu güzel tembih bize ölümü sevmemizi öğütlüyor. Demek ki, bu acıyı kabullenmekte ayrı bir tat var. Belki özlediğimiz bir yere gitmek gibi, ‘’metassâate’’ ‘’Ah! o saat ne zaman?’’ diye özlem duymak… Ama içimizde böyle kaç babayiğit vardır ki, bilemeyiz?

Bu iş, Kur’ân’da beyan edilen; ‘’Mü’minler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde sözlerini değiştirmemişlerdir.’’ (Ahzab-23) âyetinde ifadesini bulan, ‘’generallikten’’ daha yüce bir makam olarak anlamlandırılan gerçek ‘’ER’’lere mahsus olsa gerektir.

Benim, ölümlerini unutamadığım bazı insanlar var. Birisi, Hz. Mevlânâ gibi sağ eliyle gönlü zengin insanlardan aldığını, sol eliyle öğrencilere, fakir fukaraya veren, adeta saçan, dağıtan, cömert ve coşkun insan Gönenli Mehmet Efendi. Diğeri bir kandil gecesi programından dönerken kaza geçiren, Mâhir İz Hoca’nın ‘’Yılların İzi’’nde zekâvetini ve faziletini övdüğü Selçuk Eraydın Hoca. Bir diğeri yine bir Kur’ân meclisinden dönerken kaza geçiren Kur’ân bülbülü Hafız İsmail Biçer Hoca. Ve son olarak da, yine elîm bir trafik kazasına kurban giden numûne-i imtisal fazilet erbâbı İbrahim Canan Hoca’nın ölümleri zihnimde hâlâ tazeliğini korur.

Bu ve bunlar gibi mü’min sultanların, âlem-i fenâdan dâr-ı bekâya yürüdükleri günlerde; ‘’Yalnız gitmeyin, beni de beraber götürün, size arkadaş olayım’’ demeyi ne kadar da çok isterim, ama nefsim bir türlü söyletmez.

Ölüm, hiç susmadan ağlanacak kadar firkatli, tefekkürü ibadet yapacak kadar azametli ve ibretlidir.

Ali kardeşim!

Ahiretinin, dünyandan daha hayırlı olmasını Âlemlerin Rabbi olan Allah’ımdan duâ ve niyaz ediyorum.

Kabrin nûr ile dolsun

Cennet makamın olsun.

Necip Fazıl’ın, öğrencilik yıllarımda hafızama attığım şu manzumesi ne hoştur:

Bilmem kaçı kaç geçe

Bilmem kaça kaç kala

Ya erkence ya geçce

Sıram gelir hoppala

Altımda gacır gucur

Kişner durur cansız at

İşte servili çukur

Ve ölümsüz hakikat

MUHSİN DURAN

[email protected]

BABA NASİHATI

Peygamber Efendimizin (asm) biricik kızı Fatıma annemiz, Hz. Ali (ra) ile evleniyordu. Resulullah, evlilik öncesi kızına şu nasihatlerde bulundu:

“Kendini pak eyle ve Rabbini zikret!”

Hz. Fatıma sordu:

“Kendimi nasıl pak edeceğim?”

Peygamber Aleyhisselâm, şöyle cevap verdi:

“Su ile pak et. Erkeğin sana baktığı zaman ferahlasın.

Gözlerine sürme sür. Çünkü sürme, kadının süsüdür.

Ey Fatıma kocan sana baktığı zaman, gözlerini yumma! Bu söylediğimi yaparsan, erkeğinin muhabbeti artar.

Erkeğin başka yere baktığı zaman, sen onun yüzüne bak. Böyle yaparsan sana bir ay oruç sevabı yazılır.

Ey Fatıma erkeğine iltifat et. İltifat et ki, başkasına muhabbet duymasın.

Ey Fatıma, erkeğinin ayıbını başkalarına açma!

Allah sana gazap eder. Sonra melekler, sonra peygamberler, sonra da erkeğin gazap eder.

Ey Fatıma, bunu bana Cebrail bildirmiştir.”

(S. Gündüzalp, Bir Gül Demeti, s. 115)

ALLAH’IN SEVDİĞİ İNSANLAR VE DAVRANIŞLAR

Âyetlerde bildirilenler:

“Allah mütevekkil insanları sever.” (33/3, 3/159)

“Allah temizlenenleri sever.” (2/222, 9/108)

“Allah tevbe edenleri sever.” (2/222)

“Allah cihad yapanları sever.” (61/4)

“Allah mü’minlere karşı alçakgönüllü olanları sever.” (5/54)

Hadislerde bildirilenler:

“Allah rıfk sahibidir, rıfkı (yumuşak huylu olmayı) sever. Şiddet ve kaba davranışta bulunana vermediğini, yumuşak davranana verir.” (Müslim, Birr, 77, III, 2003)

“Kim Allah’a kavuşmayı severse, Allah da ona kavuşmayı sever.” (Müslim, Zikir, 14-18, III, 2065-2067)

“Allah ebrarı (iyileri) sever.” (İbn Mace, Fiten, 16)

“Allah (kuluna verdiği) nimetinin izini kulunun üzerinde görmeyi sever.” (Tirmizî, Edeb, 54, V, 124)

Âyet ve Hadislerin Işığında Sevgi ve Dostluk, Doç. Dr. İsmail Karagöz, DİB yayınları, Ankara, 2006.

HAZIR CEVAP

Eski Türk hakanlarından Tekiş, kölelerinden birine bir sır söylemişti. Aradan çok geçmeden bu sır, ülkenin her yerinde duyuldu. Hakan Tekiş, hiddetlenerek kölenin boynunu vurdurmak için cellâda emir verdi.

Ancak, yakınlarından biri soğukkanlılıkla şöyle dedi:

“Efendim, sırrınızı bir başkasına söylemekle ilk kabahati siz işlemiş oldunuz. Şu hale göre, köleye vereceğiniz cezayı önce kendinize uygulamalısınız.”

DUÂ

Ey kullarının kalplerine ilham veren Allah’ım, sen ne büyüksün. Sen hatırlatmasan eğer, biz adımızı da bilemeyiz, evimizin yolunu da bulamayız. Sen Hafîz’sin, unutmayan Sensin sadece. Kara toprağın altındaki tohumu, gecenin içindeki güneşi unutmayan Sensin. Bunca mahlûk bunca işini, her şeyini Sana borçlu.

(S. G.)

AHİRET TİCARETİ

Allah için ticareti

Et bu güzel ibadeti

Ver sadaka ve zekâtı

Mevlâ’dan al, Mevlâ’ya ver

(Alvarlı Efe Hazretleri)

ÂYET

Herkes yarın için ne yaptığına baksın.

Haşr Sûresi, 18

HADİS-İ ŞERİF

Kim bir tabakta yemek yiyip de, sonra o tabağı sıyırırsa, o tabak onun için Allah’tan af diler.

DOSTLUK

Dostluk eskidikçe, muhabbet artar.

Hz. Ali (ra)

ŞEHVET PERDESİ

Gözü haramdan korumak, en güzel şehvet perdesidir.

Hz. Osman (ra)

MUALLİM-İ EKMEL

Anlaşılmaz bir kitap, muallimsiz olsa, mânâsız bir kâğıttan ibâret kalır.

Bediüzzaman, Sözler, s. 113

SÖZ VE SÖYLEYEN

Suskunluğum asaletindendir. Her lâfa verilecek cevabım var. Ama bir lâfa bakarım lâf mı diye, bir de söyleyene bakarım adam mı? diye.

Mevlânâ Celâleddin Rûmî

Dünya Yolcusu

Yolcu istasyonda uyur mu?

Nurettin Topçu

YAN(K)MAK

Yan ey yüreğim yan!

Yakamaz yanmayan…

Arif Nihat Asya

ALLAH VE İNSAN

Seni aramam için beni uzağa attın,

Âlemi benim, beni Kendin için yarattın.

Necip Fazıl Kısakürek

HAYAT VE ÜMİT

Hayat olduğu sürece, ümit de vardır.

Cengiz Aytmatov

İMAN VE HÂL

Önemli olan, bir insanın imanı hakkında ne söylediği değil; bu imanın o insanı ne yaptığı ve ne hâle getirdiğidir.

Reca Carudi

HAYAT

Hayat, bir macera değil, bir mu’cizedir.

Aliya İzzetbegoviç

Küresel ekonomik krizin reçetesi de Risâle-i Nur’da!

Bediüzzaman Said Nursî’nin iktisat anlayışının nazara verildiği, keza bu anlayışın dünden bugüne “iktisat” ilminin teori ve pratikleriyle mukayese edildiği bir inceleme.

Eser aslında, müellifin önceleri başka bir yayınevinden çıkan aynı adlı çalışmasının “güncellenmiş ve genişletilmiş” bir versiyonu.

Eserin bakış açısı “Takdim”de şöyle özetleniyor:

“’Modern dönemlerin çağdaş bireyleri’nin Saadet Asrı’nın ekonomik işleyişinde esas olan iktisadi ölçülere ihtiyaç duyduğu, çok açık—Kur’ânî prensiplere dayanan İslâm medeniyetindeki örneklere de… Kur’ân’ın iktisadî ilişkilerdeki prensipleri, çağımızın Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur’dan başka hangi kaynakta, ihtiyacı karşılayacak şekilde bulunabilir ki?...”

Doğrusu, özelde (menfi tesirleri birkaç yıldır devam eden) “küresel ekonomik kriz”e, genelde bütün dünya problemlerine karşı Kur’ân-ı Kerim’in, dolayısıyla onun modern yorumu mahiyetindeki Risâle-i Nur’un bakış açısı mühim tesbit ve reçeteler ihtiva ediyor. İnsanlığın bu bakış açısına bugün her zamankinden daha fazla ihtiyacı olduğu da malûm. Yoksa alimallah kıyameti kendi elimizle çabuklaştırmamız işten bile değil! Elbette kıyametin er ya da geç kopması mukadder; ancak mazide olduğu gibi vahyin ışığıyla ahir zamanı aydınlatmak, tek ve benzersiz Asr-ı Saadet’in hiç olmazsa esintilerini bugün de hisset(tir)mek, insanlığın mühim bir kısmını dünyada ve ahirette sahil-i selâmete çıkarmak o kadar zor bir ihtimal olmasa gerek. Yeter ki vahyî emirlere kulak verilsin…

Eser altı bölümden meydana geliyor: 1- Giriş, 2- İktisat Tarihi Işığında Bediüzzaman Said Nursî, 3- Bediüzzaman’ın İktisadî Unsurlara Bakışı, 4- Mikro İktisat ve Bediüzzaman, 5- Makro İktisat ve Bediüzzaman, 6- İslâm’da Sosyal Güvenlik, 7- Dış Ekonomik İlişkiler…

Özetle birinci bölümde “İktisat nedir?,” “kâinatta iktisat,” “insan ve iktisat,” “din ve iktisat” ile “kültür ve iktisadî hayat;” ikinci bölümde “insanlığın yaşama devirleri,” “Bediüzzaman’ın sosyal hayata bakışı,” (yine) “Bediüzzaman’ın medeniyete bakış açısı,” “kapitalizm,” “sosyalizm ve komünizm” ile (bu beşerî doktrin ve ideolojiler karşısında) “İslâm’ın üstünlüğü;” üçüncü bölümde “iktisadî unsurlar (tabiat - toprak)-emek-sermaye” gibi üretim faktörleri);” dördüncü bölümde “mikro iktisadın yorumu,” “ekonomik psikoloji,” “Neden açlık tehlikesi?”, (bereketin kaynağı olarak) “ticaret,” “memuriyet;” beşinci bölümde “makro iktisat kavramı,” “iktisadî kalkınma ve geri kalmışlık,” “hürriyet ve kalkınma,” “şûrâ ve kalkınma,” “hürriyetin sosyal-siyasî-ekonomik gelişmeyle münasebeti,” “eğitim ve kalkınma;” altıncı bölümde “sosyal güvenlik kavramı” ile “İslâm’da sosyal güvenlik kurumları,” “kara para: faiz;” yedinci ve son bölümde de “konuya genel bir bakış,” “Bediüzzaman’ın Batı’yla ilişkilere bakışı,” “Avrupa Birliği” ile “Bediüzzaman’a göre Avrupa Birliği,” “Türkiye’nin yeni konumu ve Muhabbet Fedaileri,” “küreselleşmeye farklı (bir) bakış,” “İslâm dünyasının durumu,” “İslâm ortak pazarı” ile “İslâm birliği (ittihad-ı İslâm)” mevzuları dikkat çekiyor.

(Üstad’ın bakış açısını aksettiren “memuriyet” (s. 147-157) ile “Türkiye’nin yeni konumu ve Muhabbet Fedaileri” (s. 307-315) mevzularını okuyucularımıza bilhassa tavsiye ediyoruz.)

Gayet sistematik hususiyeti hâvî eserde, “konu başlığı,” “alt başlık,” “ara başlık,” “ikinci alt başlık” gibi başlıklar altında mevzular “Risâle-i Nur gözlüğüyle” derinlemesine ve detaylı olarak inceleniyor. Yani “Bediüzzaman ve iktisat” münasebetleri aklımıza gelebilecek her mevzuda irdelenirken, bir nev'î “Risâle-i Nur’un iktisat prensipleri” şerh ediliyor. Öyle ki, dikkatli ve hazımlı okumalar bazılarımızı “doğru ekonomi” mânâsında “diplomasız iktisatçı” bile yapabilir!

Lâtife bir yana, işin güzel ve mânâlı ciheti, bir yönüyle beşerî ideolojilerin çarpışma sahası olan “iktisat” ilminin, çağımızın Peygamber (asm) vârisi büyük bir İslâm âlimi tarafından çözümlenmesini görüyor olmak. Elbette bunu görmek yetmez; haddizatında tatbikat da o kadar ehemmiyetli! Burada da fertten cemiyete, cemiyetten de devlet(ler)e kadarki dairelerde ilgiler ve de mesuliyetler nispetinde herkese mühim bir vazife düşüyor: “Bediüzzaman’ı dinlemek…”

Çünkü “(…)modern iktisat ilminin yeni yeni ulaştığı birtakım kanun ve prensipleri yıllar önce vazetmesiyle bizleri bugün hayrete düşüren Bediüzzaman, kendisine kelimenin tam anlamıyla dev bir ekonomist dedirtecektir.” (s. 160) Onun bu sahadaki fikirlerinin bile gereği gibi dikkate alın(a)maması ise, üzüntü kaynağı! Şu hâlde, bilhassa makam-mansıp sahibi, gelmiş geçmiş herkesin vebal altında olduğu düşünülebilir.

Ve küçük notlarımız (sırayla):

* Redaksiyon hatalarıyla karşılaştık. Örnek 1: “Çünkü dünya” diye başlayan bir cümle (s. 26) nasılsa yarım kalmış. Örnek 2: Her sayfasında dipnotların 1’den başladığı eserde, s. 129’da 3 no’lu dipnotun metni yok. Örnek 3: Başka bir yerde (s. 154) ise yine nasılsa aynı no’lu iki dipnot rakamı var. Örnek 4: Bediüzzaman’a atfen, mütenakız bir cümle var: “Avrupa’yı ikiye ayırmış, ‘Avrupa feylesoflarına ve medeniyetin sefih kısmına karşı’ olduğunu vurgulamamış, bu medeniyetin iyiliklerinin de çok olduğunu ifade etmiştir.” (s. 306) Doğrusu, “[Bediüzzaman’ın] ‘Avrupa feylesoflarına ve medeniyetin sefih kısmına karşı’ olduğunu vurgulam[asıdır]” tabiî ki…

* ”’(…) Mevcut kaynakların akılcı kullanımıyla ve tarımda gerçekleşen üretimle, bir trilyon insanın rahatlıkla yeryüzünde yaşayabileceği”ni belirten cümle (s. 141) dikkatimizi çekti. Size göre de “bir trilyon” rakamı anormal değil mi?

* İncelemede epey kaynaktan istifade edildiği hâlde, nedense ”bibliyografya” konmamış…

Netice itibarıyla, “Bediüzzaman ve iktisat” mevzuuna meraklı herkesin fazlasıyla istifade edebileceği dopdolu bir eser.

RİSÂLE-İ NUR’DAN İKTİSADÎ PRENSİPLER

Yazan: Mehmet Abidin Kartal. Sayfa Sayısı: 360. Ebatları: 13,5x19,5 cm.

Türü: İnceleme. Yayınlayan: Yeni Asya Neşriyat. Yayın Tarihi: Kasım 2009.

ORHAN GÜLER

[email protected]

04.12.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Elif Eki

  (27.11.2010) - Filmi çekmeseydim Üstadi tanıyamazdım

  (20.11.2010) - Bırakma ellerimi!

  (14.11.2010) - ‘Teslis Okulu’nda ‘Tevhid’ dersi

  (06.11.2010) - Misyon, komisyon ve kesirler

  (30.10.2010) - Adnan Menderes’in Konya nutku

  (23.10.2010) - Bediüzzaman ile Muhammed Ali’yi buluşturan kader noktası

  (16.10.2010) - Ömür takvimi

  (09.10.2010) - Yasakçının mumu yatsıya kadar

  (02.10.2010) - Dil ve bin yıllık birlik

  (25.09.2010) - Akdamar Adası


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.