06 Mayıs 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Ali OKTAY

Kur’ân’ı güzel okumak ...


A+ | A-

İstanbul’da yaşamanın en önemli avantajlarından ve en güzel taraflarından biri de bence, Cuma namazınızı isterseniz Eyüp Sultan’da, Süleymaniye’de, isterseniz Sultanahmet veya Bayezid Camileri gibi özel mekânlarda eda edebilmeniz. Zaman zaman ben de bu nimetten istifade etmeye çalışıyorum binlerce İstanbullu gibi. En son 1 ay evvel bazı arkadaşların Cuma’yı Süleymaniye’de eda etme kararına ben de severek iştirak ettim. Cami tadilatta olduğu için, bahçede büyük bir cemaatle namazımızı kıldık. Tanıdık bazı meşhur simaların da Cuma namazına geldiğini gördük, namaz sonrası. Yine Sultanahmet’te kılınan Cuma’ların ‘tadı’ da bir başka oluyor doğrusu. Üniversitedeki öğrencilik yıllarında kıldığımız vakit namazlarının mekânı ise Bayezid Camii idi. Rahmetli İsmail Biçer Hoca’nın o müthiş tilâvetiyle okuduğu Kur’ân-ı Kerim’i dinlemeye gelirdi bir çok kimse özelikle. Caminin kubbelerinde yankılanan o ses hâlâ zihnimdedir. O İlâhî Kelâm’ı okuyanların, sesleri ve okuyuşları, cemaatin namazdan aldığı hazzı oldukça etkiliyor. Öyle ki, Müslüman olmayan yabancıların ve turistlerin dahi bundan pay aldıkları bir gerçek. O halde hoca efendilere büyük bir sorumluluk ve görev düşüyor.

Yeri gelmişken bu konuda Asr-ı Saadetten birkaç örnek verelim: Birgün Ebu Musa’l-Eş’âri’nin güzel sesiyle Kur’ân okuduğunu görünce Peygamber Efendimiz şöyle buyurur:

“Ey Ebu Musa! Sana Hz. Davud’un güzel nağmelerinden bir nağme verilmiştir.”

Yine bir gün, insanın içine işleyen sesiyle Huzeyfe’nin azadlı kölesi Salim’in Kur’ân okuduğunu işittiğinde Peygamber Efendimiz (asm) şöyle iltifatta bulunmuştu:

“Allah’a hamdolsun ki ümmetim içinde böyle insanlar var.”

Başka bir hadisi şerifte de “Güzel ses, Kur’ân’ın süsüdür” buyurmuştur Efendimiz.

Kur’ânı’mızı lâyık olduğu biçimde güzel okumak en azından güzel okumaya çalışmanın önemi bundan daha veciz anlatılabilir miydi?

Bostan ve Gülistan’dan..

ŞEYH Sâdî-i Şirazî’nin Bostan ve Gülistan’ından bir hikâye: “Bir genç ney öğreniyor, gönülleri ney gibi dağlıyordu. Babası çok kere ona bağırmış, çağırmış hatta ney’ini ateşe atmıştı. Fakat faydası olmuyor, çocuk neyzenlikte devam ediyordu. Bir gece çocuk ney üflerken babası dinledi. Neyin sesi adamcağıza dokundu. Aşka şevke geldi, içi karmakarışık oldu, kendinden geçti, içine hararet düştü, terlemeye başladı: “Kaçtır ben ney’i ateşte yakıyordum, bu defa ney beni ateşte yaktı” dedi. Aşıkların gönüllerine varidat-ı İlâhiyeden bir kapı açılır. Onun zevkiyle ellerini kâinattan silkeler, kâinatı terk ettiklerini vaziyetiyle anlatırlar...”

HADİS-İ ŞERİF

Cabir (r.a ) rivayet ediyor.

“ÜÇ ses vardır ki, Allah (c.c) onlarla meleklere karşı iftihar eder. Ezan sesi, Allah yolunda çarpışırken getirilen tekbir sesi ve hacda yüksek sesle söylenilen ‘Lebbeyk’ sesi.”

06.05.2010

E-Posta: alioktay@alioktay. net



Ali FERŞADOĞLU

Hz. Muhammed’in (asm) -tıp sahasındaki mu’cizeleri


A+ | A-

Hz. Muhammed’in (asm) tıp alanındaki tavsiyeleri, tesbitleri gerçekten de harikadır ve bize iki noktayı hatırlatmaktadır: Birincisi, bahsettiği meselelerin bir kısmı günümüz teknolojisinin zirveye ulaştığı ilmî birikim ve teknolojiyle ancak tesbit edildiğine göre, o bir peygamberdir, Yüce Yaratıcı’nın varlığı ve birliğine delildir.

İkincisi, gerçekte şifa veren Şâfî-i Hakîkî’nin inayetiyle, tıbbın zirveye ulaştığı günümüz insanlarına bile sağlıkla ilgili harika mu'cizeler göstermiştir. Bunlar da binlercedir. Biz yalnızca bir örnek sunmakla iktifa edeceğiz:

Günümüz hastalıklarından veya hastalıklara sebep olanlardan birinin “yüksek tansiyon” olduğunu hemen hemen bilmeyenimiz yok gibi. Ondan kurtulmak için de bir sürü, pahalı ve yan etkileri olan tansiyon düşürme ilâçları piyasaya sürülmüş. Oysa yapılan araştırmalara göre, ilâç kullanmadan yüksek tansiyonu düşürmek mümkün. Tıp otoritelerine göre, “kan vermek, vücuda genel bir rahatlama sağlar. Özellikle kalp üzerindeki yükü azaltır. Normalde büyük tansiyonun 13-14 civarında olması gerekir. Ancak kalpteki yükün artması sebebiyle tansiyon, 22-23’e çıkabilir. Bu durumda, tansiyonu düşürmek için derhâl kan vermek gerekir. Aksi takdirde beyindeki damar patlar ve tansiyon, beyin felcine yol açar. Ani beyin felçlerinin tamamı, yüksek tansiyondan meydana gelir.”

Şimdi, “hacamat” (kan verme) sünnetinden hareketle, “tarih” denilen hızlı trene binip Asr-ı Saadet’e gidelim. Tıbbın en büyük önderi, müstesna insan, Peygamberimiz Hz. Muhammed’i (asm) ziyaret edelim... “Yüksek tansiyon ve beyin felci” gibi, ancak günümüzde ilâçlarla tedavi edilebilen hastalık ve hastalık sebebi yüksek tansiyona, o zamandan mu'cizevî bir tedavi metodu getirdiğini görüyoruz.

Kan aldırma gibi, pek çok faydası olan bir sünnet-i nebevi, tıbb-ı nebevî, bundan 1400 küsur sene önce, cehaletin, vahşetin diz boyu olduğu devrede uygulanmış. Değil bugünkü gibi kanı inceleyen mikroskoplar, modern laboratuvarlar; o gün yemeklerini yiyecek doğru dürüst kapları kaşıkları bile yoktu, giyecek elbise bile zor buluyorlardı. “Yüksek tansiyon ve beyin felci” gibi ancak günümüzde anlaşılabilen problemleri, Peygamberimizin (asm) “hacamat” (kan verme) sünnetiyle 15 asır önce çözdüğünü şu ifadelerinde görüyoruz:

“Kan aldırmada şifa vardır.”1 “Bana Cebrail’in haber verdiğine göre, damardan veya deriden kan aldırmak, tedavi olduğunuz şeylerin en faydalılarındandır.”2 “Kim ayın 17, 19, 21’inci günlerinde kan aldırırsa, birçok hastalıktan şifa bulur.”3 “Sıcaklar arttığı zaman kan aldırmakla, sıcağın etkisini gidermeye çalışınız. Zira sıcakta sizin birinizin kanı hücuma geçerek onu öldürmesin!”4

Dipnotlar:

1- Müslim, Selam H. 71; Buharî, Tıp 7/12; İbn-i Mâce, Tıp H. 3491; Müsned 1/246.

2- Bağdâdî, s. 45.; İ. Sünnî vr. 17a.

3- Ebû Dâvûd, Tıp H. 3861.; Tirmizî, Tıp H, 2051; Hakim, Tıp, 4/210; Dımeşkî, s. 34.

4- Hakim, Tıp, 4/212; Râmuz, s. 71.; L. Ukûl, 1/65; K. Ummal, 10/28127; Camiü’s-Sağîr, 1.

06.05.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Siyasette 'sırren tenevveret'


A+ | A-

Siyasetle ilgili yazılar yazmanın ne kadar zor ve ne derece riskli, sıkıntılı olduğunun farkındayız. Ama, yine de zor olana talibiz. Üstelik, en sıkıntılı bir süreçte... Kolay zamanda herkes konuşur.

Gerçi, bazı okuyucularımız—bizi sevdiklerinden olacak—ısrarla şu tarz mesajlar gönderiyor: "Lütfen siyasî konulara girmeyin... Mümkün olduğunca siyaset üstü, ya da siyaset dışı konuları yazın... Senin neyine siyaset be kardeşim! Yazacak nurlu hatıralar, feyizli mevzular mı yok? İstersen çiçek–böcek yaz, istersen kırlara uzan, istersen hep tarih yaz, hatta istersen halk ilâçlarıyla, yahut sağlıklı beslenmeyle ilgili konuları yaz, razıyız; yeter ki, siyasetten uzak dur, siyaset yazma..."

Sizler de biliyorsunuz ki, yerine göre diğer konularda da yazıyoruz. Yeter ki, konu ilgi alanımıza girsin, yahut uzmanlık sahamızla alâkalı olsun...

Bununla beraber, siyasete temas etmeye ve siyasî mevzularda yazılar yazmaya da mecbur ve mükellefiz.

Zira, Üstad Bediüzzaman'ın da ifadesiyle, gazeteler bu zamanda "siyasetin lisânı"dır. Niketim, kendisi de "gazete ve siyaset" ile eş zamanlı olarak ilgilenmiş, yahut terk etmiştir. 1935'te Isparta Cumhuriyet Savcılığına yazdığı bir mektupta, 13 senedir (demokrasi dışı tek parti dönemini kast ediyor) gazete ile birlikte siyaseti dinlemediğini, işitmediğini ve istemediğini ifade ediyor. (Bkz: Barla Lâhikası, s. 198)

Ama aynı Üstad, 1949 yılından itibaren, hem siyasetle yakından ilgilenmeye, hem de gazeteleri yeniden yakın takibe almaya başlamıştır. (Bkz: Tarihçe–i Hayat'ın "Üçünçü Said Devresi" ile Emirdağ Lâhikası–II'de yer alan yirmiye yakın mektup.)

Demek ki, eğer siyasetle ilgilenilecekse, mutlaka gazete lâzım ve eğer gazete çıkarılacaksa, illâ ki siyasetten söz etmek gerekiyor. Demokrasilerde, biri diğerisiz olmaz. Kim ki olur diyorsa, mevcut gazetelerden bir örnek göstermesi lâzım.

Bütün bunların dışında, ayrıca şuna da kat'iyyetle inanıyorum ki: Fahr–i Kâinat'ın (asm) bırakmış olduğu iki büyük emanet olan "Kitabullah ile Âl–i Beyt" emanetinin bu zamanda hakkıyla namzet ve mâkesi olan Hazret–i Bediüzzaman'ın siyasette de "mükellef" olduğu bir "vazife–i hakikiye"si vardır.

İşte size, siyasetle de yakından alâkadar olan/olması gereken "Üçüncü Said"in bu vazife–i hakikiyesine dair yazdığı mektubun can alıcı cümlesi: "...Vatan ve millet ve din nâmına mükellef olduğum büyük bir vazifeyi—dünyaya bakmadığım için—yapmadığımdan, hakîkat noktasında affolunmaz bir suç olduğuna ve bilmemek bana bir özür teşkil edemediğine şimdi bu Afyon hapsinde (1948–49) kanaatim geldi." (Tarihçe–i Hayat, s. 490)

Üstad Bediüzzaman'ın o tarihte bu kanaate sahip olmasının ve "Üçüncü Said" olarak siyasetle yeniden alâkadar olmasının en büyük bir sebebi, âdeta bağıra bağıra "Ben dindarım! Biz dindarız!" diyen şahısların kurduğu Millet Partisinin siyaset sahnesine çıkması ve aynı dönemde Meclis'te grup kurmasıdır.

Evet, mübarek sayı olsun diye 33 kişiyle 1948'de—üstelik Ankara'da Üstad Bediüzzaman için bir ev yaptıran Osman Nuri Köni'nin evinde—kurulan Millet Partisinin fahrî başkanlığına "dindar Kemalist" Fevzi Çakmak, resmî başkanlığına ise "milliyetçi Kemalist" Hikmet Bayur getirildi. (Onlara göre, Said Nursî ve talebeleri de "çantada keklik"ti. Ayrıca, bir ev/medrese de yaptırmışlar ya... Bkz: Emirdağ Lâhikası, s. 288)

Eski Genel Kurmay Başkanı (1922–44) Fevzi Paşa, 22 yıl seyirci ve yer yer müdahil olduduğu eşedd–i zulüm ve istibdat rejiminin üçüncü derecedeki günahkârı iken, Hikmet Bayur ise, 1934'teki Millî Eğitim Bakanlığı döneminde başlayan ve halen de bütün okullarda devam eden "Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi" dersinin kurucusudur.

Bu iki Kemalist şahsın liderliğindeki partiye, ayrıca parlamentoda 61 üyesi bulunan Demokrat Partiden de 28 milletvekili transfer edilerek Meclis'te grup kuruldu. Üstelik, transfer edilenlerin ekserisi, kamuoyunda "milliyetçi–muhafazakâr" diye bilinen kimselerdi. Bu da yetmezmiş gibi, o devirde "dindar medya" olarak bilinen bütün gazete ve dergiler, hemen bütün edip, yazar ve şairler de koro halinde Millet Partisini desteklemeye koyuldu: Eşref Edib'ten Necip Fazıl'a, Osman Yüksel'den Abdurrahim Zapsu'ya, Osman Bölükbaşı'dan Cevat Rıfat'a, Osman Nuri Beyden "İhtiyar Hoca"nın bilumum talebe ve müritlerine kadar, o devirde "şahs–ı mânevî"den ziyade tarîkate meyyal olanların kâffesi Millet Partisinin barajına su taşımaya yöneldi. (Dikkat: Bugün de aynı barajdan beslenen, enerji alan siyaset trafoları var.)

Böylelikle, 1946 seçimlerinden beri Halkçıların zulmü altında ölüm kalım mücadelesi veren DP'yi hem bölmüş oldular, hem de içini boşalttılar. Parti üst düzey kadrosu içinde ilâç için olsun "dindar" diye bilinen hemen hiçkimse kalmadı. Öyle ki, ekonomide liberal görüşü savunan eski İttihatçı Bayar'ın liderliğindeki DP yönetiminin 4. sırasında yer alan Adnan Menderes'i dahi o güne kadar camilerde gören olmamış.

İşte, böylesi bir siyaset tablosu ile, Türkiye 1950 seçimlerine hazırlanıyordu ki, Üstad Bediüzzaman "Üçüncü Said" nâmı ile meydân–ı zuhûra çıktı.

Daha hapiste iken duymuş ve çıkınca (1949 ortaları) da gördü ki, çoğu dostları ile İttihad–ı İslâmdan bazı kardeşleri "daha dindar" görünümlü olan Milletçilere meyletmiş.

İşte, bilhassa bu dost ve kardeşlerin "yanlış basmaları" ve siyasette yanlış bir adrese yönelmeleri, 35 senedir siyaseti terk eden Üstad Hazretlerine siyasî muhtevalı lâhika mektuplarını yeniden yazmaya ve bu meyandaki ölçü ve prensipleri hatırlatmaya sevk etmiştir. (Bkz: Beyanat ve Tenvirler, s. 307)

Zira, Üstad Bediüzzaman'a göre, böyle bağıra bağıra, yahut göstere göstere "dindarlık görünümüyle" siyaset meydanına çıkılması, âyet ve rivâyetlerin ders vermiş olduğu kudsî düstûrlara, prensiplere uymuyor. Bilhassa, "sırren tenevveret" düstûruna aykırı düşüyor.

Dolayısıyla, "helâket ve felâket asrı" olan şu âhirzamanda, doğrudan ve alenî şekilde din nâmına, dindarlık adına, hatta dindarlık görüntüsüyle, mücadele meydanına çıkılması uygun görülmüyor, tavsiye edilmiyor: "O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset canibiyle onlara galebe edilmez; ancak, manevî kılınç hükmünde i’câz–ı Kur’ân’ın nurlarıyla mukabele edilebilir." (Hadis meali; Tarihçe–i Hayat, s. 131)

İ’câz–ı Kur’ân’ın nurlarıyla mukabele, üç Said devresinde kesintisiz şekilde devam ettiği gibi, kıyamete kadar da devam edecek.

Kuvvetin kardeşi olan siyasetle mukabele ise, doğrudan yapılmayacak ve yapılmamalı. Bu sahadaki mücadele, yine "sırren tenevveret" düstûruna muvafık olarak, bir derece perdeli ve hatta "benzeyen"i ile yapılmalı... Evet, rakip, muarız veya muhalif cenahı parçalayıp çökerten en sağlıklı yöntem ve en kuvveti silâh, "benzeyeni ile vurmak"tır.

Nitekim, Üstad Bediüzzaman da bu metodu kullanmış ve meselâ ikinci Reisicumhura yazdığı mektupta, onu "Ölmüş gitmiş, dünyadan ve hükûmetten alâkası kesilmiş" dediği en dehşetli adamın aleyhine sevk etmiştir. (Dehşet uyandıran bir noktaya dikkat: Başbakan Erdoğan, bugünlerde bu düstûrun tam zıddına gidiyor. Birincisine sahip çıkarak, habire ikincisine vuruyor.)

Öte yandan, Celal Bayar'a tebrik telgrafı ile destek mesajı gönderen Üstad Bediüzzaman, çok daha fenâ olan İsmet'e karşı ona "nokta–i istinat" olmuştur. Aynı şekilde, "liberal Kemalist" olan Bayar'a karşı da "İslâm kahramanı" dediği Adnan Menderes'e bütün kuvvetiyle sahip çıkmış ve talebeleriyle birlikte ona duâ edip destek vermiştir. (Zındıkaya karşı zaten inisiyatifsiz olan Fevzi Paşa, 10 Nisan 1950'de öldüğü için, siyasî denklemden de çıkmış oldu.)

Elhasıl: Şu "sırren tenevveret" hakikatini hayat ve hizmetinin hemen her sahasında rehber edinen Üstad Bediüzzaman, mükellef olduğu "siyaset mesleği"nde de aynı düstûra riayet etmiştir... Meselâ, Nur Risâlelerini sürgün hayatının başlangıcı olan Barla'da alenî ve bağıra çağıra değil, gizli bir sûrette telif ve neşretmiştir.

Bu durum gösteriyor ki, siyaset mesleğinde de aynı "perdeli düstûr"la hareket edecek; dolayısıyla, bağıra bağıra, göstere göstere bir dindarlık görüntüsüyle siyaset kulvarına girene değil, öyle görünmeyene istinat noktası olmaya çalışacak ve asıl muarızlarını onlarla vuracak demektir.

"Dindar demokrat"lık ise, zahirde görünen ve istismara, hatta tahrike açık olan değil, gösterişten ve riyâkârlıktan uzak bir dindarlıktır ki, bundan zarar gelmez.

06.05.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Ruhun ve vicdanın gıdası: Namaz


A+ | A-

Bilecik’ten okuyucumuz: “Namaz kılacağım vakit isteksizlik duyuyorum. Huşû içinde bir namaz kılmak için neler yapmalıyım? İsteksiz kıldığım namazların durumu ve hükmü nedir?”

İnsanın derecesini yükselten en müstesnâ ibâdetlerden birisi namazdır. Bu sebeple namazla ilgili olarak şeytan içimize akla hayâle gelmeyen şüphe, vesvese ve isteksizlik halleri atar. Çünkü şeytan, insanın yükselmesini aslâ istemez.

Peygamber Efendimiz (asm) buyuruyor ki: “Bil ki, sen Allah’a her secde ettiğinde, mutlaka Allah bununla bir dereceni yükseltir ve bir günahını bağışlar.”1 Bir diğer hadiste Allah Resûlü (asm), kulun secde etmesiyle şeytanın perîşan oluşunu şöyle bildirmiştir: “İnsan oğlu secde âyetini okuyup secde edince şeytan ağlayarak uzaklaşır. Ve şöyle der: ‘Eyvah! Eyvah! İnsan oğluna secde etmesi emr olundu. O da secde edip Cenneti hak etti. Bana da secde etmem emr olundu; ben ise emre karşı gelip Cehennemi hak ettim.’”2

Peşimizde böyle hasım ve düşman bir şeytan varken, onun içimize isteksizlik hâli atması ve bizi en yüce, en nâzik ve en nezîh bir ibâdetten alıkoymaya çalışması, onun mesleğinin gereğidir. O halde namazdan yılmayalım ve başarabildiğimiz kadarıyla huşû içinde kılmaya özen gösterelim. İsteksiz olduğumuz zamanlarda, hiç oralı olmadan, namazın bir fıtrat borcu olduğunu hatırlayarak namaza devam edelim. Şeytan bizimle uğraştığı halde bizim ısrarla ve şeytana inat namazı terk etmememiz, biz hissetmesek de, Allah’ın huzurunda daha fazîletli bir duruş teşkil eder. Şeytanın bizimle olan meşgûliyeti, bizim zevkimizi ve huzurumuzu kaçırsa bile, namazın fazîletinin daha da yükselmesine zemin hazırlar.

Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, nefsin tembellik döşeğinde ve gaflet uykusunda şeytandan gelen böyle vesveselere kulak verebileceğini kaydeder ve nefsin bu desîsesine karşı önemli îkazlarda bulunur. Üstad Hazretlerinin îkazlarını kısaca hatırlayalım:

Acaba ömür ebedî midir? Gelecek seneye, hattâ yarına kalmaya hiç kimsenin senedi var mıdır? İnsana usançlık veren şey, dünyada sonsuz seneler kalacağını zannetmesidir. Oysa vâkıa tam tersidir; insanın hem ömrü azdır, hem faydasız uçup gitmektedir. Geçip giden her bir fânî günün yirmi dörtten birisini hakîkî bir ebedî hayatın saadetini temin edecek güzel, hoş, rahat ve rahmet bir hizmete sarf etmek ise, usanmak şöyle dursun, bilakis ciddî bir şevk ve hoş bir zevktir.

Diğer yandan; her gün her gün ekmek yiyen, su içen ve havayı teneffüs eden bir adam, ekmekten, sudan ve havadan usandığını söyleyebilir mi? Çünkü her an ihtiyaç tekrarlandığından; usanç değil, lezzet almaktadır. Kalp, ruh ve vicdan, cisim hanesinde nefsin arkadaşlarıdırlar. Nefis her ne kadar usandığını ve isteksiz olduğunu söylese de; kalbin, ruhun ve vicdanın gıdası, huzuru ve hayat kaynağı namazdır. Öyleyse nefis bunu sîneye çekmelidir.

Çünkü hem sonsuz acılara mâruz, hem hadsiz lezzetlere sevdâlı bir kalbin gıdâsı, elbette her şeye kâdir bir Rahîm-i Kerîm’in rahmet kapısında aranmalıdır. Kezâ, şu fânî dünyada, büyük bir sür’atle ayrılık feryatları koparıp giden bir rûhun hayat kaynağı, her şeye bedel bir Mâbud-u Bâkînin ve bir Mahbûb-u Sermedî’nin rahmet çeşmesine namaz ile yönelmektir. Fıtraten ebediyeti isteyen, ebediyet için yaratılmış olan, ezelî ve ebedî bir Zât’ın âyinesi bulunan ve sonsuz derece nâzik ve latîf olan insanın duyguları, şu kasâvetli, ezici, sıkıntılı, geçici ve boğucu olan dünya halleri içinde elbette teneffüse pek çok muhtaçtır. Bu teneffüsü ise ancak namaz penceresi sağlayabilmektedir.

Bir diğer husus; namaz, şu dünya misafirhanesinde âciz ve fakir kalbimize kuvvet ve zenginlik vermekte, şüphesiz gireceğimiz bir menzil olan kabirde gıdâ ve ışık hükmünde aydınlık kaynağı olmakta, çetin bir mahkeme olan Mahşerde senet ve berat hüviyetinde bizi kurtarmakta ve ister istemez üstünden geçeceğimiz Sırat Köprüsünde nur ve Burak gibi göz açıp kapayana kadar bizi Cennete ulaştırmaktadır. Böyle eşsiz lütuflara bizi mazhar kılan bir namaz için “neticesizdir” veya “ücreti azdır” diyebilir miyiz?

Bir adam bize belli bir miktar para taahhüt etse veya bizi büsbütün korkutsa, bizi günlerce çalıştırır. Sözünden dönmesi mümkün olduğu halde o adama itimad ederiz, fütursuz çalışırız. Acaba sözünden dönmesi imkân harici olan bir zât, Cennet gibi bir ücreti ve ebedî saadet gibi bir hediyeyi bize vaad ederek, pek az bir zamanda, bize, pek güzel bir vazife verse; biz de onun hediyesini hafife alırcasına o vazifeyi yapmaz isek veya vazifeden usanç gösterirsek, pek şiddetli bir azaba müstehak olmaz mıyız? Dünyada hapis korkusuyla en ağır işlerde fütursuz hizmet ettiğimiz halde; Cehennem gibi bir ebedî hapsin korkusu, en hafif ve latif bir hizmet için bize gayret vermez mi?

Aklımızı başımıza almalı ve bilmeliyiz ki, dünkü gün elimizden çıktı. Yarınki gün ise elimizde sened yok ki, ona mâlik olalım. Öyle ise hakikî ömrümüzü, bulunduğumuz gün bilmeli ve her günün en az birer saatini, birer ihtiyat akçesi gibi, uhrevî bir sandukça hükmünde, hakikî istikbal için teşkil olunan bir mescide veya bir seccadeye atmalıyız.

Sakın, “Benim namazım nerede, şu namazın büyük hakîkati nerede?” diye ümitsizlik girdabına kapılmayalım. Zira hatırlayalım ki, bir hurma çekirdeği, aslında bir hurma ağacı hükmündedir. Fark yalnız özde ve ayrıntıdadır. Bizim gibi bir âvâmın, hissetmesek dahî namazımız, büyük bir velinin namazı gibi şu nurdan hissedârdır, şu hakikatten bir sırrı vardır. Fakat hiç şüphesiz inkişafı ve aydınlığı, derecelere göre ayrı ayrıdır. Bir hurma çekirdeğinden, mükemmel bir hurma ağacına ne kadar mertebe bulunmakta ise, namazın derecelerinde de daha fazla mertebe vardır. Fakat bütün o mertebelerde, namazın nûrânî hakîkatının özü ve esâsı mevcuttur.3

Dipnotlar:

1- Câmiü’s-Sağîr, 1/687.

2- a.g.e., 1/439.

3- Sözler, s. 243-247.

06.05.2010

E-Posta: [email protected]



Ali Rıza AYDIN

Trafiği önemsemek herkesin görevidir!


A+ | A-

Harp, darp, terör, baskın, kundaklama gibi siyasî olaylarda üç beş kişi can verince yer yerinden oynuyor; dünya gündemine oturuyor. Hüzünler, çözümler, çareler medya unsurlarında boy boy.

Neler söyleniyor, neler yazılıyor, neler çiziliyor, neler…

O günün manşetine çekiliyor, hemence.

Haksız yere, suçsuz yere katledilen kişinin biri-beşi olur mu? Yürekler dağlanıyor.

Bu, böyle. Diğer yanda, dünya genelinde her yıl yaklaşık 1.2 milyon kişinin trafik kazalarında vefat ettiğini, 50 milyon kişinin ise yaralandığını veya sakat kaldığını açıklıyor uzmanlar. Ülkemizde, 2009 yılında 4 bin 300 kişi ölmüş, 200 bin 405 kişi ise yaralanmış.

Emniyet Genel Müdür Yardımcısı ve Trafik Hizmetleri Daire Başkanı Sayın Osman Karakuş, Türkiye’de meydana gelen trafik kazalarının ölüm ve yaralanma gibi elim sonuçlarının dışında, toplam reel yatırım miktarının yüzde 75’i kadar maddî kayba yol açtığını söylüyor.

Ürkütücü bir tablo! Bu, gazete sütunları arasında küçük yer işgal eden büyük haber.

İşin çapına ve doğurduğu vahamete bakınca, terörden geri değil. Ne gariptir ki, ilgide, son sırada.

Bu konuda Yürütme Makamı elini şakağına koyup ciddî ciddî düşünmek, çözüm üretmek zorunda.

Cezaî müeyyide bir başına yetmiyor, kazalar hız kesmiyor, ıztıraplar bitmiyor.

Başkan, ülkemizde trafik kültürünün oluşması için çocukları ele aldıklarını ve bu maksatla “Ailemin ve Ülkemin Trafik Polisiyim” projesini başlattıklarını müjdeliyor. Tebrikler, içtenlikle tebrikler. Fakat meyve, birçok yılı yutacak.

Bu günü kurtarmanın bir çaresi olmalı.

Kameralar vukuatı, vâki olduktan sonra çeker; bu arada, olan olur, iş ise işten geçer. Elbet suçlu bulunmalı, mağdurlar korunmalı; fakat esas olan, suça engel olmaktır.

Bu işin önü de sonu da insan unsuruyla ilgili; insanın ilgisi, bilgisi meselede temel faktör. Dolayısıyla, insana yatırım yapılmalı, insanları bu gayrete katmalı. Çünkü bugün yaşananların yarın bizim başımıza gelmeyeceğini kim garanti edebilir? Yaygın söylenişiyle, “herkes elini taşın altına koymalı”; devlet, millet, kurum, birey her kimse; herkes, trafik konusunu ciddiye almalı.

Aşırı hız, aşırı stres, aşırı öfke kazalarda baş faktör. Uykusuzluk, sabırsızlık, kuralsızlık ve bilgisizlik de buna eklenince, her şey dümdüz oluyor.

Bir defa, trafik kurallarıyla barışık olmak gerekir.

İnsanlar otomobilini, otobüsünü, kamyonunu, tırını, tramvayını nasıl sever; çünkü, “mal canın yongasıdır”. Öyle de, canını sevmeyen, onu önemsemeyen insan tipi var mıdır? “Var” demek doğru olmaz. Heder olan bunca cana bakınca, dense de, eğri olmaz.

İnsanlar araçlarını sevdikleri gibi, araçlarıyla birlikte seyrettikleri trafiği; güvenli seyretmenin gereği olan trafik kurallarını da sevmeli, severek uygulamalı.

Kavşaklarda itiş kakış, birbirine saygı yok. Kalabalık trafikte şerit ihlâli, hatta tecavüzü çok. İnsanlar tahammülsüz, gergin; sıradan bir korna sesi arbedenin sebebi, kavga hazır o anda. Arkadaki taşıtın selektör saldırısı, bazen cana yetiyor!

Trafikte sinir harbi sık rastlanan vakıa.

Demek, sabır gerekiyor!

Dünyayı paylaşıyoruz, oksijeni paylaşıyoruz, gözümüzün alabildiği bütün güzellikleri paylaşıyoruz, mekânları paylaşıyoruz; şu hâlde, birlikte kullandığımız trafiği de paylaşmamız gerekir. Bize tahammül edilmesini istiyorsak, tahammülü bilmeliyiz her zaman.

Bu konuda akla gelen birkaç çözüm başlığı:

Profesyonel şoförlerin bilgi seviyeleri biraz yükseltilmeli. Bu işi sevdirmeli, başarılı olanlar ise, ödüllendirilmeli. Bu davranış, sonunda, onlara kariyer olur.

Radyolara, televizyonlara sürekli eğitici kısa spotlar konmalı. Zaman zaman buralarda eğitici programlar yayınlanmalı; bunlar örneklendirilmeli. Hatta, gerçek olayların yer aldığı senaryolar hazırlanıp, dizi filmler yapılmalı. Bunun geliri de trafik eğitiminde kullanılmalı. Gazeteler de dahil bütün medyada kullanılmak üzere “Sevimli Semboller” hazırlanmalı ve bunlar dikkate verilmeli. “Trafik Canavarı” imajı, kesinlikle terk edilmeli. Çünkü, “korkutmayı” değil, “sevdirmeyi” tercih etmeli.

Hazırlanacak eğitici broşürlerle gece, gündüz, yaz, kış, yağmur, çamur faktörlerinin olumlu-olumsuz etkileri; araçların bakımsız donanımlarından kaynaklanan olumsuzlukların boyutu ve sonucu anlatılmalı, öğretilmeli. Bu broşürlerde “sürücü hataları” maddesinin altı, kalınca çizilmeli.

Gece trafiğinde uzun uykusuzluk, öndeki aracı yakın mesafeden takip ve ani sollamalar önlenmeli.

Şehirler arası otobüslerin kaptan adaylarını bilgili, kültürlü, dinamik ve dinç insanlardan seçmeli. Şoförleri, bu özelliklere özendirmeli. Taşıdığı onlarca yolcunun hayatını ve mevtini iki bileği arasına sıkıştıran bu insanlar, seyahatleri süresince zinde kalmalılar. Bunun için: Dinlenme tesislerinde hafif şeyler yemeli; bu tesislerde bulundurulacak spor âletleriyle hafif eksersizler yapmalı; hatta, mümkünse ılık bir duş almalı. Yani, istirahat zamanında istirahat etmeli, rahatlamalı.

Uykusuzluk faktörüne etkili çözüm bulunmalı. Fakat bizim “Çürükçü Nihat Usta” gibi değil:

Nihat Usta, gece kaptanlığında, çok uykusu gelince bir kibrit çöpünü ortadan ikiye böler, bir parçasını gözünün birinin iki kapağı arasına koyarmış. Açık kalan bu gözle yola devam ederken, diğer gözünü bir parça uyuturmuş. Sırası geldiğinde çöpü, diğerine koyarmış.

İşin esprisi bir yana; fıtrî olmayan tedbirler, sentetik çareler hiçbir şekilde uykuyu önleyemez, uykusuzluğu gideremez. Açık gözle uyuyanı birçoğumuz biliriz.

“Nihat Usta” olmamalı.

Tabutlar dolmamalı! Allah’ın ihsan ettiği teknoloji nimetini bir hüsran aracına dönüştürmemeli. Hülâsa:

Bu husustaki gayrete herkes destek olmalı, herkes…

Kazasız, belâsız mutlu bir dünya için…

06.05.2010

E-Posta: [email protected]



Raşit YÜCEL

Gelecek günler


A+ | A-

Geçmişi bitirdik.

Kâh güldük,

Kâh ağladık.

Acılarımız oldu,

Sevinçler yaşadık.

Ama hepsi bitti.

Şu an varız ve hayattayız şükür.

Geleceği düşünüyoruz.

Arzularımız ve emellerimiz o kadar çok ki…

İçimizi sızlatan nice hayat olayları ile karşılaşmıştık.

Bir çoğunun canını yakmış olabiliriz.

Bir çok insana faydalı olmuşuzdur.

Tonlarca gıda tükettik,

Litrelerce su içtik.

Bu ayaklar nerelere gitti?

Bu gözler kimleri gördü?

Hayat böyle bir sinema şeridi gibi gözümüz önüne gelir.

Nice camilerde başımızı seccadeye koyduk.

Nice uzun ve dağları aşan yollardan geçtik.

“Eyvah aldandık” mı dedik?

Yoksa “Çok şükür istikamet üzerine hayatımı devam ettirdim” mi dedik?

Böyle ise ne mutlu.

Yoksa bu ömrü bir hiç uğruna mı yaşadık?

Geçmiş hayatlar geride bıraktığımız bir çukur değildir.

O bizim geleceğimiz ile ilgili şeylerdir.

Niyazi-i Mısrî’nin hüzün kokan şiirleri aklımıza gelir.

“Göçmüş cümle kervan bîhaber” deriz.

Zaman geçmiştir.

Gelecek ise şu an elimizdedir.

Ahiretteki dostlarımız ile ele ele vermek için şu anlar çok önemlidir.

Ve Üstad Bediüzzaman’ın şu şok edici sözleri aklımıza gelir:

“Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fani dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.”

İşte hayat böyledir.

Zamanın kazası olmaz efendim

Bir defa elimize geçer bu imkânlar.

Elimiz şahittir.

Gözlerimiz, kulaklarımız, ayaklarımız, dilimiz…

Hep bunlar geleceğimizin şahitleridirler.

Korkarız.

Bu imtihanı kazanabilecek miyiz?

Yoksa kaybedecek miyiz?

Bütün duygularımız geleceğimiz ile ilgilidir.

Ne şu, ne bu efendim.

Kendi dünyamızda nice fırtınalar yaşarız.

Başkalarını kurtarırken kendimizi kaybederiz.

Allah korusun, bunun hiç de şakası yoktur.

06.05.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

GDO yasallaştırıldı… (2)


A+ | A-

Yeni “Biyogüvenlik Yasası”na göre GDO’lu ürünlerin üretilmesi ve ithali “izne” tabi olacak. GDO’lu gıdaların bebek mamaları ile küçük çocukların ek besinlerinde kullanılması Bakanlığın “onayı”na tabi olacak. Yani “izinli’ ve ‘onaylı’ GDO dönemi” başlayacak!

AKP siyasî iktidarı, “Biyogüvenlik Yasası”ndan önce GDO’lu “Yeni Hal Yasası”nı çıkardı. “GDO yönetmeliği”nde ısrar etti. 20 Kasım 2009 ve 20 Ocak 2010’da değişiklikler yaptığı 26 Ekim 2009 tarihli yönetmeliğin iptalinin ardından evvela “GDO yasası”nı, peşinden yeni “GDO yönetmeliği”ni yayınladı.

Her ne kadar Tarım Bakanlığından yapılan açıklamalarda amacın “GDO’lu gıdaların ve ürünlerin kontrol ve denetimi” olduğu bildirilse de yeni yönetmelikte de GDO’lu ürünlerin ve gıdaların üretimi ve ithali yasal güvence altına alınmakta.

28 Nisan 2010 tarihli beş maddelik Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, “Gıda ve Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerinin İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol ve Denetimine Dair Yönetmelikte değişiklik yapılmasına dair Yönetmelik”le sadece önceki yönetmeliğin bir fıkrası yürürlükten kaldırılmakta ve bir fıkra eklenmekte…

Önceki yönetmeliğin ufak bir makyajı olan bu yönetmelikte de, GDO’ya ülkenin kapıları açılmakta. Genetiği bozdurulmuş gıdaların ve ürünlerin engellenmesi değil, üretilmesi, işlenmesi, ithalatı ve ihracatı serbest bıraktırmakta. Tüketim amacıyla piyasaya sürülmesi, tescili, hükme bağlanmakta. “GDO’lu ürünlerin işlenmesi ve depolanması”ndan, gerekli “izin, ruhsat ve tescil başvuruları” tek tek düzenlenmekte.

İşin garip tarafı, ithal ürünlerin “GDO’lu olup olmadığı incelenmesi”, öncelikle ithal edenlerinin beyânına bırakılmakta…

GDO TİCARETİ SERBEST!

Kısacası, genetiği bozdurulmuş gıdaların önünde bütün engeller kaldırılmakta…

Bir tek “denetim ve kontrol”e dair bir husus eklenmiş. Buna göre, Bakanlığın teşkil edeceği Komite, ticarete konu olan ve risk değerlendirmesi sonucu AB’de tüketime uygun olduğuna dair onaylanmış genler hakkında değerlendirmeyle yetkili kılınmakta. Ancak bu Komite’nin onayladığı genetiği bozdurulmuş gıdalar, “GDO’lu” olarak kabul edilmekte.

Yine yeni yasa ve yönetmeliğe göre, GDO’lu gıda ve ürünlerin üzerindeki etikette, “genetiği değiştirilmiş organizma (GDO)” olup olmadığı belirtilemeyecek. “GDO’ludur” uyarısı olmayacağı gibi “GDO’suzdur” yazılması da yasaklanıyor.

Gerçekten, önce “biyogüvenlik yasası”nı, peşinden de “yönetmeliği”ni çıkarıp “genetiği bozdurulmuş gıdaları” yasallaştıran ve ticaretini serbest bırakan AKP hükûmeti, insan ve çevre sağlığı için fevkalâde riskler taşıdığı bütün dünyada kabul edilen, kanserden kısırlığa, felçten çeşitli kalıcı hastalıklara ve ölüme sebebiyet veren GDO’lu ürünleri ve gıdaları nasıl denetleyecek?

AB’nin örnek alındığı iddia ediliyor; lâkin onca denetim mekânizmalarına rağmen AB ülkeleri bile hâlen denetimde büyük zorluklarla karşı karşıya kalırken, Türkiye bunca yetersizlikle nasıl doğru dürüst bir denetim ve kontrol yapacak?

Anlaşılan o ki küresel ifsad şebekeleri ve Yahudi lobisi güdümündeki çoğu ABD’li ve uluslar arası sermaye ve şirketlerin Dünya Ticaret Örgütünü kullanarak dünya piyasalarına pazarladığı GDO’lu ürünlerin “AB standartları”na göre ithal ve üretiminin analiz edilip denetleneceği, boş bir propagandan ibâret…

GDO NASIL DENETLENECEK?

“GDO yönetmeliği”nde, “izin verilen gıdalar”ın “binde 9 oranında GDO’lu olacağı” bildiriliyor. “GDO lu gıdaların % 0,9'un üzerinde GDO içermesi halinde” etiketlenmeleri zorunluluğu getiriliyor. Oysa bilimsel araştırmalar “binde 9 GDO”nun da insan sağlığına ve çevre tahribine ciddî riskler ve tehditler taşıdığını ifâde ediyorlar.

Kaldı ki bu hususta sıkı bir denetim yapılsa bile paket ve ambalajların etiketlerinde “GDO’lu” yazılması zorunluluğu da kaldırıldığından, hangi gıdanın, bebek mamasının ya da çocuk besininin “GDO’lu” olduğunu halk nasıl bilecek?

Tarım Bakanı, daha önce Türkiye çapında bütün bu ürünlerin kontrol ve analizini yapacak sadece “üç laboratuvar”ın bulunduğunu bildirmişti. Peki, ikisi ârızalı olduğu söylenen bu üç laboratuvar, zararlı maddelerle ekolojik dengeyi altüst eden ve çevreyi kirleten toksit ve zehirli etki yaptığı belirlenen GDO’ları teste yetecek mi?

Uzmanlar, asgarî bir denetim için meselâ bir tek İstanbul’da en az iki bin gıda mühendisinin çalışması gerektiğini belirtmekteler. Bu durumda, hâlen 48 gıda mühendisinin bulunduğu bu mega şehrin gıda güvenliği nasıl sağlanacak?

GDO olmadan mevcut denetimleri bile doğru dürüst yapamayan Tarım Bakanlığı, tarım ilâçlarını ihtiva eden, böcek ilâcını ve birçok kimyasal maddeyi ve virüsü içine alan, yaratılıştaki mükemmel, sağlam ve fıtrî yapısı bozdurulmuş ve bağışıklık sistemini alt üst edip yok eden bu GDO’lu zehirli gıda ve ürünlerin, pazarını ve piyasasını nasıl ve hangi personelle denetleyecek?

Sonra onca geliştirilmiş araştırma ve kontrol kurumlarına rağmen, AB ülkelerinin kontrol etmekte zorlandığı “genetiği bozdurulmuş gıdaların ve ürünler”in tahribatını Türkiye nasıl önleyecek?

06.05.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Şu ‘rutin’ işler bir bitse...


A+ | A-

Türkiye’yi idare edenlerin, yaptıkları yanlış işleri savunurken takındıkları bir tavır var. “Şu yanlış iş niçin yapıldı?” diye sorulduğunda, biraz da (Siz anlamazsınız havası takınılarak) “Bu işler ‘rutin’ işlerdir. Bu işlerde bir anormallik yok. Siz işinize bakın” derler.

Derler, ama millet ekseriyeti bu ifadelerin hadiseleri açıklamaya yetmediğini bilir. Benzer hadise çok olduğu için ayrıntıları hatırlatmaya bile gerek yok. Şu kadarını ifade edelim ki, onlara göre darbe ve ihtilâller de “rutin işler” arasında yer alır! Çünkü ortalama her 10 yılda bir ‘darbe’ yapmayı kendilerine göre hem ‘rutin iş’, hem de ‘hak’ olarak görürler.

Erzincan’da görülen ve rütbeli şahısların da ‘sanık’ olduğu bir dâvâ devam ederken adliyenin üzerinden F-16 jetinin geçtiği ‘iddiâ’ edildi. (Star g., 5 Mayıs 2010) İddia üzerine açıklama yapan ‘yetkililer’ bunun bir ‘rutin iş’ olduğunu ifade etmişler. (AA, 5 Mayıs 2010)

Belki de ‘rutin iş’tir, ama çoğu defa ‘rutin dışı’na çıkıldığı halde her defasında ‘rutin iş’ denilerek savunma yapıldığı için insanlar hadiselere şüphe ile yaklaşıyor. Sadece ‘rutin (yanlış) iş’ler değil, bazen ‘rutin dışına çıkmak’ da savunulduğu için kafalar hepten karışıyor.

Hatırlamak gerekirse “28 Şubat süreci”nde de onlarca defa ‘rutin yanlış iş’ler yapılmış ve her defasında da itirazlar dikkate alınmamıştı. Meselâ, ‘köfteci’ler bile inanç ve değerleri açısından fişlenmiş ama başlangıçta bunlar inkâr edilmiş, ardından da ‘rutin işler’ olduğu ileri sürülmüştü.

Yine 28 Şubat sürecine zemin hazırlamak için Sincan’da tanklar yürütülmüş, itiraz edildiğinde ya da sorulduğunda bunların ‘rutin işler olduğu’ ifade edilmişti. Tabiî ki aradan günler geçince bu yapılanların rutin işler olmadığı, demokrasiye müdahale anlamı taşıdığı ortaya çıkmış ve bu yanlışlara imza atanlar da millet nezdinde mahkûm olmuştu. Dolayısı ile Türkiye’yi idare edenlerin ‘Bunlar rutin işler, endişeye mahal yok’ benzeri açıklamalarını ihtiyatla karşılamakta fayda vardır.

Her zaman ifade etmeye çalışığımız gibi, Türkiye’de hak, hukuk, adalet ve tam demokrasi olacaksa ‘rutin işler’in gerçekten ‘rutin işler’ olması lâzım. Hiç kimse ‘rutin dışı işler’ yaparak bunları ‘rutin işler’ şeklinde millete sunmamalı. Aynı zamanda rutin dışı işler yapanlar, kanun ve nizam önünde hesap vermek mecburiyetinde kalmalı.

Nasıl ki iktidar her ülkede, muhalefet ise demokrasilerde olur; o halde rutin dışı işler yapanların da hukuk önünde hesap vermesi gerekir. Mükâfat ve ceza dengesinin olmadığı bir ülke, hür ve demokrat bir ülke olma iddiasında yol alamaz.

Her ne olursa olsun, Türkiye’yi idare edenlerin millet nezdinde itibarının sarsılmış olduğu anlaşılıyor. Türkiye’yi idare edenler bu itibar sarsılmasının bir tehlike sinyali olduğunu görmeli ve itibarlarını kazanmak için elbirliği ile gayret sarfetmeli.

Yoksa her yanlışı ‘Bunlar rutin işler, siz işinize bakın’ diyerek geçiştirmek mümkün olmaz. İdarecilerimizden; sözde değil, özde ‘rutin iş’ler bekliyoruz...

06.05.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

Amerika’nın Suriye düşmanlığı sürerken


A+ | A-

Suriye ile ABD arasındaki ilişkilerin normalleşmesi beklenirken, Amerika Suriye’ye yönelik ekonomik yaptırımları bir yıl daha uzatma kararı aldı. Gerekçesi ise; “terörist örgütleri desteklemesi ve kitle imha silâhları ve füze programlarını sürdürmesi. Güya Suriye’nin eylemleri ve politikaları Amerika’nın ulusal güvenliği, dış politikası ve ekonomisine olağandışı ve olağanüstü bir tehdit” oluşturuyormuş.

Peki neydi bu ekonomik yaptırımlar?

Yüzde ondan fazla ABD üretimi içeren malların Suriye’ye ihracının yasaklanması ilk ve en önemli yaptırım. Bunu Suriye Ticaret Bankasına uygulanan kredi ambargosu, Suriye vatandaşları ve şirketlerinin ABD finans sistemine girmesinin yasaklanması.

İran ile yakın ilişkilerini sürdürmesi, Lübnan Hizbullah’ına Scud füzeleri satması da bunun gerekçesi. Halbuki Suriye, İsrail’in çıkardığı bu kasıtlı haberi yalanlıyor. Ona rağmen ABD, bütün dünyanın kendisinin düşman olarak gördüğü herkese düşman olmasını bekliyor. Yeni Dünya Düzeni’nin tek patronu olarak, “bağımsız” devletlerin kendi dış politika öncelikleri olabileceğini kabul etmek istemiyor.

Aslında geçen yıldan itibaren iki ülke arasındaki ilişkilerde bazı yumuşama emareleri görülmüştü. ABD, Boeing firmasının Suriye Arap Havayollarına yedek parça satmasına izin vermiş, beş yıl aradan sonra Şam’a yeniden büyükelçi göndermişti. Büyükelçi Robert Ford’un atanması henüz senato tarafından onaylanmamış da olsa, önemli bir gelişmeydi. Suriye ile İsrail arasında barış görüşmelerinin başlama ümidi doğmuştu.

Görülen o ki; Obama, diğer dış politika konularında olduğu gibi, Suriye ile ilişkilerde de eski Bush yönetimine benzemeye başladı. “Ya benim yanımdasın, ya düşmanımsın” ilkesini o da uygulamaya başladı.

Suriye’nin, İsrail’le olan husumeti, Hamas’ın ve Hizbullah’ın mücadelelerini İsrail’e karşı “meşrû” müdafaa olarak görmesi, Amerika’nın düşmanı sayılması için yeterli görülüyor.

Türkiye ile Suriye arasındaki yakın ilişkiler, ABD ile bu ülke arasındaki ilişkilerin yumuşamasına önemli bir katkı sağlayamadı. Görünen o ki; Ortadoğu’daki sorunlar çözülmeden ABD-Suriye yakınlaşması pek mümkün olmayacak. Halbuki Ortadoğu, içinde yer alan bütün ülkelerin istikrarının birbirini etkilediği hassas bir coğrafi bölge. Özellikle Eski Osmanlı coğrafyası üzerinde yapay olarak çizilen sınırlar, birbiriyle yakın bağları bulunan halkların farklı ülke sınırları içinde kalmasına yol açtı. Buna rağmen Batılı güçlerin bu coğrafyadaki ülkeleri birbirine düşman ederek, kaynaşmaları ve birlikte hareket etmelerini önleme politikaları yüzünden, aileler, akrabalar birbirine hasret kaldı. Şimdi Suriye-Türkiye ve hatta İran arasındaki ilişkilerin yumuşaması ve artması, ABD başta olmak üzere bir çok devleti rahatsız ediyor.

İşte ABD’nin Suriye ile yumuşama politikasına son verip, ekonomik yaptırımları bir yıl daha uzatmasının ardında yatan asıl gerekçenin bu olduğu kanaatindeyiz. Ancak Obama yönetiminin Irak bataklığından kurtulmaya çalışırken, asıl çarenin bölgede husûmetleri değil, dostlukları teşvik etmek olduğunu anlaması herkesin yararına olacaktır.

06.05.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Fire sancısı geçti mi?


A+ | A-

Anayasa paketinin gündeme gelmesiyle başlayan sürecin sürprizlere açık olduğu ve muhtemel sürprizlerden birinin, iktidar partisinin oylamalarda fire vermesiyle yaşanabileceği, başından beri ifade ediliyordu.

İlk turda bazı maddelere verilen kabul oylarının sayısı 331’e kadar indiyse de, fireler kritik sınırı aşmadı ve iktidar partisi rahat bir nefes aldı.

Erdoğan bunun verdiği moralle, ikinci tur öncesinde partili milletvekillerine “Tarih yazdınız” diye övgüler yağdırdı. Ama akabinde o şok geldi.

Parti kapatmak için dâvâ açılmasını Meclisin iznine bağlayan madde, kabul için gereken asgarî sayıya üç oy farkı ile erişemedi. 327 oyla düştü.

1 Mart 2003’teki tezkere şokuna benzeyen bir neticeydi bu. Orada da Irak için hazırlanan savaş tezkeresi birkaç oy farkla Meclise takılmıştı.

Şimdi ise anayasa paketinin en kritik maddelerinden biri aynı durumla karşı karşıya kaldı.

Öyle ki, paketin tamamı bir yana, o madde bir yana. Hattâ paketin asıl çıkış noktası o madde ile öngörülen düzenleme. Bunun da sebebi, AKP’nin, Demokles’in kılıcı gibi başında sallanıp duran “kapatma” tehdidinden kurtulma ihtiyacı.

Anayasa Mahkemesiyle ilgili olup oradaki düzenlemeyi kısmen tamamlar nitelikteki madde dışında diğer maddeler adeta dolgu malzemesi.

AKP açısından bu kadar önemli bir maddenin, kendi içindeki firelerle düşmesi sıradan bir hadise olarak görülemez. Burada çok iyi çalışılmış sistemli bir hazırlık ve planlama var gibi.

Hatırlanacağı üzere, Baykal ilk tur bittikten sonra “AKP içindeki bir avuç vatansever milletvekili”nin gidişatı değiştirebileceğini söylemişti.

Olayın özellikleri farklı olsa da, Ecevit’in 1977 seçiminde tek başına iktidar için halkın vermediği 13 sandalyeyi “kumar borcu olmayan AP’lilerle” doldurma amaçlı çağrısını çağrıştıran bir söylemdi bu. Perde gerisinde, o zamanki Güneş Motel pazarlıklarına veya 28 Şubat’taki milletvekili transferlerine benzer katakulliler olup olmadığı ise önümüzdeki gelişmelerle ortaya çıkacak.

AKP ileri gelenlerinin “yol kazası” olarak nitelediği 327 şoku, bazı partili vekilleri üzüntüden, bir kısım CHP’lileri coşku ve sevinçten ağlattı.

Baykal ise bu sonucu “onur patlaması ve millî şahlanış” gibi abartılı övgülerle göklere çıkardı.

Bunlar, konuyla ilgili olarak her iki cenahtaki psikolojik ortamı ele veren çok ilginç işaretler.

327 şokunda AKP’nin verdiği fire sayısı 12’ye kadar çıkarılıyor. Ve bunlar için “AKP’deki Ergenekoncular” suçlamasını seslendirenler var.

Bu iddialar, Ergenekon iddianamelerinin ekindeki belgelere istinaden medyaya yansımıştı.

Ayrıca, geçtiğimiz haftalarda AKP içinde, sayısı 20’ye varan “rahatsız” milletvekilinin bulunduğu yönünde iddialar ortaya atılmıştı. Bu rahatsızlığın başlıca sebeplerinden biri “açılım” projesi olarak gösterilirken, anayasa paketiyle ilgili çekincelerin de bulunduğu ifade edilmişti.

Ama bütün bunların ötesinde asıl problem ve sıkıntı, partideki yönetim anlayış ve üslûbunun bir kısım milletvekillerini “kaale alınmama ve dışlanmışlık” duygusuna itmesi gibi görünüyor.

Nitekim o haberlerin çıkmasından kısa süre sonra, hayli zamandır açılıma yönelik eleştirileriyle dikkatleri çeken ve “rahatsızlar” listesinde de adı geçen Ankara Milletvekili Zekâi Özcan, partiden ayrıldı. Ve istifa sonrası verdiği röportajda, “Erdoğan çevresinin çok etkisinde kalıyor. Çevresinde, onunla ilişkisi olmaması gereken birçok kişi var” diyerek, AKP’de istişarenin işlemediğini söyledi (Deniz Güçer, Vatan, 19.4.10).

Partinin saff-ı evvelinde olup bilâhare dışlananlardan Ali Coşkun da öyle demiyor muydu?

Ertesi gün, kritik maddelerden AYM ile ilgili olanının benzer bir kazaya uğramadan 337 oyla geçmesi 327 şokunun çabuk atlatıldığı şeklinde yorumlansa dahi, hassas bir süreçte yaşanan fire sancısının AKP’de yol açtığı hasar devam ediyor.

Bu hasarın, vekilleri ağlatan duygusal hitaplarla telâfi edilip edilemeyeceğini zaman gösterecek.

06.05.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Yeni Asya Gazetesi - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat-Promosyon - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım