Yeni Asyadan Size |
|
Risale-i Nur ve Diyanet |
Geçtiğimiz Ekim ayı başında İstanbul İlim ve Kültür Vakfının tertiplediği Risale-i Nur Sempozyumunun açılışında Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı sıfatıyla en dikkat çekici konuşmalardan birini yapan Prof. Dr. Mehmet Görmez’in, 4 Ekim’de haber olarak verip 12 Kasım’da da tam metnini yayınladığımız konuşmasının sonunda açıkladığı tarihî gerçeği, kendi ifadelerinden özetleyerek bir kez daha hatırlatacak olursak: “Mâlûm olduğu gibi, Risale-i Nur Külliyatı ülkemizin tarihinde muhtelif dönemlerde mahkemelerde yargılanmıştır. “Bu mahkemelerin de zaman zaman bilirkişi raporları desteğini alabilmek için Diyanet’e müracaatları olmuştur. “Türkiye’nin büyük mahkemelerine Diyanet’çe, Heyet-i Müşavere azalarınca, bazen il müftülerince takdim edilen tarihî belgeleri okuduktan sonra; iç dünyamda oluşan coşkuyu sizlerle paylaşmak istiyorum. “Türkiye’nin en zor zamanlarında Diyanet İşleri Başkanlığınca bu mahkemelere verilen 17 ayrı bilirkişi raporunda risalelerle ilgili menfî bir tek kelimenin olmayışının, Başkanlığın tarihine şerefle yazılması gereken bir belge olarak kaydedilmesini düşünüyorum. “Rize Müftüsü merhum Yusuf Karaali’den, Diyanet’i 25 yıl omuzunda taşıyan, emek veren Ahmet Hamdi Akseki merhuma kadar, Ali Rıza Hakses’e kadar, Heyet-i Müşâvere içerisinde yer alan bu büyük âlimlerin her birisi sizce ‘Henîen leküm, henîen leküm’ (Kutlu olsun) mesajını hak etmiyorlar mı?” Bu ifadelerin sahibi olan Prof. Dr. Mehmet Görmez, 10 Kasım’da Diyanet İşleri Başkanlığına getirildi ve ertesi gün, 11 Kasım’da, yaklaşık sekiz yıldır Başkanlık koltuğunda oturan Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’dan devraldı. Devir-teslimin gerçekleştiği gün, Genel Yayın Müdürümüz Kâzım Güleçyüz, Prof. Görmez’e şöyle bir tebrik mesajı gönderdi: “Sayın Prof. Dr. Mehmet Görmez, “Diyanet İşleri Başkanlığına getirilmeniz vesilesiyle tebriklerimi sunar, Allah’tan hayırlı başarılar dilerim. “Selâm, saygı ve muhabbetlerimle.” Prof. Görmez de, cevabî teşekkür mesajını, Kurban Bayramı tebriği ile birleştirerek verdi: “Dindarlık bilincimizi tazeleyen, millet olma irademizi diri tutan; birlik, beraberlik ve kardeşlik duygularımızı pekiştiren, rahmet dini İslâmın evrensel mesajıyla gönülleri dolduran Kurban Bayramınızı en içten duygularla kutlar; ülkemiz, İslâm dünyası ve bütün insanlık için hayırlara vesile olmasını Yüce Allah’tan niyaz eder; Diyanet İşleri Başkanlığı görevine atanmam sebebiyle gönderdiğiniz tebrik mesajı için çok teşekkür eder; bilvesile selâm ve sevgilerimi sunarım.” Göreve başlama mesajında son derece önemli ve anlamlı açılımların işaretlerini veren Prof. Görmez’e buradan da tekrar tebriklerimizi sunuyor; öncelikle ve özellikle, geçmiş dönemde yapılan ve halen de devam eden bazı yanlışların düzeltilmesinden başlayarak, Diyanet’i “İslâmın çağrısıyla 21. yüzyıl insanını buluşturma” hedefine yönelik çalışmalara yoğunlaştırma noktasındaki gayretlerinde Cenab-ı Haktan hayırlı başarılar niyaz ediyoruz. *** Bir cezaevi mektubu Nevşehir E tipi Kapalı Cezaevinden yazan Mehmet Güneri’nin mektubunu birlikte okuyalım ve mektubun sonunda dile getirdiği talebe özellikle dikkat edelim: Ben yaklaşık beş yıldır cezaevindeyim. Aslen Diyarbakırlı olup Adana’da ikamet etmekteydim. Bir yıldan beri Nevşehir Cezaevindeyim. Burada Yeni Asya’yı elimden geldiği kadar takip etmeye çalışıyor ve beğenerek okuyorum. Gazetenizin “seri ilânlar” bölümünde, Kayseri’de bulunan Nurs Kitabevinin reklamını gördüm. Sahibi Ahmet Serbest Beye mektup yazarak, kitap yardımında bulunmasını rica ettim. Allah sizden de, ondan da razı olsun, beni kırmayıp kitap gönderdi. Şimdi sizin aracılığınızla, Ahmet Serbest Beye teşekkür ediyorum. Vesile olduğunuz için size ve Yeni Asya’nın tüm elemanlarına da ayrıca teşekkürlerimi sunuyorum. Bu arada, bir rica ve talebimi de iletmek istiyorum: Bir takım Risale-i Nur Külliyatı edinmeme de yardımcı olursanız minnettar olurum. Saygılarımı sunar, başarılar ve saadetler temennî ederim. Allah’a emanet olun. 22.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
AKP ve adalet mefhumu... |
İsimlerin tedai ettikleri mânâ o kadar önemli ki… Çocuk isimleri üzerinde yapılacak araştırma, anne baba veya büyüklerin hayal dünyalarını, sevgilerini, tutku veya aşklarını tasvirleriyle ortaya çıkaracaktır. Şahsî teşebbüslerin meyveleri olan kurumlarda da buna yakın mânâların çağrışımı söz konusudur. 28 Şubat’ın darmadağın ettiği siyaset meydanında ‘yenilikçiler’ olarak yükselen hareketin neden ‘ADALET VE KALKINMA’ adını seçtiğini, bu hareketin isim babalarına sormak lâzım. ’Adalet’ ve ‘Kalkınma’ kelimelerini münferiden siyasî partiler tarihinde de görüyoruz. ’Kalkınma’yı evvela İTTİHAD’cılar kullanıyor. ’İttihad ve Terakkî’nin üç önemli sloganından birinin ‘Adalet’ olduğunu da bilvesile hatırlayalım. Daha sonra ‘Terakkiperver Cumhuriyet’ Fırkası kısa bir süre için kurulacaktır. Fakat en önemlisi 1960’larda 12 Eylül ihtilâline kadar ülkede ’demokratları’ temsil eden ‘Adalet Partisi’ olarak karşımıza çıkar. Adalet ve Kalkınma ismini alanlar yukardaki tarihî mânâları düşündüler mi, bilemiyoruz. Belki de Özal’ın yolundan giderek hem Kemalist İttihadcıları, hem demokratları, hem de Türkçüleri içine alacak siyasî bir oluşum düşünmüş olabilirler. Kendileri ‘siyasal İslâm’ yelpazesinden geldiklerinden 4 eğilimi de tamamlamış oldular. Yukarıdaki varsayımlarımız yalnızca birer fantezi de olabilir. Onlar hakikaten kültürümüzün ‘mülkün temeli’ kabul ettiği insanî adalet duygusunu esas almış da olabilirler. Hepimizin bildiği üzere Allah’ın büyük isimlerinden birisidir EL-ADL. Bediüzzaman Hazretleri İmam-ı Ali'nin (ra) mazhar olduğu altı büyük isimden biri olan ADL’i, Eskişehir zindanında tefsir eder. Bu yazımızda, insanî bir temel duygu olan adalet ihtiyaç ve talebinden yola çıkarak, aktüel siyasetin maalesef kirlettiği dindar AKP kadrolarına bir hatırlatmada bulunmak istiyoruz. Çoğu imam hatipli, dindar çevrelere mensup, muhafazakâr, taşralı, bir zamanlar fakrıyla iftihar eden ailelerin çocukları… Şu kirli siyasetin dünün temiz çocuklarını da bataklığına çektiğini esefle izliyoruz. Türkiye'nin en ücra köşesinden Ankara ve İstanbul gibi siyaseti dizayn eden merkezlere kadar; menfaat, rant, rüşvet ve haksız rekabetlerle kirlenen bir yapı oluşuyor Türkiye’de. AKP’li kadrolarla sempatizanlarının geçmiş dönemlerdeki ‘su-i istimalleri’ göstererek bugünleri müdafaaya imkânları var mı acaba? Dünde kalanlar ne dini temsil ediyorlardı, ne de dindarları… Onların namazları, haccı ve cemaatî mensubiyetleri onlara kimlik oluşturmuyordu. İnsanî veya İslâmî değerleri temsil iddiasında olmadıklarından, hataları yalnızca onları bağlıyordu. Oysa AKP hem insanî ve hem de İslâmî değerleri seslendirerek meydana çıktı. 80 küsur senedir Kemalizmin ve onun ordu içindeki misyonerleri olan ihtilâlcilerin inim inim inlettikleri mazlûm milletimiz, haklı olarak ‘insanî ve İslâmî’ sembolleri dalgalandırma iddiasındaki siyasî harekete ümitlerini bağladı.
ADALET DUYGUSUNA NE OLDU? İktidarın her iffetli ve namusluyu baştan çıkarabilecek cazibesine AKP’lilerin de kapıldığını söyleyenler o kadar çok ki... Bu iktidarın ‘ekonomik istikrar’ için desteklenmesi uğruna medyayı büyük rüşvetlerle susturan dahilî ve haricî çevrelere rağmen, hak ve adalet duygusunu millet nezdinde ciddî sarsıntılara uğratacak yüz misali bir çırpıda söyleyebilecek artık yüzlerce insan var meydanlarda.. Yeni anayasa düzenlemesiyle adalet arayanları içerdeki labirentlere sokan iktidar mensupları bu uzun yolu tamamlayamadan ölenlerin vebaliyle ‘’huzur-u İlâhî’ye çıkmayacaklar mı? Dünkü nutuk, vaaz ve müsamerelerde Kudüslü Hıristiyan kadın ile Sultan Selâhaddin’in hikâyesini anlatanlar dönüşüm projelerini, İstanbul’u kirleten piramitleri ve Fatih’in yeşilinin katledilişini de görmek zorundalar. Rum mimar ile Sultanın hikâyesini AKP’li kadrolar daha ortaokul sıralarında öğrendiler. İstanbul’u ve Ankara’yı idare edenler, İsveç ve Norveç idarecileri kadar korumasızca halkın arasına katılıp ‘İşte yakamız’ diyebiliyorlar mı? Halbuki biz Müslümanız. Hz. Ömer’in kendi işinde yaktığı mumu ders veriyoruz. Başta Başbakanımız ve Cumhurbaşkanımız olmak üzere AKP kurmaylarının çoğu Âkif in kocakarı ile Ömer oyununda rol almış insanlarımızdır. Başbakanın hafızasında: “Kenar-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu, gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer’den onu” mısraları da vardır. Demokrasilerde siyasî iktidarların ömrü çok kısadır. AKP’li kadroların bugün için birlikte hareket ettikleri İttihad ve Terakkîli Beyaz Türklerin ne kadar zalim ve acımasız olduklarını kendilerinden önce Türkiye’yi idare etmiş olanlara sorabilirler. Onlar yalnızca AKP’lileri vurmayacaklar, bu dindar siyasetçilerin şahsında insanî ve İslâmî değerleri de vuracaklar.
ENDİŞELERİMİZ.. Birçoğumuzun 28 Şubat’tan sonraki dönemden günümüze şahit olduğu negatif değişim ve dönüşümleri anlatmak için kitaplık çalışmalara ihtiyaç olacak. Değerlerimizin içinin boşaltılması, menfîden müsbete mânâ kaymaları ve ahlâkî erozyon. Şayet toplum ‘adalet’e itimad duygusunu kaybederse veya hukuku ‘ihkak-ı hak’ usûlüyle aramaya başlarsa ortaya çıkacak felâketin tasavvuru bile dehşetli olur. Adalet ve hakkaniyet mefhumlarının içlerini şahsî menfaatlerimiz uğruna boşalttığımızda, oradan cemiyetin içine anarşi sökün edecektir. Ahirzamanda kıt'aları yakıp yıkacak deccalın; anarşi, terör, zulüm, kaos ve tahribatla iş gördüğünü hepimiz biliyoruz. Deccala zemin hazırlama durumuna düşmeyelim. Devletin tahrip olduğu, emniyet ve asayişin kaybolduğu, dünyanın en büyük ADLİYE saraylarına güvenin sarsıldığı bir Türkiye’deki anarşiyi ancak bir üst kuvvete sahip bir istibdat durdurabilir. Bu istibdatlardan da herkesten önce biz zararlı çıkarız. Yani Müslümanlar… 22.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
Hediye paketi |
Arefe Günü Başbakan Yardımcısı Ali Babacan tarafından açıldı. Ortalık bayram yerine döndü. İş dünyası sevinçten uçtu. Borçlular çifte bayram yaptı. Çünkü; Sosyal güvenlik primleri için Haziran 2010, vergiler için 31 Temmuz tarihinden önceki borçlar yeniden yapılandırılıyor. Ayrıca; Su, atık su, elektrik borçları, trafik cezaları, Yurt-Kur ve KOSGEB’e olan borçlar, sahte fatura kullananlar, stok ve kasa mevcutları ile kayıtları arasında fark olan işletmeler, Varlık Barışı Kanunu’ndan yararlandığı halde yükümlülüklerini yerine getiremeyenler ve matrah arttırımında bulunmak isteyenler de tasarı kapsamında. Ne sağlıyor? Vergi aslına bağlı olarak kesilen cezalar ile idarî para cezalarının tamamı affediliyor. SGK’nın uyguladığı idarî para cezalarının yüzde 50’si siliniyor. Bütün borçlarda gecikme faizi ve zammı kaldırılıyor, yerine yıllık enflasyon oranında faiz getiriliyor. İhtilâflı alacaklarda borçlu dâvâsını geri çekerse; duruma göre ana paranın yüzde 50’si veya yüzde 20’sini ödeyerek kalan borçtan ve cezasından kurtuluyor. Stok ve kasa mevcudu ile defter kayıtları farklı olan mükellefler, cüz’î bir vergi ödeyerek bu farklılığı giderebilecekler. Geçmiş yıllarda beyan ettikleri matrahlarını belli oranlarda arttıran mükellefler hiçbir şekilde vergi incelemesine tabi tutulmayacak. Yeniden hesaplanacak borçlar 18 taksit halinde 36 aya yayılacak. Ödemeler kanunun çıktığı ayı takip eden üçüncü ayın sonunda, SGK ödemeleri için ise dördüncü ayın sonunda başlayacak. Özetlersek; Kesinleşmiş borçların ana parasında, yani vergi ve prim aslında herhangi bir indirim yok. Cezası, gecikme zammı ve faizi silinecek. Enflasyon oranında faiz alınarak ve 36 aya kadar vade tanınacak. Yerimiz kalmadı. Eleştirilerimizi saklı tutuyoruz. Şimdilik şu kadarını söyleyelim. Halen uygulanmakta olan gecikme faiz ve zammı oranları çok yüksektir. Oysa, gecikme faiz ve zammı, alacağın enflasyon karşısında değer yitirmesini önlemek amacıyla alınmalıdır. Ülkede enflasyon yüzde 8’lerde iken, bu oranların yüzde 23,40 olması insafla bağdaşmamaktadır. Gecikme faizi ve zammının enflasyon seviyesine çekilmesi halinde, kamu vicdanını yaralayan böyle af kanunlarına daha az ihtiyaç duyulacaktır. Şöyle bağlayalım. Borçlulara çifte bayram yaşatan hediye paketinden borcunu zamanında ödeyen dürüst insanların küçük de olsa gönlünü alacak bir jest dahi çıkmaması düşündürücü ve üzücü. 22.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Füze Kalkanı” oyunu ve yanıltması (1) |
AKP iktidarında Türkiye, ABD’nin iki milyondan fazla sivili katlettiği Müslüman komşu Irak ve yüzbinlerce insanın öldürüldüğü Afganistan işgaline tam destek verip kanlı “kirli savaş”ın ortağı edilirken, bu kez Amerikan küresel hegemonya ve çıkarlarına “kalkan” ediliyor. Gerçek şu ki, Türkiye topraklarında ve denizlerinde konuşlandırılacak “Oynak Füze Savunma Sistemi”, NATO paravanında makyajlanan Bush döneminden kalma bir “Amerikan projesi”. Zira, Amerikan Başkanı Obama, Savunma Bakanı Gates ve Genelkurmay Başkanı’nın onayladığı 17 Eylül tarihli Beyaz Saray damgalı “genel bilgiler”de açık açık “Füze savunma sistemi, İran tehdidi algılaması temeline dayalıdır” deniliyor. Polonya ve Çek Cumhuriyeti’nde oluşturulması plânlanan, ancak Rusya’nın karşı çıkması sebebiyle Türkiye üzerine odaklanan “proje”nin amacı, Pentagon belgelerinde açıkça “İran’a karşı Amerikan füzelerinin güçlendirilmesi” olarak tanımlanıyor. Diğer bütün Amerikan belgelerinde de füzelerin “ABD ve Güney Avrupa’yı İran’ın füze tehdidinden korumak(!)” olduğu belirtiliyor… Aslında Pentagon’un Avrupa ve NATO politikalarından sorumlu üst düzey yetkilisi Jim Townsend’ın, en başta Ankara ile derin görüşmeler yaptıklarını, Türkiye’ye yerleştirilecek füzelerin hedefinin İran olduğunu söylemesi, asıl hedefin İran olduğunun ikrarıydı… Bunun içindir ki, “İran” kelimesinin çıkarılması, bir yanıltma olarak karşımıza çıkıyor…
“KARŞIYMIŞ” GÖRÜNTÜSÜYLE KAMUOYU ALIŞTIRILDI… Bilindiği gibi, en evvel NATO Genel Sekreteri Rasmussen, “Tehdit altındayız. Dünyada 30’dan fazla ülke balistik füze teknolojisi üzerinde çalışıyor ve bazılarının menzili Avrupa’ya ulaşıyor” demişti. Peşinden Gates, ABD’nin Avrupa’ya kurmayı plânladığı yeni stratejik konsept çerçevesindeki “hava savunma kompleksi” için Türkiye’ye baskı yapmadıklarını, ancak konuyu uzun süredir görüşmeye devam ettiklerini duyurdu. Ardından Millî Savunma Bakanı Gönül, 19-20 Kasım’da Lizbon’daki NATO zirvesinde değişen yeni tehdit algılamasıyla alınacak kararla Karadeniz, Doğu ve Kuzeydoğu Anadolu’ya SM-3 ve Patriot PAC 3 füzelerin konuşlandırılacağını te’yid etti. Peşinden Başbakan Erdoğan, “Bu işin komutasının kime verileceği hususu”nu gündeme getirerek, “Özellikle topraklarımızın genelinde böyle bir şey düşünülüyorsa, zaten kesinlikle bu bize verilmeli, aksi takdirde böyle bir şeyin kabulü mümkün değil” dedi. “Tabiî yerleşim noktası bunların, çok çok önemli. Ve bu serpilme nerede olacak, nasıl olacak, bu önemli. Hangi irtifada olacak, bunlar önemli” diyerek, kamuoyuna “direndikleri” mesajını pompaladı. Erdoğan, bununla da kalmadı. “Lizbon Zirvesi’nde eğer mutabakat sağlanırsa ne âlâ, sağlanmazsa söyleyecek bir şey yok” cümlesiyle Türkiye’nin şartları kabul edilmezse vazgeçecekleri havasını verdi. “Şu anda verilmiş olan nihaî bir karar söz konusu değildir” cümlesiyle, Türkiye’nin ciddî bir müzâkere ve pazarlık içinde olduğu imajını vermeye çalıştı. Ne var ki, Güney Kore’ye giderken füze kalkanının ABD’nin projesi olduğunu nazarlardan kaçırarak, “NATO’nun bir üyesi olarak şüphesiz ki bu kapsamda atılacak bir adım” ifâdesiyle “Füze Kalkanı”na ilk “sıcak sinyalleri” çaktı. Seul’de görüştüğü Obama’ya “Füze Kalkanı” Projesi ile ilgili Türkiye’nin hassasiyetini aktardığını söyledikten sonra, “Bunun NATO çerçevesinde olması halinde bu adımı atabileceğiz” yeşil ışığını yaktı. Kısacası, hükûmetçe önce “Füze Kalkanı”na “karşıymış” görüntüsü verilerek kamuoyu adım adım hazırlandı!..
TÜRKİYE’NİN HANGİ HASSASİYETİ DİKKATE ALINDI? Ve “İngiliz Kraliyet ödülü” için Londra’ya giden Cumhurbaşkanı Gül’ün, “kararlarını verdiklerini” açıklaması, son nokta oldu. Erdoğan’ın dile getirdiği beklentileri tekrarlayan Gül’ün, zirvenin ikinci gününde “ilkesel olarak arzu ettiğimiz çerçevede bir karar çıktı” demesi bunun ifâdesi. Oysa “stratejik belge”de “İran” zikredilmezse de herkes hedefin “İran” olduğunu biliyor. Böylece, zirveye katılmak için Lizbon’a hareketinden önce, “İran veya başka bir ülkenin hedef gösterilmesini asla kabul etmeyiz” sözüyle Ankara’nın şartlarını âdeta bire indiren teminatının da bir anlamı kalmıyor. Neticede, ortaya attığı “Türkiye’nin çekinceleri”nin hiçbiri yerine getirilmeden, Türkiye “Füze Kalkanı” emr-i vakisine resmen getiriliyor. İleri sürülen “şartlar”ın kamuoyunu oyalamak ve alıştırmak taktiğiyle olduğu açığa çıkıyor. Ankara, baştan beri yetkililerin ağzından “Füze Kalkanı’ kararında öncelikle ülke menfaatlerinin esas alınacağı” iddiasındaydı… Sormak lâzım, “Türkiye’nin arzu ettiği çerçevede bir karar çıktı” mı? Türkiye’nin hangi hassasiyeti dikkate alındı? Komuta-kontrol Türkiye’de mi yoksa başkalarında mı olacak? Gerçekten “Füze Kalkanı”nda Türkiye’yi memnun edecek hangi talebi yerine getirildi ki Cumhurbaşkanı “memnuniyeti”ni bildiriyor? Bu soruların cevabı “ayrıntılar”a havale edilmiş; ve “ayrıntılar” da geleceğe ötelenmiş... Yani “Füze Kalkanı” Türkiye’de konuşlandırıldıktan ve iş işten geçtikten sonra… 22.11.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Füze savunma kalkanına alternatif kullanım alanları |
Kritik NATO zirvesi yapıldı ve beklenen oldu. Artık nur topu gibi bir füze savunma kalkanımız olacak. Hayırlı olsun. Türk heyeti sonuçlardan memnun. İran tehdit olarak ismen belirtilmedi. Gerçi Sarkozy oyunbozanlık edip “biz kediye kedi deriz” dedi. Yani tehdidin adının konulması gerektiğini ve bunun İran olduğunu belirtti. Bütün dünya –Rusya’nın da özel olarak onayladığı- bu savunma sisteminin İran’a karşı kurulduğunu biliyor; ama belgede İran’ın adı yazılmadı. Türkiye’nin diğer talepleri de –komuta kontrolde söz sahibi olma, istihbaratın NATO üyesi olmayanlarca paylaşılması gibi- kabul edildi. Peki şimdi ne olacak? Gelecek yıl Haziran ayına kadar sisteme nihaî şekli verilecek. Ondan sonra iş takvimine göre sistem kurulacak. Peki bu füze savunma sistemi ne işimize yarayacak? İran ‘düşman’ ya da ‘tehdit’ olarak belirtilmediğine göre, biz bu kalkanı başka amaçlarla kullanabilir miyiz? Bayram sonrası rehaveti içinde şöyle bir beyin jimnastiği yaparak, bu önemli kalkanı kimlere karşı kullanabileceğimizi bir düşünelim. İkide bir varlık sebebini Türkiye düşmanlığına dayandıran, boyuna bakmadan ülkemiz topraklarına göz dikmiş Ermenilere karşı kullanabiliriz. Ama yanlış anlamayın, Ermenistan’a karşı değil, her fırsatta her yoldan ülkemize girip karın tokluğuna kaçak işçilik yaparak, bizim işsizlerimizin ekmeğini elinden alan kaçak işçilere karşı kullanabiliriz! Biraz aşağı çevirip, Kürtleri hükümet pazarlıklarında zayıflatmaya ve Talabani’yi cumhurbaşkanı yapmamaya dayalı kulislerimizin işe yaramadığı, Talabani’nin de bunu bildiği ve husumet beslediği Irak’a karşı kullanabiliriz! Böylece Talabani’nin çatık kaşlarının altına gizlenmiş delici gözlerinden korunuruz. Hatta, hazır Irak’a çevirmişken, Kandil’den “çoban kılığında” gelip, karakollarımızı basıp yüreğimizi yakan teröristlere karşı da kullanabiliriz! Olmazsa, “Açın limanlarınızı girelim!” diye tutturan Kıbrıslı Rumların gemi ve uçaklarına karşı füze savunma sistemini kullanır, Türkiye’ye dümen kıran gemi ve rotasını çeviren uçakları sınırlarımıza sokmayız! NATO üyesi, AB kalesinin inatçı koruyucusu Merkel ve Sarkozy’nin engellemelerine karşı da ittifakın bu kalkanını kullanıp, ardına saklanarak arka kapıdan AB’ye girebiliriz! Yalnız savunma kalkanını iyi korumamız gerek. NATO petrol hatlarını delip, akaryakıt çalmayı meslek edinmiş hırsızlarımız, kalkanı da çalıp hurdacıya satmaya kalkabilir. Gördüğünüz gibi, NATO’nun inatla ülkemize kuracağı füze savunma kalkanı birçok alanda işimize yarayabilir. Şaka bir yana, İran’a karşı İsrail’i koruma asıl amacına hizmet edecek olan bu sistemin ülkemize faydası yukarıda sayılan ihtimallerde kullanılmasından bile daha az. Umarız, füze savunma kalkanı, ülkemizde ve bizim kontrolümüz dışında saatli bombadan farksız şekilde duran atom bombaları gibi, Timurlenk’in fili halinde başımıza kalmaz. 22.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Namazın bize kazandırdıkları |
Zübeyir Yürekli: “Namazın bize neler kazandırdığını iyi niyetle ve öğrenmek için soran öğrenciler var. Bu konuyu işler misiniz?”
Namaz öncelikle, bize, inşallah Allah’ın rızasını kazandırır. Bu özellik, Allah için kılmış olmamız şartıyla, eksik olsun, olmasın, bizim her namazımızda vardır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, her namaz, namazın yüksek nurundan hissedardır.1 Namazın bize neler kazandırdığı konusunda şüphesiz söz Kitap ve Sünnetindir. Namazın faziletlerini işleyen çok sayıda ayet ve hadis vardır. Onlardan sadece birkaçını buraya alabileceğiz. *“İman edip sâlih amel işleyenlerin, namazı kılıp zekâtı verenlerin mükâfatları Rab’leri katındadır. Onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” 2 *“Ancak defteri sağdan verilenler böyle değildirler. Onlar Cennettedirler. Mücrimlere sorarlar: “Sizi bu yakıcı ateşe sürükleyen nedir?” Onlar derler ki: “Biz namaz kılanlardan değildik! Düşkünü doyurmuyorduk. Batıla dalanlarla birlikte biz de dalıyorduk. Ceza gününü yalanlıyorduk. Ölüm bize o haldeyken geldi!”3 *Ubâde bin es-Sâmit (ra) der ki: Allah Resulü (asm) şöyle buyurdu: “Allah kullarına beş vakit namazı farz kıldı. Kim bunları hafife almadan ve kasten terk etmeden hakkıyla edâ ederse, Allah Teâlâ onu Cennetine koyacağına söz vermiştir. Kim de beş vakit namazı kılmazsa, Allah’ın onlara hiçbir vaadi yoktur. Dilerse azab eder, dilerse Cennetine alır.”4 *Ebû Hüreyre (ra) rivayet etmiştir: Resulullah (asm) buyurdu ki: “Her hangi birinizin kapısında günde beş defa yıkandığı bir nehir olsa, o kimsenin üzerinde kirden eser kalır mı?” Ashab-ı Kiram (ra): “Hayır, hiçbir kir kalmaz Ya Resulallah!” dediler. Bunun üzerine Resul-i Ekrem Efendimiz (asm): “İşte beş vakit namaz da böyledir. Allah bununla günahları imha eder!” 5 *Ebû Hüreyre (ra) der ki: Resûlullah’tan (asm) duydum. Buyurdular ki: “Kul önce namazdan hesaba çekilecek! Eğer namazı tamamsa kurtulacak, mesut olacak! Namazı tamam değilse perişan olacak, hüsrana uğrayacaktır! Eğer farz namazı eksikse, Allah Teâlâ: “Kulumun nafile namazları var mı bakın!” buyurur. Bunun üzerine noksan olan farzları nafilelerle tamamlanır. Diğer amellerindeki eksiklikler de bu şekilde tamamlanır.” 6 *Ebû Eyyüb (ra) anlatıyor: Bir adam: “Ya Resûlallah! Beni Cennete sokacak bir amel söyle!” dedi. Allah Resulü (asm): “Allah’a kulluk eder, O’na hiçbir şeyi ortak koşmazsın! Namazı kılar, zekâtı verir, akrabayı ziyaret edersin!” buyurdu. 7 *Umâre bin Rüveybetü’s-Sakafî (ra) anlatır: Resûlullah’tan (asm) duydum. Buyurdular ki: “Güneş doğmadan önce ve güneş batmadan önce namazını kılan kimse asla Cehenneme girmez!” 8 *İbn-i Mesut (ra) demiştir ki: Resûlullah’a (asm) sordum: “Hangi amel daha faziletlidir?” Resûlullah (asm) buyurdu ki: “Vaktinde kılınan namaz!” 9 *Ebû Firas Rabia bin Ka’b el-Eslemî (ra) anlatmıştır: Resûlullah (asm) ile beraber onun evinin kapısında geceler, ona abdest suyunu ve sair ihtiyaçlarını getirirdim. Bir defasında bana: “Dile benden!” buyurdu. Ben: “Cennette Seninle beraber olmak isterim!” dedim. Allah Resulü (asm): “Başka bir şey iste!” buyurdu. Ben: “İsteğim budur!” dedim. Resul-i Ekrem (asm): “O halde, çok secde etmek suretiyle nefsine karşı bana yardımcı ol!” buyurdu.10 *Ebû Hüreyre (ra) anlatmıştır: Bir adam Resûlullah’a (asm) gelerek: “Ya Resûlallah! Bana yaptığım takdirde Cennete gireceğim bir amel gösteriniz!” dedi. Allah Resulü (asm): “Allah’a ibadet edersin, O’na hiçbir şeyi ortak koşmazsın. Farz olan namazları dosdoğru kılarsın. Farz olan zekâtı verirsin. Ramazan orucunu tutarsın.” buyurdu. Adam: “Nefsim kudret elinde olan zata and olsun ki, ben, sizden işittiğim bu ibadetler üzerine hiçbir ibadet ziyade etmeyeceğim!” dedi. Adam dönüp gittiğinde Peygamber Efendimiz (asm): “Kim Cennet halkından birisini görmek isterse şu temiz yüzlüye baksın!” buyurdu. 11
DUÂ Ey Hâlık-ı Mütekebbir! Yalnız Seni büyük görmeyi, yalnız Seni tesbih etmeyi, yalnız Seni tehlil etmeyi, yalnız Sana hamdetmeyi, yalnız Seni tekbir etmeyi, yalnız Seni zikretmeyi, yalnız Senden havf etmeyi, yalnız Seni sevmeyi benden esirgeme! Bana, Sana yaklaşma lütfu ile iltifat buyur! Beni Sen’den uzak kılma! Beni Sen’den gafil bırakma! Secdemi halis kıl! Namazımı makbul kıl! Âmin!”
Dipnotlar: 1- Sözler, 21. Söz., 2- Bakara Sûresi, 2/277., 3- Müddessir Sûresi, 74/42-47., 4- Nesâî, Salât, 6., 5- Nesâî, Salât, 7., 6- Nesâî, Salât, 9., 7- Nesâî, Salât, 10., 8- Nesâî, Salât, 13., 9- Tirmizî, Salât, 173., 10- Rıyâzu’s-Sâlihîn, 106., 11- Buhârî, 5/688. 22.11.2010 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Harbî düşman yapmaz bunu |
Bayram haftası öncesinde yarım bıraktığımız konuya kaldığımız yerden devam ediyoruz. Meselenin özü ve özeti şudur ki: Halkın nazarında dindar olarak bilinen bazı mütecâvizler, hangi maksada hizmettir bilinmez, Üstad Bediüzzaman'a karşı hasmane bir tutum izlemeye başladılar. Akla hayale gelmedik isnat ve iftiralarda bulunuyorlar. Öylesine iğrenç karalamaları sıralıyorlar ki, bugüne kadar bunu ne harbî düşmanlar yapmış, ne de şeytana tilmizlik eden fırlamaların aklına gelmiş türden. Bütün bu saldırı ve kara çalmalar gösteriyor ki, tehlikenin büyüğü artık içeriden geliyor. Eskiden tehlike dışarıdan geliyordu. Buna karşı konulması nisbeten kolaydı. Şimdilerde ise, kurt gövdenin içine girmiş, bünyeyi habire kemirip tahribe çalışıyor. Meselâ, dost postuna bürünmüş birileri çıkıyor ortaya, bütün sermayesini Üstad Bediüzzaman'ın "seyyid olmadığı" üzerine bina edercesine ahkâm üstüne ahkâm kesiyor. O muazzez zâtın seyyidlerden olma ihtimaline dahi ateş püskürüyorlar. Niye ki? Bediüzzaman Hazretleri gibi şu âhirzamanda Kur'ânî bir çığır açan ve milyonların imânını kurtarmaya hizmet eden bir şahsiyetin seyyid olmasından daha mâkul, daha normal ne olabilir? Onun seyyid olmasından niçin bu derece rahatsızlık duyuluyor? Neden hop kalkıp hop oturuyorlar? Acaba bundan kimin hangi menfaati zedeleniyor? Bakınız, bu tahammülsüzlerden biri çıkıyor ve Üstad Bediüzaman'ın bir talebesinin hatıratını naklederken, sadece ve sadece "Kardeşim, sen Mehdi'yi göreceksin" kısmını cımbızlayıp nazara veriyor. Oysa, Hz. Üstad, o şahsın sorması üzerine şunları da söylüyor: "Annem Hüseynî, babam Hasenî’dir." (Şahiner; Son Şahitler–III : 238) Yani, Üstad Bediüzzaman, hem anne tarafından hem de baba tarafından seyyit olduğunu o zâta söylediği halde, bazıları kasıtlı şekilde bunu görmez ve asla görmek istemez. Çünkü, işlerine gelmez. Bakalım, bu kasıtlı saptırma ve karartmaların sonu nereye varacak? Allah ömür verirse bunu da görmüş oluruz. Gelelim, dost görünümlü bir başka karalama, saptırma ve hatta hiç görülmedik, duyulmadık saldırı örneğine...
Kaynak belirtme numarası
Kimseyi beğenmeyen, herkese bir kulp takan, adeta bir gurur ve kibir heykeli gibi karşımıza dikilen şahıs, yazdığı Sultan II. Abdülhamid'le ilgili kitabın özellikle 22 ve 23. sayfalarında Üstad Bediüzzaman hakkında vicdanları sızlatan iddia ve isnatlarda bulunuyor. Ve inanın, bunların tamamı desteksiz atışlardır. Hiçbir iddiasına delil, ispat getirmiyor, kaynak ismi belirtmiyor. Sadece ve sadece konudan bağımsız bir tek cümlesinin sonuna Üstad'ın "Nutuk" isimli kitabı için "Kütübhâne–i İctihad, İstanbul, 1326" diye bir not düşmüş ki, bu da tamamen bir kandırmacadan, bir yutturmacadan, bir göz boyamadan ibarettir. Zira, o kaynak eserin muhtevasıyla, müfterinin iftiraları arasında zerrece bir bağ, bir münasebet yoktur. Bu kaynak belirtme numarasıyla, gûyâ diğer iddialarına delil getirmiş gibi havayla okuyucuyu resmen yanıltmaya çalışıyor. Gelelim "Abdülhamid meddahı" patentli yazarın, Nutuk kitabıyla da, hak ve hakikatla da hiçbir alâkası bulunmayan isnat ve iftiralarına... Ezcümle, diyor ki: 1) Sultan Abdülhamid'e muhalefet kendilerine hiç yakışmayan Bediüzzaman Said Nursî, pek geç kalmış olsa da, âhir ömründe bundan dolayı nedâmet göstermiştir. 2) Bediüzzaman, 1960 yılında vefâtıyla nihayetlenen Urfa seyahatine çıkarken, Sultan Abdülhamid'in Ankara'daki torunu Namika Sultan'ın evini ziyaret etmiş ve dedesi adına ondan helâllik dilemiştir. (Devamla... "Hakikaten o anda Urfa'ya gitmek üzere yola çıkmış bulunuyordu. Urfa'ya varmış ve kısa bir müddet sonra da orada vefat etmiştir." S. Abdülhamid, s. 22) 3) Said Nursî, Zeynep Kâmil Konağında bir konferans vermiş ve Sultan II. Abdülhamid hakkında ileri–geri sözler sarf ederek "Sultan tek başına koca bir sarayı işgal ediyor. Çıksın oradan! Ben orayı mektep yapacağım!" demiştir. 4) Said Nursî, Sultan Abdülhamid'le ilgili sözleri yüzünden tımarhaneye sevk edilmiş. Ancak, doktorlar: “Aklında bir noksanlık olmadığını ve sırf görgüsüzlüğü sebebiyle yakışıksız sözler sarf ettiğini” söyleyerek onu serbest bırakmışlar. Daha sonra Mabeyn’e gelerek Padişah ile görüşmek istemiş, fakat bütün ısrarlara rağmen belindeki hançeri çıkarmak istemediğinden, bu görüşme vaki olamamıştır. 5) Sultan Reşad'dan Van'daki medrese için para almış ve hayatının sonuna kadar bu parayla yaşamış. Arta kalan altınlarla da, bugünkü Hayrat Vakfı kurulmuştur. (Age, s. 23) Söz konusu kitapta, daha başka hezeyanlar, desteksiz isnat ve iddialar da var. Fakat, daha fazla sabrınızı zorlamadan, cevaplara geçelim... * * * 1) Daha evvelki bölümlerde ve daha eski yazılarımızda da genişçe ifade ettiğimiz gibi, Üstad Bediüzzaman, Sultan Abdülhamid'in şahsiyetini hedef alan, onu tahkir veya tezyif edici beyanlarda bulunmadığı için, bir özür dileme, bir nedâmet duyma durumu da söz konusu değildir. Ömrünün sonuna kadar telif ettiği kitap ve lâhikaların hiçbirinde, hürriyeti, meşrûtiyeti müdafaa ettiğinden dolayı bir pişmanlık duyduğunu yazmamıştır. Asıl, fikrinden dolayı Bediüzzaman'ı hapse atıp cezalandıranların ondan özür dilemesi gerekir: Hem Mutlakiyetçilerin, hem İttihatçıların, hem de Halkçıların... 2) Bediüzzaman Hazretleri, 23 Mart 1960'ta vefatıyla neticelenen Urfa yolculuğu esnasında Ankara'ya uğramış dahi değil. Yol güzergâhı, Emirdağ'dan hareketle İsparta, Konya, Pozantı, Adana, Antep ve Urfa şeklinde olmuştur. Yol arkadaşı talebelerinin anlattıkları meydanda; hatta şoförlüğünü yapan Muhterem Hüsnü Bayram halen hayatta. Dolayısıyla, yazarın "Ankara'dan geçti..." şeklindeki sözleri tamamiyle bir uydurmadan ibarettir. Tıpkı, diğer uydurmaları gibi... 3) Bediüzzaman, idamla yargılandığı Divân–ı Harb–i Örfî Mahkemesinde, bu konuda Sultan Abdülhamid'e hitaben gazete lisânıyla şunları söylediğini beyan ediyor: “Münhasif (sönükleşmiş) Yıldız’ı dârülfünûn et, tâ Süreyyâ kadar a‘lâ olsun...." (Bkz: Aynı isimli eser, Yarı Cinayet bölümü.) Kaldı ki, Bediüzzaman'ın öyle nezâketten uzak sözleri sarf etmek gibi bir âdetinin olmadığına, onu tanıyan ve eserlerini okuyan yüz binler şehahet eder. 4) Bediüzzaman Hazretleri gibi bir şahsiyeti "görgüsüzlük"le itham eden ve Sultan Abdülhamid'le görüşememenin yegâne sebebini de belindeki kamayı çıkarmaması şeklinde iddialar savuran bir kimseye ilk defa rastlanıyor. Bediüzzaman'ın idam edilmesini isteyen harbî düşmanları dahi ne böylesine iftiralar uydurmuş, ne de bu tarz sözleri sarf etmiş. 5) Bu şeni' iftiraya, bir hafta önceki yazılarda cevap verdik. Ayrıca, şunları ilâve etmekte fayda var: Üstad Bediüzzaman'ı az–buçuk tanıyan, eserlerini okuyan herkes, onun istiğnâsına şahitlik eder. Onun kimseden en ufak bir yardım talebinde bulunmadığını, kimsenin hediyesini dahi mukabilsiz almadığını bilir. Kaldı ki, Üstad'ın Sultan Reşad'la seyahati 1911 Haziran'ında olmuş, ardından Balkan ve Dünya Harbleri yaşanmış, Üstad Ruslara esir düşmüş, iki buçuk yıl süren esaretten sonra İstanbul'a gelip Dâr'ulhikmeti'l-İslâmiye'de en yüksek maaşla çalışmaya başlamış ve bu maaşının kısm–ı âzamını da kitaplarının basımına sarf edip meccânen dağıttırmış. Hayatı boyunca çok az bir gıda ile tagaddi eden, 84 yamalı cübbesini dahi atmayıp hususî hayatında giyinen, daima "âzamî iktisad" düsturu ile yaşayan bir insana, tutup "devletin parasını yedi" diye iftira atmak, âhirette olduğu gibi her halde dünyada dahi karşılıksız kalmayacak.
NOTLAR: 1) Aynı şahıs(ların) kabih iftiralarına Muhterem Abdülkadir Badıllı'nın da gayet müskit ve müstakim cevaplar verdiğini, internetteki birkaç web sitesinde gördüm. Arzu edenler, o adreslerdeki yazılara da bakabilir. (iftiralar.blogcu.com; www.ihvanforum.org) 2) Bu arada, Hayrat Vakfından bir açıklama gelirse, onu da maalmemnuniye dikkate alırız. 22.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Fitne ve fesatla imtihanımız |
Galiba en az düşündüğümüz şey, bu dünyaya imtihan olmaya gönderildiğimiz gerçeğidir. Her şeyle, her hâlimizle imtihandayız… Fitne ve fesat ateşiyle de... Kelâm-ı Ezelî olan Kur’ân’da buna şöyle işaret edilir: “Biz insanı meşakkat, imtihan ve çile ile içli dışlı yarattık.”, “Kötülüklerden dönüş yaparlar diye onları gâh nimetler, gâh musîbetlerle imtihan ettik.” 1 Fitne; belâ, imtihan, sıkıntı, mihnet, meşakkat demektir. Istılâhî anlamı ise; insanlar ve mü’minler arasında tefrika çıkarmak, onlara zarar vermek, sıkıntıya, günaha sokmak; isyana teşvik etmektir. Enfal Sûresi 28. âyette geçen, “evlâtlarınız, sadece birer fitne” kelimesi, kimi zaman belâ ve musîbet şeklinde yorumlanmıştır. Oysa burada, “imtihan” anlamında. Fitneyi, cinnî şeytanlardan ders alan insîler körükler. Bazı saf Müslümanların da âlet olduğuna Kur’ân şöyle dikkat çeker: “Aranızda onları/fitnecileri dinleyecek kişiler de vardı.” 2 Bunlar öyle oyunbaz ve dessaslar ki, İslâm hakikatlerini, hatta Kur’ân’ı da fitnelerine âlet edebilecekleri şöyle haber verilir: “O Kur’ân’ın âyetlerinden bir kısmı, mânâsı açık olan muhkem âyetlerdir ki, kitabın aslı ve anası bunlardır. Diğer bir kısım âyetler ise müteşabih âyetlerdir. Kalblerinde sapıklığa meyil bulunanlar, muhkem âyetleri bırakıp fitne aramak ve yalan yanlış yorumlamak için müteşabih âyetlere yönelirler. Halbuki o âyetlerin tefsirini Allah’tan başkası bilemez. İlimde derinlik ve istikamet sahibi olanlar ise, ’Biz buna inandık; hepsi Rabbimizin katından indirilmiştir’ derler. Bunları ancak akıl sahibi olanlar düşünüp anlar.” 3 İfsat komitelerinin özellikle gençlerin heyecan ve duygularını tahrik ederek kullanabileceklerine, Peygamberimiz (asm) “Ümmetimin helâkı sefih gençler eliyle olacak” 4 şeklinde işaret eder. Son Elçi (asm), “İçimizde salihler, dindarlar olduğu halde helâk olur muyuz?” sorusuna “kötülükler çok olunca” diye cevap vermişti. 5 Yine Medine’de sahabelerine “Ben şüphesiz evlerinizin içine yağmur gibi girecek fitneler görüyorum” 6 buyurmuştu. Acaba, belâ, sıkıntı, mihnet ve musîbet olan “ayrılık fitnesini” nasıl savuşturabiliriz? “Allah’ın ipine sımsıkı sarılmak”, fitnecilerin oyunlarına gelmemek, tesanüd, metanet, birlik ve beraberliği sürdürmek ve müteyakkız olmakla... Gaybâşinâ gözüyle asırları tarayan Peygamberimiz (asm), “Yakında büyük fitneler olacak, o fitnelerde (yerinde) oturanlar ayaktakilerden, ayaktakiler yürüyenlerden, yürüyenler koşanlardan, daha hayırlı olacaklar. Kim o fitne içinde bulunmuş olursa, ondan uzak dursun. O zaman bir iltica yeri, sığınacak mekân bulursa ona sığınsın.” 7 Bir başka hadis-i şerifte ise, “İleride büyük fitneler olacak, kişi o fitnelerde kardeşinden ve babasından ayrılacak” 8 buyurarak inanç, fikir ayrılıklarına, felsefik akımlara da işaret eder. Unutmayalım, yüce Nebî (asm) asırları tarayan uyarısını yaptı: “Fitne uykudadır. Allah, onu uyandırana lânet etsin.”
Dipnotlar: 1- Kur’ân, Beled, 4., A’raf, 168.; 2- Kur’ân, Tevbe, 47.; 3- Kur’ân, Âl-i İmrân, 7.; 4- Sahihu’l-Buhari, VIII, 88; Sunenu İbn-i Mace II, 1331 (no: 4015).; 5- A.g.e., 88; Sunenu İbn-i Mace II, 1305 (no: 3954).; 6- A.g.e., 89.; 7- A.g.e., 92; Tefriru’l-Kur’âni’l-Azim II, 43; Sunenu İbn-i Mace, II, 3961.; 8- el-Müfredat s. 61.; 9- Ramuz El Ehadis, Sh: 226, No: 5. 22.11.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
S. Bahattin YAŞAR |
|
Her şeyi duygu taşır, her şey duygu taşır |
Her şeyin duyguya dokunan bir tarafı vardır. Duygusuz ne bir adım atılır, ne de bir nefes alınır. Yaşamak isteği bile bir duyguya dokunur. Bir ağ gibi hayatımızın her anını örmüştür duygular. Sevgi, şefkat, vefa, merhamet, sabır; keder, acı, nefret, intikam hepsi duygu etrafında gelişiyor. Yani içinde duygu olmayan hiçbir şey yok gibi. Duygusuzluk da duygu yoksunluğunun sonucu. Yani boşluk yok, anlamlı olanlar yoksa, anlamsızlar olacak demektir. Kâinatın yaratılışı sevgi üzerine ise, duygusuzluk diye bir şey yoktur. O maya her şeyi sarmıştır. Duygu anlamdır. Onun için duygusuz bir bakış anlamsızdır. İçinde duygu olmayan bir kelime, anlamsızdır. Duygu olmaksızın bir yerlere gitmek, bir şeyler konuşmak, bir şeyler yapmak imkânsızdır. Her şeyi duygu taşır, her şey duygu taşır. Her şey dönüp dolaşıyor bir şekilde duygu etrafında gelişiyor. Ham düşünceyi, duygu olgunlaştırıyor. Ham davranışları duygu şekillendiriyor. Duygu, cansız cisimlere şekil veriyor, hayat veriyor. Hasılı duygu Yaratıcının Kendinden insana sunduğudur. ** Eğitim sisteminin ıskaladığı en büyük gerçektir, duygu. Okul öncelerinden başlayıp, ta üniversite sıralarına kadar süren eğitim serüvenimiz, ne acı ki ‘duygusuz’dur. Duyguyu eğiten, ortaya çıkaran bir dersimiz yok. Duygu eğitimi diye bir şeyler duymadan mezun olan nice öğrenciler oldu. Duyguları eğitilmeden ellerine silâh verilen nice güvenlikçilerimiz oldu. Onun için eli silâhlı, ama duygusu yontulmamış sureten insanlar, korumakla görevli olduğu nice köylerin, köylülerin canlarına okudular. Sureten insanlar, bir kocaman hayatı siret olarak canavarca yaşadılar ve yaşattılar insanlara. Duygu eğitimi görmeden, duygulara dokunan öğretmenlerimiz, duygusuz dokunuşlarla nicelerin hayatını kararttılar. Duygu işlemesini bilmeden evlenen nice gencimiz, dünyaya gelen misafirlerine nice acı, duygusuz dokunuşlar yaptı, onların hayatlarına duygusuzluğu kattı. İnsanla muhatap olanlara, olacaklara nasıl duygu kontrolü yapılmaz, nasıl onlar eğitilmeden çıkıveriyorlar insanların karşılarına, bu şaşkınlık verici… Onun için insanlar cumhurbaşkanı oldu, başbakan oldu, bakan oldu, general oldu, öğretmen oldu, doktor oldu, patron oldu, zengin oldu, baba oldu, anne oldu, oldu, oldu, oldular…Ama bir şey olamadılar. Duygu dolu insanlar, duygu yüklü insanlar olamadılar. Onun için de hak, hukuk, adalet görmediler incittiler, ağlattılar, dağıttılar. Duygu ayarı, duygu freni, duygu dengesi olmadan, insanlara yüklenen bütün güçler insanı mutlu etmedi. Fizyoloji eğitildi, uyarıldı, ama psikoloji ihmal edildi. Onun için de psikoloji fizyolojiyi de yok etti. ** Eğitim sistemimiz duyguyu keşfetmelidir. İnsanların iç dünyalarındaki duygu paketçikleri, kilitli bir hazine gibi açılacağı günü bekliyor. Her biri açılsa, hayat, hem o paketçikleri taşıyanlar için ve hem de onlarla yaşayanlar için ne de güzel olacak. İnsanın duyguları eğitilmeden mutluluk olmayacak. Sevgi eğitimi, merhamet eğitimi, vefa eğitimi, şefkat eğitimi, sabır eğitimi, duâ eğitimi, tahammül eğitimi, öfke eğitimi… İşte insan, eğitildiği kadar insandır. Bir gün eğitim size şöyle seslenecek; vefa dersine hoş geldiniz. Merhamet eğitimine hoş geldiniz. Şefkat eğitimine hoş geldiniz. Vicdan eğitimine hoş geldiniz. Hayali bile güzel. Kimin bu güç kaynaklarına ihtiyacı yok ki. Bu eğitimleri biz insanlar olarak sadece eğitimden beklersek, çok bekleriz. Buna hemen başlamalıyız. Sevgi potansiyelimizi arttırmak, dizginlemek biraz olsun öfkemizi, anlık tepkilerden uzak tutmak kendimizi, ‘hasbünellah’ diyebilmek, ‘vardır bir hayır’deyivermek çok anlamlı. O zaman bireysel olarak diz çökmeli kitapların önünde. Diz çökmeli, âlimlerin derslerinde. Diz çökmeli, yaşı/yaşadıkları büyüklerin önünde. Ve diz çökmeli, duyguyu hayata katan, şefkati insana bağışlayan yüce Kudretin önünde. ** Duyguyu keşfetmeliyiz. Evde, okulda, iş yerlerinde ve hayatın her yerinde o var. Duygu ile daha yakından tanışmalıyız. Duygumuzu büyütmeliyiz. Olgunlaştırmalıyız. O olgunlaştıkça, biz de olgunlaşacağız. Çünkü biz taşıdığımız duyguyuz. Evet, her şeyi duygu taşır, her şey duygu taşır. 22.11.2010 E-Posta: [email protected] |