Basından Seçmeler |
Gizli diplomasi ve devlet sırrının ölümü
BİRKAÇ gündür Wikileaks ile yatıp kalktığımız söyleniyor. (...)Bu tür ifşaatlar eskiden beri var ve insanlık bunlardan çok şey öğrendi. Wikileaks’in son açıkladığı belgelerle dünyanın değişik yerlerindeki ve bu arada Türkiye’deki, Amerikalı diplomatların, dünyaya ve dünyadaki aktörlere ilişkin, tabii bu durumda Türkiye’ye ve Türkiye’deki kurum ve kişilere dair, kanaatlerini öğreniyoruz. Dediğim gibi böylesi diplomatik “ifşaatlar” diplomasi tarihi ile yaşıt. Hemen aklıma gelen ve sadece bizim için değil zamanın dünyası için de önemli olan 1917 Bolşevik Devrimi sonrasında Bolşeviklerin ifşa ettikleri gizli antlaşmalar. Bunlardan birisi İngiltere ve Fransa’nın, Rus Çarlığı’nın da müdahil edildiği, 1917 Sykes-Picot Antlaşması. Bu antlaşma ile Müttefikler Osmanlı İmparatorluğu’nu kendi aralarında paylaşmışlardı ve Çarlık da bunu kabullenmişti. Bolşeviklerin ifşası ile Türkiye ve dünya bu gizli antlaşmayı öğrenmiş oldu. Gerçi Türkiye’nin buna karşı koyacak gücü yoktu ve İmparatorluk da zaten parçalandı. Lakin, Arap halklarının çoğunluğunun aksine, İngilizlerle işbirliği yapan Şerif Hüseyin ve bazı Arap milliyetçileri de kendilerine vaat edilen bağımsız Arap devletinin bir aldatmacadan ibaret olduğunu anladı. Bolşevik ifşaatının bir diğer önemli sonucu da zamanın Amerikan Başkanı Woodrow Wilson’ın başlattığı “açık diplomasi” akımı oldu.
NEDEN ŞAŞIRMIYORUZ? Modern diplomasi baştan beri hep bir “gizlilik” ve bunun sonucunda da biraz “riyakârlık” üzerine kuruldu. Bunu 1568-1639 yılları arasında yaşamış olan İngiliz diplomatı Sir Henry Wotton veciz şekilde ifade etmişti: “Diplomat, ülkesinin hayrı için yalan söylemek üzere başka ülkelere gönderilen dürüst bir adamdır.” Devletlerin halklar tarafından demokratik kontrolünün sınırlı olduğu ve bu kontrolün dış politika alanında daha az veya hiç bulunmadığı erken modern dönemde, hatta 20. yüzyıla kadar, diplomasi, hep gizli oldu. Yani sadece diğer ülkelere karşı değil, kendi halklarına karşı da gizliydi. Başkan Wilson diplomasinin hem dahile, hem de harice karşı gizli yürütülmesine karşı çıktı. Çünkü ona göre Birinci Dünya Savaşı’na giden süreçte gizli diplomasinin rolü büyüktü. Aslında Wilson’ın tespitlerinde bir gerçeklik payı vardı. Türkiye’nin Birinci Dünya Savaşına İttihat ve Terakki yönetiminin gizlice yürüttüğü siyasi ve diplomatik faaliyetlerle nasıl sokulduğunu hatırlarsak Wilson’a hak vermemek mümkün değildir. Eğer Birinci Dünya Savaşı ve benzeri felaketleri yaşamak istemiyorsak sadece diplomasiyi değil bütün siyasi ve kamusal işleri açıklıkla yürütmek durumundayız. Peki ilk bakışta belki de herkesin evet diyeceği bu şeffaflık gereğine neden uyulmuyor? Neden bazı devlet işlerinin ve özellikle de diplomasinin gizliliği çoğu insan tarafından anlayışla karşılanabiliyor? Bunun sebebi “devlet”e yüklediğimiz anlamla ilgili. Çünkü, devlet ya da kamu otoritesi insanların oluşturduğu ve tamamen insanlara tabi olan bir kurumsal yapı olarak addedilmiyor. Çünkü, çoğu insan, bilinçli ya da bilinçsiz, devletin kendileri doğmadan önce var olduğu ve kendileri öldükten sonra da var olacağından hareketle onun “ayrı ve mühim” bir varlık olduğunu sanıyor. Onun için de devlet işlerinde gizlilik kabullenilebiliyor. “Devlet sırrı” denilen kavram da buradan çıkıyor. Diplomasi kamusal, yani devletin bir aktivitesi, üstelik de “biz” ve “onlar” bağlamında yürütülen bir aktivite olduğundan sır ve gizlilik kalkanına bürünmesi daha bir kabul edilebilir görülüyor. Wilson’dan hareketle “gizli diplomasi” ya da “devlet sırrı” gibi her türlü kamusal esrar perdesinin açılmasını, diplomatik aktiviteler dahil bütün devlet işlerinin ve her türlü kamusal faaliyetin şeffaflıkla ve aşikâr olarak yürütülmesini savunmalıyız. Diplomasi bir devlet aktivitesi ve devlet de bir kamusal kurum. Kamusal, yani kamuya, umuma, halka, herkese ait olan. Buradan şu çıkıyor: Kamusal olan bir şey sır veya gizlilik taşıyamaz. Çünkü kamu alanı halka ait olandır, açık ve aşikar olandır. Zaten kamu kelimesinin İngilizce karşılığı “public” sözcüğünün bir anlamı da “aşikâr, aleni” demektir. Şahsi olan, bireylere ait olan “gizli, sır ve mahrem” olabilir. Çünkü şahsî olan sadece bahse konu şahsı ilgilendirir ve gizlilik ve sır kabul edilebilir. Devlet işlerinde, dolayısıyla diplomaside, gizlilik olmamalıdır. Aslında çağdaş demokratik dünya bunu bir ölçüde kabullenmiştir. Wilson’dan bu yana artık diplomasinin halkın seçtiği parlamentoların kontrolünde olması ve halktan gizlenmemesi gerektiği en azından prensipte kabul edilmiştir. Devlet arşivlerinin belli bir süre geçtikten sonra insanların bilgisine açılması kuralı bu anlayışın sonucudur. Wilson’dan bu yana yüzyıldan fazla zaman geçmişken ve demokrasi yani halkın egemenliği neredeyse evrensel bir doğru olarak kabul edilmişken, niçin hâlâ ve üstelik de en demokratik ülkelerde bile, gizli diplomasi ve devlet sırrı olgusuna rastlıyoruz? Halka ait olması gereken devlet işlerinin, bu çerçevede diplomatik faaliyetlerin bazıları neden halktan gizlenmektedir? Buna verilen cevap bizatihi “halkın menfaatlerini korumak” deniyor. Lakin bu savunu temelsiz, çünkü halk kendi menfaatlerinin ne olduğunu ve nasıl korunduğunu bilmezse, buna halkın menfaati diyemeyiz. Aslında diplomasi ve kamusal aktivitelerdeki gizliliğin nedeni başka. Diplomaside neden, “biz” ve “onlar” ayrımı. Yani onlar kamu kapsamında görülmüyor. Bu da uluslararası ilişkileri hep menfaat çatışması olarak bir tür savaş hali olarak gören, popüler söyleyişle “kazan-kazan” çerçevesinde değerlendirmeyen bir anlayışın sonucu. Ulusal düzeyde “devlet sırrı” denen şey de halkın menfaatine olan değildir. Öyle olsa halkın bilmesinde ne mahzur var? Aslında devlet sırrı denen şey halkın değil, bazı kişilerin ya da zümrelerin çıkarına olandır. Fakat sekteryen çıkar “devlet sırrı” halkın menfaati” gibi kavramlarla kamufle edilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti tarihi bu konuda bize yeterince malzeme sunar. Devlet sırrı diye nitelenen neye bakarsanız bakın, toplumun genelinin menfaatinden ziyade, belli kişilerin ya da zümrelerin sekteryen çıkarlarını bulursunuz. Gizlilik ve sır politikasının halklara ya da insanlığın geneline hiçbir faydası yoktur. Dahası gizliliğin süreç içinde pratik bir anlamı da yoktur. Çünkü insanların gizli olarak yaptıkları, bizim aşikâr olarak bildiğimiz yapılan ya da yapılabilecek olanların dışında bir şey değildir. Nitekim Wikileaks’in yayımladığı “ifşaatlar” çoğu insanı şaşırtmadı. ‘Biz bunu zaten biliyorduk’ dendi. Aynen İngiltere ve Fransa’nın ve zamanın diğer büyük devletlerinin Osmanlı’yı parçalamak ve paylaşmak arzusunun 1916 Sykes-Picot antlaşmasından önce bilindiği gibi. Wikileaks bize bildiğimiz şeyleri teyit etme imkânı verdi. Wikileaks yayınları neticesinde çoğu insan Amerikan diplomatlarının gözlem ve değerlendirmelerinde ne kadar sığ ve beceriksiz olduğunu da gördü. Bu da benim açımdan uluslararası ilişkilerin sanılanın aksine salt büyük güçler tarafından belirlenmediği argümanımın teyidi oldu. Daha çok insanın bu sözümona “diplomatik gizlilik” ve “devlet sırrı”na vâkıf olması için Wikileaks ve benzeri platformlara ihtiyacımız var. Son olarak, yukarıdaki argümanlarımdan akla gelebilecek bir soruya cevap vererek bitireyim. Soru şu: Eğer diplomatik gizlilik ve devlet sırrı halkın menfaatine değilse ve zaman içinde pratik olarak anlamlı değilse, o zaman niçin var? El cevap: Belli kişi ya da zümrelerin geçici sekteryen çıkarlarını korumak için.
Prof. Dr. A. Nuri Yurdusev, Zaman, 3 Aralık 2010 |
04.12.2010 |
WikiLeaks İsrail mi?
WİKİLEAKS belgeleri, içeriği ile bütün dünyayı sarsmış gibi görünse de aslında “nasıl bir operasyon”, “kimin operasyonu” sorusu çok daha önemli.. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün özellikle bir ülkeye, İsrail’e vurgu yapması, imalarda bulunması, “bakalım ne çıkacak, daha bir şey görmedik” demesi, VikiLeaks operasyonu hakkında, bir çoklarında varolan şüpheleri paylaştığına işaret ediyor. İçerikle ilgili yeni ayrıntılar açığa çıktıkça bu soru işaretleri daha da çoğalıyor... Peki WikiLeaks operasyonu nedir? Kim, ne yapmak istiyor? Bir grup gönüllü, insanlık adına kirli ilişkileri açığa mı çıkarıyor? Ya da çok derin, sistematik, uzun sürecek bir psikolojik operasyon mu söz konusu? Peki neden? Çok ciddi iddialar var.. Birlikte bakalım... 20 milyon belgeden söz ediliyor. Şu ana kadar yayınlanan belgelerin yüzbinlerle sınırlı olduğunu düşünürsek operasyonun büyüklüğü daha iyi anlaşılır... WikiLeaks ile İsrail arasındaki bağlantıya ilişkin giderek somutlaşan kanıtlar çıkıyor ortaya.. İz sürenler Tel Aviv’e, ABD’deki Yahudi lobi kuruluşlarına uzanıyor.. Açıkça söylemek gerekirse; en keskin iddia şu: WikiLeaks’in patronu, ABD’deki Yahudi lobi örgütlerinin en büyüğü olan Amerikan-İsrail İlişkileri Komitesi AIPAC (American Israel Public Affairs Committe). Bilgiler bu kuruluşun mensupları tarafından toplanıyor. Yüz binlerce bilgi buraya akıyor. AIPAC; ABD yönetiminin, Dışişleri’nin, Pentagon’un, ekonomi kuruluşlarının, uluslararası kurumların hassas yerlerinde bulunan üyeleri üzerinden dev bir casusluk şebekesini yönetiyor. AIPAC, rutin şekilde kendisine akan bilgileri topluyor, tasnif ediyor, sansürlüyor, yayınlanmasına karar verdiğini Wikileaks üzerinden servis ediyor. Neye göre? Tabii İsrail’in ABD içinde ve dünyadaki çıkarları, önceliklerine göre. Türkiye’nin böylesine hedef gösterilmesinin nedeni de bu. Yani Wikileaks tam bir istihbarat operasyonu ve Tel Aviv trafındoan yönetiliyor. Son belgelerin yayınlanmasından bir hafta önce AIPAC’ın talimatları doğrultusunda İsrail adına casusluk yayan bir kişi görevden alındı. Suçustü yakalanmıştı. Ancak medya bu bilgiye pek itibar etmedi! Dile kolay, şimdiye kadar en az 20 milyon belgenin çalındığı ve AIPAC’a sızdırıldığı söyleniyor. Pentagon dahil, ABD yönetiminin bütün birimlerinde sızıntının adresi olarak bu örgüt öne çıkıyor... Ve örgüt ABD’de en çok korkulan lobi kuruluşlarından biri... Çünkü siyasilerin bir çoğu örgütün finansal desteği ile bugünkü bulundukları pozisyonlara gelmiş.. Sadece Dışişleri Bakanlığı’na değil, Pentagon ve diğer kurumlara ait belgelerin önümüzdeki dönemde İsrail politikaları doğrultusunda yayınlanacağı öne sürülüyor. Operasyonun amacı; Barack Obama yönetimini zora sokmak, 2012 seçimini kaybetmesini sağlamak, Ortadoğu’da dengelerin İsrail aleyhine gelişmesinin önüne geçmek, Washington üzerinde bakıları artırmak ve onu İsrail polikalarına yönlendirmek olarak gösteriliyor.. Tabii bugünkü yorumlar bunlar... Bu yönüyle operasyon, bir nevi şantaj.. Türkiye’nin bu yayınların hedeflerinden biri olduğu, Mavi Marmara gibi olaylar ve Ankara’nın bölgesel yakınlaşmasının İsrail’in alanını daraltmasına misilleme olduğu, Türkiye hakkında yeni bilgilerin servis edileceği, bu yönde kapsamlı bir operasyon yürütüldüğü söyleniyor.. Belgelerde hiçbir şekilde İsrail’i rahtsız edecek bir unsurun bulunmamasına, bu ülkenin Avrupa, ABD, Doğu Avrupa, Irak, Yemen, Somali ve daha bir çok bölgede yürüttüğü terör saldırılarına, suikastlere, örtülü operasyonlara atıfta bulunulmamasına dikkat çekiliyor.. İsrail’i yaralayan, rahatsızlık veren her ülke, her kişi bu operasyonun hedefi... İddialar böyle.. Türkiye hakkında yayınlanan notların büyük çoğunluğu ABD’nin Türkiye eski Büyükelçisi Eric Edelman dönemine ait. Neocon ve İsrail aşırı sağına bağlı bir isim Edelman.. Türkiye’de bir sömürge valisi gibi hareket eden, gazetecileri azarlayan, talimatlar veren, onları cezalandırmaya kalkışan ama cevabını da alan Eric Edelman bu.. Onu çok iyi tanıyoruz... Aslında bu operasyonu biz beş yıl önce biliyorduk... Bir hatırlatma yapayım: 2005 yılında ABD Savunma Bakanlığı’nda patlak veren casusluk skandalı inanılmaz bir boyut kazanmıştı. Douglas Feith gibi (Edelman’la aynı cemaate) İsrail aşırı sağına mensup birinin yönetimi altında çalışan Larry Franklin adlı Pentagon çalışanının, ABD’nin Irak ve İran’a ilişkin gizli dosyalarını Amerikan-İsrail İlişkileri Komitesi’ne (AIPAC) aktarması (bu bilgilerin bir kısmı WikiLeaks tarafından yayınlandı), oradan da bu dosyaların İsrail’e ulaşmasıyla ilgili skandalın üstünu örtmek için çok çaba harcandı. Skandalın birinci ve ikinci adamları tespit edilemedi. Gerçi Douglas Feith gibi isimlerin ofisleri incelemeye alındı ama göstermelik bir soruşturmaydı bu. Olay kapatıldı.. WikiLeaks olarak bildiğimiz operasyon ile AIPAC arasındaki bağlantı daha 2005 yılında ortaya çıkmıştı.. WikiLeaks üzerinden yayınlanan bilgiler o döneme ait ama bir şey daha var: Casusluk skandalı aslında çok derin bir operasyonun küçük bir görüntüsüymüş.. Şimdi anlıyoruz ki, o zamandan beri operasyon devam ediyormuş.. Beş yıl önce bu konuyi tartışırken aslında bugünü tartışıyormuşuz.. AIPAC, Feith gibi, Edelman gibi ve dahe nice çok bilinen isim bu şebekenin içindeymiş... Bu dosya çok büyüyecek..
İbrahim Karagül, Yeni Şafak, 3 Aralık 2010 |
04.12.2010 |