28 Ocak 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

İslam YAŞAR

"Bu yazıyı benim mahir bir talebem yazmıştır"


A+ | A-

“Afyon hapsi benim için bir Yusufiye Medresesi oldu. Hapishanede Kur’ân harflerini öğrendim ve yazı yazmaya başladım. Tecvidi öğrenerek Kur’ân okumayı ilerlettim.”

Bir Medrese-i Yusufiye talebesinin ifadesi bunlar.

Mustafa Acet, gençlik yıllarında Said Nursî ile birlikte girdiği ve ‘Kader-i İlâhînin bir rahmeti’ addettiği hapishanenin, hayatının akışı üzerindeki tesirini böyle anlatmış.

Söyledikleri ayniyle vaki.

1924 yılında Emirdağ’da doğduğunda, memleketin içinde bulunduğu şartlar insanı hayata hazırlamaya pek müsait değildi. Devlette düzen, millette mutluluk, cemiyette huzur yoktu.

Her yer gibi Emirdağ’da da her şey karmakarışıktı. Okullarda yapılan resmî ideolojiyi methetme ve bazı devlet adamlarını tabulaştırma tahşidatı; onu ne mânen tatmin etmiş, ne de geliri ile hayatını idame ettireceği bir meslek sahibi yapmıştı.

Onun için ekser akranı gibi Mustafa da ailesinde gördüğü terbiye sayesinde yanlış yollara sapıp hayatını karartacak hadiselere karışmadı ve ailenin günlük işlerine yardım ederek büyüdü.

Zamanı gelince askere gitti ve yıllarca askerlik yaptı. Fakat zaman aynı hareketlerin tekrarından ibaret olan talimlerle, fiilî meşakkatlerle ve malayânî meşguliyetlerle geçtiğinden asker ocağında da hayatta lâzım olacak pek bir şey kazanmadı.

Askerden döndükten sonra, Emirdağ’da bir iş yapma arayışı içindeyken akrabası Ceylan Çalışkan, zamanını değerlendirmesi için ona Risâle-i Nur’dan bahsetti ve bazı kitaplar verdi.

Risâleleri okuyunca eserlerin tesirine ve müellifinin üslûbuna hayran kalan Mustafa ondan yeni kitap istedi. Ceylan, verdiği risâleleri tekrar tekrar okuduğunu görünce onu Bediüzzaman’ın yanına götüreceğini söyledi.

Günlerce Said Nursî’nin huzuruna çıkacağı günü bekleyen Mustafa, Ceylan’la birlikte onun evine gidip odasına girdiğinde heyecandan ne yapacağını bilemeyecek hâldeydi. Elini öpünce biraz sakinleşti ve yere diz çöküp sükûnet içinde verdiği dersi dinledi.

Bu ziyaret onun Bediüzzaman’a hayranlığını ve Risâlelere ilgisini arttırdı. Günlük işlerin ve meşguliyetlerin dışındaki zamanını risâle okuyarak ve Üstadına hizmet ederek geçirmeye başladı.

Bediüzzaman’a ve talebelerine reva görülen şiddetli baskının yanı sıra ânî baskınlar yaparak ona yakın olan herkesi yakalayıp karakola götüren emniyet mensupları, bir baskın sırasında kendilerine ihbar edilen Terzi Mustafa’yı bulamayınca onun yerine Mustafa Acet’i götürdüler.

Sadece isim benzerliğinden dolayı karakola götürülmesine ve günlerce işkence edilip sorguya çekilmesine bir mânâ verememekle birlikte fazla itiraz etmedi. Birkaç gün sonra Said Nursî ve talebeleri ile birlikte Afyon Hapishanesi’ne sevk edildi.

Bu hadiseleri kaderin tecellisi sayan ve pek üzülmeyen Mustafa, hapishanede ilk günlerin yabancılığını atlatıp hâle âşinâ olduktan sonra, Nur Talebelerinin verdiği Kur’ân derslerine iştirak etti.

Önceden hiç bilmemesine rağmen kısa zamanda Kur’ân harflerini ezberledi, heceleri söktü ve okumaya geçti. Ardından tecvit dersleri aldı. Sesi de güzel olduğu için Kur’ân-ı Kerim’i makamlı bir şekilde okumaya başladı.

Kur’ân okumayı öğrendikten sonra yazma safhasına geçti. Eli güzel yazıya yatkın olduğu için bir yandan risâle istinsah ederken diğer yandan bazı âyetleri, sûreleri yazarak hattını da hızla geliştirdi.

Bunlarla iktifa etmedi. Üstadının hapishâneye verdiği Medrese-i Yusufiye vasfını hayata geçirmek istercesine, hoca sıfatlı bazı Nur Talebelerinden adab-ı muaşeret, ilmihâl; bazılarından da fıkıh, akaid dersleri aldı ve kendini her hususta yetiştirmeye çalıştı.

Bunun yanı sıra zindana atılmak, falakaya yatırılmak pahasına, fırsat buldukça Said Nursî’nin yanına gidip hizmetlerini görerek veya hapishânede, mahkemede hâllerini, hareketlerini dikkatle takip edip sözlerini dinleyerek onun her hâlinden hayatî dersler çıkardı.

Meselâ, o güne kadar namazların çoğunu vaktinde kılmazken; Bediüzzaman’ın bir muhakeme esnasında namaz vaktinin geçmek üzere olduğunu anlayınca hakimden namaz kılmak için müsaade istediğini, o vermeyince “Biz namazın hukukunu müdafaa için burada bulunuyoruz. Başka bir suçumuz yoktur” diyerek namazını kıldığını görünce, namazlarını vaktinde kılmaya itina gösterdi.

Said Nursî’nin metanetine, cesaretine, şefkatine, merhametine ve daha nice hârika hâllerine şahit olup Risâle-i Nur’u okudukça, bütün milletin, hassaten gençlerin onlardan ders almaya muhtaç olduklarını gördü.

Afyon Ağır Ceza Mahkemesi’nde yaptığı müdafaada “Benim gibi milyonları aşan Türk gençliğinin imanlarını kurtarıp vatana nâfi birer uzuv olmaları için Üstadımı ve Risâle-i Nur’u daima serbest bırakınız. Risâle-i Nur’a ihtiyacımız, kapalı zindanda kalmış bir kimsenin havaya ve zifiri karanlıkta bulunan bir adamın ziyaya ve çölde aç, susuz kalmış bir insanın suya, gıdaya ve denizde boğulmak üzere bulunan herhangi bir kimsenin cankurtaran gemisine olan ihtiyacından binlerce derecede daha ziyadedir” diyerek bu kanaatini resmî sıfat taşıyan insanların huzurunda açıkça dile getirdi.

Böylece Afyon Hapishânesinde kaldığı on bir aylık zaman içinde, normal şartlarda her türlü imkânı hâiz olsa da on bir yılda kazanamayacağı bilgi, görgü, kabiliyet, maharet sahibi oldu.

Cahil olarak girdiği hapishâneden âlim bir san'atkâr olarak çıkan Mustafa Acet, orada öğrendiği bilgiler ve kazandığı maharetler sayesinde Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı olarak Emirdağ’da imamlık yapmaya başladı.

Bütün bunların, ‘Üstadla bir olmanın, ona gönülden hizmet etmenin ve Risâle-i Nur’u okumanın, sadece dünyada görülen küçük bir meyvesi’ olduğunu bildiğinden hizmetlerine daha büyük bir gayret gösterdi. Bediüzzaman da onu kardeşi ‘Abdülmecid hükmünde’ hizmetine kabul etti.

Mustafa, imamlık vazifesini ifa ettiği Çarşı Camii’nin asma kattaki mahfelinde, Üstadı için küçük bir inzivâ ve ibadet menzili yaptı. Bundan haberdar olan kaymakam yıktırıncaya kadar, zaman zaman oraya gelip ibadetle, zikirle evradla meşgul olan Said Nursî de namazlarda onun imametine ittiba etti.

Bazen namazdan sonra onunla birlikte kırlara gitti ve risâlelerin telif, tashih, istinsah çalışmalarına yardım etti. Yolda gidip gelirken de ona çevrede yaşanan hadiseler hakkında bilgi verdi.

Bir gün söylediği bazı sözlerden dolayı eski hocası Hüseyin Efendi’yi şikâyet etmeye kalkınca Üstadı hiddetlendi. Böyle hadiselerde her zaman yaptığı gibi ‘O benim kardeşimdir. Sen benim kardeşimle aramı mı açacaksın?’ diye azarlayarak konuşmasına fırsat vermedi.

O, şartlarına hassasiyetle riayet ettiği imamlığın yanı sıra hüsn-ü hat çalışmalarını da sürdürdü. Kendine has özellikleri olan güzel bir hatla yazdığı Cevşen’i Ceylan’a gösterince o da çok beğendi. Onunla birlikte ziyaretine gittikleri zaman da Üstada verdi.

“Bu yazıyı benim çok mahir bir talebem yazmıştır” dedi Said Nursî.

Ceylan’ın kendisini göstermesi üzerine, ‘Keçeli’ diyerek yüzüne hafifçe vuran Üstadının kendisini talebesi sayıp yazısını takdir etmesine çok sevinen Mustafa, o ifadeleri bir teşvik kamçısı olarak gördü ve hattını camilere büyük levhalar, kubbe ve duvar yazıları hattedecek şekilde geliştirdi.

Emirdağ’daki vazifelerine ve hizmetlerine bu şekilde on yıl kadar devam eden Mustafa Acet, 1960 yılının başında kasabaya gelen Said Nursî’nin bir hayli hasta olduğunu ve her zamanki hâlinin aksine, ayrılırken herkesle vedalaştığını görünce endişelendi ise de kimseye bir şey söyleyemedi.

Emirdağ’dan Isparta’ya, oradan da Urfa’ya giden Bediüzzaman’ın, Ramazan’ın yirmi yedinci gecesinde orada vefat ettiğini öğrenince o da herkes gibi çok üzüldü ve hislerini mısralara döktü.

“Ağla ey koca sema, yaşın ıslatsın yeri,

Gitti o koca Üstad, dönmeyecektir geri.

Yıkıldı âlem demek, kolayca dolmaz yeri,

Allah u Ekber diye teyran etti Urfa’ya,

Sel gibi, tufan gibi millet aktı Urfa’ya.”

Ne var ki üzüntüsü sadece o hadiseye münhasır kalmadı. Said Nursî’nin vefatından iki ay kadar sonra ihtilâl oldu. Hükümeti devirip memleketin idaresine el koyan ihtilâlciler, onu da açığa alıp imamlık vazifesine son verdiler.

Bu hadise, Mustafa Acet’in hayatının en zor yıllarının başlangıcı oldu. Haksızlığa uğradığını söyleyerek karara itiraz etti ise de, önceleri sesini kimseye duyuramadı. Maaşının dışında bir geliri olmadığı, etrafındaki insanlar da yardım edemediği için pek çok maddî sıkıntılara katlanmak zorunda kaldı.

Aslında şahsı itibariyle sıkıntılara katlanamamak gibi bir kaygısı yoktu. O zaten Risâle-i Nur hizmetine girerken her zorluğu, eziyeti, sıkıntıyı göze almış, daha hizmetteki ikinci yılını doldurmadan hapse girerek de hizmetin zahirî meşakkatini aylarca yaşamıştı.

Fakat şimdi bakmakla mükellef olduğu bir ailesi ve yüksek okullarda okutmayı düşündüğü çocukları vardı. Bu yüzden de âcilen bir iş bulup çalışarak ailesinin nafakasını temin etmesi gerekiyordu.

Emirdağ’da iş bulma imkânının pek olmadığını düşündüğünden büyük şehirlere gidip çalışacak bir yer aramaya hazırlanırken daha önce yaptığı itiraz neticelendi ve tekrar işe alındı.

Mustafa imamlık vazifesine dönmeyi beklerken Diyanet İşleri Başkanlığı onu kurumun Ankara’daki kütüphanesine memur olarak tayin etti. Verilen maaş büyük bir şehirde ailesini geçindirmeye yetmeyeceği için eşini ve çocuklarını Emirdağ’da bırakarak Ankara’ya gitti.

İlk zamanlar, Zübeyir ve diğer Nur Talebeleri ile birlikte dershanede kaldı. O günlerde sık sık baskın yapıldığından, yakalandığı takdirde tekrar işten atılacağı için gece geç gelip sabah erken giderek ihtiyatlı hareket etmeye çalıştı.

Bir sabah işe gitmeye hazırlandığı sırada baskın yapan polisler kapıyı tuttular. O sırada odasından çıkan Zübeyir, polisleri nezaketle içeri dâvet ederken Mustafa’ya da âmirane bir tavırla işe gitmesini söyledi.

Böyle bir hareket beklemeyen polislerin bir anlık dalgınlığından istifade eden Mustafa hemen çıkarak işe gitti ve işten atılmaktan kurtuldu. Bir süre sonra kütüphane memurluğundan hattatlık kadrosuna alındı.

Orada hem işi daha rahat, hem de maaşı eskisinden bir miktar fazlaydı. Maddî imkânları biraz düzelince kenar semtlerde küçük bir daire kiraladı ve evini Emirdağ’dan Ankara’ya taşıdı.

Günlük hayatın işleyişi düzene girince hizmete ve san'atla meşguliyete daha çok zaman ayırdı. Bir yandan kendisine tekabül eden Nur hizmetlerini yaparken diğer yandan yeni yapılan camilerin kubbe, kemer, direk ve duvar cephelerine pek çok âyet-i kerime, hadis-i şerif hattı yazdı.

Yıllar, bu uhrevî meşguliyetler içinde akıp geçti.

Mustafa Acet’in hayattaki en büyük arzusu, ahir ömründe de olsa Mukaddes Mekânlara gitmek ve adını iftiharla taşıdığı Muhammed Mustafa’nın (asm) muhitinde ikamet edebilmekti.

Yıllardır hep Mekke-i Mükerreme’nin hasretini çeker, Ravza-i Mutahhara’ya gitmenin hayallerini kurardı. Bir gün o vuslat hayallerinin gerçekleşeceği ümidi ile için için yandı durdu.

Emekliye ayrıldıktan sonra ilk işi hacca gitmek oldu. Arafat’ta, Müzdelife’de, Mina’da ve Kâbe-i Muazzama’da hac farizasını eda etmenin hazzını yaşadıktan sonra Medine-i Münevvere’ye geçti.

Artık yıllardır hasretini çektiği cinân diyarındaydı. Orada da zamanının tamamına yakınını Ravza-i Mutahhara’da geçirdi. İbadet, zikir, evrad ve risâle okuyarak vuslat hazzını hissetmeye çalıştı.

Lâkin, yaşanan mekân mukaddes menziller de olsa, dünya vuslat yeri değildi. Hatta oralara hâkim olan ruhanî ahvâl, vuslat iştiyakını ziyadeleştiriyordu. O da ruhunu saran iştiyakın an be an artışına şahit oldu.

Bu iştiyak zamanla öylesine arttı ki Mustafa Acet; bedeni, ruhu ve bütün benliği ile kabre müteveccih, Cennete müheyya nurânî bir akış hâlini aldı. 17 Ocak 1990 yılında da orada Hakkın rahmetine kavuştu.

Şimdi Cennetü’l-baki’de, hayatın ebedî vuslat faslının başlamasını beklemekte.

28.01.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri


Önceki Yazıları

  (23.03.2009) - 2010 BEDİÜZZAMAN YILI OLSUN

  (22.02.2009) - KIRKINCI YILA GİRERKEN

  (15.02.2009) - KENDİNİ OKUTAN KİTAP

  (08.02.2009) - Nur hizmetinde yetmiş yıl (2)

  (01.02.2009) - Nur hizmetinde yetmiş yıl (1)

  (25.01.2009) - Gözlerin dehşetten donacağı gün

  (18.01.2009) - Bir baba ile oğlun hikâyesi (2)

  (11.01.2009) - Bir baba ile oğlun hikâyesi (1)

  (04.01.2009) - ‘Âsım’ın nesli diyordum ya’

  (28.12.2008) - Âkif’in tefekkür dünyası

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl