|
|
Hakan YALMAN |
Maddenin karanlığına doğan Nur (a.s.m.) |
|
Hayatımızda Peygamberimizin (a.s.m.) çok önemli bir yeri var. Anne ve babamızdan daha önde bir konumda, çünkü anne ve babamız şu maddî âleme gelişimizde ve biyolojik hayatımızda vesilelik konumunda önemli. Oysa Hazret-i Muhammed (a.s.m.) kulluğumuzun ve ebedî hayatımızın vesilesi. Toplumumuz, kulluk anlamında iyi bir yerde olsun ya da olmasın Hazret-i Peygambere (a.s.m.) bir muhabbet beslemektedir.
Kültürümüze yerleşmiş bir arabesk tarz her uygulamada ortaya çıkıyor. Sevgilerimizi, acılarımızı dile getirdiğimiz türkülerin önemli bir kısmında acı ifadeleri ve ayrılıktan yüreği yanmış gönüllerin nidaları var. Bu hal özellikle doğu medeniyetlerinde ve Asya’da daha belirgin gözleniyor. Hatta bu acılar ve acıların dile getirilmesi bu coğrafyada anlaşılması zor bir haz veriyor. Hatta, gidip ağlayacak cenaze evi arayan bayanlardan bahsedilir. Oysa dinimiz yetimane hüzünleri yasaklamış. Çünkü her nefesi ve kalbinin her atışı Ezeli Kudretin kontrolünde olan varlıklar ve onlar içinde özellikle şuur sahiplerinin kendilerini yetim hissetmesi haksızlık ve edepsizlik olur. Bu anlaşılmaz hal, Hazret-i Muhammed (a.s.m.) anılırken dahi ortaya konuyor. ‘Sen yetimdin Ya Resulallah!, Sen öksüzdün Ya Resulallah!’ tarzında ifadelerle Hazret-i Muhammed’i de (a.s.m.) kendi âlemimizdeki yapı içinde yetimleştiriyor ve yetimane hüzünlerle anıyoruz. Oysa Rabbini o derece yakın hisseden bir zatın (a.s.m.) ve Mi’rac yaşamış bir zatın kendini sahipsiz ve yalnız hissetmesi imkânsız olmalıdır. Toplum kültürümüzün tanım alanında algılanan bir Hazret-i Muhammed (a.s.m.) tanımı da arabeskleşme riski ile yüz yüze gibidir.
Ahir zamanın özellikleri ile ilgili pek çok tanım yapılıyor ve genel anlamda içinde yaşadığımız dönemle ilgili kanaatler, bu dönemin ahir zaman olmaya namzet olduğu noktasında ittifak ediyor. Olumsuzlukların nefis ve hevanın çok zorladığı şu dönemde manevî yığınağa çok ihtiyaç var. Rabb-ı Kerim’e hadsiz şükürler olsun ki, dâvâmızı ülkemize ve dünyaya duyurma gayreti içinde pek çok farklı dergi, gazete, kitap, her biri Risâle-i Nur’un anlaşılmasına ayrı bir renk ve zenginlik katan farklı ekollerin farklı yayınları var. Artık, Cenâb-ı Hakk’ın bizlere de nasip etmesi için fiilî ve kavlî olarak duâ ettiğimiz radyo lisanı ile de her eve, yoldaki insanlara da ulaşılabiliyor. Karpuzun içindeki çok sayıda çekirdekle adeta esma-i İlâhiyeyi bütün zeminde duyurmaya lisan-ı hal ile niyet etmesi gibi bizler de havadaki zerreler ve bu zerreleri mânâlara dönüştüren kulaklar ve idrakler adedince aynı mânâyı yaşatmak istiyoruz. Bu dâvâya gönül vermiş insanların samimiyet ve gayretleri sonucu her alanda büyük gelişmeler kaydedildi. Küçük bir beldede bir avuç insanın el yazısı ile kopyalamak şeklinde başladığı ancak bütün dünyaya haykırmak niyeti ve duâsı ile yola çıktığı günden bu güne büyük mesafeler katedildi. Kilitli dolaplar içinde, mum ışıklarında hapisler, sürgünler, işkenceler göze alınarak yazılması ile insanlara ulaştırılması noktasındaki o samimî niyet ve duâların sonucudur ki, bu gün İstanbul’un göbeğinde her türlü imkânlarla dâvâmızı insanlara ulaştırabilme nimetini bizlere Rahim-i Zül’cemal ihsan etti. Özellikle bu hakikatlerin yayılmasına gönül veren gençlerimiz gelinen noktayı iyi algılamalı ve bu nimete bir şükür olarak gayretlerini çok arttırmalıdır. Âlemlerindeki bu nurun kaynağı olan Hazret-i Muhammed (a.s.m.) algısını ve muhabbetini çok güçlendirmelidirler.
Batı kendi hayat standartlarını bütün dünyaya yaymaya ve kendi değer yargılarını dayatarak tek tip global bir kültür oluşturmaya yönelirken, hedef kitle olarak çoğunlukla gençleri ön plana çıkarmakta ve onların nefis mücadelesinin merkezinde yer alan hazlara yönelik ruhunu istismar edebilmektedir. Oluşturulan eğlence ortamları, şehevî arzuları galeyana getiren her türlü aracın kullanılması, düşünceden uzaklaştıran bütün oyalayıcı araçların kullanılması gençlikte var olan güçlü bir benlik, acz ve fakrını hatırlatacak hastalık, sıkıntılar ve ölümlerle nisbeten seyrek olarak yüzleşmesi ve kendinden uzak bilmesi, bunları unutturma amacına yöneliktir. Gençlik ruh hali ise buna çok yatkın ve bu yönden aldatılmaya fazlası ile müsaittir. “Cazibedar bir fitne” terimi bu mânâyı karşılıyor olmalıdır. Bediüzzaman bu probleme vurucu darbeyi Hazret-i Muhammed’den (a.s.m.) aldığı dersle ölümü ve gençliğin geçici olduğunu hatırlatmakla vurmaktadır.
Varlığı anlamlandırmak için öncelikle sağlam bir duruş ve pozisyonu iyi belirlemiş olmak şarttır. Bu benlik tanımının ilk ve belki de en önemli basamağıdır. Kimlik oluşturmak ve bu kimliği sağlam esaslar üzerine oturtmak her alanda dalgalanmaların ve fırtınaların sahnesi olan dünyada fert için bir tutamak, ayakta tutacak bir dayanak olacaktır.
Bediüzzaman’ın “beşerin nefs-i emmaresi” olarak adlandırdığı, ben merkezli şekillenmiş modern hayat, cazibeli ancak geçici ve günü birlik bütünü kuşatmayan sadece algıların alanına sınırlı, dar bakışlı çözümler sunabilir. Bunlar birer çözüm olmaktan çok göz boyama ve aldatmacadır. Duygular köreltilerek, belirli noktalardaki hassasiyetler kırılarak bu noktaya ulaşılır. Bu aldatmaca karşısında özellikle genç nesil risk altındadır. Dâvâmıza gönül vermiş gençler aynen Üstad gibi karşılarında büyük bir yangın var, içinde arkadaşları kalmışcasına imanlarını ve dostlarını kurtarma gayreti içinde olmalı ve bu koşturmaca esnasında ayaklarına dolaşanlara ehemmiyet vermemelidirler.
Farklı tanımlanmış bu hayat içinde Hazret-i Muhammed (a.s.m.) doğru zemininde tanımlanmalı ve yetimliği ve bize göre çektiği acılarla değil, nur-u Muhammedî (a.s.m.) tanımı ile ve insanlığın aydınlatıcısı ve esmanın açığa çıkarıcısı olma boyutu ile anılmalıdır.
İçinde bulunduğumuz bu günün sabahına karşı kendi etrafında milyarlarca kez dönmüş olan yeryüzü o zatın (a.s.m.) gelişi ile şereflenmenin heyecanını tekrar yaşar gibiydi. Sabaha kadar onbeş asır öncesinin heyecanını tekrar yaşamak arzusu ile bekleyen mü'minler kâinatı kuşatan bu büyük duyguya şahit oldular. Bu aslında manen kâinatın doğuşu ve yeryüzünün anlam buluş anı idi. Bu ana şahitlik, öze şahitlik ve elest meclisindeki akdin hatırlanmasına şahitlikti. Tazelenen akdimizle birlikte onu (a.s.m.) bekleyen atalarımızın duygularına ortaklık ve o zatın doğuş anını bekleyiş heyecanının yeniden yaşanması muhakkak insanlığa yeni bir heyecan verecek ve modern hayatın ekonomik kriz ve acımasız savaşlar gibi beşeri yaralayan halleri ortasında güçlü bir ümit ışığı olacaktır. Bu ışık aslında insanlık âlemini ve kâinatın bütün zerrelerini milyarlarca yıldır muhabbetin sıcaklığı ile ısıtan ve maddenin karanlığı ortasında mânânın nuru ile her yeri aydınlatan nur-u Muhammedi’dir (a.s.m.)
09.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
İnsanlığı kurtuluşa eriştirecek yol |
|
İnsanın ve yaratılan diğer varlıkların gerçek değerini bulması için Kâinatın Yaratıcısına intisap etmeleri gerekir. Yaratıcı ile bağı kesilen varlıklar kendilerinden beklenen vazifeyi ifa etme imkânına sahip olamamaktadırlar. Her şeyden önce insanların gerçek insan olabilmeleri için kul olma şuuruna ermeleri gerekir. Çünkü yeryüzünün halifesi insandır. İnsanla çok şey düzelebileceği gibi çok şey de bozulabilir. Bu sebeple insanın dünya hayatındaki sorumlulukları büyüktür.
Elbette insanın en büyük vazifesi, var olan her şeyin yaratıcısı olan Allah’a karşı kulluk vazifesini tam olarak ifa etmesidir. Gerçek bir insan olarak yaşamanın ve diğer varlıklara karşı sorumluluğunu tam olarak yerine getirmenin yolu, yaratılış kanunlarına uygun bir kul olmaktan geçmektedir. Allah’a kul olan insanlar dünyada bulunan fani varlıklara kul olmaktan kurtulacaklardır. Ancak bundan sonra insanlar kendilerinden bekleneni verebileceklerdir.
İnsanı insan eden sır, kulluktadır. İnsanı fani değerlere kul olmaktan kurtaran ve ona dünyada da huzur veren durum, kâinatı ebedî hayata hazırlık için yaratan Yüce Allah’ı tanıma ve O’nun emirleri dairesinde yaşama durumudur. Gerek peygamberlerle, gerekse de kitaplarla emirlerini şuurlu varlıklara ileten Rabbimiz, bu konuda onları imtihana tabi tutarak hareketlerinde serbest bırakmıştır. Halbuki Allah insanları doğrularla yaşamaya zorlayabilirdi. O’nun bizi irademizde serbest bırakması bize gösterilen Rahmetin bir eseridir. Çünkü böylece “eşref_i mahlûkat” mertebesine çıkma imkânımız doğmuştur.
Bütün bunlardan anlıyoruz ki, biz insanları gerçek insanlığa götürecek olan yol, hür irademizle doğruları bulmamızdan geçiyor. Rabbimiz bu şekilde insan iradesinin ehemmiyetini de bize göstermiştir. Çünkü o iradeyle yönümüzü doğrulara yöneltebileceğimiz gibi, yönümüzü yanlış mercilere de çevirebiliriz. İrademize bu kadar değer veren Rabbimize ne kadar şükredersek yine de azdır. Ancak bize verilen bu değer O’nun değerini bilmemiz içindir. O’nun değerini bilmek yoluyla bütün mahlûkattan daha üstün bir makama çıkma imkânını bize vermiştir Rabbimiz...
Bugün çevremizdekilere, insanların ve dünya hayatının baskısından kurtulmak isteyip istemediklerini sorarsak, mutlaka herkesin baskılardan kurtulmak istediği gerçeğini göreceğiz. Hatta hemcinslerinden baskı görme durumu birçok insanı adeta canından bezdirmiştir. İstibdat denilen baskı her dönemde bir kısım insanları mağdur etmiş, böylece insanlık âlemine büyük zarar vermiştir. Bu duruma göre her insanın “istibdat” denilen baskı unsurlarıyla, en etkili insanî yollarla mücadele etmesi gerekir.
İstibdattan uzak her yönüyle örnek bir insan hayatını, Rabbimiz, Habibi Muhammed Mustafa (asm) vasıtasıyla bize göstermiştir. İnsanın hür iradesiyle, dünyanın faniliklerini görerek ve onlardan yüz çevirerek nasıl mükemmel bir hâle geldiğini, biz o Yüce Resul’ün şaşırtmaz hayatından öğreniyoruz. İşte insanlığı kurtuluşa eriştirecek yol Kur’ân’ın ve onun en büyük müfessiri olan Hz. Muhammed’in (asm) yoludur. İnsanları değerli kılacak, insanları esaret zincirlerinden kurtaracak yegâne yol, kâinatı aydınlatan bu nurlu yoldur.
İslâm’ın aydınlık yolu bize, baskı uygulamalarının zararlarından kurtulmanın en önemli adımının, insanların öncelikle kendi heva ve heveslerinin baskısından kurtulması olduğunu göstermektedir. Nefsanî duyguların esiri olan insanların bu dünyada hürriyeti bulması elbette mümkün olmayacaktır. Bunun için yapılması gereken, bizi bütünüyle doğru ve güzel olanlara yönelten Rabbimizin rızası dairesine girmeye çalışmaktır.
Kendi dünyamıza musallat olan nefis ve şeytan gibi zorbaları kendimizden uzaklaştırdığımız takdirde, diğer varlıklara karşı hürriyetimizi yaşamamız zor olmayacaktır şüphesiz. Hâsılı, insan şerefli bir varlık olmak istiyorsa, öncelikle kime kul olunması gerektiğini, kimlerin de kulluğundan uzak durması gerektiğini bilmesi gerekir.
09.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Haccın ve zekâtın kazası olur mu? |
|
İzmir’den okuyucumuz: “Haccın ve zekâtın kazası olur mu? Mallarımızın bir zararla elimizden çıkması, zenginlik anında veremediğimiz zekâtlarımız yerine zekât sayılır mı? Yoksa kendi isteğimizle verdiğimiz mallar mı zekât olur?”
Zekât ile hac mal ile yapılan ibâdetlerdir. Hac, Mekke’ye gidip gelebilecek mâlî güce ulaşan kimseye farz olur. Kişi, yeterli mâlî güce ulaşmasına rağmen hacca gitmez ise, hacca gidinceye kadar üzerinde “hac zimmeti” olduğu halde yaşar. Bu zimmetten ancak hacca gitmekle kurtulur. Her ne kadar hacca geç de gitse, haccını kazâ olarak değil, edâ olarak yapar. Fakat vakti gelmiş bir ibâdeti geciktirmek her zaman risk taşır. Ya ölüm yolunu keserse? Ya sıhhatin bozulursa? Ya mâlî imkân elinden geçip giderse?
Ölüm veya hastalık halinde haccı vekâlet yoluyla yapma imkânı var. Peki, iflâs eder veya mâlî yönden sahip olduğu imkânı kaybederse ne olacak? Bu mâlî kayıp hac yerine sayılacak mı? Hayır.
Aynı handikap zekâtı zamanında vermemekte de söz konusudur. Vakti gelmiş zekât verilmediğinde, zimmeti kişinin üzerinde kalır. Ne zaman verse bu ibâdeti edâ etmiş olur. Zenginliği devam etmesine rağmen zekâtını vermediği sürece, bu yükümlülüğü üzerinde taşımaya devam eder.
Üstad Bedîüzzaman Hazretleri Rüyada Bir Hitâbe’de Müslümanların I. Dünya Harbinde uğradıkları mağlûbiyetlerin ve içine düşürüldükleri musîbetin “görünmeyen” sebeplerini ve “kaderin” bu musîbete neden fetvâ verdiğini tahlil eder. Ona göre, bu musîbet, üç mühim Allah emrine karşı ihmalimizden ileri gelmiştir. İhmal ettiğimiz bu emirler namaz, oruç ve zekâttır.
Zira, yirmi dört saatten yalnız bir saati Hâlık Teâlâ beş vakit namaz için bizden istedi. Biz tembellik ettik, namazı kılmadık. Cenâb-ı Hak ise beş sene boyunca cepheden cepheye her gün yirmi dört saat talim, meşakkat, sıkıntı ve hareket ile bize milletçe bir nev'î namaz kıldırdı.
Sonra Hâlıkımız nefsimizden, senede bir ay oruç istedi. Biz nefsimize acıdık, oruç tutmadık. Cenâb-ı Hak ise, buna kefâret olarak, beş sene cephelerde aç susuz bize oruç tutturdu. Nihâyet, Rabbimiz, ihsan ettiği maldan, ondan veya kırktan birisini zekât olarak istedi. Biz cimrilik ettik, nefsimize zulmettik ve zekâtı vermedik. Cenâb-ı Hak ise mal zâyiâtı vermek sûretiyle bizden birikmiş zekâtı aldı. Milletçe açlıklara ve yokluklara ondan sürüklendik.1
Üstad Hazretleri hac ibâdetindeki ihmalimizin ise, musibeti değil, Allah’ın gazabını ve kahrını üzerimize çektiğini belirtir. Cezâsı olarak da “keffaretü’z-zünub” yani günahlara kefâret olan musîbetleri değil; “kessaretü’z-zünub”, yani günahları arttıracak biçimde dîn kardeşleri aleyhinde hîle, desîse ve ihânetlerde bulunma gibi bir sonuç doğurduğunu kaydeder. Öyle ki, milyonlarca Müslümanın her sene kardeşliği, kaynaşmayı, birlik ve berâberliği yeniden yaşadığı ve dîn kardeşleriyle fikir birliği, hedef birliği, yardımlaşma ve önemli işlerde güç birliği sağladığı, İslâmın yüksek siyâsetinin ve İslâm toplumunun geniş menfaatlerinin de bir gereği olan “hac ibâdetini” ihmal etmeleri öyle şiddetli bir tokatla netîcelenmiştir ki, düşman milyonlarca Müslümanı Müslüman aleyhinde faaliyetlere sevk etme hâinliğini başarı ile yürütmeye zemin bulmuştur. Böylece ne vahimdir ki, Hint, Tatar, Arap, Afrika ve sâir İslâm beldelerindeki Müslümanlar, pederleri olan ve bin yıldır İslâmın bayraktarlığını yapan bir milleti gaflet içinde, bilmeyerek, zâlim düşmana terk etmiş, yalnız bırakmış, arkadan vurmuş, yıkmış ve öldürmüş ve maalesef baş ucunda da saçını ve başını yolarak ağlamaya başlamıştır. Böylece Milyonlarca Müslüman, mutlak hayır olan ve hayır getiren hac ibâdeti için yolculuk yapmak yerine, mutlak şer olarak düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatlere mecbûr edilmiştir. Bundan ibret alınmalıdır.2
Görüldüğü gibi namaz, oruç, zekât ve hacdaki ihmallerimiz bize hep tokat getirmiştir. Bu tokatlar kimi zaman günahlarımıza keffâret olmuş, kimi zaman da günahlarımızı arttırıcı sonuçlar doğurmuştur. Cenâb-ı Hak, dünyevî musîbetlerle ehl-i îmânı terbiye eder, ibâdetlerdeki “ihmal” günahını böyle kefâret ve bedellerle ödetir. Allah’ın böyle geçici dünyevî cezâlar ile ebedî âhiret kaybını önlemesi, cezâ ne kadar şiddetli olursa olsun, şüphesiz ebediyet lehine Allah’ın şefkatini ve merhametini gösterir.
Vaktinde zekâtını ödemediğimiz kazançlarımıza karşılık gelecek biçimde mâlî kayıp içine girmiş olursak bir gün, zekât vermeyişimizin bize malî kayıp ve zarar getirdiğini düşünebiliriz elbet. Fakat bu kayıp, zekât borcumuza af getirmez.
Çünkü esas olan, bilerek ve elimizle vermektir.
Bu durumda; daha önce vermediğimiz zekât kalemleri varsa, başımızdan mâlî bir kayıp geçmiş olsun olmasın, eğer Allah yeniden mâlî güç ve imkân lütfederse, geçmiş zekâtlarımızı hesaplayarak hak sahiplerine ulaştırmamız bizim için mutlak hayra, sevaba ve günahlarımızın bağışlanmasına İnşallah vesîle olur. Daha önce yaşadığımız mâlî kaybın da, “sadaka” hükmüne geçmesi–İnşallah—böylece mümkün olur.
Dipnotlar:
1- Dîvân-ı Harb-i Örfî ve Sünûhât, s. 116
2- A.g.e., 2. 123
09.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Kalpler, ancak Allah’ın zikriyle huzur bulur |
|
Başlıktaki ifade “Haberiniz olsun ki, kalbler ancak Allah’ın zikriyle huzura kavuşur”1 meâlindeki âyetten muktebes.
Huzur ve mutluluk arayan insan için işte hazır bir reçete! Hem de insanı yaratan Yaratıcı tarafından. Yaratan yarattığını bilmez mi?
Maddeten büyük gelişmeler gerçekleştiren insanoğlunun bir türlü huzuru, bunun için uzman bir tabip bulamayışı, çareyi yanlış yerde aramasından başka neyle izah edilebilir?
Yüzyıllar öncesinde mevlid yazarı Süleyman Çelebi, “Bir kez Allah dese aşk ile lisan / Dökülür cümle günah misl ü hazan” derken bu teşhisi yine Kur’ân eczanesinden sunmuş. Sonbaharda yaprakların dökülüşü gibi aşkla Allah denildiğinde elbette insan sadece günahlardan arınmakla kalmaz her türlü dert, problem ve sıkıntılardan da kurtulur.
Çünkü yegâne huzur kaynağı Allah’ı zikretmektir. Gelişen modern ilmin de sonunda bu gerçekte karar kılması Kur’ân’ın eşsiz bir mû'cize olduğunu bir kere daha ortaya koydu. Hollandalı bilim adamı Prof. Dr. Fander Hofen, Allah ismini vird edinmenin sinirleri yatıştırdığını, nefes alıp vermeyi dengelediğini, en ağır psikolojik hastalıkları dahi tedavi ettiğini ortaya koydu. Prof. Fander Hofen, günde 100 ile 1000 arasında Allah lâfzını zikretmenin psikoljik rahatsızlıklar içerisinde bulunan hastalara bir şifa ve ilâç olduğunu, onları sakinleştirdiğini tesbit etti.
Prof. Hofen’in yaptığı deney ve araştırmaya göre Allah demenin tahminlerin ötesinde insanı rahatlattığı görülmüş. Allah kelimesindeki ilk harf olan ve göğsün üst kısmından çıkan “elif” harfi, nefesi düzenlemek için sadece bir başlangıçtır. Sonra dilin ucuna değdirerek söylenen “lâm” harfi hızlı tekrarlandığında saniyeden daha az bir zamanda nefes durdurarak insanı rahatlatmaktadır. Sonra da Hollandacadaki “h” harfine benzeyen “ha” akciğeri kalbe bağlayarak kalp atışlarını düzenlemektedir.
İnsan fizyonomisini, bu ve bunun gibi kudsî kelimeleri zikretmekten başka birşeyle huzur ve sükûna erdirmek mümkün değildir. Gözü güzel manzara, kulağı güzel ses, burnu güzel koku ve mideyi leziz yiyecek ve içeceklerle doyurarak sükûna erdiren Allah, dilin gıdası olan zikirle de vücudu ruhen, kalben rahatlatmakla kalmamakta, fizikî yönden de teskin etmektedir.
“Haberiniz olsun ki, kalbler ancak Allah’ın zikriyle huzura kavuşur” 1 âyeti ne kadar da mû'cizevî bir gerçek olarak önümüzde duruyor.
Dipnotlar:
1- Ra’d Sûresi: 28.
09.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Darbeli siyaset |
|
Koca orduyu hasis emellerine âlet eden bir cunta, zalimane bir müdahale ile Demokrat Parti (DP) iktidarını devirdi.
27 Mayıs 1960'ta yapılan bu darbe, esasında milletin huzuruna ve ülkenin menfaatlerine vurulmuş bir ihanet darbesiydi.
Bu kanlı vahşetin vatana, millete, hürriyet ve demokrasiye vermiş olduğu zararın ne derece büyük olduğu, ancak yıllar sonra—kısmen—anlaşılabildi.
Darbe günü DP mensubu yüzlerce kişi tutuklandı, göz altına alındı ve çoğunlukla Ankara Harp Okuluna götürülüp orada işkenceden geçirildi.
Yapılan işkenceler sonucu durumu ağırlaşan ve ölüm derecesine gelen İçişleri Bakanı Namık Gedik—görgü şahitlerinin de şehadetiyle—pencereden aşağı atılarak katledildi. Ancak, bu cinayete intihar süsü verilerek üstü örtülmeye çalışıldı. Tıpkı, ilk askerî darbenin yapıldığı 1876'da tahttan indirilen ve iki bileği de kesilerek katledilen Sultan Abdülaziz'in ölüm şekline de intihar süsü verilmesi gibi.
27 Mayıs darbesini yapan cuntanın Demokratlara uygulamış olduğu bir yılı aşan işkence, hapis, sürgün ve idamların ardından, önce "61 Anayasası" referanduma götürüldü, ardından da genel seçim takvimi yürürlüğe konuldu.
Bu arada, Demokrat Parti askerî mahkemece kapatılmış, yerine ise emekli Orgeneral Ragıp Gümüşpala öncülüğünde Adalet Partisi kurulmuştu.
Darbeciler, seçimden önce parti başkanlarını toplamış ve Demokrat Partiden hiç söz etmemeleri hususunda onları tehdit etmişti.
Cuntacıların asıl maksadı CHP'yi tek başına iktidara getirmek olduğundan, Demokratların oy potansiyelini bölüp parçalamayı netice verecek bazı tedbirlerin alınmasını da sağlamış bulunuyordu. Meselâ, eski Hürriyet ve Millet Partisinin renkli simalarından biri olan Ekrem Alican'ın başkanlığındaki Yeni Türkiye Partisi ile aynı damarın milliyetçi kanadını temsil eden Osman Bölükbaşı'nın başında bulunduğu Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisinin de seçimlere iştirak ettirilmesi gibi.
Böylelikle, CHP'nin oyları hiç bölünmeyip tek parça kalacak, DP'nin oy potansiyeli ise tam üç parçaya bölünmüş olacaktı.
Nitekim, netice öyle oldu. 1950'lerde Yüzde elliyi aşan DP'nin oy potansiyeli, 1961 seçimlerinde üç parti arasında taksim olundu. Ancak, buna rağmen Halk Partisi toplam 450 üyeli Meclis'te tek başına iktidara gelme şansına yine de sahip olamadı.
Genel tablo şu şekilde netleşti:
Parti oy yüzdesi mv sayısı
CHP 36.74 173
AP 34.79 158
CKMP 13.96 54
YTP 13.73 65
Bu parçalanmış tablodan, tek başına bir iktidarın çıkmayacağı açıktı. Bir koalisyon hükümetinin kurulması kaçınılmaz olmuştu. Cuntacıların ağır baskıları sonucu, CHP'nin lideri İsmet Paşanın başbakanlığı altında Türkiye'nin ilk koalisyon hükümeti kurulmuş oldu.
Ne var ki, bu tarihten bir sonraki seçimlerin yapıldığı tâ 1965 senesine kadar, Türkiye adeta yerinde saydı. Ülke ve millet menfaatine yarayacak hemen hiçbir hizmet yapılamadı. Zira, ortada bir uyum olmadığı gibi, vatandaşlar arasında bir huzur ve barış havası da yoktu.
Bir başbakan ile iki devlet adamının zulmen idam edildiği, Yassıada'da ayrıca dokuz siyasetçinin türlü işkencelerle öldürüldüğü ve yüzlerce vatan evlâdının haksız yere ağır cezalara çarptırıldığı bir Türkiye'de, huzur ve barış acaba nasıl yaşanabilirdi?
Evet, Türkiye'de cuntaların, komitacıların hükmettiği, koalisyonlu hükümetlerin el değiştirdiği 1960–65 yılları, ne yazık ki kayıp yıllardır. Üstelik, mevcut darbe ile yetinmeyerek, yine askeriye içinde, öncekinden daha vahşi ve daha acımasız darbe plan ve teşebbüslerinin de vaki olduğu derbeder bir dönemin adıdır, bu yıllar.
Darbe ve idamların ardından
Kanlı darbe ve idamlardan sonra yapılan anayasa referandumu gibi genel seçimler de son derece buruk ve hüzünlü bir atmosferde geçti. Halkın yüzü bir türlü gülmedi. Kimileri de, şair Faruk Nafiz'in tabiriyle gülmeyi adeta unutmuş gibiydi.
Ancak, bütün bu acı ve feci hadiselere rağmen, hayat devam ediyordu. Partiler kurulacak, seçimlere gidilecek, hükümetler teşkil edilecek, ülkemiz yönetilmeye devam edecekti.
Hayatın bu kaçınılmaz gerçeği istikametinde hareket eden iki büyük parti, AP ve CHP, kerhen de olsa biraraya geldiler ve Türkiye'de ilk kez olmak üzere bir koalisyon hükümetini teşkil ettiler. O tarihte haftalık AKİS dergisini yöneten kişi, İsmet Paşanın damadı Metin Toker idi.
Kurulan koalisyon hükümetini kapak konusu yapan Toker, siyasî dengelere istinat eden bu koalisyonun "millî huzur"u temin edeceğini temenni suretinde aynı derginin kapağına illustre ederek yansıtmıştı. Kapak kompozisyonuna göre, koalisyonla adil bir denge sağlanmış, dolayısıyla huzur da avdet edecekti.
Ne var ki, gözardı edilen çok önemli bir husus vardı. Darbe ile indirilen ve bilâhare idam edilmek suretiyle kanlarına girilen Adnan Menderes ve dâvâ arkadaşları, millet tarafından seviliyor, içtenlikle takdir ediliyordu.
Yaptıkları maddî–mânevî hizmetleri sebebiyle, onları sevmemek mümkün olmadığı gibi, onları unutmak da mümkün değildi. Dolayısıyla, bu millet yine onları, hiç olmazsa onların yolunda gidecek bir iktidarı istiyordu. İsmet Paşanın başında bulunduğu bir koalisyon hükümeti, böylesi bir talebi karşılamaktan fersah fersah uzaktı.
Milletin acısını bir derece dindirecek, onun istediği bir hükümeti ortaya çıkacak bir fırsat, ancak 1965 seçimlerinde mümkün olabildi.
Seçim meydanlarında DP'nin devamı, hatta "tâ kendisi" olduğunu haykıran Adalet Partisi, genel oyların yüzde 52'sini alarak tek başına iktidara geldi ve Demokrat misyonun takipçisi olduğunu bilfiil gösterdi.
09.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Nur talebesinin birinci vazifesi |
|
Nur talebesinin yegâne işi, birinci görevi Risâle-i Nur’u okumak, anlamak, yaşamak ve yaymaktır. Bediüzzaman’ın bu husustaki tahşidatlarından bazıları şöyledir:
* Bütün kuvvetimizle nûra sarılmaya mecburuz.1
* İki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfî gelir.2
* Risâle-i Nur dairesinde sadakat, hizmet, takvâ ve içtinab-ı kebâir derecesiyle o ulvî ve küllî ubudiyete sahip olur. Elbette, bu büyük kazancı kaçırmamak için, takvâda, ihlâsta, sadakatte çalışmak gerektir.3
* Risâle-i Nur dahi o Kur’ân-ı Azîmüşşanın hakaik-i imaniyesinin bürhanları, hüccetleri olduğundan ve Kur’ân’ın hıfz ve kıraatine vasıta ve vesile ve hakaikini tefsir ve izah olduğu cihetle, Kur’ân hıfzıyla beraber ona çalışmak da elzemdir.4
* Risâle-i Nur, kendi sadık ve sebatkâr şakirtlerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pek çok kıymettar neticeye mukabil fiyat olarak, o şakirtlerden tam ve halis bir sadakat ve daimî ve sarsılmaz bir sebat ister.5
* Bu büyük ve ağır ve kıymettar hizmet-i Kur’âniyeye omuz omuza vererek çalışmak lâzımdır.
* Nur Risâleleri, Kur’ân-ı Kerîm’in Nur deryasından alınan berrak katreler ve hidayet güneşinden süzülen billur huzmelerdir. Binaenaleyh, her Müslüman’a düşen en mukaddes vazife, îmanı kurtaracak olan bu nurlu eserlerin yayılmasına çalışmaktır. Zîra, tarihte pekçok defalar görülmüştür ki, bir eser nice fertlerin, ailelerin, cemiyetlerin ve sayısız insan kitlelerinin hidayet ve saadetine sebep olmuştur.6
* Nasıl ki, cesur bir kumandan yüzlerce askere lisan-ı haliyle cesaret verir ve nokta-i istinad olursa; aynen öyle de Risâle-i Nur şahs-ı manevîsinin mümessili olan Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri başta olarak, tahkîki îman dersleriyle îmanları kuvvetlenen yüz binlerce, şimdi milyonlarca Nur Talebeleri, ehl-i îmana bir nokta-i istinattır.7
* Risâle-i Nur Talebelerinin hasları olan sahip ve vârisleri ve haslarının hasları olan erkân ve esasları olan kardeşlerime bugünlerde vuku bulan bir hadise münasebetiyle beyan ediyorum ki, Risâletü’n-Nur hakaik-i İslâmiyeye dair ihtiyaçlara kâfi geliyor, başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor.
* Kat’î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkikî yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risâletü’n-Nur’dadır. Evet, on beş sene yerine on beş haftada Risâletü’n-Nur o yolu kestirir, iman-ı hakikîye îsâl eder…
* Kur’ân ve Kur’ân’dan gelen Resâilü’n-Nur bana kâfî geliyorlardı. Birtek kitaba muhtaç olmadım, başka kitapları yanımda bulundurmadım… Elbette siz, yirmi derece daha ziyade muhtaç olmamak lâzım gelir.
* Hem madem ben sizlere kanaat ettim ve ediyorum, başkalara bakmıyorum, meşgul olmuyorum; siz dahi Risâletü’n-Nur’a kanaat etmeniz lâzımdır, belki bu zamanda elzemdir… Ey kardeşlerim!.. Bize tecavüz eden hadsizdirler. Mesleklerinde, elbette çok mühim ve bizim de malımız hakikatler var. O hakikatlerin intişarına bize ihtiyaçları yoktur. Binler o şeyleri okur, neşreder adamları var. Biz onların yardımlarına koşmamızla, omuzumuzdaki çok ehemmiyetli vazife zedelenir ve muhafazası lâzım olan ve birer taifeye mahsus bir kısım esaslar ve âli hakikatler kaybolmasına vesile olur.8
Kim olursa olsun, hizmetlerini takdir ile tebrik eder, hürmetlerimizi sunar ve onlara bu ölçüler çerçevesinde bakarız.
Dipnotlar:
1- Lem’alar, s. 96. 2- Lem’alar, s. 107. 3- Kastamonu Lâhikası, s. 67.; 4- Kastamonu Lâhikası, s. 47.; 5- Kastamonu Lâhikası, s. 88.; 6- Asay-ı Musa, s. 253.; 7- Tarihçe-i Hayat, s. 146.; 8- Kastamonu Lâhikası, s. 52-53.
09.03.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Washington’un Ankara’dan “talepleri” |
|
Türkiye’den bir Hillary Clinton geçti. Ortadoğu turu çerçevesinde Ankara’ya uğrayan Amerikan Dışişleri Bakanı’nın Türkiye’den “talepleri”ne bakılmadan, bir kısım mahfillerce âdeta “kutsandı.”
Ancak Amerika’nın bozulan imajını düzeltmek için Anıtkabir’i ziyaretle başlayan ve bir televizyon programına katılan yeni Amerikan Dışişleri Bakanı’nın bu ilk gezide Türkiye’ye uğraması da magazine boğduruldu.
Mâlum medya, Sudan Devlet Başkanının danışmanın “kapşonlu Anıtkabir ziyareti”yle “Clinton’un jesti”ni mukayese ederek ABD’yi “sevimli” gösterdi ve Sudan’ı karalamaya çalıştı… Ve bu şamata ortasında Clinton’un çantasında nelerin olduğu âdeta gürültüye getirildi. Oysa önemli olan, Amerikan Dışişleri Bakanı’nın hangi “talepler”le geldiğiydi.
Anıtkabir ziyaretini bu denli şişirip abartan iliştirilmiş “yerli” medyanın birkaç cümleyle geçiştirdiği “Washington’un talepleri”ni hükûmet de kamuoyunun gözünden kaçırdı.
Peki Amerikan Dışişleri Bakan Yardımcısı Dan Fried ve Ankara Büyükelçisi James Jeffrey’in eşlik ettiği Hillary Clinton’un Başbakan Erdoğan’la Başbakanlık Resmî Konutunda bir saat kırkbeş dakikalık görüşmesinde hangi konular ele alındı? Cumhurbaşkanı Gül’le neleri konuştu?
Ankara’dan ayrılırken “güvenlik açısından” çöp tenekelerini de beraberinde götüren Hillary Clinton’un bu görüşmelerinin mâhiyeti ne yazık ki doğru dürüst öğrenilemedi…
BAŞLIKLAR VAR, BİLGİ YOK
Başbakanlık’tan yapılan yazılı açıklamada da “görüşmeler” gizlendi; bir nev'î geçiştirildi. “Dost ve müttefik iki ülke arasındaki ikili ilişkilerin yanı sıra başta Filistin sorunu, Irak, Afganistan ve terörle mücadele konuları olmak üzere önemli bölgesel ve küresel sorunlar ayrıntılı olarak ele alınmıştır” denildi; lâkin bu ayrıntılar hakkında hiçbir bilgi verilmedi.
Clinton da daha sonra katıldığı bir televizyon programında başta Irak’daki Amerikan askerlerinin Türkiye üzerinden çekilmeleri olmak üzere, görüşülen konular hakkında “plânlamanın başındayız” deyip geçiştirdi.
Halbuki sözkonusu başlıklarla birlikte Sinop’ta; “Karadeniz’in İncirlik”i işlevini görecek bir Amerikan üssünün kurulmasından NATO şemsiyesi altında Afganistan’a ek muharip askerî birlik gönderilmesine, İran’a karşı alınacak tavırdan petrol ve doğal gaz projelerine, Nabucco’nun temelini oluşturduğu “enerji dosyası”na kadar birçok konu görüşmenin gündeminde idi…
Görünen o ki ABD, evvelemirde, Irak’ı işgale giden ilk etaptaki 65 bin Amerikan askerlerinin Türkiye topraklarında konuşlanmasını öngören ve TBMM’de kabul edilmeyen 1 Mart 2003 tarihli “hükûmet tezkeresi”nin altı yıldır telâfisinin peşinde.
ABD’nin; Türkiye’nin Irak’ın toprak bütünlüğü hassasiyetini kaale almayıp ülkeyi bölüp parçalayarak kuzeyde bütün bölgenin başını ağrıtacak kukla bir devlet kurdurması, terör örgütüne silâh, para, eğitim vererek palazlandırması, Irak’ta ellerini kollarını sallayarak gezen terörist elebaşların bir tekini dahi teslim etmemesi, Meclis’in reddettiği tezkerenin intikamına yetmedi.
Yine AKP iktidarının Bakanlar Kurulu kararıyla “ABD’ye destek hamûlesi” adı altında başta İncirlik olmak üzere altı havaalanı ve yedi limanı, Amerikan askerlerinin hertürlü silâh, mühimmat, savaş malzemesinin nakil ve dağıtımı için tahsisi de teskin etmedi, kâfi gelmedi…
ABD’NİN TALEPLERİ
“Stratejik müttefik” ABD şimdi de Irak’taki conilerin Türkiye üzerinden çekilmesini teklif ediyor. Yüzbinlerce Amerikan askerinin çekilme esnasında Türkiye topraklarında ne kadar kalacakları, hangi üslerde konuşlanacakları ve çekilme takvimi henüz belli değil.
İşgale giderken yapamadığının rövanşını alma çabasında. Bunun için “ortak düşman” dediği, her türlü lojistik desteği sağlayıp himâye ettiği PKK terör örgütüne karşı Türkiye’nin düzenlediği operasyonlardaki ne kadar işe yaradığı karakol saldırılarıyla tartışmalı olan “istihbarat paylaşımı”nı ileri sürüyor…
Afganistan’da zaten Türkiye’nin 750 kişilik askerî birliğine ilâve olarak, ek muharip birlik talep ediyor. İngiltere’nin imtina ettiğini, Fransa’nın caydığını Türkiye’den istiyor. Amerikan çıkarları uğruna Mehmetçiğin göz göre göre anarşi ve terör belâsının ortasına atılmasını masaya getiriyor.
ABD’nin “talepleri” bununla da bitmiyor. Özbekistan ve Kırgızistan’daki askerî üsleri kaybeden Washington, Türkiye ile İsrail arasındaki “güçlü ilişkiler ve işbirliği”ne vurgu yapıp, “yeni askerî üsler” için Ankara’nın kapısını çalıyor. Ardından Ankara’ya gelen Hillary Clinton ise “üs için ısrarı”nı sürdürüyor.
Belli ki Türkiye, “stratejik müttefiki” dediği ABD tarafından ciddî dayatmalarla karşı karşıya. Ankara’nın İsrail’le ilişkilerini ve işbirliğini daha da derinleştirip Filistin meselesinde İsrail’le paralel politikaları izlemesi, Müslüman komşusu İran’a tavır koyup kayıtsız şartsız Washington’un ve Telaviv’in yanında yer alması, Kuzey Irak’taki emr-i vakiye destek vermesi “bekleniyor.”
Keza, Afganistan’a ek muharip asker yollaması, Amerikan enerji projelerine öncelik tanıması, Kafkasya’da Rusya’ya karşı Amerikan hegemonyası politikalarını izlemesi, Karadeniz’in de ABD kontrolüne girmesi için yeni askerî üsleri tahsis etmesi “talep ediliyor.”
Bakalım AKP siyasî iktidarı, bu “talepler”e ne cevap verecek? Türkiye’yi bölgede yıldız yapan itibar katan Meclis’in 1 Mart tezkeresi iradesinin arkasında durabilecek mi?
09.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Recep TAŞCI |
Faiz indirimi |
|
Merkez Bankası Para Politikası Kurulu gecelik faizlerde 1,5 puan indirime giderek borçlanma faizini yüzde 11,5, borç verme faizini yüzde 14’e çekti. Böylece Ekim ayından bu yana yapılan toplam indirim tutarı 5,25 puana ulaştı. Türkiye uzun süredir en yüksek faiz ödeyen ülke konumunda idi. Bu indirimle birlikte 3. sıraya indi. İlk üç şöyle sıralanıyor; İzlanda yüzde 18 (iflâs eşiğinde), Brezilya yüzde 12,75, Türkiye, yüzde 11,50. Diğer oranlar; ABD’de 0,25, Japonya’da 0,10’dur. Diğer Batılı ülkelerde yüzde 2 civarındadır.
Bu çerçevede Merkez Bankası’nın kararı nasıl değerlendirilmelidir?
Hemen şu hususu ifade edelim: Ekonomide iki kere iki her zaman dört etmez, bazen beş eder, herkes şaşar kalır. Sonucu belirleyen parametreler, değişkenler o kadar çoktur ve birbirini etkiler ki tahminler tutmayabilir. Tek başına ele alındığında, faiz indirimi olumlu bir karardır. Bunu söylerken piyasalarında aynı yolu izleyeceğini varsayıyoruz. Öncelikle kredi maliyetleri ucuzlayacağından, işletmeleri rahatlatır, enflasyonu aşağı çeker, üretimi hızlandırır. Talebi canlandırır, tasarruf sahipleri harcama eğilimi içine girer.
Bir diğer faydası; kamunun malî yükünü hafifletmesidir. Yıllardır inanılmaz tutarlarda faiz ödeyen ülkemiz için bu çok önemlidir. Öyle dönemler yaşanmıştır ki toplanan bütün vergi gelirleri faize gitmiştir. Şükür ki, 2008 yılı bütçesinde faiz gideri, vergi gelirlerinin yüzde 25’lerine kadar gerilemiştir. Geçmiş dönemlere göre, bu başarıdır. Tarafsızlık ilkemize uygun olarak hakkı teslim etmeliyiz. Ancak yeterli değildir. 2008 yılında ödenen faiz 50 milyar liradır. Bu tutarın büyüklüğünü vurgulamak için devletin diğer gider kalemleriyle mukayese etmek gerekir. Meselâ bütün memur maaşlarıyla karşılaştırabiliriz. Memurlara ödenen 48 milyar liradır. Faize ödenen ise 50 milyar lira. Çarpıcı ve acı bir tablo değil mi? Bu para ile neler yapılmazdı? İnsan üzülüyor.
İşin diğer boyutu gelir dağılımını bozmasıdır. Gerçekten bir kaç bin kişi milyonlarca çalışandan daha fazla kazanç elde etmesi adalet duygusunu zedeliyor. Hem de en düşük oranda vergi ödeyerek. Asgarî ücretliden yüzde 15 oranında vergi kesilirken, rantiyecinin vergi oranı yüzde 10’dur. Faizlerin bir kısmı yabancılara ödendiğinden kaynaklarımız dışarıya transfer edilmekte, millî ekonomi baltalanmaktadır.
Bütün bunlar bilinen, yazılan hususlar. Öyleyse yıllardır kanımızı emen faiz illetinden neden kurtulamıyoruz? Çünkü başkasının kesesinden geçinmek gibi kötü bir huyumuz var. Borcumuzu borçla kapatıyoruz. Malî yapımız güven vermiyor. Faiz bir sonuçtur. Faiz oranını belirleyen, esas itibariyle enflasyon ve güvendir. Enflasyon artarsa faizler de yükselir. Diğer bir faktör de borçlanma ihtiyacı ve malî bünyenin sağlamlığıdır.
Borçlanmadan hayatınızı idame ettiremiyorsanız, yüksek faize razı olmak zorundasınız. Borç veren için ise önemli olan borcun sorunsuz geri ödenmesidir. Kısaca güven duyulmalıdır.
Ülkemiz yıllar boyu çift haneli enflasyonla yaşadığından ve ekonomi güven vermediğinden dolayı yüksek faizle borçlanmak zorunda kalmıştır. Bu defa talep daralmasına bağlı olarak enflasyonda görülen düşme eğilimi faizi de aşağı doğru çekmektedir. Bütün dünyada bu sebeple faiz nerdeyse sıfıra doğru yaklaşmaktadır. Her şerde bir hayır olması gibi, küresel krizin faizler üzerindeki bu olumlu etkisine bakıp teselli bulabiliriz. Tabiî dikkati elden bırakmamak kaydıyla... Faizin dövizle de yakın ilişkisi vardır. Faiz indirimi karşısında iç ve dış yatırımcı cazibesini kaybetmiş TL’den kaçıp dövize yönelir mi? Bu yönelme kurda ani bir sıçramaya sebebiyet verir mi? Kurların ani hareketi dengeleri bozar, dış kaynak ihtiyacını zora sokar mı?
Dış kaynak için IMF’nin vizesi önem arz ediyor. Seçimlerden sonraya kaldığı anlaşılan IMF görüşmelerinin tekrar başlayıp anlaşmayla sonuçlanması piyasalara rahat bir nefes aldıracaktır. Gönül ister ki IMF’ye muhtaç olmadan kendi imkânlarımızla darboğazdan çıkabilelim. Bunun için popülist yaklaşımlardan uzak, ciddî ve etkili tedbirler alınması gerekiyor.
09.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Bütün zalimlere karşı |
|
Zulüm ve haksızlıklar karşısında ortaya konulamayan ‘ittifak’ zalimlerin zulmünün devam etmesine sebep oluyor. Oysa hepimiz, “Küfür devam eder, ama zulüm devam etmez” prensibini tarihî hadiselerin de tasdik ettiğine şahidiz.
Küfrün devam edip, zulmün devam edemeyeceği kaidesi unutulmaması gereken kurallardan biri. Sebebine gelince; ‘zulm’de başka pek çok yanlışın yanı sıra ‘kul hakkını ihlâl’ de var ve yine herkesin bildiği gibi ‘kul hakkı’nın İlâhî adalet nezdinde ‘aff’ı yoktur. Kul hakkının affı, mağdur edilen kişinin ‘zalim’i affı şartına bağlıdır. Bu prensip, zalimleri mazlûmlara karşı zulmetmekten uzat tutabilen en önemli kaidelerden biridir.
İnancımız gereği, her türlü zulme ve zalime karşı çıkmak durumundayız. ‘Kul hakkı’nı ihlâl eden her kim olursa olsun, onun karşısında ve ‘zulme uğrayan’dan yana tavır almak insanlığın gereği. Aksi her tavır ve davranış, inanç değerlerimizce kabul edilebilir davranışlar değildir.
Son günlerde Sudan’ın Darfur bölgesinde yaşanan ‘hak ihlâlleri’ karşısında Türkiye’yi yönetenlerin tavır alamadığı yorumlar yapılıyor. Hatırlanacağı üzere Uluslararası Ceza Mahkemesi, Darfur’daki katliâmlar sebebiyle Sudan’daki iktidarı suçluyor. Maalesef, ‘gözden uzak olan gönülden de uzak olur’ kaidesince; Darfur’da neler yaşandığını bütün ayrıntılarıyla kavrayamıyoruz. Fakat, ‘yaşandığı’ ifade edilen katliâmın değil yarısı, çeyreği bile gerçek olsa insanlığın utanması gerekir. 21. yüzyılı yaşayan insanlık, nerede olursa olsun böyle katliâmlara, insanlık dışı uygulamalara ve insan hakkı ihlâllerine karşı susamaz, susmamalı.
Bu konuda atılması gereken ilk adım, her ne pahasına olursa olsun ‘insan’ların zulme maruz kalmasına mani olmaktır. Bu konuda dil, din ve ırk ayırımı da yapılamaz. Sonra da kim olursa olsun zulme imza atanların adalete teslim edilmesi gerekir.
Fakat şunu da unutmamak lâzım ki, gerek Sudan ve gerekse dünyanın herhangi bir bölgesinde ‘kan’ akıyorsa; bu kanda büyük ölçüde “Asya münafıkları ve Avrupa ve Amerika’nın dessas zalimleri”nin eli, parmağı, menfaati ya da dahli vardır! Hasis menfaatleri uğruna ülkeler işgal etmeyi göze alan ülkeler, bir defa dahi olsun akan kan ve göz yaşlarını dindirmek için adım attılar mı?
Kendisini ‘dünyanın jandarması’ olarak gören ülke ya da ülkeler, gerçekten arzu etseler dünyada bir damla kan akar mı? Dünya barışını temin için kurulan BM, üzerine düşen görevi yerine getirse ve kuruluş gayesine göre çalışsa, bütün dünyada barış havası hakim olmaz mı?
Bu yapılmayıp, akan kan ve gözyaşından ‘Müslümanlar’ın sorumlu tutulması doğru değildir. Eğer İslâm ülkelerinin üst kuruluşu olan İKÖ gibi kurumlar; akan kan ve gözyaşları karşısında susuyorsa elbette onların da vebali vardır. Ama asıl kabahatin “Asya münafıkları ile Avrupa ve Amerika zalimleri”nde olduğunu görelim, görmek istemeyenleri de uyaralım.
Nerede olursa olsun bütün zalimlere ve zulümlerine karşı olmalıyız ve karşıyız. Aynı zamanda bütün mazlûmlardan da yanayız. Dünya bunu böyle bilsin...
09.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
Yeni Asya ve seçim |
|
Geçtiğimiz günlerde İstanbul’da toplanan Siyasî Heyetimizin, 29 Mart yerel seçimiyle ilgili olarak yaptığı görüşme ve değerlendirmelerden çıkan neticeleri kısaca özetlersek:
* Kurulduğu günden beri, kamuoyunca çok iyi bilindiği gibi DP-AP-DYP çizgisine destek vermiş olan Yeni Asya, bu çizginin şu andaki partiler içerisinde DP tarafından devam ettirildiği tesbit ve kanaatiyle, 29 Mart yerel seçiminde bu partiye oy verilmesi gerektiğini düşünüyor.
* 1970’ten bugüne kadar yapılan genel ve yerel seçimlerin hiçbirinde değişmemiş olan bu tercih, Risale-i Nur’daki ölçüleri esas alarak yapılan meşveretlerde alınan kararlara dayanıyor.
* 29 Mart’ta yapılacak olan yerel seçimde bu tercihin değiştirilmesini gerektiren farklı ve tutarlı bir gerekçe bulunmuyor.
* Günübirlik rüzgârlardan ve geçici dalgalanmalardan etkilenmeyen bu tercihin, geçmişte herhangi bir menfaat ve pazarlıkla kesinlikle hiçbir ilgisi olmadığı gibi, günümüzde de yok. DP tercihi tamamen ölçü ve prensip temeline dayanan bir değerlendirmenin yansıması.
* Bu seçimde de DP’ye oy desteği verilmesinin Risale-i Nur’da mevcut çok sayıdaki dayanaklarından biri, Emirdağ Lâhikasında “Nur Talebeleri ve Nurcu üniversite gençliği namına Sadık, Sungur, Ziya” imzasıyla neşredilen bir mektuptaki “Nurcular Demokratlara bir nokta-i istinaddır” ifadesi (s. 527).
* Bu çerçevede, mahallerdeki siyasî heyet üyelerinin seçim öncesi DP teşkilâtlarını ve adayları ziyaret edip moral desteği vermelerine de ihtiyaç bulunduğu ve bu çeşit ziyaretlerin yapılıp temasların kurulduğu yerlerde müsbet neticeler alındığı hatırlatılıyor.
***
YENİ ASYA VE SİYASET
Bu konuya temas ederken, evvelce 4.12.1995 tarihinde bu köşede yayınlanıp, daha sonra da ihtiyaç oldukça tekrar neşredilen “Yeni Asya ve siyaset” başlıklı yazıdan bazı bölümleri yeniden hatırlatmakta fayda görüyoruz.
* Yeni Asya’nın siyasetle ilgili görüşlerini belirleyen ölçüler, diğer konularda olduğu gibi, yine Bediüzzaman Said Nursî’nin eserlerinden alınmıştır. Bu eserlerden derlenen konuyla ilgili pasajların bir araya getirildiği “Risale-i Nur Külliyatından Siyasî Tesbitler: Beyanat ve Tenvirler” isimli kitap, Yeni Asya Neşriyat tarafından yayınlanmıştır.
* Yeni Asya, doğrudan ülke yönetimine talip olma anlamındaki siyasetin üstünde ve dışındadır. Yayın hayatı boyunca, hiçbir siyasî parti oluşumuna kaynaklık etmemiştir.
* Siyasî partileri demokratik sistemin aslî ve anayasadaki ifadesiyle “vazgeçilmez” unsurları olarak gören Yeni Asya, millet nezdinde destek bulan her siyasî partiyi bir “vâkıa” olarak kabullenir, saygıyla karşılar ve olumlu hizmetlerine destek verir.
* Siyasete “fiilen” talip olmaktan titizlikle kaçınan Yeni Asya, mevcut partiler arasındaki tercihini ise hiçbir zaman gizlememiş, her zaman açıklıkla ortaya koyup müdafaa etmiştir.
* Bediüzzaman, DP’yi “vatan, millet ve İslâmiyet namına” desteklediğini açıkça ifade etmişti. Yeni Asya da, hiçbir menfaat karşılığı olmaksızın, aksine bu tavrından dolayı zarar görmeyi de göze alarak, siyasî tercihini açıkça ortaya koymuş ve ısrarla savunmuştur.
* Yeni Asya’nın siyasî tercihi, körü körüne bir destek anlamını taşımaz. Bu tercihin getirdiği destek, millet iradesi ve demokratik sistemin kuralları çerçevesinde, ülkeye, millete ve dine hizmeti esas alan icraat için söz konusudur. Bu çerçevenin dışına taşan yanlış anlayış ve uygulamalar ise, Yeni Asya’yı her zaman karşısında bulmuştur.
* Yeni Asya, Bediüzzaman’a dayanarak ortaya koyduğu bu tercihin, ülke ve dünya gerçekleri karşısında en mâkul ve gerçekçi alternatifin yolunu açtığı; hislere, heveslere ve macera arayışlarına prim vermeyen bir hizmet anlayışını yansıttığı inancındadır.
09.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şükrü BULUT |
Sivil Kemalizme doğru... |
|
Türkiye ekranlarındaki ana haber bültenlerini izleyen bir yabancının telâşlanmaması mümkün değil. Dehşetli felâketlerin yaşandığı acıklı manzaraları veya korkunç savaşların sahnelerini ifade halet-i rûhiyeleri içindeki haber okuyucularının hali de dehşet verici… Arzu, iddia veya beklentilerin hüküm cümleleriyle verildiği bu programları izleyenler, memleketin taşıyla toprağıyla ayağa kalkıp yürüdüğünü zannedecekler...
İnsanların hem beden sağlıklarını, hem psikolojilerini ve hem de genel ahlâklarını bozan bu programların dünyada maalesef yalnızca Türkiye ekranlarına yansıdığını da belirtmek zorundayız.
Halk hangi haber ile uyutulacak, millet hangi usullerle zihni iğfale maruz bırakılacak ve hangi gerçekler karartılacaksa, hepsi için aşağı yukarı aynı metod tatbik ediliyor. Milletin merakı tahrik edilerek umutları, emniyeti ve ufukları samyeli görmüş bağlara çevriliyor.
Bediüzzaman Hazretlerinin neredeyse avamca ezberlenmiş bir sözü vardır. “Biz müteharrik-i bizzat değiliz, bilvasıta müteharrikiz. Avrupa üflüyor, biz oynuyoruz.” Tanzimattan günümüze Osmanlı içinde vukua gelip de, ipleri Avrupa´nın elinde olmayan kaç hareket gösterebiliriz ki… Önemli olan sosyal hadiselerdeki “millet iradesinin” payını yüksek tutmaya çalışmaktır.
Troçki çizgisiyle başlayan “devrimciliğin” yerini “sivil dönüştürme projelerine” bıraktığı bu günlerdeki hadiseleri, ancak Risâle-i Nur laboratuvarlarında tahlil edebiliriz. Teknolojinin artık açık diktatörlüklere müsaade etmediği, sınırların kalktığı, sivil inisiyatifin öne geçtiği ve sınıflararası diyaloğun esas olduğu bir Türkiye´de, “devrimci, askerî, ceberutî ve sorgusuz infazcı Kemalizm de” mecburen değişmektedir. Neocon denilen Troçkici cereyanın yaktığı ateşlerin elbette söndürülmesi gerekiyor. Fakat küresel zındıka, demokratların yapılarına girmeye uygun neoliberallerle devam etmek istiyor.
Halk Partisinin de dem ve damarına tesir etmiş Troçki zihniyetinin bu nöbet değişiminde ortaya çıkan patırtı gürültüyü dindar ekranlara varıncaya kadar âlâ vu vala ile vermesi, şeytanın sağdan saldırmasıdır.
Avrupa´da nöbet değişimi olalı birkaç yıl oldu. Eşcinsellik üzerine çıkan gürültüler, aileye karşı alınan tedbirler, bebeklerin bakımevlerine verilmesinin teşviki, anneye getirilen çalışma mecburiyeti, okul gezileri adı altında masum çocukların ailelerden uzak yerlerde günaha alıştırılma zorunluğu ve Avrupa kamusal alanlarına dinî sembollerin girişinin başka usullerle zorlaştırılması, neoliberallerin hayli zamandır işbaşına geçtiğini gösteriyor. Elbette ki biz azıcık geriden gideceğiz.
Amerika ve Avrupa´daki siyasetlere bağlı olarak bizde başlayan nöbet değişimlerinde de büyük adaletsizlikler görülüyor. 28 Şubat dönemlerinde büyük iş adamlarına danışman olarak servetlere boğulmuş, gazete patronlarına postallarını öptürmüş ve millet iradesine ince ayarlar çekmiş paşaların hiçbiri Ergenekon operasyonlarında ekrana gelmiyor. Gelenek dışı Kara Kuvvetleri Komutanlığına atlamış paşalar, kûşe-i saadetlerinde mesutça yaşıyorlar.
Senaryolarda asıl rolleri almamış, devranı geçmiş, fakat kraldan ziyade kralcı geçinmiş zevata hadiseyi yıkmak adaletsizlik oluyor.
Ve şu Ergenekon hadisesinde hükümetin tepeden tırnağa olayın dışında kaldığını da artık herkes kabulleniyor.
28 Şubat’ı tahkim ile yürüyen bir iradenin ne kadar sivilleştiğini birlikte göreceğiz. İstibdat cihetiyle eskisinden elbette daha kötü olamaz. Fakat “Freud” metodlarıyla yürüyecek yeni kadrolar karşısındaki milletin cehaleti bizi düşündürüyor. Milleti cehâlete dûçar eden unsurlar bertaraf edilebilecek mi? Yoksa neoliberal patronların paralarıyla Türkiye toplum mühendisleri New York, Paris ve Londra çıkışlı projeleri tatbike devam mı edecekler? Bütün bunları dikkatlice birlikte seyre devam edeceğiz.
09.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|