|
|
Sami CEBECİ |
Mutluluğun doğru adresi |
|
Pazar seminerleri çerçevesinde bu haftaki konuşmacımız Mesut Nurver idi. Asya-Nur Kültür Merkezinde yine kalabalık bir katılımcı grup vardı. Mutluluk üzerine bir konu seçilmiş ve Nur Risâleleri referans alınmıştı.
Soru cevap bölümü ile bir buçuk saati aşan seminer programlarını makale üslûbu içinde bazen sizlerle paylaşmamın sebebi, verimli ve faydalı olan bu seminerlerin yetmiş seksen kişi ile sınırlı kalmayıp, herkesin yararlanmasını temin etmektir.
İnsan, hayatının her alanında mutluluğu arar ve mutlu bir hayat yaşamayı her zaman ister. Mutluluk, insanın zâhirî ve bâtınî duygularını tatmin ederek elde ettiği huzur hâlidir.
Batı Medeniyetinin insanlığa sunduğu mutluluk modeli ile İslâm'ın sunduğu model karşılaştırıldığında, çok büyük farklar olduğu görülür. Batı, haram ve helâl ayırımı yapmadan her türlü lezzet ve keyifleri celbetmeyi, acı ve elemlerden ise çeşitli vasıtalar kullanarak uzak kalmayı hedefler.
Batı Medeniyeti dünyayı esas alan ve iman hakikatlerini inkâr ederek âhireti yok kabul eden bir yaklaşımla, bedenî hazları ve nefsânî duyguları tatmin etmeye çalışır. Bu yolda kadın faktörünü alabildiğine kullanır. Hadis-i şeriflerde "Âhirzamanda fitneler o kadar câzip bir hal alır ki, kimse nefsine hâkim olmaz" denilerek bu noktaya dikkat çekilmiştir.
Âhirzaman fitnelerini ateşleyen ve tahrik eden deccal komitesinin mühim bir kuvvetinin Yahudiler olacağı haber verilmiştir. Hem komünizmin, hem kapitalizmin kurucuları Yahudilerdir. Kur'ân-ı Kerim'de onlara zillet ve meskenet damgası vurulduğu söylenir. Asırlarca yersiz ve yurtsuz yaşayan, bulundukları ülkeleri her fırsatta karıştırdıklarından katliâm ve sürgünlere muhatap olan bu millet, Ortadoğu'da nihayet İsrail Devletini kurduktan sonra, o bölgenin huzuru tamamen bozulmuş ve bu devlet Ortadoğu'ya bir hançer gibi saplanmıştır. Onlar severek dünya hayatını yaşarlar, asla ölmek istemezler. Kadın faktörünü en çok kullanan ve yaygınlaştıran da o millettir.
Batı Medeniyeti, nokta-i istinadı kuvvet bilir. "Kuvvetli olan haklıdır" der. Bu yüzden, başta Irak olmak üzere, İslâm ülkelerinde yaptıkları her türlü mezâlimde kendini haklı görür. Hedefini menfaat bilir. Menfaatine giden yolda her şeyi meşrû kabul eder. Irkçılığı esas alır. Başkasını yutmak ve sömürmekle beslenir. Batı toplumları dışı süs, içi pis medeniyetleri yüzünden çürümeyle karşılaştılar. Dünyaya kan ve göz yaşından başka bir şey vermeyen o toplumlara Allah hiç mutluluk verir mi? Son yarım asırdır Batı toplumlarının gelir düzeyi ikiye üçe katlandığı halde, madde bağımlılığı, boşanma oranları ve ruhsal hastalıkları beş defa, on defa katlanmış.
Batı dünyasının Rönesans ve reform hareketlerini taklit eden bir kısım Osmanlı aydınları, onun fenâlıklarını mehâsin ve iyilikleri zannederek alıp uyguladılar ve her şeyi karıştırdılar. Müslümanlar komünist yapılamadı, fakat büyük ölçüde kapitalist yapmayı başardılar. Toplum hayatında, Müslümanların onlar gibi yaşamaya teşvik edilmesi ve dünyevîleştirilmesi cidden dikkat çekmektedir. Halbuki İslâm, küresel kapitalizmin sunduğu hedonist, hazcı mutluluk modellerini tamamen reddetmektedir. Zîrâ İslâm, dünyayı bir misafirhane olarak göstermekte ve ebedî saadet âlemi olarak Cennetle müjdelemektedir. Batı Medeniyetini model alarak dünyaya ebedî kalınacak bir yer gibi bakıp bel bağlayanlar ve âhireti unutanlar, mutluluğu bulamazlar. Depresyon ve stres onların en büyük hastalığıdır. Bedenî hazlar için yaşayan bu insanlar, zamanla dünyadan haz alamaz hale gelip her şeyden bıkarlar. Böylece maksatlarının aksiyle tokat yerler. Bu durumu çok iyi tesbit eden Bediüzzaman Hazretleri "Her kim hayat-ı fâniyeyi esas maksat yapsa, zâhiren bir cennet içinde olsa da, mânen bir cehennemdedir. Ve her kim, hayat-ı bâkiyeye ciddî müteveccih ise, saadet-i dâreyne mazhardır. Dünyası ne kadar fenâ ve sıkıntılı olsa da, dünyasını cennetin intizar salonu hükmünde gördüğü için, hoş görür, tahammül eder, sabır içinde şükreder" der. (Sözler, s. 43)
İnsanlığın en mutlu ferdi, şüphesiz Hazret-i Muhammed'dir (asm). Onun sünnetine uyanlar da, derecelerine göre o mutluluğu tadarlar. Sünnet-i Seniyyeyi ihyâ etmeyi esas alan Risâle-i Nurlar, bu zamanda mutluluğu elde etmenin doğru adresidir. Mutluluk, Allah'ın ihsan ettiği sayısız nimetlerin farkında olarak yaşayabilmektir. Hazret-i Yusuf (as) dünya itibâriyle en mutlu olduğu bir sırada, Allah'tan vefatını istemiş ve vefat etmiştir. Çünkü, ehl-i iman için hakikî saadet ve sevinç kabrin arka tarafındadır.
Evet, bir Pazar semineri daha böyle geçti. Katılan herkes gayet memnundu.
16.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hasan GÜNEŞ |
Visal ve fakr |
|
Meşhur şâir Nâbî, bir şiirinde şöyle der:
"Eyleme fakra hakaretle nazar ey Nâbî
Fakr, âyinesidir sûret-i istiğnanın"
Evet, fakir ve fakirliğe karşı hâkir bakma, hor görme! Çünkü o istiğnanın, Allah'tan başka kimsenin minneti altına girmemenin ve gerçek zenginliğin aynasıdır.
Her şeyin madde ile ölçüldüğü ve dünyevîleşmenin had safhada olduğu zamanımız insanı için fakirlik denilince ilk akla gelen elbette dünyevî fakirliktir. Halbuki, sağlık ve sıhhatten tutun da, ilim ve amele, huzur ve saadete kadar ihtiyacımız olan o kadar çok şey var ki her birisinin eksikliği, telâfisi mümkün olmayan fakirliklerdir. Evet insan, arzu ve emelleri ebede kadar uzanan bir varlık olması sebebiyle had ve hududu olmayan mutlak bir fakirdir. Bunların çoğunun çoğumuzda bulunuyor olması ve sonunu da görmüyor olmamız zihinleri sadece maddî konulara hasretmiştir.
İster maddî, isterse mânevî olsun, bunların bizde olması ile olmaması arasında gerçekte çok fark yoktur. Bizde olması bizi fakirlikten kurtarmaz. Çünkü, bunların hiçbirisi bizim kendi imalatımız olmadığı gibi daimî de değildir; geçicidir, fânidir, emanettir, gerçek mânâda da sahibi değiliz; tedbir ve idaresinden âciziz. Tek tek elimizden çıkmakta olan bu emanetlerin; bir gün gelecek, tamamını hakikî sahibine teslim etmek zorunda kalacağız. Maalesef emanetçiyi zengin kabul etmek insanoğlunun önemli zaaflarındandır.
Gerçekte insanların şu dünyadaki kavgası, sayısız şeye tenezzülü ve peşinde koşturması, kendisi gibi fâni ve emanetçi olanlardan bir nev'î emanet kapma kavgası ve gayretidir. Sağır ve kör tabiata, gâfil ve bencil insana bu kadar teveccüh neticesiz bir zillettir. Halbuki bu fâni ve aciz mahlûkata istiğna edip, "her şeyin dizgini elinde, her şeyin anahtarı yanında" ve nihayetsiz gayb hazinelerinin sahibi olan Âlemlerin Rabbine yönelmesi hem haysiyet ve şerefinin gereğidir, hem de tek çaredir ve gerçek zenginliktir.
Fakr, hem Nâbî'nin dediği gibi istiğnânın âyinesidir; hem de istiğnânın ve gerçek zenginliğinin bir vesilesidir. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri, Yirmi Altıncı Söz'ün Zeyl'inde Cenâb-ı Hakk'a vâsıl olacak en sâlim ve selâmetli olan dört yoldan biri olarak zikreder ve "fakr dahi Rahman ismine îsâl eder" der.
İnsanın, sınırsız acz ve fakrına, ebede kadar uzanan arzu ve emellerine, had ve hesaba gelmez düşmanlarına karşılık kâinatın seferber edilerek ihtiyaçlarının temin ediliyor olması ve tehlikelerden de muhafaza edilmesi Cenâb-ı Hakkın Rahman isminin muazzam bir tecellîsidir. Fakr ne kadar şiddetli ve ne kadar şuurunda olunursa Rahman ismine ulaşmak da o kadar kısa ve o kadar kolay olacaktır.
Dolu bir bardak su alır mı? Âb-ı hayat çeşmesinden istifade etmek istiyorsanız, oraya boş ve büyük bir kab ile gitmelisiniz. Zaten kabının dolu olduğunu düşünen, su ihtiyacını da tam hissetmez, çeşmenin kıymetini de hakikî olarak anlamaz. Bugün ilim cihetinde insanların ekseriyeti tıpkı bir zamanların İsrailiyatı gibi yoğun bir bilgi kirliliğiyle malûldür. Kalpleri ve kapları ağzına kadar doludur, hatta enaniyetle buz tutmuş ve katılaşmıştır. "Samed âyinesi olan kalp"te, erken gelen yer kapıp, maalesef kapının kontrolünü ele almıştır. Bu sebeple, bunca imkâna rağmen hakikatı kavramakta ve ona göre davranmakta bu kadar zorlanıyoruz.
Yirmi Altıncı Söz'de "Reşha-misâl üçüncü arkadaştan" bahsedilir: "Hem fakirdir, hem renksizdir. Güneşin hararetiyle çabuk tebahhur eder, enâniyetini bırakır, buhara biner, havaya çıkar. İçindeki madde-i kesîfe, nâr-ı aşk ile ateş alır, ziyâ ile nura döner." Evet, hakikata yükselebilmek için dünyevî ağırlıkları mümkün olduğu kadar terk etmek gerekiyor. Hakikat güneşine karşı kendimiz fakir, âyinemiz renksiz olmalı ki ondan daha çok istifade edip hafifleyelim ve aşk ateşi ile içimizdeki kesâfeti yakalım ki onunla hakikat semâsına yükselelim.
16.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail TEZER |
"Messenger" ve Hz. Muhammed (asm) |
|
"Amerikan Havacılık ve Uzay Dairesi'nin (NASA) Ağustos 2004'te uzaya gönderdiği 'Messenger', Güneş'e en yakın gezegen Merkür'ü 33 yıldan bu yana ziyaret edecek ilk uzay aracı olacak. Aracın, 1300'den fazla görüntü geçmesi ve başka gözlemlerde bulunması bekleniyor. NASA'nın
Messenger programı uzmanı Marilyn Lindstrom, bütün araştırmacılar olarak
heyecan ve sabırsızlıkla uzay aracının göndereceği verileri
beklediklerini söyledi." (AA, 14.01.2008)
İnsanoğlu, yaratılalı beri kendi dışındaki varlıkları ve bunlar içinde belki de en fazla uzayı merak etmiştir. Hatta bu uğurda, ilginçtir ki, hayatını bile riske atmıştır. Bunun en yakın örneği, 2003'te yedi astronotun hayatını kaybettiği, Columbia Uzay Mekiği'nin düşmesi hadisesi. Bediüzzaman, insanoğlunun bu riskli macerâsına "Hakâik ve garaibi keşif için insanlarda öyle bir şevk, öyle bir merak vardır ki, garip bir hakikati keşif yolunda canlarını, mallarını feda ediyorlar" (Mesnevî-i Nuriye, s. 26) diyerek işaret eder.
Ancak, daha da ilginç olanı şu ki; insan, bu geçici dünyada, netice itibariyle şahsî hayatını çok alâkadar etmeyen ve şahsına fazla bir faydası da olmayan verileri elde etmek yolunda hayatını kaybetmeyi göze aldığı halde; doğrudan kendi hayatını ilgilendiren, bu dünyadan sonra göçeceği sonsuz hayatla ilgili haberleri aynı derecede merak etmemektedir.
Sözgelimi, uzaya fırlattığı Messenger'den gelecek haberleri heyecan ve merakla beklerken; bir başka Messenger (Haberci/Elçi) olan, hatta dost ve düşmanın tasdikiyle Muhbir-i Sadık (Doğru Haber Verici) unvanına sahip Hz. Muhammed'in (asm) sonsuz hayatla ilgili verdiği haberleri göz ve kulak ardı edebilmektedir.
İnsanoğlunun bu yaman ve garip çelişkisini, Bediüzzaman'ın şu veciz cümlelerinden takip edelim:
"Bilirsin ki, en ziyâde insanı tahrik eden meraktır. Hattâ, eğer sana denilse, 'Yarı ömrünü, yarı malını versen, Kamer'den ve Müşteri'den (Jüpiter) biri gelir, Kamer'de ve Müşteri'de ne var, ne yok, ahvâlini sana haber verecek. Hem doğru olarak senin istikbâlini ve başına ne geleceğini doğru olarak haber verecek'; merakın varsa, vereceksin.
"Halbuki, şu zât öyle bir Sultanın ahbârını (haberlerini) söylüyor ki, memleketinde Kamer, bir sinek gibi, bir pervâne etrafında döner. O Arz (Dünya) olan o pervâne ise, bir lâmba etrafında pervâz eder; ve o güneş olan lâmba ise, o Sultanın binler menzillerinden bir misafirhânesinde binler misbahlar (lambalar) içinde bir lâmbasıdır.
"Hem öyle acâib bir âlemden hakikî olarak bahsediyor ve öyle bir inkılâbdan haber veriyor ki, binler küre-i arz (dünya) bomba olsa, patlasalar, o kadar acîb olmaz." (Sözler, s. 217)
Ne dersiniz? Merkür'e yollanan Messenger'ın vereceği haberler kadar dahi olsa, Sadık Messenger'in haberlerini merak ediyor muyuz?
16.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Yasak ve yargı |
|
AKP'nin anayasa projesi hâlâ ufukta belirmiş değil. Ama Başbakan başörtüsü meselesini "siyasî simge bile olsa" anayasa ile çözme fikrinde ısrarlı olduğunu bir defa daha ifade etti.
Oysa Meclis Başkanı Toptan, AKP Genel Başkan Yardımcısı Fırat ve son olarak Millî Eğitim Komisyonu Başkanı, eski YÖK Başkanlarından Mehmet Sağlam, sorunun anayasa ile "çözüm"üne karşı çıkan açıklamalar yaptılar.
Sağlam, "Yasa veya anayasa değişikliğine gerek yok. Rektörler yasağı uygulamazsa sorun kendiliğinden aşılır. Ben öyle yapmıştım" dedi.
"Rektörleri rahat bırakırsak, yasakları kendi kendilerine ortadan kaldırırlar" diyen YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan da, yıllardır süren ve toplumu huzursuz eden yasağı kast ederek, "Bu kural görmezlikten gelinirse sorun çözülür" beyanıyla aynı yaklaşımı ifade ediyor.
Ama yasakçılar bilhassa bu söz üzerine küplere bindiler. "Efendim, yargı kararları, hele Anayasa Mahkemesinin kararı herkesi bağlar, herkes buna uymak zorunda" deyip duruyorlar.
Bu noktada Anayasa Mahkemesinin meşhur kararını adeta kutsallaştırıyor, neredeyse âyet muamelesi yapıyorlar. Ve böylece aslında, dinin farz kıldığı tesettür konusunda dindarların maalesef ortaya koyamadıkları bağlılık ve kararlılığı kendi dâvâlarını savunmak için sergileyerek, bu yönüyle örnek bir tavır koymuş oluyorlar.
Ancak bu tavrın, dillerinden düşürmedikleri rasyonel akılla, çağdaşlık ve medeniyetle, hukuk ve vicdan prensipleriyle bağdaşıp bağdaşmadığı, hiç umurlarında bile değil.
Öte yandan, Anayasa Mahkemesinin başörtüsü dışında başka birçok konuda vermiş olduğu sayısız karar var. Onların uygulanıp uygulanmadığını da bu kadar hassas ve titiz bir şekilde takip ediyorlar mı?
Hepsi bir yana, YÖK ve üniversite yönetimleri, kendi icraat ve tasarruflarıyla ilgili yargı kararlarını ne ölçüde yerine getiriyorlar? Bu konuda yapılacak sıkı bir inceleme, eminiz, son derece enteresan sonuçları önümüze koyacaktır.
Üzerinde durulması gereken bir diğer çelişki de şu: Madem yargı kararlarına bu kadar önem veriyor ve mutlaka uyulmasını istiyorsunuz; meselâ YAŞ kararlarının yargı denetimi dışında tutulmasına neden ses çıkarmıyorsunuz?
Madem yargı kararları herkesi bağlamalı; askeri bu kuraldan muaf kılan anayasa maddesini niye eleştirmiyor ve değiştirilmesi gereğini neden gündeme getirmeyip es geçiyorsunuz?
İşin bir başka ciheti de şu: Vicdanlar ve özel tercihler mahkeme kararlarıyla tanzim edilemez. Tesettür kişinin kendi vicdanında yapacağı bir tercih ise, buna yargı organları da dahil, hiç kimse karışamaz. Kişisel tercih özgürlüğünün önüne konulmak istenen kamusal alan bariyerinin de hiçbir şekilde geçerliliği olamaz.
Anayasa Mahkemesinin yasağa gerekçe olarak gösterdiği çağdaşlık, medenîlik, laiklik kriterlerinin karar metnine geçen yorumları ise hukukî karşılığı bulunmayan sübjektif ve ideolojik değerlendirmeler olmaktan öteye gidemez
Nitekim öyle olduğu için, bu karar ve yorumlar maşerî vicdanda mâkes bulmuyor ve toplum nazarında bir türlü meşruiyet kazanamıyor.
Toplumun benimsemediği kararlar ise, ne kadar dayatılırsa dayatılsın, uzun ömürlü olamaz.
16.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
"Karanlık nesil" |
|
Peker Açıkalın'ı sadece Gaffur tiplemesiyle tanımak yanlış. Açıkalın, aynı zamanda Ekmek Teknesinin haşarı dayısı, "Maskeli Beşler" serisinin oyuncularındandı.
Ve o bir baba.
Açıkalın anne babalara seslenerek bir uyarıda bulunuyor:
"Çocuğu okula ciple götürmeyin" diye.
Devamında:
"Hayat çetin bir savaş! Benim silâhım; para hırsımın olmayışı, kızlarımı devlet okulunda okutmak ve kendime olan sonsuz güve-nimdir."
Peki neden "cip"le okula götürülmesini istemiyor.
Konuyu şöyle açıyor:
"Hayat felsefemi kızlarıma aşıladım. Kızlarım asla Barbie bebek istemez. Onlara Barbie bebekle oynamanın hayatlarına bir kazanım sağlayamayacağını telkin ediyorum. Benim terbiye anlayışım bu" diyor.
"Çocuğu ciple okula götürürseniz, 20 yaşına geldiğinde nelerle tatmin edeceksiniz? 20 yaşında hiçbir şeyden haz almayan bir genç olup çıkacak. Böyle anne/ babalar, kendi ayakları üzerinde duramayacak karanlık bir nesil yetiştiriyor" diyor. (Sabah, Günaydın)
Hak vermemek mümkün değil. Hayatını "halkına" adadığını söyleyen popülistler çocuklarını yetiştirmekte bir hayli zorlanıyor.
Peki tüketim çağında insanlar çocuklarını nasıl koruyacak?
Tüketime teslim olmamakla.
NASI YANİ
Bir arkadaşım sordu:
"CNN Türk'te 'Nası Yani' programı var. Beyaz ve Güven Kıraç'ın sunduğu. Neden güzel Türkçemizi katlediyorlar" diyor... Eleştirdiği nokta programın ana başlığı.
CNN Türk ciddi bir kanal.. Programın ismini "Nasıl Yani?" düzeltilse acaba çok mu zor?
Bir de Güven Kıraç'la ilgili "uyuşturucu kontrolü" haberi yayınlandı geçenlerde.
Kıraç'ın "denetimli serbestlik" şartıyla kurtulduğu haberiydi bu.
Malum geçen yıl teknik takibe alınan bir uyuşturucu satıcısı ile telefon görüşmesi sebebiyle hakkında dâvâ açılmıştı. Kanun gereği 1 yıl uyuşturucu kullanıp kullanmadığı kontrol altında tutulacak. Yani "denetimli serbestlik" dedikleri bu olsa gerek.
Bir teklifim olacak. "Nası Yani"de "denetimli serbestlik" konusu irdelense.
BİRAZ DA GÜLELİM
ABD'de sayıları 500 bir civarında olan Türklerin başı, en fazla trafik cezaları ile dertte.
ABD'de yaşayan Türkler, aşırı hızla gidiyor kırmızı ışıkta geçiyor ve trafik kurallarını ihlal ediyormuş.
Galiba bizimkilerin yanılgısı şu:
ABD'de trafik kuralların tekrar ihlâli suç sayılıyor.
Aslında Amerika'dan sonra televizyon izleme oranı yine biz Türklerin elinde. Bu şunu gösteriyor, demek biz trafik kuralları ihlâlinde liderlik elimizde. Amerika bu konuda elimize su dökemiyor. Ne mutluluk!
16.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Özgürlükler ertelenmesin |
|
Ülkemizin yaşadığı çelişkilerden biri de; hak, hukuk, adalet ve hürriyetler konusunda atılması gereken adımlar ertelenirken, buna karşılık 'lüzumsuz işler'in öne alınmasıdır. Yapılan bunca ikaza rağmen, 'muasır medeniyet seviyesi'ne ulaşmak için atılması gereken 'acil adımlar' erteleniyor.
Hükûmet mensuplarının da zaman zaman ifade ettikleri üzere; 'üzerimize bir marka gibi yapışan' TCK 301. madde ve muhtemelen onu aratmayacak diğer bazı maddelerin kaldırılması ya da düzeltilmesi için atılması gereken adımlar var. Bu maddelerin değiştirilmesi gerektiğini hükûmet mensupları ifade ediyor. Ancak iş, değiştirme safhasına gelince; araya birileri mi giriyor bilmiyoruz, bu değişikliklerin yapılması sürekli erteleniyor.
Meşhur TCK 301. madde ile ilgili tartışmalar göz önüne alındığında, müsbet yönde atılması beklenen adımların ileri tarihlere bırakıldığı görülüyor. "Bugün, yarın gündeme gelecek. Madde nihayet değişiyor" şeklindeki haber ve açıklamaların üzerinden bir iki gün geçince, yeni açıklamalar duyuyoruz.
Başbakan R. Tayyip Erdoğan'ın İspanya ziyareti sırasında da yine 'meşhur 301. madde' gündeme geldi. Yabancı gazeteciler Erdoğan'a, bu madde ile ilgili değişikliğin ne zaman yapılacağını sordular. Başbakan bu soru üzerine, özetle; "Arkadaşlarımız bütün Avrupa ülkeleri başta olmak üzere dünyadaki örnekleri araştırıyor. Onları dikkate alarak yapılacak olan değişiklik bir ay içerisinde Meclis gündemine gelecek" dedi.
Bu madde ile ilgili tartışmaların tarihi eskiye dayanıyor. Nitekim geçmiş yıllarda kısmî değişklikler yapıldı, ama TCK 301. maddede yapılan bu değişiklikler çare değil yeni problemler doğurdu. Dolayısı ile, 'Dünyadaki örnekleri araştırıyoruz' beyanı, geç kalınmış bir beyan olsa gerek. Bu araştırma ve değerlendirmelerin yapılmasının yıllar sürmesi doğru mudur?
Türkiye'yi idare edenler şuna karar vermelidir: Millet ekseriyetinin talepleriyle, milletin ve ülkenin menfaatleri doğrultusunda mı hareket edilecek; yoksa hayali korkularla hareket eden bürokrasi ya da milletten destek almayan hayali güçlerin talepleriyle mi?
Eğer milletin talepleri doğrultusunda hareket edilecekse, ki böyle davranmak demokrasinin olmazsa olmazıdır; o halde bu ve benzeri değişiklikler, müsbet yönde atılacak adımlar bir an önce, belki bir günde gerçekleştirilmelidir. Millet menfaatine olan 'hayırlı işler'de acele etmek gerekir. Aksi halde araya giren 'görünür ve görünmez eller' bu hayırlı işlerin netice vermesine mani olurlar. Nitekim bu güne kadar da mani oldular...
Hükûmetin bu konuda atılacak adımları ağırdan alması, en başta kendi 'hedefler'ine aykırıdır. Dünya âlem biliyor ki, Avrupa Birliği üyeliği yolunda atılacak adımların başında TCK 301 ve benzeri maddeler var. Türkiye'yi temsil için yurt dışına giden her siyasetçiye ilk sorulan soru bu değil mi?
Burada şunu bir defa daha tekrarlamak lâzım: Sözkonusu olan TCK 301. maddeyi değiştirmekle her şey hallolmuş olmayacak. Bu maddenin değiştirilmesi ya da tamamen kaldırılması Avrupa nezdinde 'iyi niyet göstergesi' olarak anlaşılacak ve hedefler konusunda fikir vermiş olacak. Yoksa TCK'da 301. madde gibi problemler doğuracak başka maddeler de vardır. Şu anda meşhur olmayan o maddeler, önümüzdeki aylarda meşhur olabilir. Bu bakımdan mevcut 1982 'ihtilâl anayasası'nın değiştirilmesi de önem kazanıyor.
Tek başına iş başına gelen iktidar; hak, hukuk, adalet ve hürriyetler konusunda atılması gereken adımları ertelememelidir.
16.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Muamma |
|
Başkentin gündemi belirsizliğini sürdürüyor. Başbakanın "esnetilecek" dediği ceza kanununun 221. maddesinden "düzeltilmesi" sözü verilen 301. maddeye kadar bir yığın iç ve dış gündemin mâhiyeti meçhul.
Yeni yılda zam ve vergi furyası, yüksek faiz ve düşük döviz kuru, artan iç ve dış borç yükü ve sıcak para ile bir krizi tetikleyebilecek ekonominin durumu da belirsizlik içinde.
Tıpkı Başbakandan sonra Cumhurbaşkanının kapalı kapılar arkasında Bush'la başbaşa yaptığı görüşmede konuşulanların bilinmemesi gibi.
Belirsizlik gündemine Başbakanın "Alevî açılımı" da eklendi. 279 Alevî kuruluşundan sadece sekizinin katıldığı "Muharrem iftarı"na dokuz bakan ve kalabalık bir milletvekili topluluğuyla katılan Erdoğan, önce "laiklik" vurgusu yaptı. Devletin bütün dinî anlayışlara, inanç gruplarına, mezheplere eşit mesâfede olduğunu söyledi. "Kalbimize nifak sokmak isteyenlere izin vermemeliyiz" uyarısında bulundu.
Ne var ki Başbakan'ın "nifak"tan uzak kalma çağrısı yaptığı "iftar"ın ardında kalanlar, kargaşaya ve âdeta "nifak"a dönüştü; Alevî dernekleri birbirine düştü. Belirsizlik içinde "Alevî açılımı"ndaki taleplerin akıbeti daha da bilinmezliğe dönüştü.
* * *
Özellikle Ankara 6. İdare Mahkemesinin, cem evlerine "ibadethâne" statüsü verilmesi, bütçeden pay ayrılması ve Diyanet bünyesinde dedelere kadro tahsisi talebini kabul etmemesiyle, Aleviliğin Müslümanlığın içinde olup olmadığı tartışmaları daha da yoğunlaştı. Bundan mutedil Alevî vakıf ve ocakları da rahatsız oldular.
"İbâdethane" tespiti, şüphesiz mahkeme kararıyla belirlenmez. Lâkin İslâmda Müslümanların ortak ibadet mekânının cami ve mescitler olduğu bin dört yüz yıllık İslâm fıkıh ve tarihiyle ortada. Belli ki mahkeme her ne kadar kararını "laiklik ilkesi"yle izaha kalkışsa da temel referansını yine Diyanet ve dinî kaynaklardan almış.
Bilindiği gibi, AKP milletvekili Reha Çamuroğlu, cem evlerinin Diyanet'e bağlanıp "ibadethane" olarak kabulü ve dedelere maaş bağlanması taleplerini Erdoğan'a ilettiklerini ve başbakanın "sıcak baktığını" açıklamış; hatta medyada bu isteklerin söz konusu "Muharrem iftarı"nda netleşeceği yorumları yapılmıştı.
Fakat ne iftarda, ne de sonrasında Başbakan bu hususta net bir şey söylemedi, sadece "herhangi bir talep gelmediği"ni belirtti.
Nitekim İspanya'ya hareketinden önce konuyla ilgili soruları cevaplandıran Başbakan, "talepler"in bazı milletvekillerine ve bakanlara geldiğini, lâkin bu hususta şahsına ve başbakanlığa iletilmiş herhangi bir talep olmadığını ifade etti; "Ulaştığında biz bunlara uzak kalmayız" dedi. Peşinden de mahkeme kararını hatırlatarak "anayasa ve yasalar çerçevesinde" kaydını koydu.
Bu durum bir başka belirsizliği su yüzüne çıkardı. Başbakan ve siyasî iktidar, daha önce "sıcak baktığı" taleplere, yasalar ve "mahkeme kararı" çerçevesinde bakmakta.
Gerçek şu ki belirsizlik, "okullardaki din dersleri kaldırılmalı" diyen Çamuroğlu'nun, cem evlerinin camilere alternatif olarak "ibadethane" yapılması benzeri "Aleviliği İslâm dışına iten" tehlikeli taleplerden türemekte. Başbakan ve hükümet, siyaseten peşinen reddetmeyi uygun bulmadığı talepleri zamana yayıp oyalayıp ötelemekte.
Yapılacak olan, dinî delillere dayanarak Aleviliğin İslâm inancının içinde yer aldığı ve bütün Müslümanların ortak ibadet mekânı olan camilerin Alevilerin de ibadethanesi olduğu açıkça deklare edilip, bunun dışındaki makul talepler karşılanabilirdi; nedense hep bundan kaçınıldı. Mesele muammada bırakıldı.
* * *
Bu arada Aleviliği İslâmdan "ayırma" peşinde olanların, bir yandan, dedeliği, dervişliği, şeyhliği, zakirliği yasaklayıp "suç" sayan "Tekke ve Zaviyelerin kapatılması"na dair 667 sayılı "devrim yasası"nın yer aldığı "devrim kanunları"nı "laiklik" gerekçesiyle savunup, diğer yandan cem evlerinin ibadethâne olarak açılmasını ve dedelere maaş bağlanmasını istemeleri, tam bir çelişki.
Görünen o ki "Alevilik" üzerindeki tartışmaların belirsizliğe itilmesiyle istimal ve istismar edilebilecek sinsî bir fitne olarak duruyor. Politik açıklamalar, muammayı daha da derinleştiriyor; daha da kritik ve istismara açık bir vaziyete sokuyor.
Farklılıkları ayrıştırmakla yeni yeni ayrılıkları, ihtilâfları, çatışmaları körüklemek, toplumun içine dehşetli tefrika tohumunu atmaktır. Her an patlatılabilecek bir nifak ve iftirakın kışkırtılmasına zemin hazırlamaktır.
Oysa, konuyu belirsizlik içinde sürüncemede bırakmak yerine, "yapılabilecekler" ve "yapılamayacaklar" tespit edilip bazı yardımlar sağlanabilir. Meselâ elektrik ve su paraları alınmayabilir, ilgililere maaş verilebilir.
Alevileri "dinî azınlık" durumuna sokacak bu fitneye karşı, müzik, çalgı âletleri, namaz ve ibâdet dışı bazı ritüellerin icra edildiği cemevleri, bir "kültür merkezi" ve "dergâh" olarak kabul edilebilir.
Bir an evvel mesele muamma ve istismardan kurtarılmalıdır.
16.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Bediüzzaman ve "nüfuz casusluğu" |
|
Bediüzzaman ve
"nüfuz casusluğu"
Mü'min müdakkik, uyanık, feraset sahibidir. Her söylenen sözün kalbine girmesine yol vermez. Bir sözü kimin söylediğine, niçin söylediğine, kime söylediğine, ne zaman söylediğine dikkat eder. Hadiselere bir değil, dört, hatta altı cephesinden bakar. Taassuptan uzak, selâbet sahibi, yani gerçeği bulduktan sonra ona sıkıca yapışandır.
Bu ölçüler çerçevesinde bakıldığında nüfuz casusluğu, etki ajanlığı; hizmetlerimiz, milletimiz, hatta İslâm âlemi için hassas ve önemli bir problem. Nüfuz etkinliği nedir, nasıl işletiliyor?
I. Dünya Savaşı'ndan sonra yaygın olarak kullanılan "nüfuz casusu" tabirinden Türk kamuoyu yeni yeni haberdar! İşlevinin ise pek farkında değil. Oysa Bediüzzaman, "etki ajanlığını" o devrelerde teşhis edip, karşıt tedbirleri üretmişti. Bu mübalâğalı bir iddiâ gibi görünebilir. Ancak, aşağıda nakledeceğimiz ifadelere göz atılırsa, gerçeğin ta kendisi olduğu anlaşılır:
"Desise-i şeytaniye" adı altında, altı maddede deşifre ettiği, nüfuz casusları ve etki ajanları, insanları şan-şöhret, korku, tamâ (aç gözlülük), yani mal-mülk, gelir sahibi olma hırsı; etnik milliyetçilik, enaniyet (benlik), ve tembellik, tenperverlik (yalnız kendini sevme, kendini düşünme) ile vazifedarlık damarlarlarından yakalarlar.
"Dessas ehl-i dünyanın hafiyeleri (casusları/ajanları) veya ehl-i dalâletin propagandacıları veya şeytanın şakirtleri;1 öyle desiselerle, onları (Kur'ân'ın talebelerini ve hizmetkârlarını) hizmet-i Kur'âniyeden alıkoyuyorlar ki, haberleri olmadan bir kısmına fazla iş buluyorlar, tâ ki hizmet-i Kur'âniyeye vakit bulmasın. Bir kısmına da dünyanın cazibedar şeylerini gösteriyorlar ki, hevesi uyanıp, hizmete karşı bir gaflet gelsin."2
Sahanın uzmanları, dünyanın değiştiğine; ajanlığın, casusluğun da küreviyete, globalliğe ayak uydurarak kabuk değiştirdiğine dikkat çeker. Eski zamanın klâsik casusluk işlevini şimdi "uydular" görüyor. Yeni sistemde, casusluk/ajanlık, "sosyal-ekonomik-siyasal-dinî-kültürel istihbarat" çerçevelerinde yürütülüyor. Artık dışişleri, içişleri, ekonomi-maliye bakanlıkları, Kızılhaç, pilot üniversiteler, enstitüler, vakıflar, özel misyonu olan kardinaller, piskoposlar, hahamlar ve bütün misyoner örgütleri, yurtdışında yatırım yapan şirketler, kezâ temsilciliği olan basın ve haber ajansları gibi çeşitli kuruluşlar, istihbarat örgütlerinin çalışma alanlarıdır; iç içe çalışırlar.
İstihbarat-ajitasyon faaliyetleri, yerli işbirlikçilere, taşeronlara havale edilir. Siparişi alanlara da, literatürde "etki ajanları", "yönlendirici ajanlar" veya "nüfuz casusları" deniliyor. Avam lisanında adları "maşa"dır. Yeni ajan, yani, "etki veya yönlendirici ajanlar" üç grupta incelenir:
- Profesyonel ajanlar
- Satınalınabilir aydınlar
- Sempatizanlar, amatörler.
Profesyoneller, casusluk için hem yurtdışında, hem de yurtiçinde eğitilirler. "Satınalınabilir Aydınlar" özellikle medyada, bürokraside ve siyaset sahnesinden devşirilirler. "Yönlendirici ajanlar" basında veya herhangi bir müessesenin patron veya önderidir. Bunlar, iktidarı etkileme yönünde kullanılırlar. "Sempatizanlar", kitle iletişim, eğlence ve eğitim vasıtalarıyla (sinema, müzik, moda, internet, televizyon vb.) yönlendirilirler.
Bu sahada en etkin çalışan şüphesiz ABD'dir. CIA bu işler için onlarca milyar dolarlar harcıyor. Çeşitli think-tank kuruluşları, üniversiteler, vakıflar buna yöneliktir. Hatta, "green card" sistemi de bunun bir parçasıdır. Her yıl 50000 şanslıyı(!) Amerikan vatandaşlığına dâvet ederler. Çok zekî, dile hâkim olanları istihdam ederler; beyin gücünden istifade eder, sempatizanı yaparlar; propagandalarını yaptırırlar. Kişiliği uygun görülenler profesyonel eğitime tâbî tutulur, özel olarak yetiştirilirler.
Ve kimi manipulasyonlarla etnik yapılar, fanatik sağcılar-solcular, radikal ve aykırı mezhepler, teröre açık gruplar, hatta dindar insanlar bile yönlendirilir ve kullanılır.
Bir zamanlar ABD ve İsrail karşıtı olan siyasî kuruluşlar, nasıl ABD'ci ve İsrail sempatizanı haline dönüştürüldüler? ABD'nin güvenlik stratejisinin temel prensibi şudur: Kendisine yönelik tehdidi, kendi kontrolü altında hedef ülkelere yönlendirmektir.
Meşrûtiyet sonrasında Osmanlı ülkesinde azınlık okulları ve kolejler; I. Dünya Savaşı döneminde Türkiye'de 1000'i aşkın yabancı kolej kurulduğunu ve bunların Anadolu'nun her tarafına yaygınlaştırıldığını, nüfuz casusluğu ve etki ajanlığı için kullanıldığını unutmayalım.
TAZİYE: Gazetemiz Yönetim Kurulu üyesi muhterem Yakup Erdoğan'ın ağabeyi Servet Erdoğan ve Dış Haberler Müdürümüz Mustafa Özcan'ın babası Ahmet Özcan'a Cenâb-ı Hak'tan rahmet ve mağfiret, yakınlarına, dostlarına sabr-ı cemil niyaz ederim.
Dipnotlar:
1- Mektûbât, s. 401.; 2- A.g.e., s. 414.
16.01.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Öyle bir medeniyet ki! |
|
Öyle bir medeniyet olmalı ki ruhlar, akıllar, kalpler, duygular onunla tatmin olsun, arzuladıklarına ulaşsınlar, mutlu olsunlar.
Böylesi bir medeniyet, insan yaratılışına uygun olan İslâm medeniyetinden başka bir medeniyet olamaz.
Bu medeniyetin özü nur, dışı rahmet, içi muhabbet, sûreti yardımlaşma, sîreti şefkat, cazibedâr bir melektir.1
Bu medeniyet öyle bir medeniyettir ki, herkesin, en azından ekseriyetin mutluluğunu içinde bulunduran Kur'ân'dan çıkmıştır.2
Bu Kur'ân medeniyeti her yönüyle mutlu eder insanı. Çünkü Batı medeniyetinin ruh, kalb ve akılları tahrip eden olumsuz esasları yerine, yaratılışa uygun; ruh, kalp ve akılları tatmin eden olumlu esaslar getirmiştir. İşte ortaya koyduğu esaslar:
* Kur'ân medeniyetinin dayanak noktası kuvvet değil, haktır. Hakkın esas alındığı yerde ise adalet vardır, denge vardır.
* Hedefi menfaat değil fazilettir. Faziletin bulunduğu yerde ise sevgi, yakınlık, ısınma ve kaynaşma bulunur.
* Toplum fertlerini birbirine bağlayan bağ ırkçılık yerine din, vatan ve sınıf birliğidir. Bu ise samimî kardeşlik, barış, dış saldırılara karşı savunmayı getirir.
* Hayat prensibi olarak çarpışma yerine yardımlaşmayı kabul eder. Bu ise birlik, beraberlik ve dayanışmayı sağlar.
* Nefsin arzularını tatmin etme yerine doğru yola sevk edip ruhî yükseliş ve tekâmülü sağlamayı gaye edinir. Nefsin isteklerini sınırlar; süflî arzularını kolaylaştırma yerine ruhun ulvî hislerini tatmin eder.3
Görüldüğü gibi Kur'ân koyduğu esaslarla İslâmın en faziletli bir medeniyet ve Eflatun'un faziletli şehri olmaya lâyık olduğunu göstermektedir.4
Gelecek elbet bu harika özelliklere sahip olan İslâm medeniyetinin olacaktır. Bediüzzaman'ın tesbitiyle, "İnşaallah istikbaldeki İslâmiyetin kuvvetiyle medeniyetin mehasini [iyilikleri] galebe çalacak, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumiyi de [genel barışı da] temin edecek"tir.5
Evet, istikbal İslâm medeniyetinindir. "Akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden [aklî delillere dayanan] ve bütün hükümlerini, akla tesbit ettiren Kur'ân hükmedecek"tir.6
Hükmetmek hakkıdır. Şartlar da lehine gelişmektedir. Fazilet ve hidayet değil, rekabet ve tahakküm üzerine kurulduğu için şimdiye kadar Avrupa medeniyetinin kötülükleri iyiliklerine galebe çalmış, ihtilâlci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmüne girmiştir. Açıkça bu, Asya medeniyetinin Avrupa medeniyetine galebe çalacağına kuvvetli bir vesile ve delil hükmündedir. Çok geçmeden de galebe edecektir.7
Evet, istikbal Kur'ân medeniyetinindir.
Dipnotlar:
1- Mesnevî-i Nuriye, s. 77.
2- Sünûhat, s. 99.
3- Tarihçe-i Hayat, s. 119.
4- Divan-ı Harb-i Örfî, s. 47.
5- Hutbe-i Şamiye, s. 42.
6- A.g.e, s. 41.
7- A.g.e, s. 42.
16.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Port Arthur'da Japon-Rus savaşı |
|
Hayli uzun süren bir çekişme döneminin ardından, Japon-Rus Savaşı nihayet başladı.
Bu savaş, genelde bütün Uzak Doğu toprakları, özelde ise Kore ve bilhassa Mançurya üzerinde hâkimiyet kurma teşebbüsleri sebebiyle Rusya ve Japonya arasında yaşanan şiddetli bir rekabetin neticesi olarak ortaya çıktı.
* * *
Port-Arthur (şimdiki adı Lüshun), Çin'deki en stratejik noktalardan biri olan Bohai Körfezi girişinde yer alan bir "liman-şehir"dir. Aynı zamanda kalesiyle de meşhûrdur.
O tarihde Mançurya'nın kuzeyinde bulunan bu liman-şehir, 1894'te Japonlar'ın eline geçti. Ancak, burayı aynı yıl içinde Çin'e geri vermek mecburiyetinde kaldılar.
1898'de yapılan bir anlaşmayla burası "kiralık toprak" olarak Rusya'ya bırakıldı.
Rusya, Çin'le yaptığı anlaşmalar neticesinde, Mançurya'da demiryolu inşa etme ve yeraltı kaynaklarını işletme hakkını elde etti. Bu bahaneyle bölgeye asker yerleştirdi.
Rusya, tâ 1891'de başlatmış olduğu Trans-Sibirya demiryolunu 1904'te tamamlama noktasına geldi.
Ne var ki, Rusya'nın bu tutumu Japonya'yı şiddetle rahatsız etti.
Japonya, aynı yılın Ocak ayında Ruslar'a karşı harekete geçti.
Japon ana filosu, Başkumandan tâyin edilen Amiral Togo'nun emrine verildi.
Amiral Togo, sürpriz bir saldırısı ile Port-Arthur'daki Rus deniz filosunu kuşattı. İki taraf arasında çok şiddetli bir muharebe başladı.
Rusya ile harbe tutuşan Japonya, Şubat-Mart aylarında Kore'yi de işgal etti.
Mayıs ayında ise, Mançurya'daki ana Rus ordusu ile Port-Arthur garnizonu arasındaki bağlantıyı kesti.
Rus ordusu, bu feci durum karşısında mecburen geri çekilmeye başladı. Ekim ayında Trans-Sibirya demiryolu istikametinde çatışa çatışa geri çekildi.
* * *
Japonya, çok pahalıya mal olan bu şiddetli savaş sonrasında nihayet Port-Arthur bölgesine yerleşmeyi başardı.
Zaafa düşen Port-Arthur'daki Rus komutanlığı ise-kendi ordu merkezine dahi danışmaksızın-2 Haziran 1905'te üç aylık erzakı ve istihkâmlarında bulunan yeterli miktardaki mühimmatı ile birlikte Japonya'ya teslim oldu.
Bu hadiseden sonra, Japonya'nın dünya ülkeleri nezdindeki güç ve itibarı bir kat daha büyümüş oldu. Çarlık Rusya'sı ise, hezimete uğramışlığın yol açtığı büyük bir krizin içine düştü.
Şahs-ı mânevînin azameti
Yukarıda, 1905'te Rusları kesin sûrette mağlup eden Japon Başkumandanı Togo Heihaçiro'nun şahsında Japonya'nın bölgedeki nüfuz ve hâkimiyet sahasını tasvir eden bir resim görmektesiniz.
Bu temsilî resimde, Amiral Togo'nun bir ayağı Büyük Okyanus'ta, diğer ayağı ise Ruslar'dan geri alınan Port Arthur Kalesinde gösteriliyor.
O tarihlerde İngiltere'de çıkan London News gazetesinde yayınlanan bu heybetli resimi mühim bir hakikati izah için misâl olarak hatırlatan Bediüzzaman Said Nursî, "Beşinci Şuâ" isimli eserinin "Onuncu Mesele"sinde şu yorumda bulunur:
"Rivâyetlerde, eşhas-ı âhirzamanın fevkalâde iktidarlarından bahsedilmiş.
"Vel'ilmü indallah, bunun te'vili (yorumu) şudur ki: O şahısların temsil ettikleri mânevî şahsiyetin azametinden kinâyedir. Bir vakit Rusya'yı mağlûp eden Japon Başkumandanının sûreti, bir ayağı Bahr-i Muhitte, diğer ayağı Port Arthur Kalesinde olarak gösterildiği gibi, şahs-ı mânevînin dehşetli azameti, o şahsiyetin mümessilinde, hem o mümessilin büyük heykellerinde gösteriliyor."
* * *
Aynı meâldeki bir başka yorum da 15. Mektup'ta yer alıyor. Kısaltarak aktaralım:
"Sual: Rivâyetlerde gelmiş ki, 'Deccalın azamet-i bedeniyesi bu kadardır, şu kadardır...' diye târifat var.
"Elcevap: Deccalın şahs-ı sûrîsi insan gibidir. Mağrur, firavunlaşmış, Allah'ı unutmuş olduğundan, bir şeytan-ı ahmaktır ve bir insan-ı dessastır. Fakat şahs-ı mânevîsi olan dinsizlik cereyan-ı azîmi pek cesîmdir. Rivâyetlerde Deccal'a ait tavsifât-ı müthişe ona işaret eder...
Bir vakit Japonya'nın Başkumandanının resmi, bir ayağı Bahr-i Muhitte, diğer ayağı on günlük mesafedeki Port Arthur Kalesinde tasvir edilmiş; o küçük Japon Kumandanının bu surette tasviriyle, ordusunun şahs-ı mânevîsi gösterilmiş." (Age, s. 61)
16.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Allah'ın isimleri ve derinlikler |
|
Erkan Bey:
*"Risâle-i Nur'da 'Allah' isminden daha fazla, Allah'ın diğer isimleri zikredilmiş. Bunun sebeb-i hikmeti ne olabilir?"
Risâle-i Nur, Allah'ın bin bir esmasıyla örülmüş bir gül goncası gibidir. Mevzular işlenirken Allah'ın isimleri referans alınır. Bahisler derinleştikçe Allah'ın isimlerinden istimdâd edilir. Manevî hazinelerin kapısı Allah'ın isimleriyle açılır. Ummanlarda, deryalarda AIlah'ın isimleriyle yüzülür. İslâm'ın atmosferinde, imanın ufkunda, vahyin verâsında, Kur'ân'ın semasında AIlah'ın isimleriyle uçulur. Hakkın ve hakîkatın kapısı AIlah'ın isimleriyle çalınır, açılır, Allah'ın izniyle girilir ve kapı girmek isteyenlere açık bırakılır.
Bedîüzzaman Hazretleri herhangi bir mevzuda derinliğine hakikat yolu açarken, konu ile ilgili Allah'ın isimlerine sıkça iltica eder ve sığınır. Her bir konuda bir veya birden fazla İsm-i Şerifi melce' ve mence' yapar. Her bir sayfada bir İsm-i İlâhî'den tefeyyüz eder, bir ism-i Lâhutîyi tezekkür eder, tefekkür eder. Bunu Risâlelerinde, isimleri muhtelif ihtiram ifadeleriyle telâffuz ederek barizleştirir.
Meselâ, "Bismillâhirrahmânirrahîm" kelimesinin esrârını işlediği risâlede, bu kelimede geçen isimlere mazhariyetinin gereği, Ulûhiyet, Rahmâniyet, Rahîmiyet, Rubûbiyet, Vâhidiyet, Ehadiyet, İstiğnâ ve Samediyet hakîkatlarının kapısını çokça çalar. Bu hakikatlardan elmaslar ve cevherler çıkarırken Kadir-i Rahîm, Malik-i Ebedî, Hâkim-i Ezelî, Rezzak-ı Kerîm, Mün'im-i Hakikî, Ehad, Samed1, Zat-ı Zülcelâl, Zât-ı Rahmânirrahîm, Rabb-i Rahîm, Zât-ı Akdes, Zât-ı Vâcibü'l-Vücud, Sultan-ı Ezel ve Ebed, Müstağnî-i Ale'l-ıtlak, Sultan-ı Sermedî isimlerini telâffuz, tezekkür, tefekkür, tefeyyüz ve tâdâd eder.2
Meselâ namazın beş vakte tahsisinin hikmetine ve esrarına girerken Saîd Nursî Hazretleri önce ibadetin ve namazın mânâsını verir. Kulun acziyetini ve zaafiyetini şefaatçi yapar ve Allah'ın birden fazla sıfatını melce kabul eder. Derinleştikçe kul, kusur ve noksanlıklarla müptelâ oluşunu idrak etmeye ve ubûdiyete çağırılırken; Cenâb-ı Hakk'ın Celâli, Kudreti, Cemâli, Kemâli, Gınâsı, İzzeti, Azameti, Rahmeti, Rubûbiyeti, Kayyûmiyeti, Kıdemi, Bekası, Kahrı, Mâbûdiyeti ve Mahbûbiyetinden her birisi ayrı birer dergâh kapısı olarak çalınır, açılır ve girilir. Her bir kapıdan girildikçe, bu kapı ile ilgili ism-i şerif tâdâd ve ihsâ edilir. Nitekim bu çerçevede Dokuzuncu Söz'de, Kadîr-i Zülcelâl, Rahîm-i Zülcemal, Kahhar-ı Zülcelâl Kayyum-u Bâkî, Kadîm-i Bâkî, Cemîl-i Lemyezel, Celîl-i Lâyezâl, Rabb-i A'lâ, Mahbûb-u Bâkî, Kadîr-i Kerîm, Mâbûd-u Hakikî, Hâlık-ı Mevt ve Hayat, Hakîm-i Zülkemâl, Hafız-i Rahîm, Gani-yi Mutlak, Rahman-ı Zülkemâl ism-i şeriflerine daha fazla müracaat edilir.3
Bedîüzzaman Hazretleri bu isimleri tâdâd ederken, bir yandan hakikatların en derin kuytularındaki mücevherlere dikkat çeken ve ulaştıran birer ip ucu sunmuş olur; diğer yandan Peygamber Efendimiz'in (asm), "Kim Allah'ın isimlerini ihsâ ederse (sayarsa) Cennet'e girer"4 hadis-i şerifinde verilen müjdenin kapısını aralamış, Peygamber (asm) müjdesine nâil olmak için "isimleri ihsâ etmenin" keyfiyetini, biçimini, tarzını, şeklini ve yolunu göstermiş olur.
Böylece Saîd Nursî Hazretleri Allah'ın isimlerini ihsâ etmeyi "tefekkür" hayatımıza getirmek sûretiyle, Cennet'e vesîle olmakla berâber; sadece "saymaktan" ibâret zannedilen "ihsâ" mefhumunu açmış, açıklamış, tefsîr etmiş, zenginleştirmiş ve mühim bir "Sünnet-i Seniyyeyi" ihyâ etmiştir.
Diğer yandan Allah'ı zikri yalnız "Allah", "Hû", "Hayy", "Hak" gibi sayılı isimlere münhasır kılmaz; bu isimleri de zikretmekle berâber, zikri mümkün mertebe bütün isimlere teşmil eder, yani zikri umûmîleştirir. Başka bir ifadeyle Allah'ı zikirde kalp ile beraber aklı, fikri, dimağı ve diğer duyguları itminana kavuşturur. Başka bir ifadeyle "İlim ve Akıl" çağının insanına AIlah'ın zikrini ilimle, tahkikle ve tefekkürle bütünleştirir.
Bir diğer ifadeyle Risâle-i Nur, insanın "Ahsen-i Takvim" üzere yaratılış hikmetini Allah'ın isimleriyle keşfeder.
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 12, 13
2- Sözler, s. 18, 19
3- Sözler, s. 48, 49
4- Buhârî, 8/1165; Tirmizî, Daavât, 86
16.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Hem simge, hem tukus |
|
Demokrat Parti, 1950 yılında iktidara gelseydi, ezan değil de şayet şeairden veya İslâmın sembol ve simgelerinden olan başörtüsü yasak olsaydı kararlılığıyla onu da çözerdi. Ama daha sonraki iktidarlar onun üzerine yeni bir şey ilâve edemediler. Özellikle de 12 Eylül'den sonra üniversitelerde gündeme gelen başörtüsü yasağıyla ilgili hem ANAP, hem de AKP bir devresini doldurmasına rağmen, bir varlık gösterememiştir. Havanda su dövüyor. Bu itibarla, ANAP ve AKP 1950'den sonra gelselerdi DP'nin yaptığını yapabilir ve ezan meselesini çözebilirler miydi?
Buradan baktığımız zaman, sanki insana çözemezlerdi gibi geliyor. Ama şayet ANAP ve AKP yerinde Demokrat Parti olsaydı başörtüsü meselesini çözebilir miydi, sorusunun cevabı da insana evet gibi geliyor. Çünkü mesele kararlılık meselesi. Adnan Menderes belki şahsî hayatında halefleri kadar dindar değildi, ama dinî şeaire hürmet ve hürriyet bağlamında haleflerinden daha kararlı olduğu aşikâr. Zira, o karşılaştığı 18 yıllık müzmin problemi çözdü. Ama halefleri çözemedi. Bunda şüphesiz kararsızlıklarının payı büyük. Düşünün CHP'nin ceberrut dönemi ve parti içinde de Celal Bayar gibi laiklik konusunda celadet sahibi insanlar var. Ona rağmen, Menderes üsteliyor ve diretiyor ve sonunda ezan aslî sûretine döndürülüyor. Ama bu kazanım daha sonra rejimin bekçileri tarafından hiçbir zaman hazmedilemiyor. Nusret Demiral gibi adamlar meselenin küllenmesine ve üzerinden yarım asır geçmesine rağmen hâlâ meseleyi unutamamışlardı. Sünneti yine bid'ata çevirmek istiyorlardı. Ama bu kazanımı bir daha sökemediler.
Ezandan sonra Türkiye'yi en fazla meşgul eden, yoran şeair veya dinî simge ise, başörtüsü olmuştur. Kimileri başörtüsüyle daha rahat mücadele edebilmek için onu dinî bir simge veya şiar olmaktan çıkartarak siyasî bir malzeme haline getirmek istedi. Bunda dinî kesimlerin kabahati olsa da başörtüsü takan masumların hiçbir kabahati yoktur ve olmamıştır. Sadece onlar üzerinden bir bilek güreşi yapılmıştır. Mesele siyasî bir çekişme meselesi ve siyasî bir malzeme haline getirilmiştir. Kazan-kaybet savaşına dönüşmüştür.
***
Halbuki, ezandan sonra en müzmin mesele ile karşı karşıyayız. Bu meselede çok zayiat verildi. Binlerce, yüzbinlerce kız ve ailesi etkilendi ve hâlâ da bu yara kapanmadan devam etmektedir. AKP'nin yeni anayasa ile meseleye neşter vurup çözeceği beklendi. Ama başbakan son konuşmasıyla çözüme değil çözümsüzlüğe hizmet etmiştir. Adeta ipe un sermiştir. 'Velev ki siyasî simge olsun' diyerekten başladığı konuşmasını yanlış bir denklem üzerine bina etmiş ve karşı tarafın argümanlarını esas alan bir çözüm veya savunma tarzına girmiştir.
Herşeyden önce, başörtüsü, siyasî bir simge değildir. Güneş balçıkla sıvanmaz. Tek başına bir simge de değildir. Arapların taks/tukus dedikleri gibi bir taabbut biçimi ve her şeyden önce ibadettir. Kadınların namazı, ancak onunla tamamlanır. Dolayısıyla başörtüsü bir siyasî simge ise, o halde namaz da siyasî bir simgedir. Zira, İslâm başörtüsünü namazın olmazsa olmaz şartları arasında kabul etmektedir. Yine erkeğin namazda ve onun ötesinde mahremiyet olarak dizkapağı ile göbeği arasını kapatması da siyasî bir simge olmalı. Başörtüsü karşıtlarının asıl derdi, Şahin Filiz örneğinde olduğu gibi, onun dinî boyutunu red ve inkâr ederek yasağı dinen de meşrû hâle getirmektir. Böyle yaptıklarında hem onunla daha kolay mücadele etmiş, hem de vicdanlarını da rahatlatmış oluyorlar. Şahin Filiz gibilerin problemi şu: Hem din ile dünyanın ayrışmasını savunuyorlar, hem de din ile dünyanın sınırlarını ayırdıkları hâlde neyin dinî olup olmadığını, yani dinîn sınırlarını da kendileri tayin ediyorlar. Bu çifte kavrulmuş bir yasaktır. İnsana girân gelen de işin bu noktasıdır. Başbakanın konuşması ise, zımnen onların söylemini kabul anlamındadır. İstifham-ı inkârî şeklinde bir ifade olsa bile, karşı taraf bu incelikleri kavrayacak durumda değil. İstismarına yol arıyor. Gerçekten de bazıları başörtüsünü siyasî bir sembol olarak görmek istiyor. Bu doğru değil.
İslâm'da iki sembol var. Bir Allah'ın sembolleri ki, şeairillah olarak biliniyor. Hac menasıki böyledir. Diğeri de İslâm'ın sembolleridir. Ezan, başörtüsü, kurban bunlar arasındadır. Başörtüsü kısaca dinî bir semboldür. Bununla birlikte, başörtüsünün dindeki yeri sembolizmle sınırlı değildir. Onu hacdan ayıran da budur.
***
Başörtüsünün dinî ve ibadî, yani takusî bir özelliği vardır. Dolayısıyla başörtüsü mücerret bir mesele değil, kadının ve hayatın var olduğu her alanda vardır. Başörtüsünü siyasî bir simge olarak göstermek yasaklamaktan daha şiddetli bir cezadır. Bir cürümdür. Dolayısıyla başbakanının doğru söylemde 'velev'le bir gedik açması yanlış olmuştur. Nitekim, CHP Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Özyürek, başbakanın başörtüsünü siyasî bir simge olarak kabul ettiğini ileri sürmüştür. Böylece başbakan bu konuşmasıyla başörtüsünün çözümü zeminini daha da zayıflatmış ve temel tezi bulanık hâle getirmiş ve berraklıktan uzaklaştırmıştır. Bu durumda başörtüsü için galiba yeni Adnan Menderes'leri beklememiz icap edecek...
16.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|