07 Haziran 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Ali FERŞADOĞLU

Evlenilmesi sakıncalı kişilikler? - 2


A+ | A-

* Gıybetçi/dedikoducu ile evlenmeyin: Gıybet, başkalarının arkasından, onların hoşlanmayacağı şeyleri konuşmaktır. İnsanların zaaf, kusur, yanlış ve kabahatlerini anlatmak, yaymaktır. Dedikoducular kendilerini şöyle müdafaa eder:

“Ben doğruları söylüyorum, bu anlattıklarım onda var, yalan söylemiyorum ki!”

Zaten gıybet, kişinin hoşuna gitmeyecek söz, davranış ve durumlarını arkasından konuşmaktır. Söylenenler doğru ise gıybettir. Yalan ise, aynı zamanda iftiradır.

Gıybet, yâni dedikodu; zâlimâne bir cinâyet, büyük bir günah, aile ve toplum hayatını zehirleyen bir hıyânettir. Onun için mü’min akıl, kalp, vicdân, insanlık, fıtrat ve milliyetin kabul etmediği bu alçak silâha tevessül etmez.

Gıybet/dedikodu yapan ile evlenirseniz; artık ne şahsî sırlarınız kalır, ne aile sırları…

Hassas ve önemli olan bu mevzû, İslâm kaynaklarında çok teferruâtlı olarak işlenmiştir. Şu hususların gıybet sayılmayacağı belirtilmiş:

“Kendisine yapılan haksızlığı gidermek için ehline ve vazifeli şahıslara durumu anlatmak,

“Herhangi bir iş için ortaklık kurmak isteyenlerin, sormaları halinde, sırf meşveretin hakkını vermek için—his ve duygularını karıştırmadan—gerekli bilgileri vermek, muhtemel zaaf ve zararlara dikkat çekmek,

“Tahkir ve teşhir için değil de, sırf târif için, insanları ‘kör, topal, kısa’ gibi sıfatlarıyla anmak,

“Yaptığı kötülüklerden sıkılmayıp alenen işleyen ve onlarla iftihar edenler hakkında yapılan uyarıcı konuşmalar, tarifler de gıybet sayılmaz.”1

* Hasetçi ile evlenmeyin: Haset, çekememezlik, kıskançlık anlamına gelir. Hasetçi, başkalarının mal, mülk, güzellik, başarı, kabiliyet ve üstünlüklerini içine sindiremez.

Hasedin bulunduğu yerde riya, rekabet, bencillik gibi süflî duygular da vardır. Bunlar hasede kuvvet veren duygulardır.

Haset eden, eğer bu duygusunu gemlendirmez veya yönlendirmezse, kendi kendisini yiyip bitirmekle kalmaz, nice taşkınlıklara, yanlışlıklara da girer. Haset öylesine dehşetli bir hastalıktır ki, zararı hased edilenden çok hased edenedir. Bu duygu hasetçinin gözünü kör, ferâsetini iptal eder.

* Kindarla evlenmeyin: Kin ve nefret, fıtratımızdan atamayacağımız duygulardır. Çünkü bunlar bize, düşmanlarımıza ve kötülüklere karşı kullanılmak üzere verilmiş birer silâhtırlar.

Ancak, kin ve nefretimizi iyi kanalize edebilirsek, tahripte değil, tamirde kullanabiliriz. Kin gibi kötü bir huy, ancak din, vatan düşmanlarına, zalim ve diktatörlere karşı kullanılmak için ruhumuza takılmış itici güçtür. Kinini dışa yöneltemeyen, içe dönük kullanabilir ve evliliği zehire çevirir.

* Riyakârla evlenmeyin: Riya, olmadığı halde öyle görünmek veya bir işi gerçekten ahlâkî olduğu, yapması gerektiği ve Allah’ın emri olduğu, uyması gerektiği için değil; gösteriş için yapmaktır.

Riyakâr, işlerini gösteriş, maddî veya nefsî çıkar için yapar.

Kalp hastalıklarından biri de riyadır. Riyakârlık, aynı zamanda fiilî bir yalancılıktır. Mürâînin davranışları hep yalancılığını ilân eder. Bunun için Resûlullah’ın (asm) dilinde riya “gizli şirk” olarak vasıflandırılmış.

Riyakârla evlenirseniz, güveniniz sarsılır, emniyet edemezsiniz. Bu da fecî olaylara sebep olabilir.

*Sû-i zâncı ile evlenmeyin: Sû-i zân, başkaları hakkında kötü düşünme mânâsına gelir. Yâni, insanların sebebi bilinemeyen ve tahkik edilemeyen bir kısım hareket, davranış ve sözlerini kötüye yormaktır.

Aile ferdlerini ve cemiyetleri birbirine düşüren, parçalayan hastalıkların başında sû-i zân gelir. Çünkü bu kötü haslet, ithamlara sebebiyet verir. Bu da dayanışmayı kırar, saadetleri parçalar, hayatı zindana çevirir, sosyal münâsebetleri öldürür.

Dipnot:

1- Mektûbat, s. 267, 268.

07.06.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Şaban DÖĞEN

Kalplere gizli polisi yerleştirmek


A+ | A-

Eskiden yol kesen, adam öldüren, soygun yapan eşkıyalar vardı. Bunlar eğitimden yoksun câhil insanlardı. Şimdi nice yüksek okullar bitirdiği hâlde modern eşkıyalar, hortumcular, cani ruhlu modern kılıklı insanlar yetişegeldi.

Böylelerinin arkasına polis dikmek de yetmiyor. Nihayet polis de insandır, onun da arkasına bir polis dikmek gerekiyor. Bu kesin çözüm değil.

Ancak kalplere gizli polis yerleştirilirse, kişi kimse görmese bile kötü bir iş yapmaktan kendini uzaklaştırabilir.

İşte o gizli polis, ancak imanla kalplere nakşedilebilir. Kişi Allah’ın her an yanında bulunduğu, bütün yaptıklarını gördüğü, iyi ve kötü bütün hareketlerini kaydettirdiği, birgün günahlarından sorguya çekileceği; başıboş ve sorumsuz olamayacağına inandığında o manevî gizli polis onu kötülüklerden çekip çevirmeye, iyiliklere yöneltmeye yetiyor.

“Ben yalnız îman üzerine mesâimi teksif etmiş bulunuyorum… Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve îmânını terennüm ediyorum, yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği Tevhid ve îman esâsı üzerinde işliyorum ki; İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur”1 diyen Bediüzzaman Said Nursî’nin bütün emeli işte buydu: Kalplere imanı yerleştirmek. Bu sûretle vatana, millete yararlı fertler yetiştirmek.

Eskiye göre toplumda manevî bir erozyonun varlığı bir gerçek. Sevgi, saygı, merhamet duygularında müthiş bir çözülme var. Güven duygusu azaldı, kötülükler arttı, menfaat hükmetmeye başladı.

İşte bu manevî çözülmeyi daha başlangıçta sezen Bediüzzaman, yaygınlaşma istidadında olan kötülüklere karşı bir paratöner vazifesi gören; binanın temeli, ağacın kökü kadar önemli; bütün güzelliklerin kaynağı, insanı insan yapan, güzelliklere yönelten imana yöneldi. “İmânı kurtarmak ve Kur’ân’a hizmet için, Mekke’de olsam da buraya gelmek lâzımdı; çünkü, en ziyâde burada ihtiyaç var” diyor ve ekliyordu: “Binler rûhum olsa, binler hastalıklara müptelâ olsam ve zahmetler çeksem, yine bu milletin îmânına ve saadetine hizmet için burada kalmaya—Kur’ân’dan aldığım dersle—karar verdim ve vermişiz.”2

Bu millet bin yıldır İslâma hizmet etmiş, imanlarından aldıkları kuvvetle hayata bağlanmış, insanlığa maddeten ve manen faydalı olmuşlardı. İşte insanımız bu hakikatlerden uzaklaştıkça tereyağının bozulduğunda zehire dönüşmesi gibi hem kendisi, hem toplum için zehir olmaktaydı.

Öyleyse kaybettiklerimizi kaybettiğimiz yerde aramalı, bizi biz yapan, huzur ve mutluluğa sevk eden değerlerimize yeni baştan sahip çıkmalıyız. Bu altyapı olduktan sonra artık maddeten ve mânen kalkınma mesele olmaktan çıkardı.

Dipnotlar:

1- Tarihçe-i Hayat, s. 543.

2- A.g.e., s. 441; Emirdağ Lâhikası, s. 169; Beyanat ve Tenvirler, S. 317.

07.06.2009

E-Posta: [email protected]



Yasemin GÜLEÇYÜZ

ABD’nin tesettür açılımı!


A+ | A-

Hangi şekilde olursa olsun siyasetin her türünden kendimi uzak tutmaya çalışırım. İlgim, seçim zamanları hiç aksatmadan gidip oyumu kullanmaktan ibarettir. “Neden oyunu oraya verdin?” sorusunu da hiç detaylara girmeden Risâle-i Nur’lardan alabildiğim ders kadarıyla anlatmaya çalışırım.

Oysa ki, bugünkü Satırarası birazcık siyasetle, hem de dış siyasetle ilgili! Ama ne yapalım işin içinde kadın ve tesettür var. Yazmaya elim ve kalbim mecbur! O yüzden “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?” demeyin.

Başörtüsü kanunen

muhafaza altInda!

Obama, Başkanlık seçim kampanyası sırasında “İktidardaki ilk 100 gün içinde bir Müslüman ülkeden İslâm dünyasına sesleneceği” sözü vermişti. Üzerinden daha fazla zaman geçse de bu konuşmayı geçtiğimiz günlerde nihayet Kahire’de yaptı.

ABD Başkanı Obama’nın İslâmla ilgili Mısır’da sarf ettiği sözler bütün dünyada ve İslâm âleminde ilgiyle izlenildi, üzerinde yorumlar yapıldı, yapılmakta. Özellikle Müslüman kadınlara yönelik sözlerini mü’mine bir kadın olarak dikkatle okudum ve dinledim.

Obama’nın, Hucurat Sûresi’nden yaptığı alıntıda kadın- erkeğin eşitliğine yaptığı vurgu ve kadının kıyafeti ile ilgili sözleri dikkat çekici. [“Ey insanlar! Biz sizi bir erkek, bir dişiden yarattık” (Hucurat Sûresi, 13.) “Kadınlara ne giyeceği dikte edilmemeli” diyor ve ABD’de başörtüsü takmanın yasal koruma altında olduğunu söylüyor.]

Oysa ki, ABD sabık başkanının yeni bir Haçlı Savaşı’ndan bahsedip Irak işgalini başlattığı, özgürlük ve demokrasi getirmek adına (!) türlü çalışmaların yapıldığı Afganistan’da kadınların geleneksel tesettür biçimi olan “burka” ile mücadele edildiği, Büyük Ortadoğu planlarından bahsedildiği günlerin üzerinden fazla zaman geçmemişti!

KadIn haklarI

BÜTÜN dünyada problemlİ!

Bediüzzaman Hazretlerinin tâbiriyle “Avrupa dinsizleri ve Asya münafıkları” olan malûm çevrelerin yüzyıllardır süregelen “İslâmın kadın haklarını hiçe saydığı” tekerlemesinin, suçlamasının dışında bir söylem vardı Obama’nın tesbitlerinde. Kur’ân’ın Hucurat Sûresi’nde kadın ve erkek eşitliği üzerine yaptığı vurguyu dile getirerek Müslümanların Kur’ân emirlerini uygulamalarındaki tezatı gözler önüne sermek istiyordu sanırım. Tabiî diplomatik bir üslûpla!

Obama, kadın haklarının sadece İslâm ülkelerinde değil, Batı dünyasında da problemli olduğunu belirtiyor: “Batı’daki bazı insanların, başı kapalı olan kadınların eşit olmadığı yönündeki fikrine katılmıyorum. Ancak eğitim hakkı elinden alınan kişinin, eşitlik hakkı da elinden alınmıştır. Dolayısıyla eğitim alan kadınların olduğu ülkelerin daha zengin olmasına şaşırmamak lâzım. Türkiye’de, Pakistan’da, Bangladeş’te, Endonezya’da kadınların Başbakan olduğunu gördük. Kızlarımız, oğullarımız gibi toplumlarımıza katkıda bulunabilirler” diyordu.

(Evet, İslâm’da kadın haklarının en mükemmel hâliyle yer aldığı, Peygamberimizin (asm) kızların diri diri gömüldüğü bir toplumda eşleriyle, kızlarıyla, kadın ve erkek sahabeleriyle bir iman inkılâbı gerçekleştirdiği hakikati ortadayken hâl-i hazırdaki kimi cahilâne uygulamaların Kur’ân ve Sünnete aykırı olduğu bir gerçek!)

Obama, bu sözleri, diplomasi gereği başörtüsü yasağının bütün üniversitelerinde, hatta yavru vatan Kıbrıs’ta bile uygulandığı Türkiye’de elbette sarf edemezdi. Mısır Kahire tam da uygun adresti! Zira ülkemizde başörtüsü yasağı üzerinden eğitim hakkı elinden alınan kızlarımız için uzun yıllardır Mısır üniversiteleri en çok başvurulan adresler arasında! Sadece kızlarımız için değil, zaman zaman erkeklerimiz için de! Malûmunuz, YÖK’ün uygulamalarının benzeri dünyada yok!

Aslına bakarsanız, gazetemizin “Mısır Mektubu” köşesinin yazarı sevgili Fatmanur Zengin’in konu ile ilgili yazısını merakla bekliyorum. Biliyorsunuz üniversitelerimizdeki başörtüsü yasağı yüzünden Mısır’da eğitimine devam etmekte.

Evet, Obama bakalım Müslüman kadınların eğitim hakkı üzerine söylediklerinde ne kadar samimî! Bakalım ülkemizde onun sözleri nasıl yankılanacak!

07.06.2009

E-Posta: [email protected]



Hüseyin GÜLTEKİN

Birbirine aykırı iki tablo


A+ | A-

Uzunca bir zamandır ülkemizin içinde bulunduğu birbirine zıt, birbirleriyle çelişkili durum, bilemiyorum sizin de dikkatinizi çekiyor mu? Bu ters orantılı görünüm epeyce bir zamandır dikkatimi çekiyor. Doğrusu nedenini, niçinini bulmakta zorluk çektiğimi de itiraf etmeliyim. Şimdi nazarlarınıza sunacağım aykırı durum, çoğu insanımızın dikkatinden, gözünden kaçsa da, bunun bedihî bir gerçek olduğu kesin.

Efendim, peşin fikir ve düşüncelerimizi bir kenara bırakıp, üzerinde yaşadığımız şu topraklarda yaşananları dikkatlice tahlil ettiğimizde, karşımıza birbirinden çok farklı iki tablonun çıktığını görüyoruz.

Hepimizi umutlandıran, hepimizi sevindiren, hepimizi şevke, heyecana getiren birinci tabloya baktığımızda, deyim yerinde ise, bütün endişe ve korkularımız son buluyor; kalplerimiz, ruhlarımız sürûra, huzura gark oluyor. Ümit verici bu manzarayı görüp de sevinmemek, geleceğimize umutla bakmamak mümkün değil. İşte iç açıcı, umut verici tablo:

Hiç de küçümsenmeyecek bir güce sahip, mânevî değerlere önem veren görüntüsüyle öne çıkan muhafazakâr bir medyanın varlığı... Dindar etiketleriyle tanınan ve epeyce dinleyicisi/seyircisi bulunan radyo/tv kanalları... Ve o paralelde neşriyâtta bulunan, azımsanmayacak tirajlara sahip gazete, dergi ve kitaplar...

Ve dindar cumhurbaşkanı ve başbakan... Bakanlar, milletvekilleri, valiler, kaymakamlar, belediye başkanları... Ve sayısını bilemediğimiz üst ve alt düzeydeki bürokratlar... Devletin çeşitli kademelerinde çalışan, dinî değerlere bağlı âmir ve memurlar...

Ülkemiz ve milletimiz için çok iyi bir şans değil mi? İnsanın “Bundan ötesi can sağlığı” diyesi geliyor, değil mi? Milletiyle aynı şeyleri düşünen, aynı değerleri paylaşan bir parlamento ve bu parlamentodan çıkan o paraleldeki bir hükümet... Millî ve mânevî değerleri ön planda tutmaya çalışan önemli bir medya gücü...

Şimdi düz mantıkla baktığımızda, böyle bir iç açıcı tablodan çıkan sonuçların da iç açıcı ve en azından umut verici olması gerekir değil mi? Bu güzel manzaranın, bu özlenen tablonun ülke sathında güzel yansımalarının olması lâzım değil mi? Her tarafın “güllük-gülistanlık” olmasını, her yerin “toz pembe” olmasını elbette bekleyemeyiz. Ama az da olsa bu güzel tablonun bir yansımasının olması beklenir, değil mi?

Şimdi bir de şu acı, fakat gerçek olan tabloya bakalım: Geçen yıla oranla içki tüketiminin yüzde yirmi artış göstermesi... Sigara içme yaşının 10-11’lere; içki ve uyuşturucu yaşının 14-15’lere inmesi... Kumar ve şans oyunlarının giderek tırmanması... Terör olaylarıyla birlikte diğer cinayet olaylarının giderek artması... Ailevî kavgaların ve boşanmaların her yıl katlanarak devam etmesi... Rüşvet, yolsuzluk, hırsızlık gibi olayların toplumda kronik hâle gelmesi... Ve yıllardır halledilemeyen başörtüsü zulmünün devam ediyor olması... Meslek liselerinin önündeki katsayı engelinin kaldırılmaması... Kur’ân’ı öğrenmek isteyen çocukların önündeki yaş sınırı engelinin devam ediyor olması...

Bu olumsuzlukların, bu menfîliklerin bir tek sorumlusu elbette mevcut kurumlar ve yetkililer olamaz. Bu iç karartırıcı durumdan anne-babalar, daha doğrusu derecesine göre herkes sorumlu. Ama yetkili makamlarda oturan zevâtın, vatandaşını her türlü kötü alışkanlıktan korumakla vazifeli olan kişi ve kurumların da, bu korkunç duruma çare olabilecek tedbirleri almak zorunda olduklarını unutmamaları gerekir.

Bize tuhaf da gelse, yaşamakta olduğumuz şu iki tablo bize gösteriyor ki, dindar da olsalar belli bazı mevkilere gelen zevât, her zaman eh-i dinin derdine devâ olamıyor. Veya buna mümasil, ehl-i dinin bazı imkânları ellerinde bulundurması da, mü’minlerin giriftar olduğu problemleri çözemiyor.

Bize göre en etkili çare, her mü’minin tahkikî, güçlü bir inanca sahip olmasından geçiyor...

07.06.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Yardımlaşmada sıra takibi


A+ | A-

Gemlik’ten okuyucumuz: “Aldatma şüphesi olan dilencilere yardım edilir mi?”

Eğer gerçek durumlarını biliyorsak ve fakir olduklarından emin isek şüphesiz yardım edilir.

Hile yaptıkları ve dolandırıcı oldukları şüphesi uyandıran kimseler için ise doğru olan, haklarında sû-i zan yapmamaktır, yani hüsn-ü zan imkânı varsa hüsn-ü zan yapmaktır.

Böyle kimselerle mümkünse, nezaket sınırları içinde kişiliklerini ve gerçek hallerini tanımaya yönelik saygı ve sevgi temelinde bir diyalog geliştirilebilir. İncitilmeden husûsî bir şekilde yaklaşılabilir. Başlangıçta haklarındaki hüsn-i zannımızı kaybetmemize gerek yoktur.

Neticede, yalan söyledikleri konusunda emin olduğumuz fakir olmayan kimselere yardım yapmamıza lüzum yoktur.

Yardımda bu vartalara düşmemek için Kur’ân’ın yardım ve iyilikler için getirdiği sıralamayı prensip olarak takip etmek en güvenli yolu teşkil eder. Kur’ân, “Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara (köle, cariye, hizmetçi ve benzerlerine) iyi davranın; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez”1 buyurmaktadır.

Demek, yardım ve iyilik yapılacak kişilerin seçiminde en yakından en uzağa doğru bir sıra takip edilmesi Kur’ân’ın tercihidir. Bu sıralamayı takip edersek aldanma şansımız olmaz. Çünkü yakınlarımızın gerçek durumlarını biliriz ve onlar bizi aldatmazlar. Yani önce anne ve babadan başlanır, sonra kardeşlere bakılır. Anne baba veya öz kardeşler içinde ihtiyaç içinde olan varsa, öncelik onlarındır. Sonra yakın akrabalar, yani annenin ve babanın öz kardeşleri ve onların çocukları gelir. Yakın akrabalar içinde ihtiyaç varsa, onlara öncelik verilir. Daha sonra yakın-uzak fark etmeksizin sâir akrabalar... Ardından yakın komşu... Sonra uzak komşu gözetilir. Sonra arkadaşlarımız, ardından yolda kalmış yolcular gözetilir.

Bu sıra içinde bizi aldatacak bir zümre çıkmaz. Çünkü onlar bizim tanıdıklarımız ve âyete göre de sorumlu olduklarımızdır. Aynı zamanda bu sırayı takip etmekte sıla-i rahim sevabı da vardır.

Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm buyurur ki: “Allah, merhametli olanlara rahmetle muâmele eder. Öyleyse, sizler yeryüzündekilere karşı merhametli olun ki, semada bulunanlar da size rahmet etsinler. Rahim (akrabalık bağı) Rahman’dan bir bağdır. Kim bunu korursa Allah onunla rahmet bağı kurar, kim de koparırsa, Allah ondan rahmet bağını koparır.”2

* Hz. Aişe (ra) anlatıyor: “Resulullah (asm) buyurdular ki: ‘Rahm, Arş’a asılıdır ve şöyle duâ eder: ‘Kim beni devam ettirirse Allah ona rahmetini ulaştırsın. Kim benden koparsa Allah da ondan rahmetini koparsın.’”3

* Selman İbnu Âmir (ra) anlatıyor: “Resulullah (asm) buyurdular ki: ‘Fakirlere yapılan tasadduk bir sadakadır. Ama akrabaya yapılan ikidir: Biri sıla- i rahim, diğeri sadaka sevabı getirir.’”4

Herkes zikrettiğimiz bu âyetin ve hadislerin yüklediği sorumlulukları dikkate alsa, esasen orta yerde dilenci de kalmaz. Dolayısıyla dilenci kılığında dolandırıcılara da meydan verilmiş olmaz. Demek oluyor ki biz, Kur’ân’ı ve sünneti ihmal edişimizin vebalini bazen aldatılmakla ödeyebiliyoruz. Bu da kaderin adaleti olsa gerektir.

Dipnotlar:

1- Nisâ Sûresi, 4/36.

2- Tirmizî, Birr 16, (1925); Ebü Dâvud, Edeb 66, (4941)

3- Buharî, Edeb 13; Müslim” Birr 17, (2555).

4- Nesâî, Zekât 82, (5, 92); Tirmizi, Zekât 26, (658); İbnu Mâce, Zekât 28, (1844).

07.06.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Yıllar bitti, yasak bitmedi


A+ | A-

Türkiye’nin önünü kapayan ve ufkunu karartan kanunsuz başörtüsü yasağı, bütün itirazlara rağmen hâlâ yerli yerinde duruyor. Biliniyor, ama tekrarlamakta fayda var: ‘Kamusal alan’ bahanesiyle sürdürülen ve en başta üniversite öğrencilerini mağdur eden yasak, yürürlükteki hiçbir kanuna dayanmıyor. Ya neye dayanıyor? Yanlış ve keyfî yorumlara ve bazı ‘yönetmelik’lere... Peki, kanuna dayanmayan yasak olabilir mi? Hukuk devletinde olmaz, ama ülkemizde maalesef fiilen böyle bir yasak var ve bu yasak inatla sürdürülüyor...

Birileri çıkıp, “Başka problem mi kalmadı! Boşverin bu işleri, okumak isteyen başını açsın, okul dışında da kapasın” diyebilir. Kimileri için bu sözler anlamlı da gelebilir. Bu sözler, belki de bir kısım çevrelerden alkış da alabilir. Fakat böyle bir yaklaşım insan haklarına saygı çerçevesinde uygun mudur? Böyle bir ‘zillet’ kabul edilebilir mi? Kimin keyfi için bu ‘arzu’ yerine getirilecek ve niçin? Daha dün ABD Başkanı Obama (Kahire konuşmasında) bile “Müslüman kadınlara ne giyeceği dikte edilmemeli” demedi mi? Her şey bir yana, “başörtüsü yasak” demek kadınlara “ne giyeceğini” dikte anlamına gelmez mi?

Türkiye’yi ‘idare edenler’ bir şeyin farkına varamıyorlar: Bu kanunsuz yasak devam ettiği sürece, gerçek anlamda ‘muktedir’ olamazlar! ‘Muktedir’ olamayınca da tek başına ya da başka bir şekilde ‘iktidar’a gelmiş olmak bir mânâ ifade etmez!

Kim ne derse desin, bu yasak Türkiye’nin en önemli problemidir. Bunu görmemek, inkâr etmek ya da hafife almak mümkün değildir. “Bunu zamanla çözeceğiz, öncelikli problemimiz değildir, yüzde 1.5’un problemidir” gibi sözlerle bu yasağı sona erdirmek de mümkün değildir. Bu bir ‘temel hak’ ihlâlidir ve milyonları ilgilendiriyor. Halkın iradesinin saygı gördüğü hiçbir ülkede böyle bir yasak olmaması tesadüf müdür? Bunca itiraza, bunca ikaza rağmen bu yasak Türkiye’de nasıl devam edebiliyor?

Bakınız, 5 Haziran, sadece ‘Dünya Çevre Günü’ değildir. Başka önemli bir tarihin de yıl dönümüydü. Anayasa Mahkemesi, bir yıl önce başörtüsü yasağını devam ettiren [‘Anayasada türban değişikliği’ olarak bilinen iki yasa değişikliğinin iptalinin birinci yılı] bir karara dolaylı da olsa imza atmıştı. Bu karardan sonra bir yıl geçti ve bu konuda yeni bir adım atılmadı. ‘Tek başına iş başına’ gelenler bu konuda kimin adım atmasını bekliyorlar ki? Her halde CHP’nin insafa gelip; “Başörtüsü yasağı kalksın” demesini bekliyorlar...

Kanunsuz başörtüsü yasağına karşı en istikrarlı tepkiyi Kocaeli İnanç Özgürlüğü Platformu ortaya koydu ve bu itirazını da (6 Haziran 2009 itibarıyla) 216 haftadır devam ettiriyor. Şaka değil, yaz-kış her hâl ve şart altında bir araya gelip “Basın açıklaması” yapılıyor ve bütün Türkiye’ye ve dolayısı ile dünyaya “Başörtüsü yasağı sürüyor, duyuyor musun, yoksa uyuyor musun?” diye sesleniyorlar.

Bu sese karşı “Kanunsuz yasağın sürdüğünü görüyor ve uyumuyorum” demek ve öyle de davranmak durumundayız. Evet, yasak sürüyor, lütfen uyumayalım...

07.06.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Geceyarısı operasyonu ile kanun geçti, ama...


A+ | A-

Suriye sınırındaki mayınlı arazilerin temizlenmesine ilişkin kanun meclisten geçirildi. Hem de bir geceyarısı operasyonuyla. Çünkü nedense hükümet, Türkiye için 1 Mart 2004’te yürürlüğe giren Ottawa Sözleşmesinin mayınların temizlenmesi için tanıdığı on yıllık sürenin yarısını geçtiğini yeni fark etmişti. Ottawa Sözleşmesinin 5. maddesinde “Taraf Devletlerden her biri, yetkisi ya da denetimi altında olan mayınlı alanlardaki bütün anti-personel mayınları, bu Sözleşmenin sözkonusu Taraf Devlet için yürürlüğe girmesinden sonra on yıldan geç olmamak şartıyla, mümkün olan en kısa zamanda imha etmek veya imha edilmesini sağlamakla yükümlüdür” hükmü getiriliyor.

Türkiye, Bulgaristan sınırındaki mayınları 2002’de temizledi. Suriye sınırında ise 510 km uzunluğunda ve 350 metre derinliğinde toplam 178 milyon 500 bin metrekarelik bir mayınlı arazi var. Bu arazinin ihale süreci de hesaba katılırsa en geç dört yıl içinde temizlenmesi bir zorunluluk. İşin zorluğu bu mayınların bir çoğunun hava şartları, toprak kaymaları vs sebeplerle yer değiştirmiş olması. Kara mayınları resmî kayıtlara göre 1993-2003 yılları arasında 299 asker ve 289 sivilin ölümüne, 1524 asker ve 739 sivilin de yaralanmasına sebep oldu.

Bu olayda kamuoyunun nasıl kolaylıkla yönlendirilebildiği bir kez daha görüldü.

Mayın temizleme işinin arazilerin uzun süreli kullanımı karşılığı İsrailli şirketlere verileceği yönündeki haberler anında yankı buldu ve muhalefet hükümete yüklendi. Genelkurmay, bu işin özel sektöre yaptırılmasına karşı çıktığını açıkladı ve NATO İkmal ve Bakım Teşkilâtı’nı (NAMSA) öncelikle dikkate alın dedi. Halbuki NAMSA işlerini bizzat yapan değil, hizmet satın alma yoluyla piyasaya yaptıran bir birim. Kuruluş kendi web sayfasında kendi işlevini şöyle anlatıyor:

“Bu lojistik hizmetlerinin büyük çoğunluğu sanayiye ihale edilir ve kuruluşun ana rolü ulusların ihtiyaçlarının takibi, lojistik yönetimi faaliyetlerinin merkezileştirilmesi, uluslar arası rekabete açık ihaleler yapılması ve müşterilere verilen hizmetlerin maliyet ve kalitesinin kontrol edilmesidir”.

Hal böyle olunca, işin NAMSA’ya hizmet alımı suretiyle verilmesi halinde, bu kuruluşun, işi ihale ederek bir İsrail şirketine vermesinin önünde hiçbir engel yok. Hem de bu kuruluşa iş verildikten sonra –eğer şartnameye özel hükümler koymazsanız- işi kime vereceğini pek denetleme imkânınız yok.

Peki bu mayınları özel sektörün temizlemesi neden sakıncalı?

Neden güvenlik güçlerinin gözetim ve denetimi altında temizlenemez?

Bu işe talip olduğunu açıklayan bir şirket 216 milyon dolara iki yılda temizlerim diyor.

Mademki bu araziler çok kıymetli ve yap-işlet-devret yoluyla vermek istemiyoruz, bütçeden bu işe bu kadar para ayıramaz mı hükümet?

Aslında asıl düşünülmesi gereken husus; mayınların temizlenmesi değil, temizlenme sonrası ortaya çıkacak arazinin sağlıklı bir şekilde değerlendirilebilmesi. Bu arazilerin kadastrosu, tarımsal verimliliği, sulama biçimleri tesbit edilmeli ve en verimli hangi ürünlerin yetişeceği belirlenmeli.

Sonra da araziyi kimin işleteceği değerlendirilmelidir. Oradaki köylülere paylaştırmak, arazilerin kısa süre içinde istenmeyecek kişilerin elinde toplanmasına sebep olacaktır. Bu yönün iyi değerlendirilmesi gerekir.

Suriye sınırında güvenliğin bekçiliğini çok uzun zamandır Türk askeri yapıyor. Karşı taraftakiler ise —Kilis gezimde öğrendiğim kadarıyla—akşam gelince evlerine gidip yatan güvenlik görevlileri. Bu arazilerin değerlendirilmesi esnasında kaçakçılık ve kaçak sınır geçişleri için ne tür tedbirler alınacağının da belirlenmesi gerekiyor.

Bu vesile ile mayınlarla ilgili başka bir hususa da dikkat çekmek gerek.

Doğu ve güneydoğuda terör örgütü mayınları aktif bir silâh olarak kullandı ve hâlen de kullanıyor. Ayrıca güvenlik güçleri de özellikle kırsaldaki karakolların etrafını zaman zaman mayınladı. Bu mayınlar da yöre insanları için büyük tehlike arz ediyor. Suriye sınırındakileri temizlerken, ülke içindeki mayınlı araziler de temizlenmeli.

Barış istediğini iddia eden terör örgütünün de bu kadar acımasız ve uluslar arası kurallara aykırı bir silâhı kullanmaya son vermesi gerek.

Türkiye’nin resmî kayıtlı 935 bin mayından bir an önce kurtulmasını diliyoruz.

07.06.2009

E-Posta: [email protected]



Suna DURMAZ

Bulanık sular


A+ | A-

Araplar “Hayru’l kelâmi ma kalle ve delle” diyorlar. Yani, sözün hayırlısı az olup yol gösterenidir. Bazen, bir iki kelimeden oluşan küçük bir cümle çok derin mânâlar ifade edebilliyor. Anadolu insanı, o güzel ve berrak Türkçesiyle toplumda meydana gelen olaylara ışık tutan çok etkileyici deyimler üretmiş ve bu sözlerle ilerideki nesillere yol göstermiştir. Bunlardan biri de, düşmanın hilesine dikkat çekmek için söylediği şu sözdür:

“Kurt kuzuyu yemeye niyetlenirse, suyu bulandırır”

Bu atasözü, şu sıralar Kuveyt ve Iraklı parlamenterler arasında yapılan söz düellosunun tehlikesini gayet güzel bir şekilde ortaya koymaktadır. Irak Parlamentosu bünyesinde bulunan “Tevâfuk Cephesi“ grubundan İzzeddîn ed-Devle adlı bir milletvekilinin sözleri ortalığı karıştırdı. İzzeddin ed-Devle’nin “Kuveyt’in işgal kuvvetlerine lojistik destek sağlaması neticesinde ülkemizin alt yapısı harap olmuştur. Bu yüzden, Kuveyt Irak’a 4 trilyon dolar tazminat ödemek zorundadır” diyerek, Kuveyt’i BM Güvenlik Konseyine şikâyet etmesi ve buna Kuveyt Parlamentosundan “Bağdat sefirimizi geri çekelim”, “Iraklılar iyiliğe karşı kötülükle cevap veren nankör bir millettir!”, “Ehl-i Beyt’i katleden bir milletten ne beklenir?”, “Irak Kuveyt’i devlet olarak hiçbir zaman hazmedemedi” gibi sözlerle cevap verilmesiyle başlayan söz düellosu devam ediyor. Kuveyt Emiri Şeyh Sabah Ahmed ve Irak Başbakanı Nûri Maliki’nin tarafları sükûnete çağırması yetmedi. Akıllı bir davranış olmadığında kuşku bulunmayan ve sorumsuz kabul edilen bu atışmalar durdurulmazsa, sular bulanır; bununda sonu felâkete gider.

Zira, Doğu ve Batıdaki bir takım mihraklar; Irak ve Kuveyt arasındaki suların bulanmasından büyük çıkar elde ediyorlar. Daha doğrusu, suları asıl onlar bulandırıyorlar. Sonra da, “suları durultmak için geldik!” kandırmacasıyla boğazın tam üstüne oturuyorlar; bir daha da gitmiyorlar. Ve ne yazık ki; iki ülkenin insanları gaflette olduklarından, kendilerini parçalayıp yemek için pusuya yatmış olan bu kurtların farkında değiller!

Irak, 1913 tarihine kadar Osmanlı Devleti sınırları içindeydi. Kuveyt ise idarî olarak Basra vilayetine bağlı bir emirlikti. Osmanlı Devletinin 1. Dünya Savaşından mağlûp çıkması neticesinde yapılan Sevr Antlaşması gereğince Irak’ın tamamı ve Kuveyt, İngilizlerin eline geçti. 1930’da İngilizlerden bağımsızlığını alan Irak, 1932’de Birleşmiş Milletlere dahil oldu.

Irak, 1961 yılında Kuveyt’in Irak topraklarının bir parçası olduğunu ve ilhak edeceğini açıkladı. Ancak, kapalı kapılar ardında ne olup bittiyse, bu fikrinden vazgeçti... Irak tarafından işgal edilme tehlikesiyle karşı karşıya olan Kuveyt, ancak 1962 yılında İngilizlerden bağımsızlığını elde etti. Bağımsızlığa kuvuşmasına rağmen; Irak tarafından askerî olarak, İran tarafından da mezhebi olarak işgal korkusu yaşadı hep. Sekiz yıl süren Irak-İran savaşında Irak tarafını tutup Irak’a büyük maddî yardımlarda bulunmasının ardında bu korku yatmaktaydı.

Kuveyt’in hesaplarına göre; Irak’ın yanında olmakla bir taşla iki kuş vurmuş olacaktı. Bir taraftan, bölge için büyük tehlike oluşturan Ayetullah Humeyni’nin Şiî mezhebini yayma politikasının önüne geçecekti. Diğer taraftan, yapmış olduğu yardımlar sayesinde Irak’ın dostluğunu kazanacaktı. Ve bu dostluk sayesinde, Kuveyt’in bağımsızlığını bir türlü sindiremeyip Irak topraklarının bir parçası olarak gören Irak, bu fikrinden vazgeçecekti.

Ama Kuveyt’in yapmış olduğu bu hesaplar tamamen ters çıktı maalesef. Ne Irak’ın askerî işgaline engel olabildi, ne de İran’ın Şiî işgaline...

Savaş sırasında 80 milyar dolar yardım yaptığı Irak, 26 Temmuz 1990’da Kuveyt sınırına 30 bin askerini yığdı. Gerekçe olarak ise, Kuveyt’in Irak’a yapmış olduğu 80 milyar dolar yardımı geri istemesi ve kendi hissesine düşen petrol üretimini arttırarak Irak ekonomisine zarar vermesini gösterdi. 28 Temmuz 1990 tarihinde Saddam’la görüşen Amerika’nın Bağdat Büyükelçisi April Glaspie “Arapların arasındaki problemlere karışmayız“ dedi. Ancak, işgal tarihini önceden biliyormuş gibi 30 Temmuz tarihinde Bağdat’ı terk etti.

BM’nin ve Arap ülkelerinin geri çekilme dâvetlerine cevap vermeyen Irak, 2 Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgal edip 19. Vilayeti olarak ilân etti. Bunun üzerine, BM Güvenlik Konseyinin 29 Kasım 1990 tarihinde almış olduğu karar gereği oluşturulan koalisyon kuvvetleri, 10 gün süren bir savaş sonunda 26 Şubat 1991’de Kuveyt’i, Irak işgalinden kurtardılar...

Irak, Kuveyt’i bir daha işgal eder mi? Bunu ancak Allah bilir. İran’ın, Şiî mezhebi yayma politikasına gelince; hiç çekinmeden bütün kuvvetiyle yol almaya devam ediyor. Bunu Kuveytte bizzat gördüğüm ve hissettiğim için söylüyorum.

07.06.2009

E-Posta: [email protected]@hotmail.com



Osman ZENGİN

Kahire’de mescid aradık!


A+ | A-

Mısır’a önceki gelişimizde; İskenderiye, Şarm-el şeyh, Basata, Dehab, Sina yarımadası, Süveyş kanalı, Kızıldeniz gibi yerleri gezme imkânımız olmuştu. Aslında Tur-i Sina denilen, Hz. Musa’nın (as) Cenâb-ı Hak’la konuştuğu, Tur Dağının yakınından geçiyordu yolumuz. Yanımızda bulunan Mısırlı yol arkadaşlarımıza, görmek istediğimizi söylediğimizde, hem çok yorucu bir dağ yolu, hem de soğuk olduğunu ifade ederek, bu fikrimizden caydırmışlardı bizi. Fakat içimde de bu, bir ukde olarak kalmıştı.

İskenderiye; Mısır’ın kuzeyinde, Akdeniz sahilinde ve Kahire’den sonra ikinci büyük şehri. İsmi de, tarihteki büyük İskender’den gelmektedir. Bir gece kalıp, gezmek için gittiğimiz İskenderiye’yi gezerken, yanımdaki Türk arkadaşlarıma lâtife yollu, ”Burası da bizim Antalya’nın karşı sahilleri” demiştim. Her halde bunu, bu kış buradaki bir sempozyum için gelen arkadaşlarımızın içinde bulunan gazetemizin yazarlarından, aslen Antalya’lı olan Nejat Eren dostum daha iyi hissetmiştir.

İskenderiye’den Kahire’ye dönüşte, (yaklaşık 225 km.lik bir mesafe) öğle namazının vakti girmişti. Hem namaz kılmak, hem de yemek için bir lokantaya girdik. Yemek siparişlerimizi verip, namaz kılmak için abdest hazırlığı yaptıktan sonra bir garsonun yanına gelip "mescid nerede?” dedik. Yüzümüze anlamaz bir edayla baktı. Acaba mescid yok muydu? Ama büyük bir lokanta olduğu için mutlaka olmalıydı. Bizde dahi, böyle yerlerde çoğunlukla namaz kılınacak bir yer olurdu. Laikliğin elden gitme tehlikesi olmayan burada, muhakkak vardı mescid. Bir kere daha sorduk, bizim kelimemizi tekrarlayarak cevap verdi: "Mescid, mesciiid?” diye anlamadığını beyan etti. Bir-iki defa daha aynı şekilde aramızda diyalog sağlamaya çalıştıysak da olmadı. Canım sıkıldı, ellerimi kulağıma kaldırıp, namaz tekbirini tarif ederek bir taraftan da, bağırıyordum: "Yahu mescid, mescid, Allah-u Ekber” diye. O zaman sanki maden bulmuş gibi “Haaa mesgiiid, mesgiiid” demez mi? Hemen sür’atle bizi büyükçe bir mescide götürdü. Şaşırmıştık, niye böyle olmuştu acaba? Namazı kılıp yemek yenilen yere geçince Fatma Nur’a sorduk. “Babacığım, burada mescide mesgid diyorlar, burada ‘c’ harfini ‘g’ diye kullanıyorlar” dedi.

Sonraki günlerde dikkat ettim, gerçekten de; halkın konuşmasında ‘c’ yani cim harfi yerine, ‘g’ yerine geçen ‘gayın’ harfi kullanılıyordu. ”Acaba bu neden böyledir?“ diye kendi kendime düşünürken; her halde ya, cim ve gayın harfleri birbirine benzediğinden böyle yapıyorlar diye aklıma geldi. Veya İngiliz dessasının zaten çok menfi icraatları arasında acaba bunu da mı sokmuşlardı? Rusya’nın SSCB zamanında Türk devletlerinin lisanını karıştırıp, birbirini anlamasına engel olduğu gibi. Zaten Arap âleminde, devletler arasında bunu görmek mümkün. Fas, Cezayir, Libya gibi kuzey Afrika’da bulunan memleketler, birbirleriyle anlaşamakta zorlanıyor...

Bir de, burada camilere de mescid diyorlar. Mescid Rabiat-ül adeviye, Mescid Hüseyin, Mescid Ezher gibi. Tabiî, yine “mesgit” ifadesiyle söylüyorlar. Aslında, sadece mescid değil, diğer kelimelerde de ‘c’ (cim) yerine ‘g’ yi kullanıyorlar. Meselâ; yeni mânâsındaki “cedid” yerine”gedid” gibi.

Neyse, öyle veya böyle bunu da öğrenmiş olduk. Yoksa, az daha Kahire’de namaz kılmak için mescid bulamayacaktık!

07.06.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Başbakan çok gergin, çok…


A+ | A-

Başbakan Tayip Erdoğan’ın üslûbu mâlûm. Kasımpaşalı olması ile övünen Erdoğan, ‘azarlaması’ ile ünlendi. Kimi zaman çiftçilere, kimi zaman işçilere, kimin zaman da gazetecilere sinirlendi.

Suriye sınırlarında mayınların temizlenmesine ilişkin kanun etrafında yapılan tartışmalar sinirlerini hayli yıpratmış olacak ki, seçim meydanlarındaki sert üslûbuna geri döndü.

Başbakan, olur olmaz konularda fırça geçmekten kendini alamıyor. Son günlerde kendisini en çok sinirlendiren de partisinin adının kısaltması şekli oldu. “Bizim partimizin kısaltılmış adı AK Parti’dir, AKP değil. AKP diyenler, ne yazık ki demokratik noktadaki etik kurallara uymadan, siyasî etiği hiçe sayarak, bunu edep dışı söylemektedirler” dedi. Yani AK Parti yazan edepli, AKP yazanlar edepsiz!

Erdoğan’ın bu çıkışı partililerine de ilham kaynağı oldu! Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ da, “Bizim her söze verilecek cevabımız var. Ama iftirada, ahlâksızlıkta, edepsizlikte yarışamayız…” dedi.

Dikkat edilirse, haberlerde partilerin tam isimleri değil de kısaltmaları kullanılır. Cumhuriyet Halk Partisi için “CHP”, Milliyetçi Hareket Partisi için “MHP” olduğu gibi… Bu dikkate alındığın da Adalet ve Kalkınma Partisi için AKP kullanmak kadar normal bir şey yok. Şöyle formüle edersek: Adalet’in (A)sı, Kalkınma’nın (K)si, Partisi’nin (P)si=AKP…

Erdoğan partilerinin kuruluş dilekçesinde kısaltma olarak “AK Parti” yazdıklarını söylese de, AKP yazanları edepsizlikle suçlaması bir başbakana ne kadar yakışır, siz karar verin… Bir başbakan bunlarla mı uğraşmalı? Hem kendisi, bir parti için “yavru muhalefet” demiyor mu? Meclis’teki başka bir partinin adını dahi ağzına alıyor. Başbakanın böyle demesi hemen bir kutuplaşmaya yol açtı bile. Gereği var mıydı?

Biz bu sertliği, istediği olmayınca yaşadığı psikolojisine bağladık. Yoksa yanılıyor muyuz?

* * *

BU NE PERHİZ, NE LAHANA TURŞUSU

Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesi ile ilgili kanunun Meclis’teki görüşmelerinde CHP’nin sert muhalefeti olmuştu. CHP’li milletvekilleri, başkanvekili ile sert tartışmalara girmişler, başkanvekili kürsüyü bırakıp onlarla tartışmıştı. Sonrasında ise başkanvekili kolundan tutularak oradan götürülmüş ve yönetimi Köksal Toptan devralmıştı.

CHP’nin itirazı Suriye sınırındaki mayınların temizleme işinin İsrail’e verilmesi ile ilgiliydi. Lâkin, öyle bir olay oldu ki, adeta “Bu ne perhiz, ne lahana turşusu” sözünü akıllara getirdi.

Tasarının görüşülüp hararetli tartışmaların yaşandığı ve kabul edildiği gün Meclis’te İsrail’in Ankara Büyükelçisi Gabby Levy’nin görülmesi heyecanla ve şaşkınlıkla karşılandı. Gazeteciler sağa sola koşturuyor, Levy’nin nereye geldiğini öğrenmeye çalışıyorlardı. Bir süre sonra gerçek anlaşıldı. Levy, CHP’li bir milletvekili ile görüşmüştü. Tabi bu daha çok şaşkınlık yaşattı herkeste. Bir tararftan yalın temizleme işi İsrail’e verilmesin diye muhalefet edeceksin, diğer yandan büyükelçi ile görüşeceksin…

Levy ile görüşen CHP Manisa Milletvekili Şahin Mengü, Bergama doğumlu Levy ile tarih konuştuklarını kahve içtiklerini söyledi ama Mengü’nün bu sözleri ile kendi partili arkadaşlarını bile inandıramadı. Bakalım altından ne çıkacak?

Malûm, bir fincan kahvenin 40 yıl hatırı olurmuş.

* * *

BU NE DEMEK ŞİMDİ?

Bülent Arınç, AKP’in kuruluşundan beri beyin takımında olan dört kişiden birisi. (Şimdi bu dört kişiden sadece ikisi kaldı.) Bu dört kişiden birisi Başbakan, diğeri Cumhurbaşkanı, Arınç da Meclis başkanı olmuştu. Dördüncü kişi başbakan yardımcısı oldu, ama bir süre sonra partiden kopup, yeni parti kurdu.

Arınç, Meclis başkanlığından sonra sade bir milletvekili olduğu dönemde, sessizdi, pek basına çıkmıyordu. Son kabine revizyonunda Başbakan yardımcısı olduktan sonra konuşmaları ile dikkatleri üzerine toplamayı başardı.

Başbakanla birbirlerine kızdıkları, gücendikleri günler olduğunu ancak Erdoğan’ın “one minute” çıkışından sonra bütün haklarını helâl ettiğini açıkladığı konuşmasında öyle bir söz söyledi ki, biz içinden çıkamadık. Çetelerin AKP iktidarını devirmeye çalıştığını söylerken, “Meydan okuyoruz. Ateş-i Nemrut’tan korkar mı İbrahim olan? Hodri meydan, hodri meydan!”

Biz bu söze bir anlam veremedik.

07.06.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl
Reklam Linkleri: Risale Yorum- Risale Çocuk- Yemek Tarifleri - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Satılık Tekne- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis