Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 05 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Nejat EREN

Dertsiz gömleği



Şu fanî dünyada dertsiz adam aramak boşuna uğraşmaktır. Bunun için de tek çare, kâinatın Yaratıcısının koyduğu kanunlara uymak, onun vaz' ettiği prensiplere göre hareket etmek ve reçetelerine göre uygun yaşamaktır. Değilse bunun dışındaki bütün çabalar, gayretler, uğraşmalar beyhude ve boşunadır. Yoksa hayat büyük sıkıntıların ve ıztırapların kaynağı haline döner.

Zenginlik, akıl, makam, şöhret, gençlik, sağlık, mal, mülk, servet gibi toplum hayatında öne çıkan hâl ve durumlar, göründüğü kadar o değerlere sahip olanlara saadet ve mutluluk getirmiyor maalesef.

İşte bu konuda ibretli bir hayat hikâyesi:

Adamın biri çok zenginmiş. Bir gün gözleri rahatsızlanmış ve görmez olmuş. Başlamış çare aramaya. Kime gittiyse çare bulamamış.

Gel zaman, git zaman birisi demiş ki, senin çaren var. Fakat dertsiz birisini bulup gömleğini gözlerine sürersen gözlerin açılır demiş.

Adam dertsiz birini bulmak için yollara düşmüş. Şu beldede var demişler ve tarif edilen kişiyi bulmuş. Sormuş: "Arkadaş senin derdin var mı?" Adam başlamış anlatmaya. "Arkadaş senin derdin benimkinden daha çok" demiş.

Derdine çare bulamamış. Yeniden yollara düşmüş. Demişler falan beldede var. Gitmiş yine tarif edilen yeri bulmuş. "Arkadaş senin derdin var mı?" Dinlemiş adamı... Bakmış ki durum eskisinden farklı değil. "Oooo arkadaş senin derdin benimkinden daha fazla" demiş. Çaresiz beklemeye koyulmuş adamcağız.

Yıllar sonra demişler ki, "Filan dağda bir çoban var hiç derdi yok."

Bizim dertli adam, elinde baston düşmüş yollara, patika yollardan düşe kalka dağ başındaki çobanın yanına varmış.

Selâm faslından sonra sıra gelmiş meramını anlatmaya. Dertli adamımız çobana demiş ki: "Arkadaş senin derdin var mı?" Çoban; çok rahat ve kendinden emin, müthiş bir tevekkülle; "Arkadaş benim hiç derdim yok..." demiş. Adam sevinçten ne yapacağını şaşırmış. "Elhamdülillah nihayet buldum" demiş.

Çobana demiş ki: "Arkadaş benim derdimin çaresi sende. Ben yıllardan beri bu derdime çare arıyorum. Senin gömleğine gözümü sürersem gözlerim açılacak demiş."

Çoban; "Arkadaş, ben de çok sevindim ama maalesef benim gömleğim yok demiş!"

Çare, sahip olduğumuz nimetlerin ve değerlerin, bunun da ötesinde onları bize veren kudretin kıymetini idrak edip, O'na kullukta kusur etmemek.

Fani dünyanın bütün işleri böyle fani, aldatıcı ve yalancı. Bunu görmek ve idrak etmek için maneviyât pusulası olan Kur'ân hakikatlerine bakmak ve onu rehber edinmek tek çaredir. Bin dört yüz küsûr senedir bu gerçek insanlığın önünde bütün açıklığıyla durmaktadır.

Hülâsa, sağlığın-hastalığın, varlığın-yokluğun, gençliğin-ihtiyarlığın, işçiliğin-patronluğun, hayatın bütün şatlarının ve durumlarının mutlaka ama mutlaka katlanılması ve olduğu gibi kabullenilmesi lâzım geldiği hatırdan uzak tutulmamalıdır. Gerçek çözüm ve huzur bu anlayışı yakalamaktadır.

Cenâb-ı Hak, elinde bulunduğu nimetleri en iyi şekilde değerlendiren, her hâl ve şartta hayatı, onu verenin arzu ve emirleri doğrultusunda yaşayanlardan eylesin. (Âmin).

05.01.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Ekonomi nereye?



Yeni yıla girerken ekonomi için yapılan değerlendirmelerde, ağız birliği etmişçesine, içte ve dışta yoğunlaşan risk faktörlerine ve kırılganlığın arttığına dikkat çekilmesi anlamlı.

Beş yıldır çizilen pembe tabloların sonuna mı gelindi? Yine "acı ilâç" dönemine mi giriyoruz?

2008'in peş peşe gelen elektrik, doğalgaz ve akaryakıt zamlarıyla karşılanması, çoktandır bu çeşit zamları duymamanın verdiği rehavet ve gevşekliği hafiften silkelemeye başladı. Eskisinden daha yüksek ödeme rakamları içeren faturalar evlere ulaştıkça bu sarsıntı büyüyebilir.

Gerçi ilgili bakanlar "Beş yıldır zam yapmıyoruz, bunları anlayışla karşılayın" diyorlar ve şimdilik halkın ekseriyeti bu anlayışı gösterebilir.

Ama zaman içinde zihinlerde "soru işaretleri" de belirmeye başlar. Bu sürecin, "Bunların da eski hükümetlerden farkı yokmuş" kanaatine dönüşmemesi ise, bundan sonraki politikaların ve uygulamaların seyrine bağlı.

Bilindiği gibi, tüketici bütçelerini olumsuz etkileyen böylesi zamlar, devlet bütçesindeki delikleri kapatmak için kullanılan klasik yöntem.

Ne zaman bütçe açık verse, halkın kesesinden karşılamak için bu zamlar yapılır. Vergi artışları ve duruma göre yeni vergiler de cabası.

Şimdi de, eski devirlerdeki boyutta olmasa dahi, yine benzer bir duruma mı geldik?

Geçen dönem AKP hükümetinin ekonomiyle ilgili önde gelen bakanlarından biri olarak görev yapan, ama seçim öncesi sürpriz bir şekilde aday olmayarak siyasete ara verme kararı alan Abdüllatif Şener'in 2008 başında var olan ekonomik tabloya dair tesbitleri dikkat çekici.

31.12.07 tarihli Milliyet gazetesindeki değerlendirmesinde ekonominin yeni yılda iki yönden kırılganlığa açık olduğunu ifade eden eski Bakana göre:

İçeride, enflasyonun, hedeflenen oranın iki katını bulması; işsizlik ve cari açıktaki artış ve büyümedeki düşüş, çok önemli risk faktörleri.

Dışarıdaki en büyük risk ise, ABD'de 300-500 milyar dolar tutarındaki geri dönmeyen krediler. Bundan dolayı bir dalgalanma yaşanırsa, yıllardır Türkiye'deki cari açığı finanse eden para bolluğunun biteceğini söylüyor Şener.

Yani, beş yıldır devam eden pembe tabloların en önemli dayanağını oluşturan "sıcak para cenneti"nin sona erme riski kuvvetle vârid.

Öte yandan, Amerikan ekonomisinin daha derin bir kriz içinde bulunduğuna ilişkin çarpıcı değerlendirmeler yapan ekonomistler de var.

Bunlardan biri, Harvard Üniversitesinden Prof. Dr. Niall Ferguson. Financial Times gazetesindeki incelemesinde ABD'nin borç krizini, 1870'lerde iflâs eden Osmanlının durumuna benzetiyor Ferguson. Ve kriz aşılamadığı takdirde ortaya çıkacak sonucu şöyle ifade ediyor:

"Borçlu imparatorluklar, borç verenleri tatmin etmek için hisse satmaktan fazlasını yapmaya mecbur kalırlar." (3.1.08 tarihli gazeteler)

Ferguson'un öngörü ve uyarısı, ABD için ekonomiyi de aşan bir çöküş sinyalini içeriyor.

Böyle bir çöküş bugünden yarına olacak birşey değil. Osmanlının tarihe karışması, ekonomik iflâsından tam yarım asır sonra gerçekleşti.

Acaba ABD de o âkıbete uğrar mı? Ve böyle bir sonun 2008'e tekabül edecek öncü sinyalleri, Türkiye'yi ve ekonomisini nasıl etkiler?

05.01.2008

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Şu çılgın teröristler



Aslında, sürpriz sayılmayacak bir bombalamanın ardından Başbakan Erdoğan ve Genelkurmay Başkanı Büyükanıt Paşa, soluğu Diyarbakır'da aldılar. Devletin orada hazır bulunması iyi bir psikolojik taktik. Lâzım ve elzem. Asker kendi alanındaki görevini, hükümet de siyasî ve idarî alandaki görevini uyumlu bir koordinasyon içinde yaparsa, elbette ki olumlu sonuçlar alınacaktır. Önyargılı yaklaşımlarla, birinden birini ötekinin önüne geçirmenin veya daha hakim bir konumda tutmaya çalışmanın anlamı yoktur. Hükümet kendi yetkileri kapsamında gerekeni yaparken, askerler de sınırlı, sorumlu sınır ötesi ve sınır berisi alanlarda kendine düşenleri yerine getirecektir.

Diyarbakır olayından önce, araba kundaklamaları üzerine yazacaktım aslında bu yazıyı. Bir yerde Kandil Dağı harekâtından sonra yurdun muhtelif yerlerinde bu tür sabotajların, suikastlerin olacağını tahmin etmek zor değil. Bırakın örgüt psikolojisini veya stratejisini en azından insan psikolojisi gereği bu tür saldırıların olacağı kuvvetle muhtemeldir. Etki tepki meselesi.

Van'da, Bursa'da hazırlık aşamasında yakalanması da gösteriyor ki, araba kundaklama potansiyeline sahip olduğu anlaşılan örgüt veya örgütler eleman bulabildikleri veya gönderebildikleri herhangi bir yerde de bombalama eylemi gerçekleştirebilirler. Devletin meşru kolluk kuvvetleri bu durumda gözünü beş açmak zorundadır.

Diyarbakır vukuatını yansıtan medya "Bebek katilleri" vurgusuyla olayı duyuruyor. PKK'nın acımasızlığını veya haksızlığını teyid bağlamında uygun bir manşet. Ancak haksız yere öldürülen kim olursa olsun öldürenin "katil/zalim" oluşunu hafifletmiyor. Katilse katil, caniyse cani, fark etmiyor.

Bir gemide 9 masum bir katil bulunsa, o masumlar için gemiyi batırmamak adaletin, Kur'ân tabiriyle "Adalet-i mahza"nın gereğidir. Çağımızda bu terimi yeniden hayatiyete geçirerek, sosyal ve siyasal meselelere bakmada önemli bir kıstas haline getiren Bediüzzaman Said Nursî'ye göre "Hatta 9 katil 1 masum olsa , yine o gemiyi adalet-i mahza gereği batıramazsınız."

Doğudaki bir hatanın bedelini Batıdaki bir vatandaştan çıkarmanın, Kandil Dağındaki bir harekâtın misillemesini Diyarbakır'daki bir öğrenciden ya da asker-subay çocuğundan çıkarmanın dâvâya, hakka ve haklılığa hiçbir katkısı olamaz, olmaz ve olmayacaktır da.

Canavar siyasetin gereği olarak böylesi toptan hesap sormalar, haklı/haksız ayırmadan adaletin mizacındaki "temyiz-tefrik" özelliğini ayaklar altında çiğnercesine yapılan misillemeler tarih önünde bu işin faillerini haklı olmaktan çıkarıp "zalim" konumuna getirir.

Görülüyor ki, haklı olduğunu ileri süren bir taraf mücadelesini meşru zeminde, adalet ve hakkaniyet ölçekleri çerçevesinde yürütmezse, yeni zulümlere ve cinayetlere yol açar. Misliyle mukabele eden öbür taraf da haklı hale gelmeyerek zalimliğiyle baş başa kalır.

Fikir ve düşüncelerin silâhla ifade edilmesi durumunda, fikir sahibi kendi kendini bitirmiş ve iflasa sürüklemiş olur. Bu yapılanları gördükten sonra yapana "çılgın" denilmesi de kaçınılmaz bir gerçektir. Allah akıl ve iz'an versin.

05.01.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Dünya üretir, Amerika tüketir



"Vahşî kapitalizm"in hamisi Amerika'nın; dünyada üretilen petrolün dörtte birini tükettiği açıklandı. 300 milyona yaklaşan nüfusuyla, 1.5 milyar insanın tüketmesi gereken petrolü tüketmesi dünyanın dikkatini çekiyor.

Tabiî ki, Amerika'nın devâsa tüketimi, sadece petrolle sınırlı değil. Hangi konuya el atılırsa, en fazla tüketen, israf eden, har vurup harman savuran bir anlayış ve ülke ile karşı karşıyayız. 'Komşu'ları aç iken, 'tok' yaşayan Amerika, bir anlamda kıyametin kopmasına da sebep oluyor. Küresel terör ve anarşi, bu adaletsizlikten besleniyor...

Hadisenin bir başka cephesi daha var ki, o da çok dikkat çekici. Petrol ve benzer ürünleri, başta Ortadoğu ülkeleri olmak üzere, dünya üretiyor ve büyük ölçüde Amerika tüketiyorken, silâhları Amerika üretiyor ve Ortadoğu ülkeleri tüketiyor! "Vahşî kapitalizm" öyle bir sistem kurmuş ki, kim kiminle savaş yapsa, Amerika kâr ediyor. Gazetemizin karikatüristi İbrahim Özdabak, Amerika'yı hedef alan 11 Eylül 2001'deki "İkiz Kule" saldırısı ile ilgili olarak çizdiği bir karikatürde, kuleler yıkılırken sevinen 'silâh tüccarları'nı konu edinmişti. Dünya yıkılsa bile onlar hep 'kâr'da!

Meselâ, son günlerde, 'Butto suikastını kim, niçin yaptı?' diye tartışıyor. Tartışmalar devam ediyor, ama bu kargaşadan kâr edenler de var: Silâh tüccarları!

İyi güzel de, bu 'düzen' hep böyle sürüp gider mi? Gitmez ve gitmemeli. Çünkü, bilindiği üzere 'küfür devam eder, ama zulüm devam etmez." Amerika'nın öncülük ve sözcülük yaptığı anlayış, hali hazırda haksızlık ve zulüm üzerinde yükseliyor. Değil binlerce, milyonlarca insanın 'ah'ını alıyor. Dolayısı ile zulm ile yükselen bir imparatorluğun ilel ebed devam etmesi mümkün değildir. Nitekim, uzmanlar ABD için 'tehlike çanları'nın çaldığını ifade etmeye başladılar. Harvard Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Niall Ferguson, Financial Times gazetesinde yayınladığı makalesinde ABD'yi, Osmanlı Devleti'nin gerileme devrine benzerek şöyle demiş: "Bu tarihsel benzeşme, Amerika'nın adeta bir impatatorluğu andıran Ortadoğu ve Asya'daki müttefik ağları için iyi bir işaret değil. Borçlu imparatorluklar, er ya da geç borç verenleri tatmin etmek için hisse satmaktan fazlasını yapmaya mecbur kalırlar." (Star, 3 Ocak 2008)

Amerika'nın 'son'unun, Osmanlı'ya benzetilmesine 'teknik' anlamda itiraz edilebilir. Çünkü Osmanlı'nın dünya hakimiyeti 'zulm'e değil, 'adalet'e dayanıyordu. Amerika'nın hakimiyeti ise, 'hile'ye dayanıyor.

Amerika'nın çöküşünü haber veren 'gösterge'ler sadece ekonomik göstergelerden ibaret değildir. Bugün için dikkate alınmayan "Oturan Boğa" kabilesinin itirazlarını yeni itirazlar da takip edebilir. Mazlûm milletlerin 'ah'ını alan bu ülkenin ve idarecilerinin âbad olması mümkün değildir. Ciddî bir nedamet ve adalate dönüş yaşanmadığı sürece, çöküş mukadderdir. İnşallah kendileriyle birlikte dünyayı da uçuruma sürükleyen gözü dönmüş yöneticiler, yerine insaf ehli yöneticilere devreder.

Amerika'nın çöküşünü arzuluyor değiliz, bizim arzumuz; dünyanın sulh ve sükûna kavuşması...

05.01.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Demokrat Parti



Siyasî partileri değerlendiren Bediüzzaman, "demokratlığı", İslâm'ın "hürriyet-i vicdan" umdesine dayandırıp kuvvetin kanunda olması olarak tanımlar. Aksi halde istibdat ve mutlak keyfîliğin hükümferma olacağını belirtir. Bunun için Demokrat Parti'yi takdir eder. (Emirdağ Lâhikası, 387)

"Ahrarlar"ın devamı olan, "demokratlık ve hürriyetçiliği" esas alan Demokrat Parti, 14 Mayıs 1950'de iktidara gelişinden bir ay sonra Ezân-ı Muhammedînin aslına çevrilmesiyle maddî hizmetlerin yanında mânevî hizmetleri başlattı. Demokrat Parti ve devamı partilerin iktidarı döneminde, 570'in üzerinde imam hatip okulunun, onlarca yüksek İslâm enstitüsü ve ilâhiyat fakültesinin yanısıra yurt sathında binlerce Kur'ân kursunun hizmete açılması, okullara din derslerinin konulması, Diyanet'e 80 bini aşkın kadro tahsis edilmesi; demokratların temel mefkûresini, mânevî değerlere hizmet ve icraat vizyonunu göstermişti.

Maddî kalkınmanın veçhesinde ise barajlar, hidroelektrik santralleri, elektrik ve suyun 40 bin köye ulaştırılması, ülkenin karayolları ağıyla örülmesi, demir çelik fabrikaları, sanayinin gelişmesi ve on yıllar boyunca yüzde 5-6 enflasyonla 7-8 kalkınma, Türkiye'yi zirveye taşımıştı.

Ne var ki, bunları hazmedemeyen iç ve dış ifsad şebekeleri, çeşitli desîse ve tahriklerle demokratik zemini darbelerle dağıttılar. Türk siyaseti, "dinden tecrid maarif"le laikliği "lâdini" zihniyetle "din dışı" olarak algılayan "Halk Partisi" ile menfî milliyet ve "din adına siyaset" çıkmazında kalan "Millet Partisi"nde kavramlaşan partilere ihâle edildi.

Uluslararası güç ve sermaye, milletin temel dinamiklerini harekete geçiren, değerlerini baş tâcı edip, toplumda maddî ve mânevî kalkınmayı birlikte başaran Demokrat Parti ve devamı partilere kumpas kurdular.

* * *

Darbelerin şakşakçısı dış mihraklar, 27 Mayıs darbesiyle milletin birlik ve beraberlik harcı olan, devletle milleti barıştırıp buluşturan Demokrat Parti'nin ardından Adalet Partisini ve Doğru Yol Partisini de bu yüzden çeşitli darbe ve dalaverelerle devirip devre dışı bıraktırdılar.

Darbelerin anası kanlı 27 Mayıs'ın peşinden 12 Mart muhtırası, 12 Eylül ihtilâli ve en son 28 Şubat "postmodern darbesi"nde hep Demokratlar hedef alındı; Demokrat Parti ve devamı partilerin milletten aldıkları meşru iktidarları gasbedildi.

Türkiye'nin başına "bölücülük" belâ edildi, terör azdırıldı; toplumda kutuplaşma ve kamplaşma baş gösterdi. Türk siyaseti uç politikalara taksim edildi, kargaşa ve kaos tırmandırıldı, iç çatışma ve içsavaş senaryoları sahneye konuldu.

Aynı oyun 22 Temmuz seçimleri öncesinde de oynandı. 28 Şubat'ın asıl mağduru DYP'nin tasfiyesi hesabına peşpeşe senaryolar devreye sokuldu. Demokrat Parti misyonunun iktidarını hazmedemeyen odaklar, bu kez Meclis'teki muhalefetine bile tahammül edemediler.

DYP, önce "cumhurbaşkanı seçimi" bahanesiyle amansız ve insafsız topyekûn bir propagandaya mâruz bırakıldı. Ardından DYP-ANAP birleşmesi akamete uğratılarak muhteşem Demokrat Parti projesi iç ve dış fesatçılarca "fiyasko" olarak serişte edildi.

Medyanın gazıyla iktidarın beş yıllık icraatının hiçbir muhasebesi yapılmadan, özellikle mânevî değerlere dair vaadleri sorgulanmadan, Tek Parti zihniyetiyle dayatılan başörtüsü yasağına ve gece yarısı "e- muhtıralar"a karşı salt "Çankaya'da bir başörtülü" hissiyatı tahrik edildi. Millet, neye niçin oy vereceğine bakmadı; kamuoyu yanlış bir mecrâya sürüklendi.

Oysa, her ne kadar Menderes ve Özal'la yan yana fotoğraflarını koyup kendisini "ikinci Özal" ve sağ siyasetin vârisi gösterse de, partisini "muhâfazakâr demokrat" olarak tanıtsa da, AKP'nin hiçbir zaman Demokrat Parti'nin misyonunu, yüklenemediği hemen hemen her meselede gösterdiği kırılganlıklarla ortada.

Bu yüzden, "demokrat misyonu" rehber edinecek ciddî ve kararlı bir irâde göstermedi. Aksine birçok konuda kasten bu açılımdan uzak kaldı, ANAP'ın dört temâyülü birleştirmesine benzer "Millet Partisi"nin bir versiyonu olarak "üçüncü bir yol"u tercih etti. Bu durum, siyasî iktidarın bilhassa inanç ve mânevî meseleler karşısındaki kırılganlığını daha da derinleştirdi.

* * *

Demokrat Parti Türkiye'de yüzde 57'lere ulaşmış yegâne partidir. Kimse DP'nin uğratıldığı hezîmet üzerinde hesap yapmasın. "Emânet" artık büyük kongrededir; genel başkan kim olursa olsun; yeter ki Demokrat Parti'nin mirâsını devralabilecek irâde ve olgunluğu gösterebilsin.

Siyasî iktidarın, özellikle demokratik irâde zaafı ve mânevî meselelerdeki çekingenliği gösteriyor ki, bugün Türkiye'nin demokrat zeminde ve sağ siyasette bir alternatife ihtiyacı vardır. Demokrat Parti, milletin kendi mukedderâtına hâkim olmanın adıdır. 57 yıl önce çeyrek asrın diktatöryasını zir-û zeber ettiği gibi, bugünde önüne konulan engelleri aşmalı, tuzakları bir defa daha boşa çıkarmalı, zincirleri kırmalı; oyunları, hîleleri boşa çıkarmalı.

Tıpkı her ara rejim ve darbenin ardından antidemokratik dayatma ve tortuları silip süpürdüğü, ihtilâl ürünü partilerin pabucunu dama atıp ifsad plânlarını bozan kırat, bir defa daha şahlanacak. 1950, 1965 ve 1991'de olduğu gibi.

Bu irâde ve azim olduğu, misyona sahip çıkıldığı sürece, su mutlaka yoluna girecek; dereler nehirlere, nehirler denizlere akacak; birleşip, bütünleşip okyanus olacak. Demokrat Parti, kökleri üzerinde bir defa daha yükselecek.

05.01.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

2008'e "özgürlükçü" anayasa yakışır



22 Temmuz seçimlerinin ardından "sivil anayasa" adı altında anayasada kapsamlı değişikliği gündeme getiren AKP'nin, taslak üzerindeki çalışmalarını tamamladığı ve taslağı basıma verdiği söyleniyor. Taslak, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın belirleyeceği bir tarihte kamuoyuna açıklanacak. Aynı anda, internet sitesinden de diğer anayasalar ve bu konuda yapılan çalışmalarla birlikte, gerekçelerinin de duyurulacağı belirtiliyor.

Geçen yılın Aralık ayı sonunda açıklanacağı duyurulmasına rağmen, taslağın duyurulması 2008'e sarkmış oldu. 2008'in en önemli gündem maddelerinden birini oluşturacak olan yeni anayasa çalışmaları, bilindiği gibi, Prof. Dr. Ergun Özbudun başkanlığındaki akademisyen heyetine hazırlattırılmış, daha sonra AKP'nin hukukçu kurmayları tarafından son şeklinin verilmesi çalışmaları yapılıyordu.

Çalışmalar yürütülürken, "daha özgür ve sivil bir anayasa" olması için bazı sivil toplum kuruluşları da toplantılar yapmaya başlamıştı. AKP'nin hazırladığı taslakta STK'ların ortaya koyduğu değişiklikler yansıyacak mı, hep beraber göreceğiz. Bu çalışmalardan en kapsamlısı aralarında TOBB, TİSK, TÜRK-İŞ, HAK-İŞ, MEMUR-SEN, KAMU-SEN, TESK VE TZOB, TBB, TÜSİAD, MÜSİAD, ASKON, KA-DER, KAGİDER, TUSKON, TÜGİAD, TÜGİK, TÜRKONFED ve TVYD'nin bulunduğu 83 sivil toplum kuruluşundan yaklaşık 250 kişinin katıldığı "Anayasa Platformu Ulusal Çalıştayı" olmuştu. Buradan çıkan neticeleri geçen günlerde bu köşede yazmıştık. (14.12.2007)

Bu çalışmadan başka, MÜSİAD ve MAZLUMDER'in de hazırladığı taslaklar açıklandı. MAZLUMDER'in yaptığı çalışmada yer alan birkaç konuyu bazı satırbaşları ile buraya almak istiyorum. "Sivil anayasaya insan hakları ve özgürlükler açısından öneriler" ismiyle açıklanan çalışmada şöyle denilmişti: "Tarafsız devlet, ideolojisiz anayasa olmalı. Anayasada özgürlük asıl, sınırlama istisna olmalı; özgürlükleri keyfî ve ideolojik gerekçelerle sınırlayan birtakım yasaklara yer verilmemelidir. Laiklik; herkesin din ve vicdan özgürlüğünü, inanma ve inanmama hakkını garanti altına alacak bir anlayışla, açık ve anlaşılır bir tanıma kavuşturulmalıdır. Türkiye'nin demokratik bir ülke olması için yeni anayasa, askerî bürokrasinin siyasî iktidarlar üzerindeki vesayetine son vermeli, seçilmiş sivil otoritenin hâkimiyetini tesis etmelidir. Sivil anayasa, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı ilkeleri dâhilinde hukukun üstünlüğünü hâkim kılmalıdır. İfade özgürlüğü en geniş hali ile tanınmalıdır."

Keza, MÜSİAD'ın açıkladığı çalışmada yer alan, "devlet için resmî bir ideoloji tarif edilmemesi, tüm düşüncelerin eşit şartlarda yarışarak siyaset yapmasına izin verilmesi" gibi önemli teklifler yer almıştı.

Dikkat çekici bir durum da gözlerden kaçırılıyor. AKP ve sivil toplum kuruluşları teklifler, taslaklar hazırlarken, Meclis'te grubu bulanan partilerin henüz bir çalışma yapmaması ya mevcut anayasadan memnun olduklarını gösteriyor, ya da kendi taslaklarını AKP'nin taslağından sonra açıklayacaklarını.

* * *

Hükümet, sivil toplum kuruluşlarının üzerinde çalıştıkları bu teklifleri mutlaka dikkate almalı ki, herkesin üzerinde anlaştığı "sivil" bir anayasa yapılabilsin. Yoksa, sadece 6 kişilik akademisyenler heyeti veya AKP'nin hukukçu kurmaylarının hazırladığı bir anayasa olarak hatırlanmaktan kurtulamaz.

AKP kanadında taslak çalışmaları yürüten heyetin başında yer alan Dengir Mir Mehmet Fırat, "Tam anlamıyla sivil bir anayasa olacak" güvencesi veriyor, ancak "İster sağ, ister sol iktidar gelsin, bunu rahatlıkla uygulayabilir ve kolay kolay da değiştirme ihtiyacı duymaz" demeyi de ihmal etmiyor. Fırat , "Sürpriz var mı?" sorularına karşılık ise, "Anayasanın bizzat kendisi sürpriz" diyerek karşılık veriyor. Sakın, özgür ve sivil bir anayasa beklerken eskisinden çok az farklı bir anayasa taslağı sürprizi ile karşılaşmayalım. İhtilâl anayasasının yerine yeni bir anayasanın hazırlanması için bir fırsat yakalanmıştır ve bu fırsat iyi kullanılmalıdır.

Bu tartışmalar yapılırken, korkulara kapılmadan, açık yüreklilikle yapılmasının yolları da açık tutulmalıdır. "Hele bu sefer bunu yapalım, gerek duyulduğunda yeniden değişiriz" mantığı tamamen terk edilmelidir. Çünkü, zemin sağlam yapılmazsa, yeni ilâveler fayda vermiyor. Tıpkı, 1982 anayasasının üçtü birinin değişmesine rağmen, düzelmediği gibi. Bunun için de her kesim bu konuyu özgürce tartışabilmelidir. Korkularla, vehimlerle bu tartışmaların önüne geçilmemelidir.

Türkiye, artık 12 Eylül ihtilâlinin ürünü olan bu anayasadan bir an önce kurtulmalıdır. Kurtulurken de mevcut anayasanın antidemokratik ve statükocu yaklaşımlarından tamamen arındırılması gerekir. Yani, yeni anayasada 12 Eylül'ün izleri tamamen silinmelidir.

TBMM Başkanı Köksal Toptan'ın "yeni yıl mesajı"nda dediği gibi, "Bu dönem Meclis iktidar ve muhalefetiyle, yoğun bir çalışmanın ardından, toplumun tüm kesimlerinin uzlaştığı yeni anayasayı, Türkiye'ye kazandırmalıdır." Millet de bunu ümit ediyor. Bunu ümit ederken, hayal kırıklığı yaşamak istemiyor.

Özgürlükçü, sivil, temel hakları gözeten, demokratik yeni bir anayasa milletin arzusudur. Bunun için de 2008'e özgürlükçü bir anayasa yakışır.

05.01.2008

E-Posta: [email protected]




S. Bahattin YAŞAR

Duygu eğitimi



Duygu hükmediyor hayata

Dünya duygu ile şekilleniyor. Her an duygu hükmediyor hayata. Elinde yetki, etki, güç bulunduranların taşıdıkları 'duygu' belirliyor neler yapacaklarını. Onun için dünya sakinlerinin taşıdığı duygunun niteliği oranında yaşanabilir bir coğrafya oluyor. Dünya böyle olduğu gibi ülkelerde böyledir. Ülkedeki yaşayan insanların duygularının kalitesi, çeşitliliği, renkliliği hayatın kalitesini, çeşitliliğini ve renkliliğini netice veriyor. Tabiî ki aynı durum aile için de geçerli. Ailede yaşanan davranışlar da duygudan geçiyor.

O zaman denilebilir ki, hayatı duygu şekillendiriyor. Dolayısıyla ihmal edilmiş, duygusunu yitirmiş, duyguları kirlenmiş veya yaşadığı duyguların ölçüsü kaçmış bir insan; bireysel hayatı, toplumsal hayatı ve aile hayatını duygusuz davranışlarla kirletmiş olacaktır.

Nitekim bireysel cinnetler, aile kavgaları, toplumsal cinayetler, terör, anarşi gibi kavramlar birer 'duygu ihmalleri'nin neticesidir. Duygusunu kaybeden veya ölçüsü duyguları içerisindeki insan için kendisinin, başkalarının, toplumumun, ailesinin pek de bir ehemmiyeti yoktur.

Terör de sevgi de önce duyguda başlamaktadır.

İnsan taşıdığı duygu kadardır

İnsanın insan olma özelliği duygu ile ortaya çıkıyor. Duygusunun kalitesi insanın kalitesini belirliyor. Taşıdığı ve yaşadığı duygunun büyüklüğü insanın büyüklüğünü gösteriyor. Onun için insan duygusu kadardır.

Taşıdığı duyguları idare edip yaşamasıyla anlam kazanıyor insan. Duygularını ölçüsü içerisinde taşıması veya taşıyamaması insanın anlamını belirliyor.

Tabiî ki her duygunun alt üst çizgileri bulunuyor. Duyguların uç noktaları da (ifrat ve tefrit), orta (vasat) noktalar gibi imtihan vesilesidir.

'Sırât-ı müstakîm', duyguların vasat noktasında kullanımının adıdır. Gadab, şehvet ve akıl kuvvelerinin vasat düzeyi sırat-ı müstakimdir onların da adı; 'şecaat, iffet ve hikmet'tir. Ölçülü hayat bu üç duygunun mezci ile meydana gelmektedir.

Ölçüsü kaçan duygu, amacını aşmaktadır. Haddinden fazla kullanılması da, kullanılması gereken kadar kullanılmaması da o duygu açısından sorun teşkil etmektedir.

Bu duygulardan her birisi ciddi bir güçtür. Ama kontrol edilmez ise, bu güç tahrip edici olabilir.

Meselâ insandaki kuvve-i şeheviye, iştiha anlamında kendi menfaatine olan şeyleri meşrû daire içerisinde almak olarak kullanılmaktadır. Bu kullanım derecesi hayat için önemlidir. Ama kendi menfaatine olan şeylerin hiç kullanılmaması, yani helaline de iştihasının olmaması yine bir sorunu ortaya çıkaracaktır. Her iki uç noktada da hayat düzenli olmayacaktır. Kuvve-i şeheviyenin ifrat mertebesi fücurdur ki, namusları ve ırzları payimal etmek iştihasında olur. Kuvve-i şeheviyenin tefrit mertebesi humuttur ki, ne helâle ne de harama şehveti, iştihası yoktur.

Oysaki kuvve-i şeheviyede ölçü, iffettir ki, "Helaline şehveti var, harama yoktur."

Kuvve-i gadabiyede ölçü ise, şecaattir yani, hukuk-u diniye ve dünyeviyesi için canını feda eder; meşrû olmayan şeylere karışmaz. Bu duygunun ifratı, tehevvürdür ki, maddi ve manevî hiçbir şeyden korkmaz. Tefriti ise, cebanettir ki, korkulmayan şeylerden de korkar.

İnsan bedenini mesken edinen ruhun yaşayabilmesi için üçüncü duygu ise, kuvve-i akliyedir. Onun da tefrit mertebesi, gabavettir ki, hiçbir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi cerbezedir ki; hakkı batıl, batılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya malik olur. Vasat mertebesi ise, hikmettir ki; hakkı hak bilir, imtisal eder; batılı batıl bilir, içtinap eder.

Batıl mezhepler, ifrat ve tefritlerin sonucudur

Duyguların ifrat ve tefritte kullanılmasıdır ki, batıl mezheplerin doğuşunu meydana getirmiştir. Nitekim fiillerin yaratılması meselesinde, Cebr mezhebi ifrattır, bütün bütün insanı mahrum eder. Ona göre, 'Kul bir hiçtir, bütün fiillerin yaratıcısı Allah'tır. Kul, fırtına önünde sürüklenen yaprak gibidir.' Mutezile mezhebi ise, tefrittir ki, tesiri insana verir. 'İnsan kendi fiilinin hâlıkıdır' der. Ehl-i sünnet mezhebi ise, vasattır. Çünkü bu mezheb, beyne beynedir ki, o fiillerin bidayetini iradei cüz'iyeye, nihayetini İrade-i Küllîyeye veriyor. Yani buna göre kulun, cüz-i iradesi, külli iradeye bir şart-ı adi yapılmış olmaktadır. Küllî iradeyle cüz-î irade beraber çalışmaktadırlar.

Gülmede, ağlamada; nefrette,

şefkatte hep duygu vardır

Duygu olmadan hiçbir şeyin olması mümkün değildir. Duygular olmadan gülemeyiz, duygular olmadan ağlayamayız, duygular olmadan sevemeyiz, duygular olmadan nefret edemeyiz.

Duygular olmadan gidemeyiz, duygular olmadan gelemeyiz. Duygular olmadan korkmayız.

Duygular bize hayatın değişik hallerini yaşatır.

Korku olmasaydı hayat olmazdı. Sevgi olmasaydı hayat olmazdı. Ama korku duygusu insana 'hıfz-ı hayat' için verilmiştir. Her şeyden korkarak o duygunun hayatı zehirlendirmesine müsaade etmemek gerekmektedir. İşte korku kuvve-i gadabiye içerisinde bir duygudur. Akıl da öyle, iştiha (şehvet) de öyledir.

Yerinde, ölçüsünde kullanılmayan duygu hayatı kirletmekte ve yaşanmak hale getirmektedir.

İnsanı yaratan Allah onu duygularla donatmıştır. O verdiği duyguların ne ölçüde kullanılacağını ise yine Yaratıcı belirlemiştir. Onun yaşanmış şeklini hazret-i peygamberde 'sırat-ı müstakim' olarak görmekteyiz.

Hasılı duyguları ölçüsünde kullanıp kullanmamamızla, imtihanımız var. Bunun her an farkında olmalı insan.

05.01.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

İnsan başıboş değil



"Biz her insanın amelini kendi boynuna doladık. Kıyâmet gününde de onun için bir kitap çıkarırız ki, açılmış olarak gelip kendisini bulur.

"Oku kitabını! Bugün hesap görücü olarak kendi nefsin sana yeter."1

Kur'ân-ı Kerim, yeryüzünün halifesi olan insan için böyle buyuruyor. Bir tarafta kendini yiyip bitirircesine ibadet ve iyilikte yarışan, melekleri dahi geçebilen, Allah'ın hoşnutluğunu kazanmış insanlar... Diğer tarafta canavarları dahi geride bırakacak derecede insanlıktan yoksun, göz kırpmadan sinek öldürür gibi cana kıyabilen insanlar...

Elbetteki her ikisi arasında fark olmalı. Biri organ, duygu ve yeteneklerini en güzel şekilde kullanmış, diğeri ise sûistimal edip insanlık ve faziletten kopmuş bu iki insan arasında dağlar kadar fark var.

Şüphesiz insan, başıboş değil, boşuna yaratılmadı. İyiler mükâfatlarını, kötüler de cezalarını bu dünyada tam olarak görmüyorlar. Öyleyse herkesin mükâfat veya cezasını göreceği başka bir âlem olmalı, yaptıklarından hesaba çekilmeli.

Eline geçen her türlü imkânı olabildiğince güzel kullanmaya çalışmış bir insanla, ömrünü, bedenini, malını, gençliğini ve öğrendiklerini sorumsuzca ve hoyratça kullanmış insanlar arasında elbetteki farklar olmalı. Kur'ân birçok âyetinde birincilere Cennet, ebedî saadet ve cemâlullahı müşahede gibi nimetler verileceğini müjdelerken, ikincilerin acı sonlarını da şöyle anlatır:

"Defterler de ortaya konmuştur. Mücrimleri, defterlerinde yazılı olan şeyden titrer halde görürsün. 'Eyvah bize!' derler. 'Bu defterin hali ne? Ne küçük, ne büyük, hiçbir şeyi eksik bırakmadan hepsini tek tek saymış! Böylece, işledikleri ne varsa, önlerinde yazılı bulurlar. Rabbin de hiç kimseye haksızlık etmez."2

Hâkka Sûresi de böyle bir insanın pişmanlık dolu sonunu şu cümlelerle anlatır: "Defteri solundan verilen ise 'Keşke' der, 'Kitabım verilmeseydi. Hesabımı öğrenmeseydim. Keşke ölüm her şeyi bitirmiş olsaydı! Malım bana fayda vermedi. Gücüm, kuvvetim kaybolup gitti.'"3

Böyle bir hesap günü olmasaydı, masumlar, yeryüzünü fesada veren, insana bir hayvan kadar dahi değer vermeden acımasızca öldüren vahşilerden nasıl haklarını alacaklardı?

Demek insan sorumsuz değil, bir Mahkeme-i Kübrâ var.

Dipnotlar:

1- İsra Sûresi: 13-14.

2- Kehf Sûresi: 49.

3- Hâkka Sûresi: 25.

05.01.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Suâllere cevaplar



Zamanın hükmü

Berzanî, Talabanî ve Miranî aşiretlerinin bugünkü durumunu misâl vererek, "Aşiret kafasıyla demokratik bir devlet/hükümet idaresinin hakkıyla yapılamayacağı" iddiasıyla çıkan dünkü (4 Ocak 2008) yazımıza bazı okuyucularımdan kısmî itirazlar geldi.

İtiraz eden bir okuyucumuz, misal olarak Kınık aşiretinden Selçuklu Devletinin ve Kayı aşiretinden Osmanlı Devletinin nasıl olup çıktığını hatırlatıyor.

Cevaben deriz ki:

Evet, bunlar tarihî hakikatlerdir. Aşiretten devlet çıktığı olmuştur.

Ancak, günümüzde değil. Eski, çok eski tarihlerde. Altı yüz, yedi yüz sene önceki tarihlerde.

Ayrıca, bir aşiretten "monarşik devlet" tipi çıkması başka, "demokratik devlet" sistemi çıkması daha başkadır.

Günümüz hükümet tarzı için söylenecek en doğru, en isabetli söz, yine Üstad Bediüzzaman'ın tam yüz sene önce Münâzarât isimli eserinde ifade etmiş olduğu şu söz olsa gerektir: "Eski hâl, muhâl; ya yeni hâl, ya izmihlâl."

Demokrasi, cumhuriyet ve hanedan siyaseti

Hafta içinde üç bölüm halinde çıkan "Hanedan siyasetinin demokrasinin ruhuyla bağdaşmadığı" meâlindeki yazımızın mantığını, Kuzey Irak'taki Barzaniler'in yürütmüş olduğu siyaset tarzına da tatbik edebilirsiniz.

Keza, Kıbrıs'taki baba-oğul Denktaşlar'a, Suriye'deki baba-oğul Esatlar'a, Mısır'daki baba-oğul Mübarekler'e ve Azarbeycan'daki baba-oğul Aliyevler'e de...

Evet, bütün bu örneklere bakın ve İslâm ülkelerinin cumhuriyet ve demokrasiyi ne ölçüde kabul, hazım ve tatbik edebildiklerini tahayyül edin.

Ayrıca, hâlâ kaskatı bir krallık sistemiyle idare edilen daha başka İslâm ülkeleri de var ki, bu da işin cabası.

Bütün bunlara bakınca, Türkiye'de hürriyet ve demokrasi adına gelinen noktanın, yüz yıldır alınan mesafenin hiç de küçümsenmemesi gerektiği kanaatini taşıyoruz.

Düşmanlık var mı?

Bazı okuyucularımız, Kuzey Irak Kürtlerinin Risâle-i Nur'a ve Nur Talebelerine bir düşmanlıklarının olup olmadığını soruyor.

Onlar hakkında ciddi bir dostluğun ve samimi bir muhabbetdarlığın varlığından söz etmek zor.

Ancak, düşmanlıklarının eseri mahiyetinde gösterilebilecek ciddi bir delil de yok.

Şimdiye kadar, kast-ı mahsusla bir Nur Talebesine saldırdıkları, yaraladıkları, yahut bir şekilde zarar verdikleri görülmüş, duyulmuş değil.

Meselâ, aynı şeyi Türkiye'deki Kürtçüler için söylemek imkânsız.

Irkçılık illetiyle mâlûl, siyasî veya ideolojik batağa saplanmış olan Kürtçüler, Nur Talebelerine çok büyük zararlar verdiler.

Kasten öldürmeye muvaffak olamadılar belki, ama saldırı, yaralama, sûikast düzenleme ve yerinden yurdundan etme hususunda, sâbıka dosyaları hayli kabarıktır. (Kimse inkâr veya te'vil yoluna gitmesin; bütün bunları bizzat ve bilmüşahade gördük, yaşadık...)

Zaten, onun içindir ki, başları belâdan kurtulmuyor; kurtulmaz, kurtulmayacak da...

Evet, bizim kat'î kanaatimiz şudur ki: Risâle-i Nur'u ihlâsla okuyan ve ondaki kudsî düstûrlara riayet edenler, İlâhî inayet altındalar. O inayetle belâlardan muhafaza ediliyorlar.

Yine aynı kanaatle, o Kur'ânî ve imânî hakikatlere düşmanlık edenlerin ise, zecrî tokatlardan ve şiddetli belâlardan kurtulamayacağına inanıyoruz.

* * *

Kuzey Iraklı Kürtlere gelince...

Onlar Risâle-i Nur'a elbette ki düşman değiller, dolayısıyla Nur Talebelerine de düşmanlık etmiyorlar... (Bazı münafıkların indî, hissî veya kasdî uydurmaları, tahkik mesleğini esas alan bizler için delil ve senet teşkil etmez. Ortada, düşmanlığın fiilî/fizikî ispatı mahiyetinde herhangi bir cinayet hadisesi de olmadığına göre...)

Ancak, onların Risâle-i Nurlar'ı-Türkiye'dekiler gibi-bolca okuyup düstûrlarıyla amel etmedikleri de bir vakıa.

Zaten, yeterince okuyup onunla amel etmiş olsalardı, başlarına bunca sıkıntı, belâ, musibet gelmezdi.

Buna rağmen, son 20-30 sene içinde bazı müsbet gelişmeler var. Bilhassa ilim çevresinde ve üniversite camiasında.

Kapak resmini gördüğünüz Risâleler, Irak Kürtlerinin idaresindeki Süleymaniye Üniversitesi yayınları arasında çıktı.

Aynı üniversitenin öğretim üyeleri tarafından tercüme edilen ve ilk kez 1984'te yayınlanan bu eserlerden biri Yirmi Beşinci Lem'a, yani "Hastalar Risâlesi", diğeri ise Yirmi Altıncı Lem'a olan "İhtiyarlar Risâlesi."

Bunlar gibi, daha başka Risâlelerin de neşredildiğini, ancak bölgede bu eserleri okuma oranının yine de düşük seviyede olduğunu tekrar hatırlatmış olalım.

Bundan sonraki gelişmeler

Türkiye ile Kuzey Irak yönetimi arasında bundan sonra nasıl bir gelişme seyrinin beklendiğini soran birçok okuyucumuz var.

Hemen ifade edelim ki, İngiliz ve Amerikan yönetimindeki işgal koalisyonu, Irak'ta kalıcı, daimî değildir ve olamaz da.

Bölgeden çekilme sinyalleri artmaya başladı bile. Zira, ilk başlarda iddia edildiği gibi, bölgeye huzur ve barış gelmediği gibi, cumhurî demokrasi de yerleşemedi.

Son üç yıldır oluk oluk akan kan bir türlü durdurulamadı. Irak halkı bir milyona yakın, Amerikalılar ise dört bin kadar kayıp verdi.

Bu gidişatla, ufukta da herhangi bir aydınlık görünmüyor.

Amerika'da yaklaşan seçimlerin de etkisiyle, geri çekilmenin hız kazanacağı söylenebilir.

Ecnebilere güvenmekle büyük hata ettiğini anlayan, anlamak mecburiyetinde kalan Kuzey Irak Kürtlerinin yakınlaşacağı yegâne ülke yine Türkiye'dir. Buna mecburdur. Başkaca bir çıkar yolu yoktur ve olamaz. Geçmişte de olmamış zaten.

Aynı şekilde Türkiye de, Kuzey Irak Kürtlerine el atmak ve onları koruyup kollamak durumundadır. Aynen geçmişte olduğu gibi... Aksi halde, bölgede baş ağrıtan sıkıntılar kesintisiz devam edip gidecek.

Son günlerde yaşanan sarsıcı hadiseler, gelişmelerin bu yönde seyredeceğini işaretliyor.

Terör örgütünü bertaraf etme yolunda, Amerikan yönetimi gibi, Kuzey Irak yönetimi de Türkiye'nin yanında yer aldı; belki de yer almaya mecbur kaldılar. Başka türlü bir hareket veya manevranın içine giremezlerdi.

Amerika, daha evvel olduğu gibi, Irak Kürtlerini yine yalnız ve kendi halinde bırakmaya hazırlanıyor. Bunu bâriz şekilde fark eden bölgedeki Kürt yönetimi ise, Türkiye hakkında nisbeten daha sıcak, daha yapıcı mesajlar vermeye başladı.

Gelişmelerin Türkiye'ye, bölge halkına ve bütün İslâm coğrafyasına hayırlar getirmesi duâ ve temennisiyle...

05.01.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kısa... Kısa...



E.Y. Rumuzlu okuyucumuz:

*"Ben gerek gusül, gerekse abdest alırken şüphe ve vesvese sonucu bol su kullanıyorum. İsraf etmiş olur muyum? Bu vesvese ve şüpheleri gidermenin çâresi nedir? Yirmi Birinci Söz İkinci Makam'daki vesvese bahsini hayata nasıl aktarabiliriz?"

Gusül veya abdest alırken azalarımızı birer defa yıkamak farz; üçer defa yıkamak sünnet-i seniyyedir. Yıkarken suyu israf etmemek; azalarımızı yıkamaya yetecek ölçüde su kullanmak da sünnettir. Ayrıca yıkanılan azaları güzelce ovmak da sünnettir.

Gusülde ve abdestte bu sünnet-i seniyyeleri icra ve ihya etmeye kifayet edecek ölçüde su kullanmak israf değildir; ancak suyu daha fazla kullanmayı israf kabul etmek ve bu israfa yol açan evhamı da "vesvese" olarak değerlendirmek lâzımdır. Bu durumda azalarımızı, her yanına su gelecek şekilde üçer defa yıkadıktan sonra, aldığımız gusül veya abdestin artık tam olduğunu kabul etmeli; içimize daha fazla şüpheler atan vesveselere artık aldırmamalıyız, ehemmiyet vermemeliyiz.

Yirmi Birinci Sözün İkinci Makamındaki vesvese bahsi, şeytanın telkinâtını tanıtır ve mahiyetini bildirir. Vesvesenin, ifrata kaçmamak ve galebe çalmamak şartıyla teyakkuza ve uyanık olmaya sebep olduğunu; ifrata kaçtığında ise hastalık halinde bütün davranışlarımıza sirayet ettiğini; bu durumun da bilhassa ibadetlerimizde sıkıntı kaynağı teşkil ettiğini misâlleriyle bildirir. Dinde zorluk bulunmadığını ispat eder.

Bu durumda, gusül veya abdest alırken su kullanımında sünnet-i seniyye ölçülerinin dışına taşmak ve aşırı gitmek; ne faziletle ilgili, ne feyizle ilgili, ne de en iyisini aramakla ilgilidir!... Olsa, olsa; doğrudan vesvese ile ilgili evhamdan başka bir şey değildir.

***

CTI rumuzlu okuyucumuz: "Sadaka vermekte israf olmaz deniyor; bu ne demektir?"

Müstehak olanlara ne kadar çok sadaka verilse bile, israf olarak değerlendirilmez. Hayır ve hasenât yolunda yapılan harcamalara, ne kadar fazla olursa olsun, israf nazarıyla bakılmaz. Ancak israfta da hiçbir hayır yoktur. İmam-ı Azam (ra) bu hakîkatı şu vecîz sözüyle ifâde etmiştir: "İsrafta hayır olmadığı gibi; hayırda da israf yoktur."

Hayır veya sadaka verirken, muhatabımızın gerçekten buna müstahak olup olmadığından emîn olmamızda fayda vardır. Fakir de olsa müsrif veya süflî harcamalar yaptığından emîn olduğumuz birisine sadaka vermektense; muktesit olan veya kötü yollarda harcama yapmadığına inandığımız bir fakire yardımda bulunmak daha hayırlıdır. Adamın gerçek halini bilmiyor isek, hayır yapmak veya yapmamak hususunda kanaatimizi kullanabiliriz. Ama bir takım sorularla adamı rencide etmek doğru değildir.

***

AK. Rumuzlu bayan okuyucumuz:

*"Çok oruç borçlarım var. Tutmaya gücüm yetmiyor. Peş peşe 3-4 gün ancak tutabiliyorum, daha sonra devam ettiremiyorum, titriyorum. Oruç borcumu nasıl ödeyeyim?"

Meşrû bir özür sebebiyle gününde tutulamayan Ramazan oruçları daha sonra gününe gün olmak üzere kaza edilirler. Kazaya mümkün olan en erken vakitte başlanır ve tahammül sınırları dikkate alınarak tutulur; peş peşe tutulması şart değildir. Tahammül sınırları çerçevesinde birkaç gün tutulup, daha sonra birkaç gün ara verilip dinlenilebilir.

Böyle ara verilerek kaza orucu tutmaya sünnet-i seniyyeden bir disiplin getirmek de mümkün. Meselâ; kaza oruçları eğer haftanın Pazartesi ve Perşembe günlerine denk getirilirse, hem sünnet sevabı alınmış olur; hem de kaza orucu tutulmuş olur. Haftanın iki günü de ağır geliyor ise, yalnız Pazartesi veya yalnız Perşembe günlerini kaza orucu için tahsis etmek de mümkün. Bu durumda haftada bir gün olmak sûretiyle, borcumuz olan oruç yıl içerisine dağıtılarak tutulursa fazla yorulmadan ve tahammül sınırlarımızı da aşmadan borcumuz olan orucu tutmamız mümkün olur. İçinde bulunduğumuz üç aylar da kaza oruçlarını tutmak için, bize eşsiz mânevî feyizler ve bereketler sunar.

Hiç şüphesiz bu anlattıklarımız tahammül edemeyenler içindir. Eğer kaza oruçlarını peş peşe tutarak bir defada bitirmeye güç yetirebiliyor isek, sonraya bırakmadan bir an önce oruç borçlarımızı ödemeliyiz.

05.01.2008

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Hayatının en iyi "an"ı



Çok satan gazetenin muhabiri soruyor:

"En iyi dostlarınız?"

Çok izlenen kanalda sunuculuk ve oyunculuk yapan manken şöyle cevap veriyor:

"En iyi dostlarım kardeşlerim, çünkü onların her zaman yanımda olacaklarını biliyorum, onlarla her konuda konuşabiliyor ve sonuna kadar onlara güveniyorum. Gerçek dostluk bu değil mi?"

Soru:

"Evlilikle ilgili düşünceleriniz?"

Cevap:

"Eskiden evliliğe inanmazdım, özellikle günümüz şartlarında. Ama artık doğru kişiyle olursa, iki taraf da birbirine olan saygısını kaybetmemek için elinden geleni yaparsa, yaşamdaki en değerli şeylerden birinin evlilik olduğunu düşünüyorum."

Soru:

"Hayatının en iyi anı:

(Cevaba dikkat)

"Umreye gittiğimde 'Kâbe'de kılınan her namaz, hayatımdaki en iyi anlardı. Çünkü sonsuz huzur ve temizlik vardı. Sanki zaman duruyordu." (2.1.2008, Kelebek)

Bunu söyleyenin ismi önemli değil. Ancak söyledikleri gerçekten önemi haiz.

İçinde yaşadığı durum onu bu noktaya getiriyor. Çünkü yaşadığı hayatta her türlü iğrençlikler ve pespayelik var. Rekabet, kıskançlık, riya, para, uyuşturucu, şan/şöhret. Bu yüzden gerek bedenî gerekse ruhî bir arınmışlık ihtiyacı hissediyor. Nitekim de aradığını mukaddes topraklarda buluyor.

Keşke o topraklardan dönüşte aynı saflık ve temizlikle hayatını devam ettirse.

MAGAZİN PROGRAMLARI

Sabah yayınlanan dedikodu programlarına nihayet çeki/düzen geliyor. RTÜK kadın kuşaklarından önce yayına giren aptalca dedikodu programlarını hizaya getiriyor.

Ancak itirazlar var.

Olsun itirazlar olacak. RTÜK geri adım atmamalı, "yanlış anlaşıldık" dememeli.

Kararını sonuna kadar uygulamalı.

05.01.2008

E-Posta: [email protected]




Nurettin HUYUT

Körfez Ülkeleri Ortak Pazarı kuruldu



Geçtiğimiz günlerde Körfez ülkelerinden ulaşan haber bizi gayet memnun etti. Bu ülkelerin (Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Umman, Katar ve Bahreyn'in oluşturdu 6 ülke, hepsi körfeze komşu) tamamı monarşi ile idare ediliyor. Henüz demokrasi kapılarını çalmış değil. Ama, demek ki monarşi ile idare edilmek bu kabil birlikteliğe engel teşkil etmiyormuş. Dileriz bu birlik demokrasiye geçişi de hızlandırır.

Bu ülkelerin gayri safi millî hâsılası 715 milyar dolar civarında. Yani, Türkiye'nin iki katı kadar, toprak büyüklüğü olarak da Türkiye'nin 3,5 katı.

Bu haberin bizi memnun etmesinin birinci sebebi İslâm ülkelerinin bölünmüşlük görüntüsünden kurtulmasına katkı sağlamasıdır. Bir diğer nedeni ise bu ülkelerin güç birliğine şiddetle ihtiyaçları var. Sadece bu ülkelerin değil bütün İslâm ülkelerinin böyle bir dayanışmaya ihtiyacı var. Boğuşmak zorunda olduğu dünya kadar büyük problemlerinden de bu kabil dayanışmalarla kurtulabilir.

Bu birliğin bir diğer güzel tarafı, üye ülke vatandaşlarına ülke sınırları içinde seyahat etme, alış veriş yapma, iş kurma, yatırım yapma, ev ya da arazi satın alma gibi imkânlar sunmasıdır. Bu sayede farklı kültürlerin kaynaşması sağlanmış olacak, fikir alış verişi hızlanacaktır. Belli yerlerde biriken finans kaynakları ihtiyaç alanlarına kayacaktır. Beyin göçü engellenecek, akil insanların öncülüğü artacaktır. Şüphesiz bu gelişme ekonominin çeşitlenmesini de sağlayacak, gelir kalemleri petrol ve doğalgaz gibi iki kalem altında toplanmaktan kurtulacak, sanayide ve teknolojide de büyük gelişmeler olacaktır.

Bilindiği gibi AB de böyle başlamıştı, önce demir çelik ve kömür ticareti üzerine işbirliği kurulmuştu. Daha sonra bu birlik ekonomik işbirliğine, oradan da Avrupa Topluluğuna daha sonra da Avrupa Birliğine dönüşmüş oldu. Bugün 26 ülkeden 16'sı aynı para birimini kullanıyor. Ortak Anayasayı da onayladıkları zaman belki de isim değişikliğine gidilecek Auro Birleşik Devletleri adı altında yeni bir devlet doğmuş olacaktır.

Körfez bölgesinde veya Ortadoğu'da da aynı gelişmeler yaşanabilir. Dinleri, kültürleri bir olan veya bir birine çok yakın olan bu ülkelerin ayrı durması ne kadar yanlış. Bunlar bir zamanlar Osmanlı Devletinin bayrağı altında bir ve beraber yaşıyorlardı. İngilizlerin ayrımcı politikaları yüzünden bu hale geldiler. Bugün bu yanlışa dur denmiş ise bu durum bizi memnun eder/etmelidir.

Bugüne kadar İslâm dünyasında birçok birlik kurulmuş ve kurulmaya da devam ediyor. İslâm Konferansı Örgütünün faaliyetleri, buna bağlı olarak ekonomik alandaki ortak gelişmeler büyük ümit vermektedir.

Körfez ülkelerinin kurduğu bu birlikte fazlasıyla önemsediğim önemli bir husus var. O da; bu ülkeler arasındaki sınırların (sadece ekonomi alanında da olsa) kalkmış olmasıdır. İşe bununla başlanılması gayet isabetli olmuştur.

İslâm Birliği sağlandığında Müslümanların bayramı gerçekleşmiş demektir. Bediüzzaman Said Nursî, İttihad-ı İslâmı "bayram" kelimesiyle ifade etmektedir. Bu mânâda meydana gelen her gelişmeyi de o bayramın "müjdecisi" olarak nitelemektedir.

Dolayısıyla "Körfez Ülkeleri Ortak Pazarı" da bu açıdan bakıldığında gelecek bayramın arefesi sayılır. Bayram sabahında kavuşmamız yakındır.

05.01.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri