Selim GÜNDÜZALP |
|
Babalarımız için |
Geriye dönüp baktığımda, babamla ilgili anıların azlığı dikkatimi çekiyor. Sanırım bu hepimizin ortak bir kaderi. Aslında bizim nesil, ihtiyacıyla, derdiyle ilgilenen, hem de onun için ölesiye koşuşturan babaların varlığıyla dolu. Ancak bu hengâmede, ihmal edilen, istenildiği hâlde yapılamayan birçok şeyler var. Çocuklar ilgiyle büyüseler de, ilişkilerde görünen o ki; sevgiye, öpüp koklamaya, karşılıklı muhabbet etmeye, el ele dolaşıp gezmeye pek fazla vakit ayrılamıyor. Bir nesil bunu yaşadı. Biz de orta nesil sayılırız. Nasibimiz az diyemem. Çok şükür, gerekli ilgiyi de, sevgiyi de gördük. Ama şimdiki babaların çocuklarıyla olan ilişkilerine bakınca ve o sevgiyi onlarla paylaştıklarını görünce, insan biraz olsun üşüyen yanını hissediyor. Bir yanı güneş almayan bahçeler gibiyiz. Bir yanı güneş görmeyen ağaçlar gibiyiz. Güneş görmeyen yanı kızarmayan meyveler gibiyiz. Bu üşümenin, bu soğukluğun faturası da evlâtlara çıkıyor. İnsan bir dara düştüğünde, bir sıkıntıyla karşılaştığında “Ah babam, vah babam!” diyor ama o kadar… Evet, onun varlığı, sevgi olarak karşımıza çıkıyor. Unutmuyoruz. Gücü, büyüklüğü, evimizde üstlendiği işler, her biri onu âlemimizde özel bir yere koymaya yetiyor. Baba, baba gibi bir adam olarak karşımıza çıkıyor. Adam gibi bir adam… Babaların da zaafları vardır. Babaların da işleri çok anneler gibi. Ara yerde evlâtlar, su verilmeyi bekleyen fidanlar gibi yapayalnız kalıyor bazen. Gelip geçerken herkes görüyor, bakıyor ağaca, fidana, saksıdaki çiçeğe. Ama su vermek çok özel bir iş. Arada bir, birkaç litre su boşaltmakla büyütemiyorsunuz o fidanı. Belki de fazla su öldürüyor onu. Hiç vermemekle zaten olacak şey belli: Kuruyor fidan. Şefkat böyledir işte. Şefkatin lüzumsuz ışığı boş yere dolaşırsa evlâdın etrafında, bazen onu tahrip ediyor. Her an bu ilgi ve sevgiyi arıyor ve aradığı yerde de bazen bulamıyor. Demek ki her şeyde olduğu gibi, evlâtlarımıza verilecek olan sevgide de, ilgide de dozu iyi ayarlamamız gerek. Tâ ki evlâtlarımız yarınlarda üşümesinler. Köklerinden çürümeye yüz tutmasınlar. Hele hele sevilmediklerini hiç hissetmesinler. O ilgisizliği, o sevgisizliği duyarak yaşayanlar, toplumun başına ve kendi hayatlarına çıban oluyorlar. Sevgi dediğin ne ki? Paylaşılması en kolay şey… Önce yüzün dönecek, göz göze geleceksin. Sonra elini tutup, başını okşayacaksın. Bir bûse konduracaksın; bir güle kondurur gibi o mis kokulu yanakların üstüne. Cebini boşaltıp ona versen, hiçbir şey vermiş sayılmazsın. Sevginin yerini tutacak bir şey bulunmuş değil henüz. O değerde, o kıymette hiçbir şey yok. Babalar, anneler en kıymetli hazinenin sevgileri, ilgileri, şefkatleri olduğunu bilmeliler. Evlâtlar da bunu bekliyor zaten; çok şey değil. Paradan, puldan ne anlar bacak kadar çocuk? Ama bir başını okşamadan çok şey anlar. Adıyla hitap edilmesinden çok şey anlar. Tam kızacağınız yerde, beraber kahkaha atmaktan çok şey anlar onlar. Ciddî bir meseleyi bir anda oyuna dönüştürüp, onun kalbini kırmaktan kaçınmak, babayla evlât arasında hiç unutulmayacak bir bağ kurar. Kırk yıl geçse üstünden, hiç unutulmayacak bir anı olarak kalır bu. Evet, görünmeyen ama hiç anlaşılmayan bir sırdır. Bir bardak su, bir çiçeğe bir sene yetebilir. Nedir ki bir bardak su? Ama vaktinde vermek gerekir o suyu. Babaların evlâtlarına vereceği, onlarla paylaşacağı sevgi suyu da böyle, şefkat de böyledir. Gıdım gıdım değil, gürül gürül akıtmalı, cimrilik gösterilmemeli. Sevildiğini hisseden bir çocuktan daha güçlü bir kalp kimde vardır? Sevgide cimrilik olmaz. Çok istiyordum babalar için bir yazı yazmayı. İçimde bir burukluk vardı, onlara vefa borcumu ödeyemedim diye. Varsın uzun olmasın, isterse iki cümle olsun, babam ve babalar hakkında bir şeyler söylemek istiyordum. Rahmetle anıyorum bütün babaları, vefat etmiş olanları da… Allah mekânlarını cennet eylesin. Dünyaya geldiğimizde, ellerine verildiğimiz zaman duydukları sevinç, gözlerinde parıldayan o ışık, kalplerinde çarpan o duygu nasıl bir şeydi acaba? Hep merak ettim. Bunu yaşayan babalardan da duyuyorum. Bazen anlatıyorlar. Her birinin ayrı bir hikâyesi var. Benim hikâyem neydi, merak ediyorum? İnşâallah cennette dinleriz. Rabbim orada buluşturur ve bu duyguyu orada yaşatır. Dünya hayatında ona katkıda bulunmayı, ona yardımcı olmayı çok isterdim. Ama sanmıyorum evlâtlık görevimi hakkıyla yerine getirebildiğimi. Helâllik diliyorum. Dilemekte geç kalmış her evlât gibi, ruhaniyetinden özür diliyorum. Onu Allah’ın rahmetine emanet ediyorum. Makamı cennet olsun. Bize güzel bir isim vermek, güzel bir hayat hazırlamak için didindiklerinden zerre kadar şüphem yok. Beraber gittiğimiz yerleri, beraber yürüdüğümüz yolları, beraber olduğumuz dakikaları hiç unutmuyorum. O hatıralar da saklı bir yerlerde. Vakti geldiğinde Allah lütfediyor, hatırlıyorum. Çocukluğumun günleri yıl gibi, saatleri ömür gibi uzun geçerdi. Şüphesiz güneşin aydınlattığı bahçeler gibi güzel şeyler bunlar. Beraber köfte-ekmek yemeklerimiz, bisikletinde, arkasında ya da önünde oturmalarımız… Beline sarılıp şarkılar söylediğim, ıslıklar çaldığım ve benim kahrıma her halükârda katlandığı o günlerin mazide kalmadığına inanıyorum. “İnsanın ömür dakikaları insana avdet ederler” diyor Bediüzzaman Hazretleri. (Mesnevî-i Nuriye, s.183) Çekilen film, bir gün gösterilir. Yaşadıklarımız tekrar bize tattırılır. Güzelse o anılar, silinmez, ebediyen Cennette de seyredilir İnşâallah. Geçmiş, geçmişte kalmış değil, geçmiş, gelecek olarak önümüzde duruyor şimdi. Anılar, maziyi hatırlatsa da, artık geleceğe ait mutlu bir tablo olarak duruyor. Açılmayı bekleyen, içinde nice esrarengiz anıların saklı olduğu gizli bir hazine olarak duruyor. Boşuna yazmamış Dostoyevski "Babalar ve Oğullar"ı. Babalarla oğullar arasındaki problemi çözecek tek şey sevgidir, ilgidir. Freud teorisini siler geçer Üstad Hazretleri bir tek cümleyle. Otuz ikinci Söz’de geçer bu cümle. Onu okuduğum zaman gerçekten Bediüzzaman Hazretleri’nin sadece bir müfessir olmadığını anlamış; edebiyat, iktisat, ekonomi, dilin şiirselliğini bir kenara koyalım, sosyal hayatın psikolojik yönlerini, insanın, ailenin tahlilini de bu cümlede bulmuştum: “Madem peder kimseyi değil, yalnız veledinin kendinden daha ziyâde iyi olmasını ister; ona mukabil, veled dahi pedere karşı hak dâvâ edemez. Demek vâlideyn ve veled ortasında fıtraten sebeb-i münâkaşa yok.” (Sözler, 583) demekle, Batının ahlâk ve davranış temellerine oturttuğu müthiş bir kompleksi, o meşhur Odip kompleksini bir tek cümleyle yıkar geçer Üstad. Belli bir yaşa kadar evlât babasını arkadaş grubundan biri gibi görebilir. Öyle görmeye devam ettiği zaman, onu rakibane bir duygu içinde de algılayabilir. Ama işin iç yüzü öyle değil. Onlar ne söylüyorsa, bizim iyiliğimiz içindir. Ellerindeki metod, bilgi o kadardır. Onlar o malzemeyle, o imkânla en iyisini yapmaya çalıştılar. Kaynakları kurutulmuş meş’um bir devirden geçtiler. Biz, onların yaptığının yanında belki de hiçbir şey yapamadık. Gerçek kahraman, babalarımızdır. Hayatını evlâtları, ailesi için yaşayanlardır. Hz. Üstad, bu mânâyı o kadar güzel dile getirir ki… Şu hatıraya kulak verelim: “Bediüzzaman Hazretleri’nin Van’da, Vali Tahir Paşa’nın konağında kaldığı günlerdi. “Bir gün basit kıyafetli bir köylünün kapıda kendisini beklediğini söylediler. Kapıya koştu. “Gelen babasıydı. Bir merkeple Nurs’tan kalkmış, Van’a oğlunu görmeye gelmişti. “Bediüzzaman sevinç içinde babasının ellerine sarıldı, öptü. Halini hatırını sordu. Annesi ve kardeşleri hakkında bilgi aldı. “Mirza Efendi, kapıda oğlunu, ‘Oğlum, burada benim, senin baban olduğumu sakın kimseye söyleme’ diye uyardı. “Bediüzzaman babasının önüne geçip ona yol gösterdi ve içeri aldı. “Salona girdiler. “Vali ve şehrin diğer ileri gelenleri de oradaydı. Sofi Mirza Efendi, utanarak kapının eşiğine yakın bir yere oturdu. “Bediüzzaman, uyarısına rağmen babasını topluluğa iftiharla tanıttı: ‘İşte bu zat, benim babam Sofi Mirza Efendi’dir.’ “Ve babasını kapı ağzından alarak başköşeye, Vali Tahir Paşa’nın yanındaki sedire oturttu. “Onun lâyık olduğu yer orasıydı. Baba, herkesin önünde ve başında olmalıydı.” (Bediüzzaman’la Yaşayan Öyküler, Ömer Faruk Paksu) Babasıyla iftihar etti mi böyle etmeli insan. “Babam” demeli. O kelime sadece ağzını değil, kalbini ve hayalini de doldurmalı. Yine Bediüzzaman Hazretleri gençlik yıllarında münâzaralı dâvâlarda rakipleri tarafından kıskançlık ve çekememezlik yüzünden şikâyetlere uğrar. Bir yerden diğer bir yere sürgün edilir. Bu olaylarda annesi Nuriye Hanım’ın duyduğu üzüntüye karşılık, babası Sofi Mirza Efendi; “Bizim çocuk yine önemli şeyler yapmış her halde” der. Babasının bu kanaatini Üstad Hazretleri şu cümle ile tamamlar: “Zaman, babamı haklı çıkardı.” *** Evet, babamla aramızda bir cümle var. Onu saklayacağım. Gençlik yıllarımda yanıma yaklaşıp kulağıma bir şey söylemişti. Şimdi saatlerce söylenecek, konuşulacak bir konuyu o bir tek cümleyle, mahcup bir edâ ile söyleyip gitti ve o cümle benim hayatımda yol gösterici, ışık tutucu oldu. Mahcup bir edayla söyledi. Esas kaçan ben olmalıydım, ama baba işte… O kadar yapabildi, o kadar söyleyebildi. Ama söylediği yürekten olduğu için, sözün gücü yürekten geldiği için yüreğime oturdu. Allah razı olsun, mekânı Cennet olsun. Sevdiğim bir kardeşim var. Bu yazının sonuna geldiğim sırada ona “Bana babanı bir cümleyle anlatır mısın?” dedim. “Babam çok dürüst bir insandı. Yürürken hep önüne bakardı. Yanından biz bile geçsek hiç fark etmezdi” dedi. Ne güzel der şair Behçet Necatigil: “Biz bu kadar eğilmezdik Çocuklar olmasaydı?” Bütün babalara rahmet duâsı ile… Ve özellikle de Hz. Fatıma’nın (r.anhâ) babacığına, Efendimiz’e (asm) salât-u selâm ile… 20.06.2010 E-Posta: [email protected] |
S. Bahattin YAŞAR |
|
Güneydoğu Life ve pozitif düşünmek |
İki ayda bir yayınlanan Güneydoğu Life dergisi, bölgenin kültür hazinelerine dikkatleri çeken ve bu konuları ele alan bir kültür taşıyıcısı sorumluluğu taşıyor. Dergi şu ana kadar 22 sayıya ulaşmış. İmtiyaz sahibi Mehmet Talat Akay, yöreyi ve dünyanın gelişen konularını yakından takip eden bir yayıncı. Güneydoğu Life derginin baskı kalitesine, prensipli yayın politikasına bakıldığında oldukça profesyonel bir vizyon kendisini gösteriyor. Ele aldığı konulara, fotoğraflara ve kullanılan dile bakıldığında ilkeli bir yayıncılık kendini gösteriyor. Dergi, daha çok Adıyaman, Batman, Diyarbakır, Gaziantep, Kilis, Mardin, Siirt, Şanlıurfa, Şırnak illerini kapsayan bir kültür ve san'at arşivi niteliğinde. Son sayısında Edebiyat Tarihçisi Abdulkadir Karahan’ı ele almış olan derginin, geçmiş bazı sayılarında ise, çok özel çalışılmış dosyalar görülüyor. Said Nursî dosyası bu özel çalışmalardan bir tanesi. Bununla beraber yöredeki pek çok kültür zenginliklerine dikkat çeken sayılar var: Göçerler, Ziynet merakımız, Dövme, Berdel, Taziye kültürü. Ayrıca yöre san'atçılarından ve yörenin yetiştirdiği ve farklı şehirlerde başarılı olmuş akademisyenler, idareciler ve iş adamlarının hayatlarına dair çalışmalar yapılmış. ** Güneydoğu Life son sayısında ‘dünyaya farklı bir bakış’ olarak tanımladığı ‘Pozitif Düşünmek’ çalışmasını da kapaktan duyurmuş. Pozitif Pencere isimli kitabımıza geniş yer vermiş olan çalışmada metinler uyumlu fotoğraflarla süslenmiş ve dikkat çekici cümleler spot cümle olarak fotoğrafların içerisinde yer almış. Pozitif Pencere isimli kitabımızın bir kapak çalışmasının da yer aldığı dergide, ‘Pozitifliğe neden ihtiyaç var, Pozitiflik nedir, İnsana ne kazandırır, Nasıl pozitif olunur, Pozitif enerji kaynakları nelerdir, Sürekli bir pozitiflik nasıl sağlanır?' gibi sorulara cevaplar aranmış. Kitaptan şu başlıklara dikkatler çekilmiş: Çirkinlik güzelliğin bozulmasıdır. İnsan, zaman zaman bakış açısı ayarı yapmalıdır. Kirli düşünce, önce taşıyanı kirletir. İnsanda negatif enerji kaynakları da var, pozitif enerji kaynakları da. Hangisini, nasıl kullanacağına insanın iradesi karar verecektir. Negatiflik, varlığın anlamını okuyamama sonucu ortaya çıkan bir bakış kirliliğidir. Pozitif enerji kaynaklarından beslenmeyenler kurur. Pozitif algılama programını bozan tek varlık insandır. Dergiye, www.guneydogulife.com adresinden ulaşılabilir. 20.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Banu YAŞAR |
|
Küçük kızı sevmek |
Meşhur bir hikâye vardır… Yolda sıkıntılı bir şekilde yürüyen adamın yanına kılık kıyafeti eski biri yaklaşır. Bir dilenci olduğunu düşündüğü için onu terslemek ister. Zaten çok sıkıntılıyım. Kimseyle uğraşacak durumda değilim, diye düşündüğü bir sırada, dilenci görünümlü adam, sessizce, ‘bir çikolata parası verir misiniz?’ diye seslenir. Bu kadarının da cüretkârlık olduğunu düşünen genç adam, ‘siz ekmek bulamayınca çikolata mı yersiniz’ diye dalga geçer. Yaşlı adam, sakin bir ses tonuyla ‘hayır efendim biz ekmek bulamayınca bulgur yeriz, onu da bulamayınca aç yatarız’ diye cevap verir. ‘Ben sizden karıma çikolata almak için para istedim. Bugün onun doğum günü, ona hiç pasta alamadım, ama her doğum gününde çikolata alırım. O çikolatayı çok sever, çok mutlu olur, param olmadığı için bu sefer alamadım. Ben günlük işlerde çalışırım, bugün hiç iş bulamadım’ diye söyler. Genç adam şaşırır. ’Ben eşime her şeyi aldığım halde onu hiç mutlu edemiyorum. Sen bunu nasıl başarıyorsun, mutluluğunun sırrı nedir, bana da söyler misin? diye yaşlı adama sorar. O da ‘küçük kızı severek’ diye karşılık verir. Genç adam yine bir şey anlamaz. Tekrar sorar; ‘nasıl yani’… İhtiyar devam eder… ‘yaşı kaç olursa olsun her kadının içinde, hiç büyümeyen küçük bir kız çocuğu vardır. O küçük kızı ne kadar çok seversen ve onu ne kadar mutlu edersen, o kadını da o kadar çok memnun edersin… Küçük kızlar nelerden hoşlanır, neleri sever bir düşün… Beğenilmeyi, güzel sözler duymayı, ilgi görmeyi, şımartılmayı severler ve bunları duyabilmek için tekrar tekrar sorarlar. Küçük kızlar hem çabuk mutlu olurlar, hem de çabuk kırılırlar. Ona güzel sözlerle seslenirsen, senin için nasıl koşuşturur, nasıl çabalar. Ama kaba ve sert davranırsan kırılır ve hırçınlaşır. Mutsuz ve huzursuz olur, dolayısıyla sende evde kendini kötü hissedersin, huzurun kalmaz. Oysaki küçük kızı mutlu etmek hiç de zor değildir. Onu anladığını söylemen, bir şey rica ederken, güzel kelimelerle istemen yeterlidir. Küçük bir kız çocuğu nasıl mutlu oluyorsa, bir kadın da öyle mutlu olur. Fıtratı bozulmamış bir kadın sen ne kadar pahalı hediyeler alırsan al, ona söyleyeceğin tatlı sözcükleri ve senin için ne kadar değerli olduğunu duymayı bunların hepsine tercih eder. Bu onu daha çok mutlu eder...’ Hepimiz ne kadar büyürsek büyüyelim, içimizdeki küçük kız ve oğlanlar hiç büyümeden kalır. Gerçek mutluluğu arayan da aslında hep onlardır. Büyüdükçe kendimize yeni kalıplar belirleriz, yeni mutluluk kaynakları ararız. Ama asıl kaybettiğimiz ve belkide unuttuğumuz içimizdeki o küçük çocuğun sevilme ihtiyacıdır. Küçük bir kız çocuğunu mutlu etmek kadar kolaydır bir kadını mutlu etmek… Yeter ki, fıtratı bozulmamış, yaratılışı dünyanın hırslarıyla örselenmemiş olsun… İnsan kendi özüne döndüğünde ve kendi iç sesini dinlediğinde, gerçekten neye ihtiyacı olduğunu daha kolay fark eder. Kaybettiğini yanlış yerlerde aramaktan, yanlış yollarda iz sürmekten kurtulur. Ahirzaman insanının en büyük yorgunluğu, yıpranışı da bu yüzdendir. Cevabı çok basit soruları ararken tükenir ömrü… Hayat sanılanın aksine karmaşık bir bilmece olarak sunulmamıştır bize… İnsan kendine zorlaştırır, yüreğine gereksiz sıkıntılar, ağır anlamalar yükler. Oysaki her soru cevabıyla birlikte verilir. Önemli olan sesleri ve soruyu doğru dinlemek, doğru anlamaktır… 20.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Yaş sınırı 11 yıl sonra hâlâ kalkmadı |
İlköğretim ve ortaöğretim okullarındaki yaklaşık 15 milyon öğrenci karnelerini aldı. Karnesi iyi olanlar sevindi, kötü olanlar da üzüldü. Yaklaşık 8 ay süren eğitim-öğretim yılı maratonunun yorgunluğunu 3 ay sürecek yaz tatilinde atacak. Her yıl olduğu gibi yine okullar sorunlar yumağı ile boğuştu. Sınıfların kalabalık olması, öğretmen yetersizliği, okullarda artan şiddet olayları, yaz-boz tahtasına dönen eğitim sistemindeki aksaklıklar, daha birkaç yıl önce başlanan SBS’nin kaldırılıp kaldırılmayacağının belli olmaması, ezberci eğitim, okulların fiziki yapısındaki eksiklikler, öğretmenlerin maddî ve manevî sorunları sayabileceğimiz sorunlardan bazıları… * * * Bunların yanında bugün üzerinde durmak istediğimiz asıl konu ise 28 Şubat sürecinde 1999 yılından itibaren Kur’ân öğrenmeye getirilen yaş sınırlaması. İlköğretimde okuyan birçok öğrenci okulların tatil olması ile birlikte camilerde yapılan yaz Kur’ân kurslarına bu yaz da gidemeyecek. Okullar açılırken, Diyanet’ten sorumlu Devlet Bakanı Faruk Çelik, 30 yıl sonra Diyanet Teşkilât Yasası’nın hazırlığı içinde olduklarını, tasarıyla yaz Kur’ân kurslarındaki yaş şartının kaldırılacağı müjdesini vermişti. 1999 yılından önce olduğu gibi 12 yaşından küçük çocukların da Kur’ân-ı Kerim öğrenmek için camilere ve Kur’ân kurslarına gidebileceklerini söylemişti. Ancak aradan geçen 9-10 ayda bu konuda bir gelişme olmadı. Bu yaz da 12 yaşını doldurmayan, yani ilköğretim 5. sınıfı bitirmeyen çocuklar camilerin kapısından geri çevrilecekler. Bilindiği gibi şu anda ilköğretimin 5. sınıfını bitirmiş olanlar yaz Kur’ân Kurslarına devam edebiliyor. Kış Kur’ân kursuna ise, ilköğretimi bitirenler yani 15 yaşını bitirenler ancak devam edebiliyor. Bu yaştaki çocuklar bale, müzik, jimnastik eğitimi alabiliyor fakat Kur’ân eğitimi alamıyorlardı. Bu durum yıllardır kanayan bir yara. AKP hükümetleri de bu sorunu bir türlü halletmedi. Bakanın bu sözünden sonra veliler sevinmiş, bu yaz bu uygulamanın başlayabileceğini ümit etmişlerdi. Ancak sevinçler yine kursaklarda kaldı. 11 yıl sonra bu anlamsız yasak yine kaldırılamadı. Durum böyle olunca da, Bakan Çelik’in “Bu konudaki kısıtlamanın doğru olmadığı inancındayız” sözü ile Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu’nun bütün velilere çocuklarını erken yaşta Kur’ân öğretimine teşvik etmeleri tavsiyesinde bulunması da havada kaldı. Diyanet İşleri Başkanlığı Din Eğitim Dairesi Başkanı Dr. Ulvi Ata, son 30 yılda 92 bin kişinin Kur’ân-ı Kerim’i ezberleyerek hafızlık belgesi aldığını söylerken, sadece 2009 yılında ülke genelinde 2 bin 985 kişinin hafızlık belgesine sahip olduğunu, geçen yıl Kur’ân kurslarına ise 1 milyon 801 bin öğrenci geldiği bilgisini veriyor. Buradan da anlaşılacağı gibi eğer yaş sınırı olmasa bu sayı çok daha fazla olacaktı. Bu yasak devam ettiği sürece de, Diyanet’in bu sene başlattığı öğrencileri Kur’ân kurslarına çekmek için ders saatleri dışında gezi, piknik, sportif ve sosyal faaliyetler düzenleyerek eğlenceli hale getirmesi de bir bakıma boşa gidecek. * * * Geçtiğimiz yıl vefat eden Diyanet-Sen Genel Başkanı merhum Ahmet Yıldız, tam üç sene önce yaptığımız bir röportajımızda, Kur’ân eğitimine yaş sınırının anayasaya aykırı olduğunu söylemiş ve şu yorumu yapmıştı: “12 yaşından küçüklere camide Kur’ân eğitimi yasak, 15 yaşından küçüklere ise Kur’ân kursuna girmek yasak. Acaba gaye şu mudur: ‘Biz bu yaştakilere Kur’ân eğitimini yasaklayalım, ondan sonra okuma fırsatları olmaz.’ Böyleyse bir milletin, kendi inancına, kendi kutsal kitabına engel ve yasaklama getirilmesi fevkalâde yanlıştır. Bu durum hem anayasa, hem de hukuka aykırıdır. Dünyanın hiçbir ülkesinde bunun benzeri bir uygulama bulunmamaktadır...” Kendisi de din görevlisi olan Yıldız, din görevlilerinin bu konuda “ikilemde” kaldığını ifade etmiş ve “Din görevlileri olarak çok büyük bir çelişkiye düşüyoruz. 12 yaşından küçüğü camiden içeri koymamanız veya girmişse tutup dışarı atmanız lâzım. Bu bir kere dinen suçtur. Atmazsanız kanunen suç işlemiş olursunuz. Din görevlisini dinle kanun arasında zor duruma düşürmeye kimsenin hakkı yoktur…” Üç sene önce söylenen bu ifadeler aynen bugün de geçerli… Aslında daha fazla söze de gerek yok. Sıkıntı 11 senedir devam ediyor ve sona erdirmek için de çalışmalar yıllardır yapılmıyor. Öncelikle yaş sınırı pedagojik kurallara uymadığı gibi, insan hak ve hürriyetlerine de BM Çocuk hakları Sözleşmesine ve diğer uluslar arası sözleşmelerde yer alan din eğitimi hak ve özgürlüğüne de aykırı bulunuyor. Çünkü insan haklarının temellerinden birisi unutmamak lâzım ki, inanç özgürlüğünü ve inancını yaşama ve öğrenme özgürlüğüdür. 11 yıldır uygulanan Kur’ân öğrenimine yaş sınırı bütün bunlara rağmen kaldırılmadıysa, hatta okullar açılırken bu mesele halledilecek denmesine rağmen halledilemediyse ne demek lâzım? Onu da siz söyleyin… 20.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Terör akıntısına karşı |
Yine bir çok eve terör ateşi düştü. Türkiye-İran-Irak üçgeninde yer alan Hakkâri’nin Şemdinli ilçesine bağlı Gediktepe mevkiinde askerîs birliğe düzenlenen saldırıda şehit olan da var, yaralı olan da. En başta, bütün şehitlerimize Allah’tan rahmet dilerken, yaralılara da âcil şifa temenni ettiğimizi ifade edelim. Her defasında böyle haberlerin ‘son’ bulması için duâ ediyoruz, ama anlaşılan ‘ifsat şebekeleri’ kan akıtma kararı almış. Yaz kış demeden, cinayet işlemeye ve Türkiye’nin ufkunu karartmak için ellerinden geleni yapmaya devam ediyorlar. Terörün bir hedefi de insanları yıldırmak ve umutsuzluğa sevketmek. Tamam bu tuzağa düşmeyelim, ama lütfen birinci işi terörü bertaraf etmek olanlar da biraz gayret göstersin. “Gösteriyorlar, ama bitmiyor” demek de çare değil. O halde daha fazla gayret gerekiyor. Öyle bir noktadayız ki, artık hiç kimse söz söylemek ve vaat etmek durumunda değil. Bu ‘tuzak’tan kurtulmanın bir çaresi var, o da kanı durdurmak, terörü sona erdirmek. Hadisenin ayrıntılarını, alınan tedbirleri ve planları elbette bilemeyiz ve bilmemiz de gerekmiyor. Ama kanın durması, bütün bir milletin vazgeçmediği bir taleptir. Gerek siyasetçi ve gerekse silahlı bürokrasinin yapacağı temel iş budur. Kan akıtan ve ocak söndüren terörün bir netice olduğunu bilmeli ve problemin temeline inmeliyiz. Çare gibi görünen bazı tedbirlerin, gerçekte çare olmadığı da kabul edilmeli. Yanlışta ısrarla hiç bir neticeye varılamayacağı gibi, terör de sona erdirilemez. Türkiye’yi idare edenler, gerekiyorsa bütün işleri bir yana bırakıp öncelikli ve âcil olarak “Akan kanı nasıl durdururuz?” sorusuna cevap aramalı. Bunun için gerekiyorsa günler süren toplantılar da yapılmalı. Bu toplantılar sadece bürokratların katılımıyla değil, aksine sivil toplum kuruluşlarının da katkı ve desteğiyle düzenlenmeli. Terör bölgesindeki ‘kanaat önderleri’ de dinlenmeli ve belki de öncelikli olarak onların tesbit ve teklifleri dikkate alınmalı. “Yok, biz kimseyi dinlemeyiz. 3-5 kişi bir araya gelir ve istediğimiz kararları alırız” demekle bir yere varılamadığı artık görülmeli. Terörün sona ermesi için öncelikle iç ve dış desteğin kesilmesi gerektiği her halde kabul ediliyor. O halde teröre kaynaklık eden hadiselerin sonlandırılmasında fayda var. Bunu bir yolu da insanları kazanmak, onları da ‘teröre karşı duruş’a davet etmekle mümkün. Devletin milletiyle gerçek anlamda barışması, terörün kökünün kuruması için atılması gereken adımların başında gelir. Yarım asırlık ihmal ve yanlış teşhisten kaynaklanan terörün bir anda sona ermesi elbette mümkün değil, ama hiç değilse bugün itibarıyla ‘doğru teşhis’ konulup, doğru tedaviye başlansın. Elbette biz ‘terör uzmanı’ değiliz, ama hiç değilse ‘gözü dönmüş cani’lere karşı özel eğitilmiş ekiplerle karşı konulabileceğini söyleyebiliriz. Kanlı terör örgütüne karşı, tecrübesiz ‘er’lerle mücadele günümüz şartlarına uygun mudur? Değilse niçin bu yanlışta ısrar ediliyor? Soru soralım ve Türkiye’yi idare edenlerden ikna edici cevaplar bekleyelim... 20.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Noktalı virgülden sonra |
Geçen haftaki yazımızın sonundaki “Hiç değilse en stresli basamaklardan biri olan ‘uçağa yetiştirme ve uçakla gönderme telâşı’nı ortadan kaldıracak bölge baskılarını artık gerçekleştirebilmek dileğiyle, şimdilik noktalı virgül” cümlesi, Osman Zengin’e şunları yazdırmış. Biz de, bu noktalı virgülden devamla, taşra baskısı için birşeyler söyleyelim; hem teyid, hem de takviye olması bakımından, o mevzuyla alâkalı olarak yaşadıklarımızı yazalım istedik. 1973-74 yıllarıydı. Dünyanın ve Türkiye’nin karışık olduğu yıllar. Bizim de gençliğimizin en güzel günleri. 20-21 yaşındayız. İşte o yıllarda Yeni Asya Ankara’da da basılıyordu. Şimdi çok uzak bir hayal gibi görünüp, o zaman gerçek olan şeydi Ankara baskısı. Ve işte bazı hatıralar: O günler bu günler gibi değil. Risale-i Nur’u okumak ve basmak yasak! Nurun ve Üstadın sadık hâdimi, Yeni Asya’nın kuvveden fiile geçmesinin bânisi Zübeyir Gündüzalp Ağabey vefat edeli iki-üç yıl olmuş. Özellikle siyasî dalgalanmalarla, Üstadın rağmına girişilen hareketlerin karşısında Yeni Asya durduğu için, Ankara’da gazeteye karşı bir muhalefet hareketi başlatılmış. Biz de Yeni Asya’nın hizmetine ve gerekliliğine inanan bir avuç insan olarak, azmimizi arttırıp, bürodaki işlere yardımcı olmaya çalışıyor, ayrıca yazı yazmaya gayret ediyoruz. Gazetenin akşam baskısı için ihtiyaç olunca da, oraya yöneliyoruz. Matbaa, Ankara’nın basın merkezi olan Rüzgârlı Sokak’taki Halkçı Matbaası. O günlerde komünist faaliyetler de devam ettiğinden, Cumhuriyet gazetesinin solculuğunu beğenmeyenler Yeni Ortam ve Halkçı adlarındaki gazeteleri çıkarıyorlar. Matbaa da onlara ait. O iki gazeteden başka, Yeni Asya, Millî Gazete ve bir de zannedersem Yeni Devir orada basılıyor. O zamanki teknoloji şimdiki gibi değil. Rotatif baskı yapılıyor. İstanbul merkezimizde kurşun kalıplara dökülen gazete sayfaları, matris denilen mavi renkte kalın bir kartona kopyalanıyor, ondan da matbaada tekrar gazete baskısının gerçekleşeceği şekle getirilerek basılma işlemi tamamlanıyor. Ve biz her akşam yorucu, ama zevkli bir koşuşturma neticesinde gazetemizi bastırıyor, ardından Anadolu’ya sevkıyatını yapıyoruz. Önce İstanbul’dan gönderilen matrisleri havaalanından aldırıyoruz. Matrislerin konulduğu metal kutuları, sonra tekrar iade ediyoruz. (Hatta o zamanlar ulaşım zor ve geç olduğundan, daha çabuk ve güvenli olsun diye, bazı yazılarımızı o kutuların içine koyup İstanbul’a öyle yolluyoruz.) Matbaa şefine teslim ettiğimiz matrislerin diğer işlemleri tamamlandıktan sonra sıramız gelince gazete basılıyor ve hemen Anadolu ve Ankara içinde gideceği yerlere göre taksim edip, birkaç abone olursa rulo, daha fazla olanları da ambalaj yaparak gönderiyoruz. O zaman yaşadığımız birçok hatıradan biri: Bir akşam yine mutad koşuşturmamızı yapıyoruz. Matrislerimiz geldi. İnceledik, makiniste verdik. Biraz sonra baskı sırası bize gelince, makinist “7. sayfa nerede?" dedi. Vermiştik, ama olmadığını söyledi, bütün matbaanın altını üstüne getirdik, bulamadık. Aslında gayet iyi biliyorduk ki vardı. Elimizle teslim etmiştik, ama o esnada matbaayı gezmeye gelen birilerince yok edilmiş olmalıydı. O zaman gazete 8 sayfa olarak çıkıyordu ve 7’de, 1’deki haberlerin devamı vardı. Aradaki sayfalardan biri olsa iş kolaydı, daha önce de öyle bir arıza olunca, eski günlerin iç sayfalarından koyup, vaziyeti idare ediyorduk. Ama bu öyle değildi. Neticede gazete o akşam basılamadı, Anadolu’ya sevk edilemedi, çok üzüldük. Yeni Ortam temsilcisinin o anda söylediği bir söz vardı ki, onu da hiç unutmuyorum. “Solda Yeni Ortam, sağda Yeni Asya var. O da çıkmazsa sağda gazete yok demektir” demişti. Kâzım Beyin noktalı virgülünün hatırlattıklarını bu şekilde kâğıda dökerken, onun ve hepimizin arzusu olan taşra baskılarını göreceğimiz günlere erişmek duasıyla yazıyı tamamlayalım. 20.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Ağzımızdan çıkanlara dikkat! |
“Kur’ân’ı dinle ve hükmüne mutî ol ve ona yapış ve ahkâmıyla amel et.” Sözler: s. 41
İsmi mahfuz bayan okuyucumuz: “Bir adam eşine ‘Sen bana anam ve bacım gibisin’ dese, karısını boşamış olur mu? Sonra pişman olsa ne yapması gerekir?”
İslâm öncesi cahiliyet döneminde karısının mahrem bir uzvunu annesinin veya bacısının mahrem bir uzvuna benzeten erkek bu davranışıyla zıhar yapmış olur, böylece karısını boşamış sayılır ve artık o kadınla evliliği sona ererdi. İslâmiyet böyle yakışıksız sözlerle yapıldığına inanılan boşama şeklini kaldırdı. Havle binti Salebe bir gün Resûlullah Efendimiz’e (asm) gelerek kocasından yakındı ve dedi ki: “Ya Resûlallah! Kocam gençliğimi yedi. Karnım ona saçıldı. Ona çocuk doğurdum. Nihayet yaşlanıp çocuktan kesildiğim zaman kocam bana zıhar yaptı. Ben de halimi sana arz ediyorum.”1 Kadın böyle demeye devam ederek yakınmalarını sürdürünce, daha oradan ayrılmadan Hazret-i Cebrail (as) geldi ve şu âyetleri indirdi: “Kocası hakkında defalarca sana müracaat eden ve Allah’a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitti. Zaten Allah sizin konuşmalarınızı işitiyordu. Muhakkak ki Allah her şeyi hakkıyla işitir, her şeyi hakkıyla görür. Hanımlarına zıhar yapanlarınız bilsinler ki, bu sözleriyle hanımları onların anneleri olmuş olmaz. Onların anneleri, ancak kendilerini doğuranlardır. Gerçekte onlar çirkin ve asılsız bir söz söylüyorlar. Allah ise, şüphesiz ki, çok affedici ve çok bağışlayıcıdır. Hanımlarına zıhar yaptıktan sonra söylediklerinden vazgeçenler, onlarla ilişkide bulunmadan önce bir köle veya cariye azad etsinler. Böyle bir günaha bir daha girmemeniz için size böylece öğüt veriliyor. Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır. Köle âzâd etmek için imkân bulamayanlar, hanımlarıyla ilişkide bulunmadan önce peş peşe iki ay oruç tutsunlar. Buna da güç yetiremeyen, altmış fakiri doyursun. Bu, Allah’a ve Resûlüne (asm) iman ederek cahiliyet âdetlerini terk etmeniz içindir. Bu hükümler, Allah’ın koyduğu sınırlardır. Kâfirler için ise pek acıklı bir azap vardır.”2 Zıhar iki şekilde yapılır: 1- Açık lâfızla. Zıhardan başka bir mânâ taşımayan lâfızla yapılır. Kişi karısına, “Sen bana annemin sırtı gibisin” serse, açık lâfızla zıhar yapmış olur. 2- Kinayeli lâfızla. Zıhar mânâsına gelebileceği gibi, başka mânâlara da gelebilen sözlerle yapılan zıhardır. Kişinin karısına, sizin de belirttiğiniz gibi, “Sen bana annem ve bacım gibisin” demesi kinayeli bir lâfızdır. Çünkü bu söz niyete bağlı olarak iki şekilde anlaşılır: 1- Zıharı kast etmişse, bu söz zıhardır. 2- Eğer zıharı kast etmemişse, meselâ böyle demekle karısını şeref ve ahlâk bakımından annesine veya bacısına benzetmişse bu söz zıhar değildir. Bu durumda bu sözle hiçbir şey yapması gerekmez. Zıhar yapmak büyük günahlardandır. Haramdır. Karısına zıhar yapan kişi âyette de belirtildiği gibi karısını boşamış sayılmaz. Fakat kefareti gerektiren büyük günah işlemiş olur. Kefaretini ödemedikçe hanımı ile cinsi ilişki kuramaz. Kurarsa haram işlemiş olur. Âyette açıklandığı üzere, zıhar yapan kişi zıharın kefaretini sırasıyla şu üç şeyle ödeyebilir: 1- Bulunduğu yerde veya dönemde Müslüman köle varsa ve gücü de yetiyorsa bir köle azad eder. 2- Azad edecek köle bulamamış ise veya köle azad edecek imkân bulamamışsa, hiç ara vermeden peş peşe iki ay oruç tutar. 3- Sağlığının elverişsizliği dolayısıyla peş peşe iki ay oruç tutmaya güç yetiremiyorsa, altmış fakiri doyurur. Kefaretini ödedikten sonra tövbe eder ve bir daha böyle yakışıksız sözleri ağzına almaz. Bundan sonra hanımı ile birlikteliğini sürdürür.
Dipnotlar: 1- İbn-i Mace, 2063; Ebu Davud, 2214. 2- Mücadele Sûresi: 1-4. 20.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin GÜLTEKİN |
|
Hizmet erlerinin sorumlulukları |
Sınırın hem de kritik bir yerinde nöbet bekleyen asker, silâhını bırakıp, istarahate çekilse ne olur? Veya denizin azgın dalgalarıyla boğuşarak yol almaya çalışan geminin kaptanı ve mürettebâtı, bir anlığına da olsa, işlerini bırakıp dinlenmek niyetine bir eğlenceye dalsalar, bu geminin ve içindeki yolcuların hâli nice olur? Veya düşmanın amansız bombardımanına maruz askerinin sevk ve idaresinde sorumlu bir komutan, tam da bu sırada askerinin başsız kalacağını bildiği halde bir köşede istirahate çekilse, peşinen mağlubiyeti kabullenmiş olmaz mı? Evet bir yüce dâvâya gönül veren insanlar, bu görüntünün neresinde? Bir kudsî hizmete baş koyan hizmet erlerinin buradaki rolleri nedir veya ne olmalı? Bu herc-ü merc-ü dünyada, bu kritik ortamdaki vazifemiz nedir? Sorumluluklarımız, mes’uliyetlerimiz nelerdir? Kritik mevkilerde nöbet bekleyen askerler miyiz? Veya sınır gerisinde hiçbir şeyden habersiz sıradan insanlar mıyız? Yolcuları sâlimen limana ulaştırmakla vazifeli gemide kaptan veya mürettebat mıyız? Yoksa denizin azgın dalgalarından habersiz rahat-ı kalple gemide yolculuk yapan insanlar mıyız? Harp meydanında düşmanla burun buruna çarpışan asker veya komutan mıyız? Yoksa cephe gerisinde olup bitenden habersiz, şahsî işleriyle meşgul insanlar mıyız? Bediüzzaman, tâ bir asır öncesinden, alevleri göklere yükselen ve içinde evlâdının yandığını ifade ettiği korkunç bir yangından bahsediyor. Ve o yangını söndürmeye koştuğunu söylüyor. Bu korkunç yangını Bediüzzaman’dan başka kimse görememiş miydi? Ve bu yangını söndürme vazifesi yalnız Bediüzzaman’a mı verilmişti? Ve bu dehşetli yangın bu güne kadar söndürülebildi mi? Yoksa yangın devam ediyor da, biz mi göremiyoruz? Helâl ile haramın, günah ile sevabın beraber bir dükkânda satılıp ve bolca müşteri bulduğu bir zamanda yaşıyoruz. Her gün, her saat, her dakika günahların, kötülüklerin bombardımanı altında bir hayat geçiriyoruz. Hayasızlıklar, arsızlıklar, utanmazlıklar cadde ve sokakları, çarşı pazarları ablukaya almış. Masum denecek yaştaki yavrularımız içki, kumar ve uyuşturucunun tehdidi altında... Ve çoğu insan dehşetli tehlikeyi göremiyor, görenler de kayıtsız ve lâkayt, seyirci olmayı tercih ediyor... Bediüzzaman’ın bir asır önceden görüp feveran ettiği o dehşetli yangın bu olmasın. Her zahmeti, her tehlikeyi göze alarak söndürmeye koştuğu yangın hâlen devam ediyor olmasın. O gün Bediüzzaman’a mani olmaya çalışanlar, hâlen vazife başında olup yangına benzin dökmeye devam ediyor olmasınlar... Bu yangını söndürmek, bu menfîliklere göğüs gererek, onları bertaraf etmek, nifak komitelerince sürdürülen hücumları püskürtmek yine fedakâr, cefakâr, cengâver gönüllü hizmet erlerine düşüyor. Madem onlar bilerek, gönüllü olarak bu zor işi üstlendiler, her güçlüğü, her meşakkati göze alarak, bu milletin imanını, itikadını tehdit eden bütün tehlikeleri geri püskürtecekler İnşâallah... Madem bir ihsan-ı İlâhî olarak onların omuzlarına bu ağır yük tevdî edildi. Madem bu şerefli emanet, bu değerli hazine onların uhdesine verildi. Onlar bu emaneti, bu paha biçilemez hazineyi son nefeslerine kadar en iyi şekilde muhafaza ederek, kendilerinden sonraki nesl-i âtîye emanet edecekler İnşâallah... Bu yolda, bu uğurda onlar gemide kaptan, harpte komutan, yangında birer itfaiye eri olduklarının bilinciyle her tehlikeyi, her maniyi aşmanın başarısını gösterecekler İnşâallah... Onlar bu kudsi dâvâ uğruna meşru olan bir çok haklarından dahi feragat etmek kemâlâtını da gösterecekler. Yorgunluklarını hizmet etmekte; usanç ve bıkkınlıklarını okuyup, tefekkür etmekte; düçar kalacakları hastalık ve belâlardan necâtı sabır ve şükürde arayıp bulmanın huzur ve saadetine erişecekler İnşâallah... Cihad-ı mânevîye talip, Bediüzzaman’ın fedakâr, cefakâr talebelerine böyle olmak yaraşır. 20.06.2010 E-Posta: [email protected] |