Röportaj |
|
‘Peygamber Ocağı’ diye askerî okulu tercih etmiştik |
"Namaz kılmayı alışkanlık haline getirdiği, Said Nursî'nin eserlerini okuduğu ve başkalarına dinî telkinde bulunduğu" suçlamasıyla 1987 yılında Deniz Harp Okulu son sınıfındayken ordudan atılan Dr. Hakan Yalman, yaşadıklarını yıllar sonra Yeni Asya'ya anlattı. Sizin askerî okulu tercih etmeniz nasıl oldu?
1979’da Sivas Danişmend Gazi Ortaokulunda son sınıfta öğrenciyken askerî liselere girmemiz tavsiye ediliyordu. O dönemde kol gezen anarşi sebebiyle okumak zorlaşmıştı. Anarşi orta okullara kadar sirayet etmişti ve sürekli çatışmaların olduğu bir ortamda biz okula devam ettik. O dönem askerî okullar bir çıkış ya da kaçış kapısı gibiydi, yani çok rağbet edilen okullardı. Orada eğitim dışarıdaki o kargaşadan biraz daha bağımsız olarak yürütülüyordu. Üniversite tahsili yapmanın çok zor olduğu ve sürekli silâhlı çatışmalarda ölen öğrencilerin olduğu bir dönemde aileler de çocuklarını askerî okullara yönlendirmeye çalışıyordu. Hem de başarılı öğrenciler genellikle askerî okullara girme gayreti içerisindeydi. Bu bakımdan askerî okullar çok revaçtaydı. Benim ailem de biraz Halk Parti kökenli olduğu için silâhlı kuvvetlere karşı ayrı bir sempatileri vardı. Orayı biraz Cumhuriyetin bekçisi olma konumu olarak görme bizim ailenin de tavrıydı.
İLK BASKIYI AİLEMDEN GÖRDÜM
Fakat ben kendi dünyamda onların o teşvikleri yanında, o dönem biraz dindarlığı yaşamaya çalışan, hatta ilk baskıları ailesinden görmüş konumda namaz kılmaya çalışan biriydim. Ve askerlik beni daha çok “Peygamber ocağı” olması boyutuyla cezbediyordu. Ortaokul son sınıfta bir İngilizce öğretmenimiz vardı ve bizleri de çok himaye ederdi. Bizim dindar bakışımız, dindar bir öğrenci oluşumuz onun da çok hoşuna giderdi. O bir gün sınıfa bir Kuleli Askerî Lisesi talebesini getirdi. O öğrenci bir yıl önce bizim ortaokuldan mezun olmuş birisiydi. Onu sınıfta üniformalarıyla görünce içimize bir ateş düştü. Silâhlı kuvvetlere girmek arzusu depreşti. O dönem Kuleli Askerî Lisesi için çok gayret ederken bir gün de okulda Deniz Lisesinin broşürlerini gördük. Beyaz üniformalı öğrenciler falan... Biz onların ne iş yaptığını, denizciliğin ne demek olduğunu Sivas şartlarında pek bilmiyorduk. İngilizce hocamıza sorduğumuzda, o da askerliğini deniz asteğmen olarak yaptığı için Deniz Askerî Lisesini çok tavsiye etti. “Orayı da yazın, güzel okuldur” dedi ve bizi teşvik etti. O dönemde imtihanlara girdik, yazılıyı kazandık. Hem Kuleli Askerî Lisesini, hem de Deniz Lisesinde okumaya hak kazandık. Aslında niyetimiz Kuleli Askerî Lisesinde okumaktı, ama öğretmenlerimizin ve çevrenin de telkiniyle neticede Deniz Lisesini tercih ettik. Böylece birinci hedefimiz olmadığı halde Deniz Lisesine kaydolduk.
ÖLENLERİN NEREYE GİTTİĞİNİ MERAK EDERDİK
Siz ailenize rağmen daha dindar kimliğe sahip olduğunuzu söylediniz. Bu nereden kaynaklandı?
Buna aslında aile de, yakın çevre akrabalar da çok anlam veremiyordu. Yani “Bu çocuk nereden dine meyletti” diye... Ama bizim o dönemde arkadaş grubuyla Ramazanlarda teravihe gittiğimiz dönemler olurdu. O dönemde o yaşın da getirdiği bir sorgulama süreci var. Çevrede ölenlerin nereye gittiğini merak ediyoruz. Herkes bir şeyler söylüyor... Yakın çevreden bazıları da ahiret hayatından, hesaptan bahsediyorlardı. Bütün bunlar beni böyle bir araştırmaya, namaz kılmak ve kulluk yapma sürecine yönlendirdi. Nihayetinde ölüm olunca insan düşünüyor. Neticede bu dini kabul ediyorsak, gereklerini de yaşamamız gerektiği noktasında bir içsel süreç yaşadım. Ortaokul 1. sınıfta başlayan bu yolculukla 3. sınıfta 5 vakit namaz kılar hale gelmiştik. Burada direkt bir kişinin namaz kılmamız gerektiği gibi bir telkini olmadığı gibi, bir de o dönem şöyle bir tablo vardı: Namaz kılanlar Millî Selâmet Partisi mensubu, kısaca da “Selâmetçi” olarak tanımlanırdı. Benim anne ve babamın doğrudan namaza karşı bir tepkisi yoktu, ama Halk Partili anlayışıyla namaz kılanın Selâmetçi olduğu kabulüyle namaz kılmama da karşı çıkıyorlardı. Hatta biz bir aylığına Kur’ân kursuna gittik. Halk Partisini destekleyen bir imam vardı. O imam emekli olunca, yeni imam Selâmetçi diye Kur’ân kursuna da gönderilmedik. Dolayısıyla 1 aylık bir eğitimle ancak sûreleri öğrenebilmiştik o dönem. İlk zamanlar namaza başladığımda, babamdan gizli olarak namaz kıldım. Hatta eş dost ziyaretlerinde namaz kıldığım zaman, “Bu çocuk bu işleri nereden öğrendi?” diye şaşırıyorlardı.
Babanız ne iş yapıyordu?
Babam o dönem PTT’de memurdu, santral teknisyeniydi. Sonra İstanbul’a geldi ve emekli oldu.
“NAMAZ KILARSAN OKULDAN ATILIRSIN” DEDİLER
Deniz Lisesindeki ilk günleriniz nasıl geçti?
Biz Deniz Lisesine geldik, kaydımızı olduk. Anadolu'dan gelmiş, Heybeliada’da (İstanbul) bir okula girdik. Denizi bile tanımayan bir yerden geldik, genelde de oraya gelen çocuklar İzmir, Ege ve İstanbul’dan gelmişti. Bizim gibi Anadolu’dan gelen öğrenci sayısı çok azdı. Kültürel anlamda çok fark vardı. Bu bakımdan oraya adapte olmakta sıkıntılar yaşadık. Ben Sivas’tan Heybeliada’ya gelirken hem babam hem de çevredekiler “Orada namaz kılma, namaz kıldığın tesbit edilirse okuldan atılırsın” diye telkinlerde bulundular. “Madem bu işe girdin, ileride Amiral olursun. Daha güzel şeyler yaparsın. O döneme kadar namazı terk et” dediler. Tabiî biz bu korku ile geldiğimizde ilk 15 gün namazlarımızı kılamadık. Fakat çok da ciddî sıkıntısını yaşadık. Bir tarafta aileden ayrılık, bir tarafta yabancı insanlarla bir arada olmak... Sivas’tan beraber geldiğimiz bir arkadaş vardı, ama onun havası da bir an önce İstanbullulara benzemekti ve ilk günlerde onlara benzedi. Onunla da yollarımız ayrıldı. Neticede böyle bir ortamda kendini yabancı hissetme, kendini oraya uygun bulamama hali yaşadık... Gurbette olma hali... O yalnızlık içerisinde bir çıkış yolu arıyorduk. Namazı kılma noktasına getiren bir sorgulama, kulluk arayışı geçirmiştik. Onun getirdiği bir suçluluk hali de vardı. Namazı kılamama bende ciddî sıkıntıya sebep oluyordu.
GÜNLÜK NAMAZIMIZI AKŞAMLARI KAZA EDEREK KILIYORDUK
Okulda namaz kılmaya nasıl başladınız?
Tabiî ben bu psikolojiyi çok uç noktaya gelene kadar yaşadım. Çevrilmiş bir binanın içerisinde, askerî eğitimin getirdiği çok alışık olmadığımız emirler, tahkirler, şunu yap, bunu yapma... gibi ruhumuza da ağır gelen bir hal... Bu tam bir girdap haline geldi ve ben bu durumda tutunacak bir dal arar hale geldim. 15 gün sonra baktım ki o yalnızlığın ortasında tutunacak tek bir dal var, o da Rabbine yönelmek. Arkadaşlardan da can yoldaşı olan birisi yoktu o dönem. Orada her gece bir ‘yat vakti’ vardır. Nöbetçi subay dolaşır ve herkesin yattığından emin olur ve odasına çekilir. Işıklar söndürülür, herkes uykuya geçer. Ben o yatma vaktinden önce abdestimi aldım ve yatağımda yatar vaziyette beklemeye başladım. Ondan sonra nöbetçi subay gidince, kalktım ve yatağın örtüsünü/pikeyi serip o günkü namazlarımın tamamını, yattığımız koğuşun bir kenarında kaza namazı olarak kıldım. Öyle müthiş bir rahatlık yaşadım ki, anlatamam. Benim için bir çıkış olmuş oldu ve dedim ki ben akşamları bu şekilde namazlarımı kılacağım. Bu şekilde namazları kılmaya başladım. O zamanki şartlar şimdiki gibi değildi. Cep telefonları yoktu. Ailemizle görüşmemiz de sınırlıydı. Telefon yazdıracaksın, sıra bekleyeceksin... Ama öyle bir Zat var ki, ne zaman seccadeyi serseniz huzuruna ulaşıyorsunuz. Bu çok büyük bir rahatlık verdi bana. Hele de o ruh hali içerisinde... Biz bu şekilde devam ederken, koğuştan bir arkadaş beni görmüş. “Sen namaz mı kılıyorsun?” diye sordu. Ben de biraz endişe ile, “Hayrola, niçin soruyorsun?” dedim. “Ben de kılmak istiyorum, sen nasıl yapıyorsan bana da söyle” dedi. Ben de durumu anlattım. O da öyle yapmaya başladı.
OKULA DİNÎ KİTAP GÖTÜRMEK SUÇ
Zaman içerisinde öğrendik ki, diğer koğuşlardan bazı arkadaşlar da bu şekilde namaz kılmaya çalışıyorlarmış. Bizden önceki devrelerde böyle bir uygulama olduğunu bilmiyoruz. Okulda o zamana kadar öyle bir uygulama olmamış. Zaten herkes korkarak ve çekinerek geliyor bu okula. Önemli bir kısmı zaten bu meselelerle alâkası olmayan insanlar, öyle ailelerden gelmişler. Yüzde 10’luk bir Anadolu kültürüyle yetişerek gelen kesim de korkuyor. Zamanla bu arkadaşlarla irtibat kurmaya başladık. Bir gün Rizeli bir arkadaşımız bize bir şeylerden bahsetti, “Kitap yazan arkadaşlar var, güzel bir ortam var, ben oraya gidiyorum... Siz de gelin” diye bize bir şeylerden bahsetti. Biz çok da herşeye olur diyemiyoruz. Hatta o dönem şöyle bir hadise de yaşadık: Hafta sonu izne çıkınca Cağaloğlu’na gezmeye gittik. Cağaloğlu’na doğru çıkarken orada Serhend Kitabevi vardı. İçeri girdik gezerken, İngilizce hazırlanmış dinî konularda kitaplarla karşılaştık. Sevindik tabiî. Hem dilimizi geliştiririz, hem de dinimizi öğreniriz diye o kitaplardan aldık. Kitapçı da ilgilendi ve “Sizin okul komutanı tanıdıktır, o da bunları okur” diye bize başka kitaplar da verdi ve iki poşet kitapla biz Deniz Lisesi’ne döndük. Kapıda bir asteğmen vardı, biraz sol fikirliydi. “Siz bunları nereden buldunuz?” diye sordu. Biz de durumu olduğu gibi anlattık. “Siz bunları nasıl getirirsiniz? Sizi bölük komutanınıza bildireceğim ve büyük bir ihtimalle başınıza bir iş gelebilir, okuldan bile atılabilirsiniz!” dedi. Daha okula “Bismillah” demeden atılma tehlikesi olunca biz şaşırdık tabiî. Gerçekten de komutana bildirdi. 1979 yılıydı ve Deniz Lisesinde ilk 4 ayımız geride kalmıştı. O arada ben güreş takımındayım, hem benim hem de diğer arkadaşın derslerimiz gayet iyi... Gurbet psikolojisiyle kendimizi derse vermişiz. Komutanlarımızın ilgisini de çekiyorduk, çalışkan öğrenciyiz diye... Bölük komutanı bizi çağırdı ve “Siz bu kitapları getirmişsiniz, ama bunlar bu okulda olmaz. Ben bunu üstlerime bildirsem başınıza büyük iş gelir. Ama ben bildirmeyeceğim. Ya bunları yakacağız, imha edeceğiz; ya da benim odamda duracak, giderken memleketinize götüreceksiniz” dedi. Biz de “Evimize götürürüz” dedik ve kitaplar orada kaldı. O arada bize ezanın Türkçe okunmasının daha iyi olduğundan, dini yaşamak iyi olmakla birlikte bunu kalpten yaşamak gerektiği şeklinde telkinlerde bulundu. Neyse ki biz ilk dalgalanmayı bu şekilde atlattık. Yavaş yavaş koğuştaki arkadaşlar bizim namaz kıldığımızı öğrenmeye başladı. Biz de biraz bunun rahatlığını yaşıyorduk. Artık dışarda, hafta sonu izne çıktığımızda da öğrenci kıyafetimizle camilerde namaz kılmaya başladık. Önceden çekiniyorduk... Bir hafta sonu izne çıkarken, Deniz Harp Okulu ikinci sınıf talebesi birisi, vapurda bizimle ilgilendi, sohbet etti. Normalde orada sınıflar arasında da ast-üst ilişkileri vardır. Deniz Lisesi gibi, Deniz Harp Okulu da Heybeliada’daydı o zaman. Deniz Lisesi, tepede; Harp Okulu da iskelenin yanındaydı. Harp Okulu talebesinin, Deniz Lisesi talebesiyle konuşması oranın şartlarında bir lütuftu. Bizim üstümüzde birisi, bizi adam yerine koyuyor, bizimle konuşuyor, önemli bir hadise... Onları gördüğümüzde selâm vermemiz gerekir. Sokakta bir Deniz Lisesi öğrencisi, Deniz Harp Okulu öğrencisine selâm vermezse, okula döndüğünde başına işler gelebilir. Öyle haller var. Oranın belki kanunî bir boyutu olmasa da yerleşmiş gelenekleri var. Tabiî bize çok önemli geldi bu sohbet. Vapurdan indik, “Nereye gideceksiniz?” diye sordu. Biz de “Sahaflar Çarşısına gideceğiz” dedik. O da, “İyi ben de oraya gidiyorum, beraber gidelim” dedi. Tabiî biz nereye gidersek o da bizimle beraber dolaşıyor. Namaz vakti geldi, onu atlatıp camiye gitmek istiyoruz. O da her halde bizim hallerimizden dindar olduğumuzu anlamış, bizi bırakmak istemiyor. En sonunda her yeri dolaştık, namaz vakti geçiyor... Başka bir mazeret uyduramadık ve “Namaz kılacağız” dedik. O da, “Ben de namaz kılıyorum” dedi. Bunu duyunca biz çok mutlu olduk. “Ama burada zor olur, benim dayım var, onun evine götüreyim orada kılalım. Orada abdest almanız daha kolay olur” dedi. Biz de iyi dedik ve dayısının evi diye gittiğimiz yer, Hilal Apartmanıydı. Yeni Asya camiasında olanlar Hilal Apartmanını bilir.
Hakan Yalman kimdir?
Ben Hakan Yalman. 1965 Sivas doğumluyum. Şu anda aile hekimliği uzmanlığı yapıyorum. Aynı zamanda haftada bir Yeni Asya’da “34. Pencere” klişesi altında köşe yazısı yazıyorum. Bizim Radyo’da, Moral FM ve Dost TV’de Risâle-i Nur ve tevhid eksenli programlar yapmaya çalışıyoruz. Silâhlı kuvvetlerdeki eğitimimin ardından bir yıl (1987’de) Yeni Asya Araştırma Merkezinde kitap çalışmalarına katıldım. Ondan sonraki süreçte de Cerrahpaşa Tıp Fakültesinden mezun oldum ve ardından Ladik’te kısa bir mecburî hizmet, daha sonra da Haseki ve Şişli Eftal Hastanelerinde Aile Hekimliği İhtisası yaptım. Ondan sonrasında da İstanbul’da genelde özel tıp merkezlerinde çalışıp, bir yandan da gazete ve dergilere dışarıdan katkı sağlamaya gayret ettim. Şu anda da bir tıp merkezimiz var, orayı yürütüyoruz. YARIN: “SEN NAMAZ KILMAK İÇİN KİMDEN İZİN ALDIN?”
FARUK ÇAKIR [email protected] |
06.05.2010 |