Süleyman KÖSMENE |
|
Kalplerin mühürlenmesi |
Ahmet Bey: “Kalplerin mühürlenmesi ne demektir?”
Bakara Sûresi’nin konuyla ilgili âyeti şöyledir: “Kâfirleri uyarsan da, uyarmasan da birdir; onlar inanmazlar. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinde de perde vardır; büyük azap onlar içindir.” 1 Âyette kalplerin ve kulakların mühürlenmesi, küfür sıfatı zikredildikten sonra telâffuz edilir. Öncelikle buradan; küfür sıfatının kalplere tek başına zulmet ve karanlık vermeye yeterli olduğu anlaşılır. Küfür karanlığına düşen bir kalp insafsızdır, merhametsizdir, duyarsızdır, taşlardan daha katıdır. Küfür karanlığı içinde bocalayan kulaklar ise, etrafında sayısız varlıkların hâl veya söz diliyle Allah’a olan yakarışlarını, zikirlerini ve tesbihlerini işitmezler, duymazlar; hakka karşı duyarsızdırlar; hakikata karşı ilgisizdirler. Bu inat onlarda âdeta kemikleşmiş; âdeta karakter hâline gelmiştir.2 Allah Resûlü (asm) Mekke’de zor şartlarda bütün müşriklere on iki yıl hakkı tebliğ eder, fakat müşriklerden çok fazla inat ve inkârla beraber akıllara durgunluk verecek ölçüde eziyet ve hakaretler görür; kendisine az denecek sayıda bahtiyar iman eder. Hicretten sonra Medine’de ise büyük coşku ve heyecanla karşılanmakla beraber, Medineli Yahudilerden de bu def’a beklenmedik kin ve husûmetle karşılaşınca insanların hak dine karşı bu menfî direnişleri üzerine çok hüzün duyar. Çünkü onun (asm) öyle şefkatli ve re’fetli bir kalbi vardır ki, bütün insanların topyekûn iman etmesini, topyekûn hakka gelmesini ve neticede topyekûn Cehennem’den kurtulmasını büyük bir arzu ve iştiyakla istemektedir. Bir tane Allah kulunun bile Allah’ın vahiy dairesinin dışında kalmasını istemez; bundan büyük ıztırap duyar. Oysa insanların çoğu, taşlaşmış kalplere sahiptirler ve imanın inceliğini, nezaketini ve zarafetini kavramamaktadırlar. Cenâb-ı Hak, Resulünün (asm) bu hüzünlü hâli üzerine bu iki âyeti nazil buyurarak bir nevî tesellî veriyor. Bu âyetlerden birincisinde geçen, “Uyarsan da, uyarmasan da birdir; onlar iman etmezler” ifadesinden, “uyarı” görevinin yapılmasının neticesiz olacağı mânâsını çıkarmak doğru olmaz. Çünkü Allah Resulü (asm), yine Kur’ân’ın ve hatta aynı sûrenin, “Doğrusu Biz seni hak ile müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Sen Cehennemliklerden sorumlu tutulmayacaksın!” 3 beyanıyla müjdeci ve uyarıcı olarak görevli bulunmaktadır. Bu durumda, yukarıda geçen âyet, Allah Resûlüne (asm) uyarı görevi esnasında mahzun olmaması gerektiğini; çünkü onların kalplerinin katılaşmış bulunduğunu; küfür onların karakterlerine işlemiş ve artık vazgeçilmez bir alışkanlık halini almış olduğunu; uyarı görevinin ötesinde, inanmamalarından ötürü üzüntü duymaması gerektiğini vurgular niteliktedir. Hemen ardından gelen âyette ise onların kalplerinin ve kulaklarının mühürlenmiş olduğunu, gözlerinde de bir perde bulunduğunu beyan ederek; onların kalplerinin, kulaklarının ve gözlerinin hakka kapalı bulunduğunu “bir vakıa tesbiti” sadedinde beyan eder. Yani onlar kendi tercihleriyle küfre girmişler, kendi tercihleriyle hakkı dinlememektedirler, kendi tercihleriyle küfürde kalmaya devam etmektedirler. Seni dinlemezlerse üzülme, kendini yıpratma; sen insanların tabiatlarını ve alışkanlıklarını değiştiremezsin; zaten değiştirmekle de mükellef değilsin, mânâsını vurgular mahiyettedir. Bu âyetler, insanların çoğunluğu neden fitne-fücurda, günah ve haramlarda boylu boyunca gömülmüşler, küfür ve isyan içinde yaşayıp gidiyorlar ve hakkı dinlemiyorlar, diyen bütün ehl-i hak için de büyük bir mânevî moral ve tesellî kaynağı teşkil etmektedir. Zira günümüzde de insanlar hakkı dinlememektedirler; günümüzde de birçok insanın kulakları kapalı, gözleri perdelidir; günümüzde de insafsızlık, vicdansızlık ve merhametsizlik diz boyudur; had safhadadır! Bu gün de hak ve hukuk çiğnenmekte, imansızlık girdabında insanlık şerefi payimâl edilmektedir. Bütün bunlar, insanların içinde bulundukları imtihan sırrının da bir gereğidir. O halde bütün bunlarla beraber, ehl-i hak için ümitsizlik yoktur; karamsarlık yoktur; çıplak uyarı ve tebliğ görevinin ötesinde, hayal kırıklığı olmamalıdır. Kalplerin mühürlenmesi teriminden, “İsteseler de hidayete gelmeyecekler” mânâsını çıkarmak da doğru değildir. Her ne kadar hidayet, Cenâb-ı Hakk’ın takdir ve dileğiyle mümkün olsa da; kul ne kadar katı yürekli ve haşin tabiatlı olursa olsun; tevfik ve hidayeti istediği takdirde, Cenâb-ı Hakk’ın ona hidayeti nasip etmesi ve muvaffakiyet vermesi, Rahmetinin şe’nindendir. İslâmiyet öncesi katı yürekli ve haşin Ömer’le; Müslüman olduktan sonra âdil ve cesur Ömerü’l-Faruk (ra), bu mes’elede bize örnek olarak yeter.
DUÂ Ey Kuddûs-u Rahîm! Nefsimi günahlarda bırakma! Kalbimi kirlerden arındır! Gönlümü dünyada bırakma! Ruhumu evhamdan arındır! Aklımı hevesâtta bırakma! Duygularımı vesveselerden arındır! Yüzümü affınla tathir eyle! Amel defterimi seyyiâtlarımdan arındır! Seyyiâtımı hasenata tebdil eyle! Ömrümü dalâletlerden arındır! Yoluma hidayetini refik eyle! Sırrımı gazab edeceğin fesâdâttan arındır! Gözümü görmez, kulağımı işitmez, aklımı kavrayışsız kılma! Kalbimi hakâika mühürleme! Âmin!
Dipnotlar: 1- Bakara Sûresi, 2/6-7. 2- İşârât’ül-İ’câz, s. 71. 3- Bakara Sûresi, 2/119. 11.11.2010 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Mağdur kişi, özür diler mi? |
Defalarca yazıp söyledik: Sultan II. Abdülhamid'in şahsiyeti ile siyasetini birbirine karıştırmamalı. Bunları ayrı ayrı ele alıp değerlendirmeli. Aksi halde hatadan, yanlıştan kurtulmanın imkân ve ihtimali yoktur. Zira, şahsî hayatı noktasında cidden dindar, mazbut, muttaki ve dirayetli bir şahsiyet olan Sultan Abdülhamid'in takip ettiği veya mecbur olduğu siyaset, aynı derece müsbet ve mazbut değildir. Üstad Bediüzzaman'ın gerek Divân–ı Harb–i Örfî, gerekse Münâzarât isimli eserlerinde ifade ettiği gibi, Sultan Abdülhamid, zâtında şefkatli ve hatta velî derecesinde bir padişah iken, otuz yıl müddetle takip etmiş olduğu siyaset ise "zayıf istibdat" mânâ ve mahiyetini taşımaktadır. Bediüzzaman Hazretleri, tâ başından beri taşımış olduğu bu çerçevedeki fikir ve kanaatini hayatının sonuna kadar da muhafaza etmiş ve asla değiştirmemiştir. Elimizde belge var. Kupürünü gördüğünüz Osmanlıca elyazması ifadeler, Divân–ı Harb–i Örfî isimli eserin son tashihli nüshasının başında yer alıyor. Tarih olarak da, 1950'li yılların ortalarına denk düşüyor. Zira, orada bu eser için "Kırk altı sene evvel tabedilen..." ifadesi kullanılıyor ki, bu da 1910–11 senelerini gösteriyor. İşte, bu kaynak eserin gerek 1910'lu ve gerekse 1950'li nüshalarında, şu ifadeler aynen yer almaktadır: "Vakta ki, hürriyet divânelikle yâd olunurdu; zayıf istibdat, tımarhaneyi bana mektep eyledi... Vakta ki, itidal, istikamet, irtica ile iltibas olundu; meşrûtiyette şiddetli istibdat, hapishaneyi bana mektep eyledi." (Ayrıca bakınız: Eski Said Dönemi Eserleri, İki Mekteb–i Musîbetin Şehâdetnâmesi başlıklı bölümün Mukaddime'si, s. 117; YAN, 2009, İst.) Demek ki neymiş? Said Nursî, Sultan Abdülhamid'in şahsiyeti ve siyaseti hakkında bundan yüz sene evvel ne demiş ve ne yazmışsa, hayatının sonuna kadar da aynı düşünce ve kanaati muhafaza etmiştir. Dolayısıyla, bazı konu cahillerinin ortaya çıkıp "Üstad Bediüzzaman, Sultan Abdülhamid hakkında yanılmıştır, hata etmiştir, tezata düşmüştür, neticede özür dilemiştir..." tarzında iddialarda bulunması, tamamıyla bir hezeyandır, ilmî/fikrî hiçbir kıymet–i harbiyesi yoktur. Bediüzzaman Hazretleri, hâşâ Sultan Abdülhamid'in şahsına hakaret mi etmiştir? Tahkir veya tezyif edici bir söz mü söylemiştir? Bu meyanda bir tek delil, en küçük bir hüccet gösterilebilir mi? Asla... O halde, Said Nursî, niçin özür dilesin ve hangi sözünden dolayı bir nedâmet ihtiyacı duysun? Bediüzzaman Hazretleri, daha sonraki devirlerde, yani İttihat ve Terakki ile tek parti hükümetleri için sırasıyla "şiddetli istibdat" ve "mutlak istibdat" tâbirlerini kullanmıştır. Ancak, Sultan Abdülhamid devrinin mutlakiyet idaresini de "zayıf istibdat" şeklinde nitelemiş ve son tashihli eserlerinde dahi bu ifadeyi değiştirmemiştir. Demek ki, Said Nursî için herhangi bir özür, bir yanılma, bir nedâmet durumu söz konusu değildir. Aksini iddia, hata olur, iftira olur, yalancılık olur. Yalan ise, bir "lâfz–ı kâfir" olup, mü'mine, Müslümana asla yakışmaz. Hem, Üstad Bediüzzaman, kendisini cezalandıranlardan niçin özür dilesin ki? Sırf hürriyet, meşrûtiyet ve maarif hakkında fikir beyan ettiği için cezalandırılan, önce tımarhaneye, ardından tevkifhaneye sevk edilen bir mazlûm, kalksın bir de ona bu musîbeti yaşatanlardan özür mü dilesin? Bediüzzaman hakkında bu yalanı uyduranların kendisi öyle mi yapıyor? Meselâ, kendilerini cezalandıran Kemalistlerden özür diliyorlar mı? Evet, gadre uğrayan mazlûmların Kemalistlerden özür dilemesi ne kadar abes ise, Üstad Bediüzzaman'ın da kendisini "mekteb–i musîbet"e atanlardan özür dilemesi o derece abestir. Bediüzzaman Hazretleri, abesle iştigal etmez ve etmemiştir.
(Devamı var)
Tarihin yorumu 11 Kasım 1938
Siyasette II. Devr–i İsmet
M.İsmet Paşa, M. Kemal'in ölümünün ardından—M. Fevzi Paşanın Meclis'e gözdağı mahiyetindeki tavrının da tesiriyle—Cumhurbaşkanlığına seçildi. Böylelikle, İsmet Paşanın siyasette "II. devr–i iktidarı" başlamış oldu. İsmet Paşanın siyaset hayatını üç döneme ayırmak mümkün. Enteresan olan, bu dönemlerin her birinin 12 sene sürmüş olmasıdır. Birinci 12 yıllık devir: 1925'teki kanlı Şeyh Said Hadisesi ile başlayıp, 1937 yılındaki Dersim katliâmıyla son bulmuştur. İkinci 12 yıllık devir: M. Kemal'in 1938'de ölmesiyle başlayıp, Demokratların zaferiyle neticelenen 1950 seçimlerinde sona ermiştir. Üçüncü 12 yıllık devir: 1960 Darbesinin ardından başlayıp, CHP Genel Başkanlığı koltuğunu Ecevit'e kaptırdığı 1972 yılında son bulmuştur. İsmet Paşanın, bir de 1920–24 yıllarına ait yekûn iki seneyi bulan Genelkurmay Başkanlığı ile Başbakanlık (icraat ortaklığı) müddeti var. Buna göre, toplam icraat ve siyasî tesir müddeti 38 seneyi buluyor. Şöyle ki: 12x3=36+2=38. Bu 38 rakamı, aynı zamanda M. Kemal'in 19 yıl süren siyasî icraatının tam iki katı oranında. Rumuzât–ı Semâniye isimli eserde bu noktaya dikkat çekilerek, ikinci reis İsmet'in yekûn icraatının birinci reisin iki misli olduğu ve fakat "Essebebüke'l–fâil" sırrınca, bunun da bir hissesinin yine birinciye ait olduğu, mânâ–yı cifrî ve ebcedî hesaplarla ifade ediliyor. 11.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Raşit YÜCEL |
|
Gözyaşları... |
O , insanın bir yapısı. Bir zafiyet değil. En kahramanlar bile, yeri gelir, ağlarlar. Katı kalpli insanların da bir ânı vardır ki onu tutamazsınız. İki cihanın medar-ı iftiharı Peygamberimiz de ağlamıştı (asm). Eski çağlarda bazı insanların gözyaşı kavanozları varmış. Bir ömür boyu gözyaşlarını onda biriktirirlermiş. Tarih hep böyle yaşandı. Kimi kederinden ağladı, kimi sevinç gözyaşlarını tutamadı. Bediüzzaman Hazretlerinin de ağladığı bir çok zamanı oldu. Van Kalesi’nin başında Ermenilerin harap ettiği eski Van’a bakarak hıçkırıklarla ağladığını; Eskişehir hapsine haksız olarak koydukları zamanda, lise bahçesinde raks eden kız öğrencilerin elli yıl sonraki hallerini mânen müşahede ederek ağladığını, sevgili talebelerinden gelen mektuplar için gözyaşı döktüğünü biliyoruz. “Sizler benim bildiklerimi bilseniz, çok ağlar az gülerdiniz“ demişti Kâinatın Sultanı (asm). Gözyaşı şiirleri söylendi, gözyaşı mektupları yazıldı. Necm Sûresi’nin 60 ve 61’inci âyetlerinde “Ağlayacak yerde gülüyorsunuz. Gaflet içinde oyalanıyorsunuz” buyuruluyor. Hikmetli bir sözde şöyle seslenilir: “Ağlamak gibi şefaatçi, rıza gibi tâat, zina gibi masiyet, heva-i nefis gibi düşman yoktur.” Ve “Ağlamak, üzüntü ve kederin ilâcıdır” demiş atalarımız. Ella W.Witco ise söyle dillendirir gözyaşını: “Gülerken herkes seninle beraberdir, ağlarsan yalnız kalırsın” İncil’de ise şöyle seslenilir: “Sevinenle sevinin, ağlayanla ağlayın.” Merhum Necip Fazıl ise, şu mısralar ile cevap verir: Bugün ağla çocuğum, yarın ağlayamazsın, Bugün ağladığını yarın anlayamazsın Ve Mehmed Âkif yüreğinden gelen şu feryad ile haykırır: “Ağlarım ağlatamam, hissederim söyleyemem, Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzarım” Ve Orhan Veli: Ağlasam sesimi duyar mısınız mısralarımda; Dokunabilir misiniz gözyaşlarına ellerinizle? Tokadizâde Şekip ise başka bir pencereden bakar gözyaşlarına: “Gülsem de içimden ağlarım ben, Sızlar yüreğim, içim gülerken” Muallim Feyzi ise, başka bir nazarla bakar: “Dil benim, dide benim, aşk benim, Neden ağır geliyor, ağlayışı ağyâre.” Ve Hazreti Ali (ra) Efendimiz asırlar öncesinden şöyle seslenir: Ağlayıp sızlamak, sabırdan daha yorucudur” Ve son olarak Seyrani söyler: Kerimdir onarır kulun işini, ağlatırsa Mevlâm yine güldürür.” Ağlayanın halini ancak ağlayanlar anlar, gözyaşının riyası yoktur. Allah ağlatmasın efendim. 11.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali Rıza AYDIN |
|
“Huzur”daki mahzun kalpler! |
Şu günlerde, gözyaşları sel oluyor Kâbe’de… Cenâb-ı Hakk’ın dâvetine “Lebbeyk” diyerek koşan Müslüman’ların bir tek gayeleri var; o da, O'nun rızası. Uzak yakın demeden bu beldeye gidenler, umulur ki, Rabbimizin rahmetine ererler. Yıllar boyu kalplerinin seslerine kulak veren her insan, karşısına çıktığında bir imkân; Allah da ona, ediverince ihsan; koşuşturur en mukaddes toprağa. Gerilmiş yaydaki hazır duran ok gibi, gönül, gövdeden önce fırlıyor sevdasının yoluna. Evet, bu bir sevda! Yıllar yılı kurulan, bitmek bilmez bir hülya. Beşikten mezara kadar dense mübalâğa olur mu bilmem, bu tutkunun tarifi? Gönlüne kor düşer düşmez başlıyor, tedarikin telâşı. Önce kulak kabartıyor, oraların bahsine. Dinliyor dinliyor, ardı sıra inliyor. Şairin, “Ey bad-ı sabâ, uğrarsa yolun semt-i Haremeyn’e / Ta’zîmimi arzeyle Resûlü’s-sekaleyne” mısralarıyla ifade ettiği gibi; o da, selâm göndermeye başlıyor artık, oraya gidenlerle. Doluyor bir bakıma, bu mânânın aşkıyla. Duyduklarından aldığı haz, hüzün oluyor sonra, ayrılığın koruyla. Önce fikren, sonra fiilen hazırlığın maratonu başlıyor. İslâm’ın beş şartından biri olan Hac, zengin olma, güç yetirme şartına bağlı olan hem malî, hem de bedenî bir ibadet çeşidi. Elde imkân olunca zaten şartlar oluşur. Olmayanın iki eli birbiriyle ovuşur. Ömür boyu, küçük tasarruflarını bu maksat için yastık altında biriktiren; ineğini, öküzünü pazarlara getiren kalbi sâfî insanlar çoğumuzun malûmu. Demek hasret kalpte filiz verince, artık onu durdurmaya güç yetmez: “Ah bir, Peygamber Efendimizin makamına varabilsem; ah bir, Makam-ı İbrahim’in yanında iki rekât namaz kılabilsem; ne olur, Hacerü’l-Esved’e erişebilsem” deyip durur, durmadan. Tâ, vardığı güne, muradına erdiği ana kadar… Oralara kavuşmak, tarif edilmez devlet. Haremeyn’e varılmış, vuslata erilmiş nihayet. Medine’de görülmüş, Resûl’ün makberesi; yetmez olur o an da insanların nefesi. Selâm verilir Peygambere, selâmlar iletilir. Mümkün olsa, o anda, asuman inletilir. “Essalâtü vesselâmü aleyke yâ Resûlullah…” “Salât”lar ve “selâm”lar takdim edilir ona. Peygamber Efendimiz (asm): “Beni vefatımdan sonra ziyaret eden, sağlığımda ziyaret etmiş gibidir”; “Her kim kabrimin başında bana salâtü selâm getirirse ben onu aracısız olarak işitirim” buyuruyor ya! İşte, o an, erişilir murada. Gönüller Sultanı, ziyaret edilmiş; yanında, yakınında, dizinin dibinde kırk vakit namaz kılınmış; ayrılmanın gelmiş artık zamanı. Gönüllerde hüzün, gözlerde buğu, çıkılır Medîne-i Münevvere’den… Artık Beytullah’a çevrilir gözler. Cenâb-ı Hakk’ın dâvetine, O'nun mağfiret sofrasına yönelir yüzler. Mikat sınırlarına girildiği andan itibaren Hacı adayları, seslerinin en yüksek perdesinden hitap eder Rabbine: “Lebbeyk, Allâhümme lebbeyk…” (Buyur Allah’ım, buyur! Emrindeyim buyur!..) Telbiyeyi tekrar eder, takatini aşarak. Mekke-i Mükerreme’ye, nihayet varılır, Beytullah’a karşı durulur. O an, işte o an, mutluluğun zirvesi… Yürekler çırpınır durur, avuçtaki kuş gibi. Telbiye sesi fısıltıya dönüşür ve nihayet kesilir. Heyecan son haddinde, kımıl kımıl, kımıldıyor dudaklar; Yaratana arz edilir duâlar. Hâle göre, “Hiç de yer kalmamış” derken, metaf’taki melâike hüsn-i istikbal eder şu bahtiyar kulları. Yer açarlar yerlerinden sana, ona, ötekine; tavaf etsinler diye. Dönülür durulur artık haz ile, naz ile, niyaz ile Beytullah’ın çevresi. Oralarda ruh hâleti bir başka. Boyunlar bükük, gözler yaşlı, gönüller telâşlı! Affedilmek gayretiyle hicran bürür kalpleri. Geceler geçer, günler biter; durdurulmaz ki, zaman. Ünsiyet başlar yavaş yavaş, sükûn bulur heyecan. Artık, gözler Beytullah’ta, gönüller ise Arafat’ta, o anda; yani “Huzur”a durulan anda… Sabrın gücü yetmez olur, o güne varmak için. Zilhicce’nin sekizinde Arafat’a varılır; dokuzunda “Huzur”unda durulur. O günde, o vakitte, o anda istenir Mevlâ’mızdan istenecek ne varsa. O an Vakfe ânıdır, Arafat’taki Vakfe. Dilekler sığdırılır tamamıyla o vakte. Çünkü o an, Allah’ın mağfiret kapılarını ardına kadar araladığı andır; çünkü o an, günahların, hazan gibi döküldüğü andır; çünkü o an, O'nun şefkat sinesine yaslanma zamanıdır; çünkü o an, insanların ağladığı, gözyaşlarının çağladığı andır; çünkü o an, hüccâc’ın, “Annesinden yeni doğmuş gibi” olduğu andır. Çünkü o an: “Hacı” olunan andır. O an, “Huzur”daki mahzun kalplerin ânı!.. Boynu bükük, gönlü kırık, mahzun olmuş kalplere o vuslatı nasip etsin Rabbimiz… 11.11.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
George W. Bush’un anıları |
Amerika’nın eski Başkanı George W. Bush anılarını yayınladı. İkinci Körfez Savaşı, Irak’ın işgali, 11 Eylül saldırıları gibi yakın tarihin önemli olaylarının yalnızca şahidi değil, aynı zamanda sanığı olan Bush’un anıları, o dönemdeki ruh halini yansıtması bakımından ilginç ipuçları taşıyor. 1 Mart tezkeresi ile ilgili olarak “hayal kırıklığına ve hüsrana uğradım” diyor. “Şimdiye kadar yaptığımız en önemli taleplerimizden birinde, NATO müttefikimiz Türkiye, Amerika’yı yarı yolda bıraktı.” Bush bu arada topraklarımızı kullanmak için aylarca hükümete baskı yaptığını da yazıyor. Bunun karşılığında da IMF kilit programlarından yararlanma için yardım etme ve AB’ye katılıma destek vaadinde bulunduklarını itiraf ediyor. Tezkerenin reddedilmesi, Bush’un bir yıldır yaptığı “can kaybını en aza indirirken, Saddam Hüseyin’i de sür'atle devirme” imkânı verecek saldırı planını bozmuş. Bu bozulan plan konusunda “Allah’a şükür” demekten başka bir şey gelmiyor aklımıza. Bozuk ruh halini yansıtması bakımından “waterboarding” dedikleri işkence metodunu kişisel olarak onayladığını anlattığı kısım ilginç. Sorgulanan kişiyi eğimli bir tahta üzerine ayakları yukarıda olacak şekilde sırtüstü yatırıp elleri ve ayaklarını bağladıktan sonra, yüzüne sürekli su dökülerek boğulma hissi uyandırmaya dayanıyor bu işkence. Meğer Bush hukukçularına sormuş onlar da yasal deyince, “uygulayın” emri vermiş. Böyle bir işkence nasıl hukuka uygun oluyorsa! Gerçi kendi sınırları içinde olmadığı, dolayısıyla kendi yasalarına tabi olmadığı gerekçesiyle, masum insanları doldurduğu Guantanamo’da yaptıklarını hukuka uygun bulan bir devlet adamından bundan başka bir tavır beklenemezdi. Hayatındaki bazı hataları da kabul ediyor sayın Bush. Daha Irak’ın işgali başlar başlamaz “Görevi tamamladık” gibi iddialı bir afişin önünde zaferini açıklamasını—o günden bu yana geçen yıllar kaosu tamamladığını gösterdi—, Katrina Kasırgasında başarısız olan Federal Acil Durum İdaresinin başarısız başkanını övmesini, kitle imha silâhları var diye saldırdığı Irak’ta bu silâhların olmadığını öğrenmesini hata olarak niteliyor. Bize göre Bush, yeni dünya düzenini kurma uğruna, özellikle İslâm âlemine karşı büyük suçlar işleyen bir insanlık suçlusu. Irak’ta, Filistin’de ve Afganistan’da dökülen yüz binlerce masumun kanı ellerinde. Guantanamo’da hakim önüne çıkarmadan yıllarda işkence altında tuttuğu insanların ahını almış bir lider. Başlattığı savaşların hâlâ sürmesi de, başarısızlığının en büyük delili. George Bush bundan sonra hesabını ahirette verecek. Bizi asıl üzen, demokrasi ve hoşgörü vaadiyle gelen Obama’nın, onun savaşlarını –hem de Afganistan’a daha fazla birlik yığarak—halen sürdürüyor olması. ABD Yönetiminin, yaklaşık otuz yıldır kurmaya çalıştıkları yeni dünya düzeninin, onlara insanlığın husûmetinden başka bir şey kazandırmadığını öğrenmelerinin zamanı geldi de geçiyor bile. Hatayı kabul etmek de bir meziyet olsa da, hatası yüz binlerin hayatını etkileyen liderlerin “Hatamı kabul ettim” deyip, yoluna devam etmesi kabul edilemez. Onların hatalarını düzeltme yükümlülüğü var. Tabiî niyetleri halis ise… 11.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Mikail YAPRAK |
|
Sistem ve değişim |
Sisteme ve sistemleşmeye sonuna kadar “evet” ama, bu sistemler “sis”ten uzak olmalı. Sisli ve bulanık olmamalı. Şeffaf, açık ve net olmalı. Kapalı kapılar arkasında hazırlanıp halka sunulmadan, bütün ayrıntılarıyla muhataplar bilgilendirilmeli, aydınlatılmalı.. Denilebilir ki; anayasalar, beşerî sistemlerin en üst düzeydeki versiyonudur. En sağlam temel, eski deyimle “üssül’esas” olmalıdır. Anayasalardaki arızalar, bütün toplumu rahatsız eder, huzursuz eder. Bir kısmı, hatta çoğunluğu mevcut anayasadan memnun kalsa bile, memnun olmayan azınlığın huzursuzluğu, onları da huzursuz eder. Mevcut anayasalarda değişiklik yapılırken, en çok bu hususa dikkat gerekir. Ferdin hukuku mutlaka nazara alınmalıdır. Diyorlar ki, 12 Eylül ürünü bir anayasayı değiştirmeye “ilk adım” iddiasıyla yapılan 12 Eylül referandumu, bazı hususlarda geriye doğru adımlar bile attırabilirmiş! Diyorlar ve yazıyorlar ki, Adalet Bakanlığı, HSYK seçimlerinde kendi bürokratlarının da içinde olduğu listeyi seçtirebilmek için iki bin kişiyle saha çalışması yaptı, baskı kurdu, bazı adayları çekilmeleri için tehdit etti, vesaire.. Bir de Avrupa Parlamentosu Başkanı Jery Buzek’in sözleri hâlâ hafızalarda olmalı. Diyordu ki, “Anayasalar parti politikalarının önüne geçmeli ve sadece çoğunluğun kararını yansıtmamalı. İnşaallah, “millî irade” ve “ileri demokrasi” diye diye bazı hususlarda daha da geriye götürülmüş olmayız.. *** Demokrasimiz hâlâ “demokratik” olamamışsa, cumhuriyetimiz hâlâ cumhura mal olamamışsa, demokratik parlamenter sistemin partileri, kendi içlerinde hâlâ demokrat olamamışlarsa, başlarındaki liderlerin iki dudağı arasında sıkışıp kalıyorlarsa... Acaba bunun kabahati nerede ve kimde aranmalı? Beşerî sistemlerin en iyisi olarak algılanan demokraside mi, yoksa demokrasiyi kendi siyasî çıkarları doğrultusunda eğip büken zihniyetlerde mi? Köklü partiler, geleneksel yapılarını ve köklerini koruma derdine düştüler. MHP ve CHP gibi gelenekçi partiler, neredeyse köklerinden sökülüp atılacakmışcasına değişim tehdidiyle karşı karşıyadırlar. Demokrat Parti’nin ne âlemde olduğunu doğrusu kestiremiyorum. AKP’nin zaten “kök” derdi yok. O sanki “kök”ten değil de “gök”ten medet alıyor. Akibetinin ne olacağını da Allah biliyor. Şimdi bir de HAS Parti kuruldu. Numan Kurtulmuş has etti. Karadenizli kardeşlerimiz, “oh oldu” mânâsında “has oldi” derler. Bakalım bunun “has”lığı, ötekinin “ak”lığı kadar mı olacak? *** Yeryüzünde hiçbir millet, hiçbir ülke yoktur ki, sistemlerdeki arızaların ve boşlukların sancısını çekmiş olmasın. Ki bu hal, ülkemizde had safhadadır. Zira resmî ideolojinin nefesini ensesinde hissetmeyen hiçbir kurum ve kuruluş yoktur. Resmî ideolojiyi kabul etmeyip, ama red de etmeyen (ona karşı başkaldırmayan) görüşler ve yaklaşımlar muvacehesinde, tezgâhlarını bu ideolojinin en uzağında kuranlar bile, bu ideolojinin baskısından direkt olmasa da endirekt nasiplerini alıyorlar. Sistemlerin sisli hayhuyu arasında sivil toplum kuruluşları ve cemaatler de bu keşmekeşten paylarına düşeni alıyorlar. İslâmı sulandırma, zihinleri bulandırma çabaları ahtapot gibi her tarafa kol atıyor, her alana dil uzatıyor. Amerikan merkezli “Ilımlı İslâm” atraksiyonları en merkezden en muhite kadar yayılıyor. *** Hizmet planını ve sistemini sağlam temeller üzerine oturtan Yeni Asya’mız, değişim taleplerini en makul ve en olgunca karşılayabiliyor. Ayar lâzım olduğu zaman ağyara bakmıyor. Teceddüt ve tecdit adına “yeni icad”lara ihtiyaç duymuyor. Meşveret ve şûrâ zeminlerinde Müceddidin beyanları ışığında yeni çözümler üretiyor. Işıktan medet alıyor, ışığa gölge düşürmüyor. Bu ifadeler, son temsilciler toplantımızın tavrından, üslûbundan, muhtevasından ve neticesinden idrakime yansıyan fenomenlerdir. İhlâs Risâlelerindeki şu nefis yorum, meselemizi izaha yetiyor: “Hakikî, samimî bir ittifakta her bir fert, sâir kardeşlerinin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güyâ on müttehit adamın her biri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda mânevî kıymeti ve kuvvetleri vardır.” Ve.. Üstadın kabulü, elbetteki bizim de kabulümüzdür: “Kahraman Tahirî ve Hâfız Mustafa’nın yaptıkları hizmet çok güzeldir. Onların tedbirleri isabetlidir, haktır. Nur fabrikasının divanında verdiğiniz kararlar, ne olursa kabulümüzdür.” (Kastamonu L.) 11.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali OKTAY |
|
Yahya Kemal Beyatlı |
Şimdiye kadar bu sütunlarda hep bestekârlarımızın hayatlarından bahsetmiş ve tanıtmaya çalışmıştık. Bu yazımızda ise bir şâirimizi kısa da olsa tanımaya çalışacağız. Sadece bir şâir değil aynı zamanda çok iyi bir mûsikişinas, devlet adamı ve gönül insanı olan Yahya Kemal’i. Hatırlarsanız geçtiğimiz hafta şairin vefat yıldönümü dolayısıyla programlar düzenlendi, bestelenmiş şiirlerinden oluşan konserler verildi. Gazeteler, yazarlar yeterince olmasa da Yahya Kemal’i anlatmaya çalıştılar, haberler yaptılar. Önce şairimizi kısa bir tanıyalım dilerseniz: 1884 yılında Üsküp’te doğmuş Ahmed Agâh. Daha sonra Yahya Kemal olarak değişecek bu isme soyad olan Beyatlı ise dedelerinden Şehsüvar Paşa’nın kelime karşılığı olması hasebiyledir. Kanunî Hacı Arif Bey idaresindeki klâsik Türk Musıkîsi icralarını dinleyerek kuvvetli bir müzik kültürü edinmiştir. Üniversite ve okullarda dersler vermiş, gazetelerde başyazarlık yapmıştır. Lozan Konferansı murahhas üyeliğine seçilmiş, milletvekilliği ve elçilik görevlerinde bulunmuştur. Kendi Gök Kubbemiz, Aziz İstanbul, Eski Şiirin Rüzgâriyle, Rubailer gibi birçok kitap yazmıştır. 1 Kasım 1958’de İstanbul’da Cerrahpaşa Hastanesi’nde vefat etmiştir. Cenazesi büyük bir halk kitlesi tarafından törenle kaldırılarak Rumelihisarı yolundaki kabristana defnedilmiştir. Yahya Kemal şair ve fikir adamlığı yönü ile edebiyatımızda hak ettiği nezih yeri almasının yanı sıra onu en çok hatırlatan diğer bir tarafı da hafızalarda yer eden şarkıların şiirlerini yazmış olmasıdır. Özellikle Münir Nureddin Selçuk’un bestelediği şarkıların bir çoğunun şiiri ona aittir. Aziz İstanbul, Dönülmez Akşamın Ufkundayız, Kandilli Yüzerken Uykularda, Hafızın Kabri, Endülüs’te Raks gibi unutulmaz Münir Nureddin bestelerinin şairi Yahya Kemal Beyatlı’dır. Türk Musıkîsinde Yahya Kemal–Münir Nureddin birlikteliği kalitenin, estetiğin, san'atın buluştuğu bir mükemmel uyumun adı olmuştur. Vefatının 52. yılında merhum şairimizi rahmetle anıyoruz.
Ezansız Semtler / Yahya Kemal Beyatlı
RAMAZAN sevincini ‘’Atikvalde’den inen sokakta‘’, bayram namazı kılmanın mutluluğunu ‘’Süleymaniye’de bir bayram sabahı‘’ ve musîkimizin değerini ‘’Eski musîkimiz‘’ şiirlerinde Yahya Kemal’den okumak ayrı bir güzeldir. Bence ‘’biz’’i anlatan en güzel yazılardan biridir Yahya Kemal’in ‘’Ezansız Semtler’i’’. O günlerin Şişli’si Moda’sı ile bugünki arasında aslında çok fark olmadığını düşünüyorum. En basitinden Şişli’de yıllardan beri ikinci bir cami inşa edilmemiştir meselâ. Taksim’ de bir cami yapımını gündeme almak bile siyasiler için başlı başına bir cesaret konusu olmuştur her zaman. Teşvikiye, Nişantaşı hakeza. Gelin o günlerin İstanbul’una Yahya Kemal’in kalemi ile bakıp ‘’Ezansız Semtler’in ruhlara verdiği acıyı bir nebze olsun hissetmeye çalışalım: ‘’…Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtlerde doğan, büyüyen oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derece nasib alabiliyorlar mı? O semtlerdeki minareler görülmez, ezanlar işitilmez, Ramazan ve kandil günleri hissedilmez. Çocuklar Müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görürler? İşte bu rüya çocukluk dediğimiz bu Müslüman rü’yasıdır ki bizi henüz bir millet halinde tutuyor. Bugünkü Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık rü’yası ile dolu semtlerde doğdular. Doğarken kulaklarına ezan okundu. Evlerin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler. Mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur’ân’ın sesini işittiler. Bir raf üzerinde duran Kitabullah’ı indirdiler, küçücük elleriyle açtılar, gül yağı gibi bir ruh olan sarı sahifelerini kokladılar. İlk ders onlara besmeleyi öğrendiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler. Camiler içinde şafak sökerken Tekbir’leri dinlediler. Bugünün çocukları büyük bir ekseriyetle yine Müslüman semtlerinde doğuyorlar, büyüyorlar, eskisi kadar derin bir tahassüs ile değilse bile yine Müslümanlığı hissediyorlar. Fakat fazla medenileşen üst tabakanın çocukları ezansız yeni semtlerde alafranga terbiye ile yetişirken Türk çocukluğunun en güzel rüyasını göremiyorlar. Ah! Büyük cedlerimiz. Onlarda Galata, Beyoğlu gibi Frenk semtlerine yerleşirlerdi. Fakat yerleştikleri mahallerde Müslümanlığın nuru belirir, beş vakitte ezan işitilir; asmalı minare, gölgeli mescid peyda olur; sokak köşesinde bir türbenin kandili uyanır, hasılı o toprağın köşesi imana gelirdi. Medenileştikçe Müslümanlıktan çıktığımızı tabi ve hoş gören eblehler uzağa değil, Balkan devletlerinin şehirlerine kadar gitsinler…”
GÖNÜLDEN DİLE...
“Çok insan anlayamaz eski mûsıkîmizden, Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden. Açar bir altın anahtarla ruh ufuklarını Hemen yayılmaya başlar sâda ve nur akını” Yahya Kemal Beyatlı 11.11.2010 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
Ahmet DURSUN |
|
CHP paradoksu: Halkın partisi olmak ya da olmamak |
“Türk siyasetinin en eski ve köklü partilerinden biri olan CHP’de son günlerde yaşanan olaylar nasıl yorumlanmalıdır?” sorusundan ziyade “CHP ne olmalıdır?” sorusu Türk siyasetinin ve demokrasisinin geleceği açısından önemlidir. CHP’nin yeni süreçte halkın talepleri karşısında nasıl bir pozisyon belirleyeceği, Ankaralılık kodlarını terk edip etmeyeceği, partinin geleceğini de belirleyecek temel hususlar olacaktır. İnkılâpların temel taşıyıcısı ve savunucusu olan CHP, totaliter kimliğini hiçbir zaman üzerinden atamamış, ismiyle müsemma olamayarak daima ideolojik yapısını devam ettirmiş, halka rağmencilerin üssü haline gelmiş, milletten kopuk yaşamıştır. Son gelişmeler, partinin bu yapısından vazgeçme, millete yakın olma, milletin değerleriyle barışma çabası olarak değerlendirilebilir mi? Söz konusu CHP olunca, bu soruyu kolaylıkla cevaplandırmak mümkün değildir. Her ne kadar, Yeni Şafak’tan Mazhar Bağlı, Kılıçdaroğlu’nun halka yakın durma, halktan gözükme, hak ve özgürlükler yönünde çaba göstermesinin bir retorikten ibaret olduğunu, geçmişte bu görevi Hilmi Uran’ın üstlendiğini, Hilmi Uran’ın da sık sık Anadolu’ya seyahatler düzenleyerek tek parti uygulamalarından mağdur olan insanlarla sohbet ettiğini, durumun vehametini göremediklerinden ötürü onlardan özür dilediğini, yapılan haksızlıklardan haberdar olamadıklarını, özgürlüklerin önünün açılacağına dair sözler verdiğini; ama bunların hiçbir zaman yerine getirilmediğini ifade etse de, durum bugün için çok farklıdır. Bugün çağdaş bir demokrasiye geçişin sancıları görülen Türkiye’de CHP’nin tek parti zihniyeti ve Kemalizm’e yaslanan ilkeleriyle ayakta durmasının imkânsızlığı herkes tarafından anlaşılmıştır. Bir yol ayrımına gelen CHP, ya milletin yanında yer alacak ya da Ankaralı kalarak millet nezdinde mahkûmiyetini sürdürecektir. Bu hususta, Bediüzzaman’ın Hilmi Uran’a yazdığı mektup; tarihin yıpranmış sayfalarında kalmış bir hatıradan ziyade, bütün zamanları kapsayacak şekilde, CHP’nin ne olması gerektiğiyle ilgilenen, Muhafazakâr kesimin de CHP’ye bakışının nasıl olması gerektiğini şekillendiren bir mektup olarak bundan sonraki süreçte hem bizi hem de muhatabını yönlendirebilir. Son Osmanlı Meclis-i Mebusanında meb’us olarak bulunan ve çeşitli hükümetlerde Bayındırlık, Adalet ve İçişleri Bakanlığı yapmış olan Hilmi Uran’a CHP Genel Sekreteri olduğu dönemde Bediüzzaman tarafından yazılan mektup ilkesel yönleriyle siyaset kurumu için de önemli dersler içermektedir. Bediüzzaman mektubunda özetle şunları zikretmektedir: Türk milleti, kahramanlığıyla İslâm birliğini muhafaza ederek bütün İslâm âlemini sevindirmiştir. Dini reddeden bir medeniyet anlayışı bırakılıp iman ve Kur’ân hakikatlerine sahip çıkılmazsa, bu yönde adımlar atılmazsa, Türk milletine karşı bir düşmanlık hissi oluşacak, İslâm âlemi bölünme ve parçalanma tehlikesi ile karşı karşıya kalacaktır. Mektubunda milletin—imansızlık, sefahet, istibdat, anarşi vb.—farklı alanlardan gelen tehlikelere karşı dayanabilme-kendini koruyabilme yollarından söz eden Bediüzzaman, bu hususta Kur’ân’a bağlılığın önemini vurgular. Türkiye’yi İslâm âleminin merkezi olarak gören Bediüzzaman, İslâm âlemi ile irtibatın kesilmemesinin, mukaddesata sahip çıkılmanın da önemine değinerek milletin manevî değerleriyle uyuşmayan inkılâp kusurlarının onu yapan üç-dört kişiye verilmesini, dinî ananeye sahip çıkılmasını, tahrip olan manevî değerlerin tamirine çalışılmasını ister. Bediüzzaman’a göre bu tavır, hem işlenen kusurlar için kefaret olacaktır hem de hizmetlerinden dolayı bu kimselerin milliyetperver ve hamiyetperver adıyla anılmalarına yol açacaktır. Hilmi Uran’a ölüm hakikatini de hatırlatarak günlük siyasetin ve dünyevî meşgalelerin faydasızlığını hissettiren Bediüzzaman, Risâle-i Nurların dikkate alınmasını tavsiye ederek mektubunu sonlandırır. Bugün yaşananları bu minvalde değerlendirmek gerekir. Bu değişim hangi kaygıyla olursa olsun, genel gidişatın Bediüzzaman’ın tavsiyelerine uymaya doğru CHP’yi sürüklediğini, CHP’nin demokrasi lehinde değiştiğini, değişmek zorunda olduğunu görmek gerekir. 11.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Yasakçı anlayış, reforma da engel |
Verimli kullanılabilse, ülkemizin sahip olduğu imkânlar hepimize yeter. Ama nedense bu imkânları yerli yerinde kullanamıyoruz. Her daim ileri adım atmak gerekirken, ‘yerinde say’ komutu almış gibi lüzumsuz tartışmalarla yılları heba ediyoruz. Herkesin bildiği üzere ülkemiz, yıllar önce başlayan bir AB yolculuğuna adım attı. Ağır aksak da olsa ilerleyen bu yolculuğun ‘hızı’ konusunda şüpheler var. Dost-düşman herkes, bu yolculuğun olması gereken gibi ilerlemediğinin farkında. Nitekim, 9 Kasım 2010 tarihinde Avrupa Birliği yetkili organlarınca açıklanan “2010 Türkiye İlerleme Raporu”nda da bu yavaşlamaya dikkat çekiliyor. Raporda, Türkiye’den “yepyeni sivil bir anayasanın” hazırlanması da isteniyor. (www.haberturk.com, 9 Kasım 2010) AB ile üyelik müzakereleri başlatıp da bunu sona erdiremeyen her hangi bir ülke yok. Bu durum Türkiye için sevindirici bir ‘bilgi’, ama müzakereleri başlatıp da ‘pişmanmış gibi’ yapan ülke de her halde olmamıştır! Ne yazık ki Türkiye’nin hâl ve gidişine bakıldığında, kimi dönemler böyle davrandığı söylenebilir. Bazı siyasî partiler muhalefetteyken AB’ye üyelik sürecine karşı çıkarken, bazıları hükümetteyken de karşı çıkabiliyor. Fakat bunu, açıkça “Biz üye olmak istemiyoruz” diyerek değil de, görüşmeleri yavaşlatarak, zaman zaman da lâf dalaşına girerek yapıyor. AB üyelilk talebi milletin tabebidir. Sebebi de daha hür ve daha âdil bir ülkede yaşama kararlılığıdır. Hür, âdil, demokrat ve zengin bir ülkede yaşamak 70 milyonun ulaşmak için önüne doyduğu bir hedeftir. Son yıllarda atılan bazı müsbet adımların milleti nisbeten de olsa rahatlatması; hedefin tutarlı olduğunu da gösterir. Meselâ, yıllardan beri devam eden ve milleti canından bezdiren ‘kanunsuz başörtüsü yasağı’nda kısmen de olsa bir yumuşama olması milletin derin bir nefes almasına vesile oldu. Elbete atılan bu adımlar takdir ediliyor, ama hemen ilâve etmek lazım ki bu adımlar “Güzel, ama yetmez!” Kanunlu ya da kanunsuz, insan haklarını ihlâl eden her türlü faaliyet sona ermeli, insanlar ‘şahane hür’ olduklarını hissedebilmeli. İnsanların hür ve âdil bir ülkede yaşamasından kimler ürker? ‘İfsat komiteleri’ ürker, çünkü onlar her hâl ve şart altında ‘kavga’dan ve ‘baskı’dan beslenir. Baskı sona erip de millet hakkını arayabilir hâle geldiğinde onlara yapacak ‘iş’ kalmamış olur. Türkiye’nin Avrupa Birliği yolundaki ilerleyişine engel olanlar elbette sadece ‘içerde’ki etkili ve yetkili odaklar değildir. Başta AB üyesi ülkeler olmak üzere dünyanın başka ülkelerinde de Türkiye’nin AB üyesi olmasını istemeyen mihraklar, şebekeler ve odaklar vardır. “Menfaat üzerine dönen dünya”da işlerin böyle yürüyor olması da anlaşılabilir. Bütün bu planlar da yine Türkiye’nin kararlı adım atmasıyla bozulabilir. İngiliz “Financial Times” (FT) gazetesi, “AB üyesi ülkelerin, Ankara’nın AB yolunu engellemeye son vermesi gerektiğini” yazmış. Türkiye’nin AB üyelik sürecini değerlendiren FT, 2005 yılından bu yana müzakere edilmesi gereken 35 fasıldan ancak 13’ünün açılabildiğine dikkat çekmiş. Aynı gazete, “Reformları uygulayarak Türkiye, Avrupa’nın kötü niyetini ortaya çıkarabilir” hükmüne varmış. (AA, 10 Kasım 2010) Dikkatle bakılırsa, Türkiye’nin AB üyesi olmasını istemeyenler ile ‘yasakçılar’ın aynı anlayışta buluştuğu görülür. 11.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
“Atatürkçü vurgunlar” |
Mark Mobius. 453 milyar dolara hükmeden Templeton Investment Fonunun yöneticisi. Ünlü para spekülatörü Soros’dan farkı, şirketlere uzun vadeli yatırım yapması. Yıllardır Türkiye ile yakından ilgileniyor. “10 Türk şirketinde 3 milyar dolar yatırımımız var” diyor. Ve bu rakam, İMKB’deki hisselerin aşağı yukarı yüzde 7’sine tekabül ediyor. THY’nin yüzde 9 küsurunu da satın aldılar. Mobius’un ilginç ve çok dikkat çekici bir özelliği de, Türkiye’deki rejim tartışmalarına laiklik ekseninden aktif bir şekilde müdahil olması. Meselâ Türkiye’de en kritik konunun din ve devlet işlerinin ayrılması, yani laiklik olduğunu söyleyip “Laik devlet, piyasaların gelişmesi için çok önemli. Eğitimin laik düzeyde geliştirilmeye devamı da piyasalar için çok önemli” diyen, o. Laikliğin önemini Atatürk devrimleriyle ilişkilendirip “Türkiye’nin tarihine bakarsanız, Atatürk’ün modern bir toplum kurulması için yaptıklarının devam etmesini istiyoruz” diyen de. “Avrupa ülkeleri AB’de bir İslâm ülkesine karşı. Ancak onlar Atatürk’ün, devrimlerini din ve devletin katı bir şekilde ayrılmasına dayandırdığını unutmuş görünüyorlar” sözleri de ona ait. Danıştay saldırısından “türban”a ve Erdoğan’ın Çankaya adaylığına kadar birçok konuda laik duyarlılığı yansıtan yorumların yine Mobius’un ağzından sâdır olduğu da kayıtlarla sabit. Şimdi aynı Mobius hakkında, borsaya ilişkin spekülatif ve manipülatif açıklamalar yaparak piyasalarda olağandışı dalgalanmalara sebebiyet verdiği gerekçesiyle Sermaye Piyasası Kurulu tarafından “ön inceleme başlatılmış” durumda. Yani Mobius, Atatürkçülük ve laiklik söylemleriyle bizim borsaya girip, yatırdığı 3 milyar doların kat kat fazlasını kazanarak ve dahası spekülatif vurgunlar da yaparak parsayı topladığı kuşkusuyla mercek altına alınmış vaziyette. Bakalım ön inceleme denetime dönüşecek mi? Ve denetimden yaptırım kararı çıkacak mı? Hep birlikte takip edip göreceğiz. Bu olayın cereyan ediş şekli, bize, bir zamanlar Türkiye’de “Atatürk ticareti”yle “küçük” vurgunlar yapan meşhur Selçuk Parsadan’ı hatırlattı. 2006 Temmuz’unda ölen Parsadan’ın en çok konuşulan “icraat”ı, yakınlarda ölen eski bir kuvvet komutanının adını kullanarak dönemin başbakanını arayıp Atatürkçü bir derneğe bağış talebinde bulunması ve istediği parayı almasıydı. Ortaya çıktığı günlerde ve sonrasında çok tartışılıp Parsadan’ın yargılanmasını ve mahkûm olmasını netice veren bu hadise, Atatürkçülük adına ne türden dolandırıcılık ve sahtekârlıkların yapılabileceğinin en tipik örneklerindendi. Buna benzer, yıllardır devam eden, ama su yüzüne çıkmamış kimbilir daha ne olaylar var... Kaçak inşaatını yıkmaya gelen ekipleri Atatürk büstüyle durdurup engellemeye çalışanlar... Savarona’yı fuhuş yatağı haline getirenler... Atatürk adı kullanılarak düzenlenen balolar, defileler, eğlenceler için hazırlanıp fâhiş fiyatlarla satılan davetiyeler... Heykel, büst, poster, resim, rozet, afiş, kitap, film, kaset, cd... ticaretiyle oluşan ve epeyce bir kısmı “tekelci” bir yapılanma üzerine bina edilip, resmî yönlendirmelerle beslenen piyasalar... Bu eksende özellikle okul odaklı olarak işleyen kârlı bir rant mekanizması... Bilhassa “Atatürkçülüğü herkesin kafasına çakacağız” iddiasıyla gelen 12 Eylülcülerin döneminde, heykel ve büst imalâthaneleri başta olmak üzere, işi Atatürk poster ve resimleri basmak olan firmalar kâr rekorları kırmadılar mı? Mobius, Türkiye’de gemisini yürütmenin yolunun Atatürkçülük ve laiklik söylemlerinden geçtiğini gören “uyanık” yabancı yatırımcıların öncüsü olarak tarihteki yerini almış bulunuyor. Ancak bu “Atatürkçü ve laikçi hassasiyet”in arkasında nelerin gizlenmeye çalışıldığı da, soruşturma konusu olan spekülasyon, manipülasyon ve vurgun kuşkularıyla gün yüzüne çıkıyor. Bilumum içe dönük çağrışımlarıyla birlikte... 11.11.2010 E-Posta: [email protected] |