|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Zaman geçiyor |
|
Yeni kabine kuruldu, Çankaya onayı alındıktan sonra değişen bakanlıklarda devir teslimler yapıldı, program Mecliste okundu ve gü-venoyu aldı. Peki sonra? Sonrası pek bilinmiyor.
Zira hükümet adına kamuoyu önüne konulmuş somut bir gündem maddesi bulunmuyor.
Buna karşılık, dikkatler yeni anayasa taslağında yoğunlaşmış durumda. Bu tablodan çıkarılacak sonuç, hükümetin yeni dönem icraatına anayasayı halledip girmeye niyetli olduğu.
Ama bir taraftan da bu işin aceleye getirilmeyeceği, taslağın tartışmaya açılacağı ve uzlaşma ile neticelendirileceği açıklamaları yapılmakta.
Ve hükümet sözcüsü Cemil Çiçek’in, anayasa işini bitirmek için telâffuz ettiği tarih 2008 yılı.
Çiçek bunu söylerken, 2008’in başı, ortası veya sonu gibi bir hedef koymuyor. Yıl içine yayılmış bir süreci kast ettiği şeklinde anlaşılmaya müsait esnek ve belirsiz bir üslûp kullanıyor.
Bunun anlamı, hükümetin anayasa işi sonuçlanıncaya kadar temel ve köklü meselelere el atmayacağı ve rutin işlerle uğraşacağı mı?
Diğer Başbakan Yardımcısı Nazım Ekren’in hazırladığı eylem planı, bunları mı sıralayacak?
Bu durumda, anayasa çalışmalarını çok fazla uzatmadan sonuçlandırmak gerekmiyor mu?
Evet, tabiî ki anayasa gibi temel bir metin aceleye getirilemez, getirilmemeli. Ama ağırdan almanın da mantığı yok. Ülkenin, beklemeye tahammülü olmayan yığınla sorunu var.
Ve demir tavında dövülür. Anayasa meselesi gereğinden fazla uzarsa, işe rufailer de, iyi saatte olsunlar da karışır, hükümet de yine ipleri elinden kaçırır ve diğer çalışmalar da külliyen boşa gider.
Bu arada, beklemeye tahammülü olmayan konular var. AB’nin de ısrarla takipçisi olduğu TCK’nın 301, Prof. İbrahim Kaboğlu ile Prof. Baskın Oran hakkındaki beraat kararının Yargıtay’da bozulmasıyla tekrar gündeme gelen 216 ve Faruk Çakır’ın mahkûm edildiği 288. maddeleri bunlar arasında. (Darbe günlüklerini yayınladığı için yargılanan Alper Görmüş’ün dün başlayan dâvâsı cabası.)
Bilindiği gibi, Kaboğlu ve Oran, Başbakanlık İnsan Hakları Komisyonunun eski başkanı ve üyesi olarak hazırladıkları azınlık raporu sebebiyle ulusalcıların boy hedefi olmuş; ayrıca haklarında 216’dan (eski 312) dâvâ açılmıştı.
Bu dâvâdan beraat ettiler, ama karar Yargıtay 8. Ceza Dairesinde bozuldu. Gerekçe, rapordaki azınlık tarifi ve alt kimlik-üst kimlik ayrımıyla üniter devletin ve milletin bölünmezliğinin açık ve yakın şekilde tehlikeye düşürüldüğü iddiası.
8. Ceza Dairesi Kaboğlu ve Oran’ın yeniden yargılanıp cezaya çarptırılmalarını talep ediyor.
Üyelerden biri karara karşı oy kullanmış ve gerekçesini “Rapor, resmî görüşü eleştiriyor ve entelektüel derinlik taşıyor diye yadsınamaz. Bireyler anayasaya aykırı düşünebilir. Raporun hiçbir yerinde şiddete tahrik yok. Kamu güvenliğinin bozulmadığı, açık ve yakın tehlikenin ortaya çıkmadığı açık” gibi ifadelerle dile getirmiş.
Tek de kalsa, bir yüksek hakimin özgürlükten yana görüş bildirmesi ümit verici bir durum. Ama aynı üye başörtüsünde yasakçı. Öyle ki, yasağa karşı çıkan partilere “Kapatılırsınız” tehdidinde bulunabiliyor. (Cumhuriyet, 13.9.07)
Hani parti kapatmak zorlaştırılmıştı?
Velhasıl, daha yapılacak çok iş var...
20.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Kavramlarla yaşamak -2 |
|
(Dünden devam)
Bismillah ile başlayıp, elhamdülillah ile nihayetlenecek bir faaliyetin, bir sürecin tetiklendiği her safhada fikirle yürümek, fikretmek, tefekkürle yoğrulmak, Rabbine götüren, buluşturan, ram eden bir “sırr-ı dekaik” ile mânâ gözünü açmak, kalp kulağını duymak, akıl süzgecinden süzmek, keşfiyatlar dünyasına, hikmetler âlemine bizi davet eder.
Tefekkür tabanlı bir fikir kalitesinde zikir basamaklarıyla manevî cihazlarımızı tatmin etmek, neticede “elhamdülillah” dedirtmez mi?
Bu hoşnut hal; kalbi hüşyar eder, ruhu fıtratında mutlu eder, ruhanî lezzeti kazandırır. “Lezzet-i ruhaniye” mertebesine terfi ettiren iman-ı billah, marifetullah ve muhabbetullah zevkine ve aşkına eriştirir.
Bu ruh lezzetinde “Elhamdülillah” demek, ne kadar ulvî, ne kadar manidardır ve ne kadar sırlar ülkesi olduğunu müşahede edebiliriz.
Beden, ibadetle meşbu kıldığı bir sükunetle teslimiyet içinde tevekkülle daha çok çalışmayı, gayreti ve himmeti kamçılayacaktır.
Aşkla, şevkle, acz ve fakr ile… Tevazu şemsiyesinde, enaniyet ışığından/zararlı ışınlardan korunarak mahviyetin içinde enfüsî muhasebeyi arttırmak mümkün olacaktır.
“Bismillah her hayrın başı” ise, “Başta bismillah” demek, başımızla tasdik edercesine kafamızı işin içine koymak, yani “Başta bismillah” derken, “başımız, gözümüz üstüne” deyip başımızı ve gözümüzü başlayan faaliyetin, niyetin içine katarak düşünmek, tefekkür etmek, Bismillahın ruhunu ve devam eden “her anı baş” yapan, her defasında “başta demiştik”i hatırlatan fikrî inşirahla zikrin tahkikini yapmak ve şuurlandırmak, bitmek bilmeyen, zamanı ve süreci unutturan rafine fikirlere, tevhide ve feyizlere muhatap eder.
Zikirle başlayan ve niyetle siftah yapan “Bismillah”, kendine davet çıkaran tefekkürle kendini daimileştiriyor. Başka mânâları çağırıyor.
Eğer bir yemek, leziz bir gıda yeniliyorsa, Bismillah niyetinde başlayan söz ve teşebbüsle birlikte baştaki besmeleden beslenen bütün uzuvlar, hisselerini istiyorlar.
Sadece mideye indirilen bir gıda ve geçici bir lezzetle tat alan damaktan, tat alma duyusundan, “kuvve-i zaika” dışında, maddî ve manevî gıdalanmanın akla, beyne, zihne, düşünceye göndereceği tefekkür gıdası, beraberinde kalbin zikir emriyle başlayan “top atışı” bir girizgâh, bir kapıdır. Bir sofraya, bir bahçeye “buyur” dercesine Bismillah babından başlatıyorlar. Başımızı işin içine koyuyorlar. Başımızla birlikte mideye kuvvet verip, depolanan enerjiyi, hazır hale gelen proteini ve potansiyele dönüşen varlığı, sonraki safhalara ve faaliyetlere sevk edecek bir fikri hazırlığa götürüyor.
Sonundaki “Elhamdülillah” ferahlığı, şükür şuuru, huzur süruru, kalben ve aklen tatmini münbitleştiren önceki aşamaları, işleyişi fikirle ibadetleştirmektir.
Fikir orta yerdir. Bir sürecin ortasıdır. “Ortada mün’imi hakikiyi düşünmek”, hakikatin tam orta yerinde bir sistemin, bir faaliyetin, bir teamülün, bir kulluğun omurgasıdır fikir.
Başta Bismillah, sonunda Elhamdülillah ve arasında/ortasında fikirle yaşamak bir hayat bütünlüğüdür.
Hayatın temel üçlüsü budur. Zikir, fikir ve şükür… Bir üçgenin birbirine bağlanmış üç çıtasından müteşekkil bir organizma, organizasyon ahengidir.
Üçgenin ihlas zeminiyle muhkem tabanı ve temeli fikirdir.
Cüz-i iradenin mükellefiyet alanı, beşerî mesuliyetin akıl emanetiyle fikir etme, düşünme, anlama, yorumlama ve uygulama kumandasıdır.
Zihnin, ilmi haritalayan, tasnif eden, birbirine mütemmim yapan ve maksat birliğine bütün aza ve cihazları, aynı niyetle yönlendiren bir hikmet okuluna öğrenci yapıyor.
Fikir merkezli, akıl hikmetli, zihin kavramlı ve ihtisas odaklı bir evvel/ahir ortası başımızı da sonumuzu da hayır eyler.
Zaten başta, başımızla ve ağzımızla ne demiştik?
“ Bismillah.”
Çünkü “her hayrın başıdır.”
Haydi “Bismillah”, öyleyse tefekkür başladı. “Elhamdülillah” demeyi hak edecek tefekkür öğrenciliğinde mezun olana kadar “Elhamdülillah” diplomasını liyakatle ruhuna serlevha yapacak bir merasimle, yani dua ile ellerimizi açıp “Amin” diye başlayan bir ahir ifadeyi başa getirip, duacının duasına “amin” diyecek, gönülleri fikrin mezuniyet törenine ortak etmek, teşekkür etmek, yeni bir kapıyı açacak taleplerde bulunmak ve en sonunda yine “amin” deyip, “el fatiha” ile “Kur’anın fihristesi”nden zamanı baskılayıp bilmana hatim indirmiş gibi, hitam bulacak Fatiha Sûresini okuyup, âlemlerin Rabbine “Elhamdülillah” derken yine şükrün şükrüne gitmekle, surenin başında tekrar “Bismillahirrahmanirrahim” diyerek tekraren zikir-fikir-şükür yaşamalı, birbirine mütedahil olmalı ve her defasında, her anında zikir-fikir-şükür üçgeninde derakap ibadetle zamanı kıymetlendirip kulluk şuurunda yaşama zevki vermektedir.
20.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Baştan çıkarma prensibi: Moda |
|
Avustralya bir tartışmaya odaklandı bu günlerde. O da: Moda haftasının tanıtım kataloğunda 12 yaşındaki manken Maddison Gabriel’in organizatörlerce gösterilen “tanıtım yüzü” olarak seçilmesi… Bunda “ne var?” demeyin. Çünkü, Gabriel daha 12 yaşında ve henüz ortaöğretim çağında.
Avustralya Başbakanı John Howard, küçük öğrenci kızların giderek artan bir şekilde moda dünyasına katılmasının “kabul edilemez” olduğunu söylüyor. Bakın Avustralya gibi bir ülkenin Başbakanı hızını alamıyor ve sözlerini şöyle sürdürüyor: “Henüz 12’sinde olan kızların bu şekilde sömürülmesi çok çirkin ve ben buna sonuna kadar karşıyım. Sanırım Avustralyalıların çoğu da benim gibi düşünüyor.” Avustralya hükümetine bir destek de muhalefetten geldi.
Muhalefet lideri Kevin Rudd, Howard’ın eleştirilerine katılıyor ve kariyerine 15 yaşında başlayan Avustralyalı model Kristy Hinze ve çocukları koruma örgütleri, uygulamayı korkunç, hastalıklı bir durum olarak niteliyor. (Milliyet) Zaten “moda dünyası” her türlü cinsel sapkınlığın odak noktasını teşkil ediyor. Hangi ülkede olursa olsun, moda dünyası aşırılıkların uç verdiği merkez. Batı literatüründe, modanın neden ortaya çıktığı konusundaki soruya “taklit ve tabana inme” veya tamamen “sınıf/statü” atlama mantığına dayandığı söylenir.
18. yüzyıl itibarıyla doğan burjuva sınıfı, varlığını kılık kıyafet gibi dışardan göze çarpacak nesnelere ve harcadığı para ile gösterip sosyal statülerini bu yolla sağlama yolunu seçtiği ifade edilir. Gelişen giyim stili, bir üstündeki sınıfı taklit etme arzusu, alt sınıflar tarafından benimsenip hiyerarşik şekilde tabana inip ömrünü doldurarak süre gelen bir akımın tarifidir moda. Alt sınıflar bu stilleri benimserken, hiyerarşinin üstündeki sınıflar ise kendilerini alttakilerden ayrıştırma adına yeni stiller ediniyor ve moda çarkı bu şekilde sürüp gidiyor.
“Moda”da tek kural vardır: “Baştan çıkarma prensibi.” Bu noktadan bakıldığında moda ile değişen zamanlarda kadın vücudunun değişik bölgeleri özellikle açıkta bırakılarak erkeğin arzusu her daim canlı tutulur. Pek çok düşünür giysi ve erotizm arasında güçlü bir bağ olduğunu vurgular. Bu da modanın nasıl yıllardır devam ettiğini gösterir. Hal böyle olunca, kışkırtıcı ürünlerin sunumunu “güzellik yarışmaları” adı altında pazarlanan genç kızlar yaptı. Çünkü “güzellik yarışmaları” ile moda etle tırnak gibi birbirini tamamlayan dev bir sektör haline dönüştü. Hatta, “baştan çıkarma prensibi”yle dönen bu çarkla birlikte mankenlerin yaşı gittikçe düştü. Artık iş, modanın kurucularını, yani “Batı” dünyasını bile rahatsız edecek boyuta ulaştı. Batı, kaybettiği “ahlâk” kavramını “din”e sarılarak, parlamentoda muhafazakâr parlamenterleri çoğaltarak arıyor.
20.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Mevlânâ’nın yöntemi |
|
—Dünden devam—
Kuru akliyat Müslümanları fırka fırka yaptığı gibi gayri müslimlerin İslâm’la tanışmalarına da bir katkı sunamamıştır. Aksine bu katkıyı ehl-i nazar değil, ehl-i hikmet veya bunun eşanlamlılarından birisi olarak ehl-i irfan temin ediyor. Hamidullah Hoca açıkça bunu itiraf ediyor. Kılıç ve aklın hiçbir muhtediyi kendine celbetmediğini ve çekmediğini ve gayri müslimlerin İslâm’da akıl veya hukuk metodlarına bakıp da hidayete erdiklerinin görülmediğini ama cümlesinin maneviyat ve kalp yolunu takip ederek yeni menzillerine ulaştıklarını hatırlatıyor. Beyin ikna makamı olsa da tasdik makamı değildir. Tasdik makamı kalptir. Akıl burada kılıç makamına tekabül eder ve kimse de kılıç zoruyla Müslüman olmaz. Olsa da zorakidir. Makbul değildir. Makbulü ihtiyara mukarin olanıdır.
Aklın ve kılıcın yerine Hamidullah Hoca gönül ve maneviyatı ve onun tariklerinden sadece birisi olan tasavvufu ikame ediyor. Aslında kılıç ile akıl, ruh ile gönül farklı hiyararşiktir ve birbirlerine zıt değillerdir. Tamamlayıcıdırlar. Akılla hikmetin birbirine zıt olmadığı gibi dûn mertebelerdekiler için zıtlık görülebilirse de bu bir yanılsamadır. Sadece makam ve derece ve boyut farkı vardır. Akıl ve kılıç çözme makamıdır. Gordiom düğümü gibi düğümleri çözer. Çözer ama kazanma makamında kılıç kördür ve paslıdır. İşlemez. Kılıç sadece gönüllerini hakka kapatanlar yani mütecavizler için ve onlara karşı dinin ve diyanetin sınırlarını korumak için bir tedbirden ibarettir. Kapının bekçisidir. Aklın nuru, vicdanın nuru ayrı ayı olduğu gibi kalbin gıdası ile fizikin gıdası ve onların sahalarının savunmaları da ayrı ayrıdır.
Mevlânâ kendisi de bir kelamcı olduğu halde kelam mesleğine iltifat etmemiştir. Zira kelamcılar dört mezhep imamının nehyettiği gibi Kur’ân’daki cedel üslubunu da zamanla terketmişlerdir. Geçişliliği kaldırmışlar ve anlamak yerine mahkûm etmeye dayalı bir meslek edinmişlerdir. Kelam diyaloğu öldürmüştür. Zaten çok kategorize etmek manaları köreltiyor. Tasnif bilgi ise de fazlası hikmetin körelmesidir. Hikmet üst bilgiyi beraberinde getiriyor. Bundan dolayı Mevlânâ aklı mertebelere ayırıyor. Mutezile ise bütün akılları bir ve eşit kabul ederek aslında tarihte ilk akılcı komunistler olma vasfını hak etmişlerdi. Akılda iştirakilik mesleğine sapmıştır. Sistemlerini de bu anlayış üzerine inşâ etmişlerdir.
Maddiyyun anlayışına dayalı komunistler mesleklerini umumen dine karşı bir zaptiye gibi kullanmışlarsa, Mutezile de akılcı mesleklerini nakle karşı bir zaptiye gibi kullanmışlardır. Akla aşırı yüklenmek aslında onu köreltmekle eşdeğerdir. Bir sahaya aşırı tevaggül ve yönelme nasıl başka sahalarda körelmeyi getiriyorsa aslında akliyat da bir yönüyle aklı inkişaf ettirse de diğer alanlar hesabına olduğundan küllî manada bindiği dalı kesiyor ve onu köreltebiliyor. Mertebeler arası dengeyi bozuyor.
Ehl-i İslâm ve beyne’l İslâm arasında ihtilaf-u tefrikanın artmasının sebeplerinden birisi de ilmi kelamın izahta hikmet yönteminden ziyade akim bir yöntem ve meslek olan cedele kaymış olmasıdır. Bu da anlaşmayı, uzlaşmayı ve geçişliliği büyük çapta kesintiye uğratmıştır. Mertebelerde indirgemeciliğe kapı açmış ve kategorik yaklaşımlar katılık ve kilitlenmeyi beraberinde getirmiştir. Mevlânâ’nın cazibesi ise nazarı dışlamadan cedele değil de hikmete dayanmış olmasındandır. Akıl çözeceği yerde bazen daha da kilitliyor ama üst akıl olan hikmetle durum halli âsân oluyor ve bu meslek hallirumuz manası kazanıyor.
20.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Hani, İran olacaktık? |
|
Türkiye’nin önünü tıkayan ve ufkunu karartan ‘kanunsuz başörtüsü yasağı’nı savunmak isteyen bazı ‘aydın’lar, milletimizi hayali ‘tehlike’lerle ürtkütmek ve korkutmanın peşindeler. Yeni moda korkutma aracı da, “Türkiye’nin Malezya olacağı” iddiasına dayandırılıyor.
Tabiidir ki Türkiye kamuoyu, Malezya’yı yakından tanımadığı için ‘tehlike’yi kavramakta zorlanıyor. “Acaba Malezya nasıl bir ülkedir ki, Türkiye Malezya olursa ‘zarar’ etmiş oluruz?” sorusunun net bir cevabını veren en azından şimdilik yok. Hayalî tehlikelerle millet sindirilmek ve en temel haklarından mahrum bırakılmak isteniyor.
Çok kısaca Malezya’yı tanıyalım: Güneydoğu Asya ülkelerinden olan Malezya, kuzeyden Tayland, Güney Çin Denizi ve Brunei, güneyden Endonezya, Singapur ve Malakka Boğazı, batıdan Hint Okyanusu’yla bitişik olan Andaman Denizi’yle çevrilidir. Malezya krallıkla yönetilen ve çok partili demokratik sisteme dayalı bir konfederasyondur.
Nüfusu 26 milyon olan Malezya, ‘din’ konusunda ‘zengin’ bir ülke. Nüfusun yüzde 60’i Müslüman, yüzde 20’ye yakını Budizm, yüzde 10’a yakını Hıristiyanlık, yüzde 7’si de Hindu inancına mensup. Kişi başına milli gelir 12 bin dolar civarında. Malezya biraz da dünyanın en yüksek binalarından biri olan “Petronas ikiz kuleleri’yle tanınıyor.
Kısaca Malezya, bizden daha ‘fakir’ ve ‘yoksul’ değil. “Paranın ne önemi var, mühim olan başka şeyler” diyorsanız, o konuda da ‘çok kötü’ olduğunu söylemek zor. Peki o zaman ‘bizimkiler’in milletimizi Malezya ile korkutmaya çalışmasının maksadı nedir? İşte burada ‘halkın Müslüman olması’ devreye giriyor. Malezya da bir “İslâm ülkesi” olduğu için, milleti güya bu yolla ürkütmenin peşindeler.
İyi de milletin böyle hayalî korkutmalara pirim vereceği düşünülmesin. Pek çok konuda ortak noktalarımız olan Malezya’nın da ‘düşman ülke’ gibi gösterilme gayretlerine son verilsin. Türkiye, Malezya ile birlikte “İslâm Konferansı Teşkilatı”na üye değil mi?
Bu yanıltmalarda dikkat çeken bir nokta daha var. Türkiye’de yaşayanları şimdiye kadar komşumuz İran ile korkutmaya çalışanlar, artık bu yoldan vaz mı geçiyor? İran korkutmasının tutmadığını anladıkları için, şimdi ‘uzak komşumuz Malezya’ ile mi ürkütmeyi, korkutmayı deniyorlar?
Türkiye’deki İslâmî gelişmelerden ‘ürken’lerin şimdiye kadar kullandıkları slogan, “Türkiye İran olmayacak” şeklindeydi. Bundan sonra düzenlenecek mitinglerde bunun yerine “Türkiye Malezya olmayacak” sloganını mı işiteceğiz? Bu sloganın ‘Türkçe’si, “Türkiye’de kişi başına milli gelir 12 bin dolar olmayacak” şeklinde mi anlaşılmalı? Bu sloganlarla mı AB yolunda ilerleyip, “Muasır medeniyet seviyesi”ne çıkacağız?
Ah kanunsuz yasak savunucuları, ah milleti yanıltanlar. Ne zaman ‘insaf’a geleceksiniz?
20.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Din öğretimi ve devlet |
|
Yeni Anayasa taslağı, “din dersleri,” “başörtüsü” ve “dil meselesi” gibi yine milletin hassasiyetlerine odaklandı.
Birçok konu hakkında mutabakata varılırken özellikle din ve ahlâk derslerinin alternatiflere bağlanması, belli ki taslağın en çok tartışılan kritik konularının başında gelecek.
Şurası bir gerçektir ki, bütün demokratik dünyada devlet vatandaşların din eğitimini ve öğretimini vermekle yükümlüdür. Türkiye’de de bu görev, daha tek parti devrinde Tevhid-i Tedrisat Kanunuyla eğitim birliği çerçevesinde Millî Eğitim Bakanlığına verilmiştir.
Topyekûn dinî tedrisat kurumlarını bir kalemde silen devlet, kendi denetimi ve gözetimi altında olmasını istediği din eğitimi ve öğretimini çâr-nâçâr genel eğitim içine almıştır.
Din eğitimi ve öğretimi milletin temel bir talebidir. Demokrat Partinin din derslerini mekteplere koymasıyla milletin bu talebi doğrultusunda hareket edildi. 12 Eylül’de ise bu ihtiyaca cevap verme görüntüsü altında din dersleri anayasa ile mecburî hale getirilirken, bu dersler resmî ideolojinin propaganda aracına dönüştürüldü.
* * *
Geçtiğimiz dönemde, Tâlim ve Terbiye Kurulunun değiştirdiği din kültürü ve ahlâk bilgisi müfredat programında, İslâm dini dışında Hıristiyanlık ve Musevilik daha ayrıntılı olarak yer aldı. “Din” adı altında semâvî dinlerle ve hele İslâm diniyle ilgisiz bir dizi gereksiz mâlumat müfredata sokuldu.
Bununla da kalınmadı; Uzakdoğu batıl inanışlarına yer verilerek; Budizm, Şintoizm, Sihizm, Janizm, Taoizm ve hatta Bahailik birer din olarak programa eklendi. Mesele, Şîlik ve Caferilik konuların işlenmesiyle, “Bektaşilik, Alevilik ve Mevlevilik” öğretilmesi ve Aleviliğin, “dindeki anlayış farklılıkları” başlığı altında ders verilmesine kadar vardırıldı.
Mevcut din öğretiminin yanlışlarının düzeltilmesi, özellikle de resmî ideolojisi propagandası olmaktan çıkarılması gerekir beklenirken, özellikle iktidar partisinin de artık “kendi taslak taslağı” olarak sahip çıktığı, yeni anayasa taslağında din derslerinin toptan tercihe bırakılması, halka rağmen dayatmanın son bir örneği. Üstelik daha yeni halktan yetki almış sivil bir siyasî iktidarın garip bir kırılganlıkla hazırlattığı taslakta…
Din derslerinin kaldırılması, ne garip ki yine “laiklik ilkesinin güçlendirilmesi”ne bağlanmakta. Hatta siyasî iktidara yön verme alışkanlığındaki mâlum medya, bunu demokrasi ve insan hakları ve AB gereği olarak propaganda etmekte..
Oysa, din eğitimi ve öğretiminin okullarda okutulması, “din ve vicdan hürriyeti” anlamındaki Batı tipi laikliğin bir gereğidir. Ve başta AB ülkeleri olmak üzere bütün demokratik devletlerde bir gerekliliktir.
Asıl tenâkuz, devletin bir yandan din eğitimi ve öğretimini “denetimi ve gözetimi altında” tutarken, diğer yandan din derslerini vermekten kaçınmasıdır...
* * *
Hiç kimse demagojiye kaçmasın; din derslerinin mecburî olması, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) lafzına ve ruhuna da uygundur.
Türkiye’nin AB demokratik kriterleri arasında söz verdiği, özellikle temel hak ve hürriyetlerle, ifâde özgürlüğüyle ilgili maddeleri, vatandaşların dinlerini temel eğitim içinde öğrenmelerinin bir temel hak olduğunu açıkça belirtmekte.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 17. maddesi, hiçbir surette devlete, topluluğa veya kişiye sözleşmede tanınan hak ve özgürlüklerin yok edilmesine veya öngörüldüğünden daha geniş ölçüde sınırlandırmasına yönelik hakkını vermeyeceğini bildirir. Vatandaşların düşünce, vicdan, din, inanç ve ibadet özgürlüklerinin, dinini öğrenme ve yaşama hakkının kolaylaştırılmasını taahhüd altına alır.
Keza, Türkiye’nin AB Ulusal Programı’nda atıfta bulunulan, AİHS Ek 1. Protokolü 2. maddesinde, “Hiç kimse eğitim hakkından yoksun bırakılamaz. Devlet, eğitim ve öğretim ile ilgili üzerine aldığı görevleri yerine getirirken, anne ve babaların çocuklarına, kendi dinî ve felsefî inançlarına uygun olan bir eğitim ve öğretimin verilmesini isteme haklarına saygı gösterir” esasını şart koşmakta.
Çünkü, vatandaşların, inanç özgürlüğü, açık veya özel biçimde ibadet, öğretim, uygulama ve tören yapmak suretiyle tek başına veya toplu olarak dinini ve inancını açıklama hakkı, demokratik sistemin gereğidir.
20.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Raşit YÜCEL |
Pozitif hayat |
|
Hayatı azaba çeviren hâllerimiz vardır.
İş hayatında, aile hayatında, sosyal hayatın tüm katmanlarında olumlu ya da olumsuz haller ile karşı karşıya geliriz.
Ölçüleri sağlam olmayan insanlar, hayatlarında birçok aksaklıklar ile karşı karşıya kalır.
En küçük bir âletin bile kullanma kılavuzu vardır. Ve kılavuz sayesinde o âlet rahatlık ile çalıştırılır.
Eğer kılavuza bakılmaksızın bir âlet kullanılırsa, arızalanması ihtimalden uzak değildir.
İnsan, yaratılmışların en mükemmelidir. Harika bir mizan ve ince bir dikkat ile yaratılmıştır.
İnsanı böylesine mükemmel yaratan Cenâb-ı Hak, onun yaşayış biçimini de elbette en mükemmel şekilde belirtmiştir.
İnsanların hayatlarındaki negatif tutum ve davranışlar, kılavuzdan ayrı bir hayat biçiminin yansımalarıdır. İfade bozukluğu, saygısızlık, haksızlık, hırsızlık, şiddetli hırs, kanaatsizlik, taşkınlık, genelin hukukuna saygısızlık gibi hâl ve davranışlar bunun en canlı yansımalarıdır.
Pozitif hayatta nezaket vardır, hoşgörü vardır, incelik vardır, hak vardır, hukuk vardır, saygı vardır, sevgi vardır, çalışkanlık vardır, merhamet vardır, emniyet vardır.
Evet pozitif hayat hâlleri her insanın hayatında güzel yansımalar meydana getirir.
Negatif hayat hâlleri ise hem kendi şahsına, hem de çevresine dünyayı azap eder.
20.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Ruh, duygu ve içtimaî gerginlikler |
|
Hepimiz toplumda bir yer edinir, birçok roller üstleniriz. Yaşımız ilerledikçe de rollerimiz gelişir, değişir. Bu gelişmeye paralel davranışlara ayak uydurmakta zaman zaman zorlanırız. Bu da gerginlik, endişe, korkulara sebep olabilir.
Meselâ, gençlikten kurtulup evliliğe ayak attığımızda artık bir eşiz. Belki bir yıl sonra rolümüz değişir, artık anne-babayız. Veya, içinde bulunduğumuz cemiyet/cemaat, topluluğun bizden beklentileri vardır. Bunun için sürekli bir yarış içinde oluruz. Bunlar gerginlik, sıkıntı, kaygı sebebidir.
Kimi zaman, grup içinde engelleme gibi problemlerle karşılaşırız. Kimi zaman, arkadaşlarımızdan yardım görmeyiz, bir kişi veya kişiler tarafından engelleniriz. Önümüze, kıskançlık, haset gibi nefsî duvarlar çıkar.
İşte burada, sevgi, sabır, ihlâs, uhuvvet (kardeşlik), samimiyet, dostluk, fazîlet, diğergamlık gibi değerler bize yol gösterir. Bunların özümsenmesi nisbetinde de; karşılaştığımız zorlukları aşar, sıkıntıları asgariye indiririz.
Hepimiz, olumsuz hâdise, rûhî, hissî tesirler altında kalırız. Meselâ, eş ve yakınların ölümü, eşlerin boşanma, hapis, işsizlik, ağır hastalık, emeklilik (tamamen başıboş kalma), göç, mekân ve ev değiştirmeler... Bunun yanında, ülkenin siyasî ve sosyal değişikliklerinden kaynaklanan ekonomik problemler, politik gerginlikler, darbeler, terör ve savaş gibi içtimâî olaylar; rûh ve duygu dünyamızda menfî etkiler meydana getirir.
İşte hayatın inkâr edilmez ve önlenemez gerçekleri olan menfî olaylar, hiçbir zaman eksik olmaz. Eğer, bunlara karşı savaş kararı verilirse; şuûrumuzdaki haberdarlık ve uyanıklık artar. Sinir sistemimiz kendisini güçlendirir. Endişe seviyemiz yükselir.
Bedenimiz bu durumlar karşısında üç çeşit tepki verir: Tehlike, direnç ve çöküntü.
Ancak, devreye, Allah’a imân, tevekkül, kadere imân girerse; endişe düzeyi, karamsarlık, öfke, korku, sinirlilik tedirginlik gibi rûhî hallerin seviyeleri aşağılara çekilir.
Aksi halde direnç kırılır, rûh dünyamız allak-bullak olur. Ve çöküntü ve istenmeyen sonuçlar ortaya çıkabilir. Problemlerle savaşmak yerine, kaçmayı yeğlemek kurtarmıyor. Bu sefer, strese bağlı uyum bozuklukları, rûhun bedende meydana getirdiği psikosomatik, maddî hasar ve hastalıklar ortaya çıkabilir.
Bu durumda yapacağımız şey, kendimizi tedavi etmektir. Bu tedavinin yollarından birisi de cemaatî dayanışma ve kollektif şuuru geliştirmektir. Birlikte hareket, toplu tefekkür, müzakere ve mütalaa, içtimâî/sosyal gerginlikleri kaldırır, psikosomatik hastalıklara karşı direncimizi artırır.
Zira, bir taraftan biribirimizi teselli ederken, diğer taraftan kuvve-i maneviyemizi yükseltiriz. Aynı zamanda, birlikte ibadet, tefekkür, zikirle ve birbirimize dua ederek yekdiğerimize enerji aktarımı yaparız.
Bu da ruhî sıkıntılarımızı ve içtimâî gerginliklerimizi asgariye indirir. Bu da normal davranışlar sergilememize sebep olur.
20.09.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Alacakaranlıkta tahliye |
|
Yirmi aydır Afyon Hapishanesinde mevkuf tutulan Bediüzzaman Said Nursî, 20 Eylül 1949 günü sabahın erken vaktinde gizlice tahliye edildi.
Böyle, alacakaranlıkta tahliye edilmesinin asıl sebebi, halkın tezahüratından duyulan korku ve hoşnutsuzluktur.
Gelişmelerin seyri
Tarih, 1947 yılı sonları. Üstad Bediüzzaman, çok ağır bir takip ve tarassut altında Afyon'un Emirdağ ilçesinde ikamet ediyor.
Risâle-i Nur’un bu tarihe kadar gerek elyazması, gerekse teksir makinesiyle intişârı ve bilhassa Anadolu’da Nur hizmetinin gittikçe inkişâf etmesi karşısında, "gizli dinsiz komiteler" harekete geçiyor ve bu îmânî hizmeti durdurmak maksadıyla, bir yandan hükûmete evham vermeye, bir yandan da aleyhte propaganda yaparak halkı soğutmaya çabalıyorlar.
Aynı günlerde, Afyon'dan üç sivil polis "elektrik teknisyeni" nâmı ve kılığı altında Emirdağ'a geliyor. Güyâ memleket çapında gizli bir dînî cemiyetin faaliyetine âşinâ olacaklar. (Üstad, bu casusları derhal keşfediyor ve bir talebesini gönderip görüşmek istediğini iletiyor. Korku ve şaşkınlığı aynı anda yaşıyorlar.)
Bunlar, Said Nursî'nin her hâl ve hareketini takip ederken, bir yandan da bütün Nur Talebelerinin isimlerini, memleketlerini tesbit etmeye çalışıyorlar.
Bu arada, bir de korku vermekten, iftiralar üretmekten ve tahriklerde bulunmaktan da geri durmuyorlar.
Tarihçe–i Hayat isimli eserde (s. 470) bu meyanda zikredilen bir–iki misâl şudur:
Birincisi: Bir sivil memur, bir kâğıda yazıyor: "Said’in hizmetçisi buradan Said’e rakı aldı" diye. Sonra, rakıcı dükkânında sarhoş ve aklı yerinde olmayan bir adama bu kâğıdın altına imza atmasını teklif ediyor.
O adam diyor: "Tövbeler olsun, bu yalanı kim imza eder?"
İkincisi: Üstad Bediüzzaman, faytonla kıra çıktığı zaman dört beş gün müddetince, beş adet tayyâre (uçak) Üstadı takip ediyor; Üstad, evine girdiği zaman, onlar da Emirdağ’ından çekiliyorlar.
Böylelikle, Üstad'ın sırf îmânî, uhrevî Kur’ân hizmetine yanlış mânâlar verdirerek, aleyhte propaganda yapılıyor ve yukarı makamlara yanlış aksettiriliyor.
Bütün bu dayanılmaz sıkıntılara mâruz kalan Bediüzzaman Said Nursî, yaşadığı hali yazdığı bir "Hasbihal"de şu sözlerle ifade ediyor: "Şimdiki vaziyetim hapisten çok ziyade sıkıntılıdır. Bir günü, bir ay haps-i münferit (hücre hapsi) kadar beni sıkıyor. Bu gurbet ve ihtiyarlık ve hastalık ve yoksulluk ve zafiyetle, kışın şiddeti içinde herşeyden men edildim." (Emirdağ Lâhikası, s. 17)
Bununla da yetinmeyen gizli komiteler, Bediüzzaman Said Nursî ve 15 kadar talebesinin 1948 yılı Ocak ayı ortalarında evlerinden alınarak Afyon Ağır Ceza Mahkemesine sevk edilmelerini temin ediyor.
Ayrıca Isparta, Kastamonu, Konya, İnebolu, Safranbolu, Aydın gibi daha başka vilâyet, kasaba ve köylerden de 60 kadar Nur talebesi toplanarak Afyon hapishanesine getirtiliyor.
Böylelikle, 20 ay sürecek olan çileli "Üçüncü Medrese–i Yusufiye" hayat devresi başlamış oluyor.
"Sivil polisleri nasıl tesbit ettin?"
Afyon Mahkemesinde sorguya çekilen Üstad Bediüzzaman ve talebelerine şu suçlar isnat ediliyordu:
1) Gizli bir cemiyet kurmak.
2) Rejime aykırı fikirler neşretmek.
3) Siyasî bir gaye takip etmek.
Mahkemenin ilk celsesinde, Üstad Bediüzzaman'a ayrıca Emirdağ'a elektrik teknisyeni diye gönderilen üç sivil polisi nasıl tesbit ettiği sorulur. Bu suâlin altındaki endişe şudur: "Acaba, onun da bir istihbarat teşkilâtı mı var?"
Üstad'ın bu evhamlı suâle verdiği susturucu cevap şudur: "Onları gece rüyâmda gördüm."
Tabiî, hakimin rüyâyı da sorgulayacak hali yoktu.
Hapishanede eziyet
Üstad Bediüzzaman ve talebelerinin Afyon hapsinde çekmedikleri ezâ, cefâ kalmıyor. Hemen her ânı, ölümle pençeleşerek geçiriyorlar. Bununla da yetinmeyip, bir de kerratla zehirliyorlar.
Orada yaşanan insanlık dışı muameleleri burada saymakla bitiremeyiz. Arzu edenler, "Tarihçe–i Hayat" ve "Son Şahitler" isimli eserlerin ilgili "Afyon hayatı ve hatıraları" bölümlerini okuyabilirler.
Eziyet ve işkencenin bir başka sûreti ise, 20 aylık hapis ve mahkemenin "temyiz"e rağmen bir türlü bitmek bilmemesidir.
Öyle ki, Afyon Mahkemesi, temyiz kararına uyulup uyulmayacağını dahi düşünüp tartışıyor.
Aynı şekilde, "noksanların ikmali" bahanesiyle, tutukluluk süresi uzatıldıkça uzatılıyor.
Nihayet, 20 Eylül 1949 günü sabahın çok erken bir vaktinde Said Nursî'nin tahliyesi gerçekleşiyor. (Garip bir tevafuk: Üstad Bediüzzaman'ın 1943'te Denizli'ye gönderilmek üzere Kastamonu'da tevkif edildiği gün de yine 20 Eylül günüydü.)
İki komiser refakatinde faytonla bir eve getirtilen Üstad, iki ay Afyon'da bekletildikten sonra, tekrar Emirdağ'a gönderiliyor.
Bütün bu gelişmelere rağmen, mahkeme "tutuksuz şekilde" devam ediyor. 1950'de umumî af çıkmasına rağmen, şahıslara ilişilmedi, ama eserler müsadere edildi.
Eserlerle ilgili mahkeme yıllarca devam etti. Diyanet'ten de müsbet bir rapor geldikten sonra, Afyon Ağır Ceza Mahkemesi, nihayet Haziran 1956 tarihinde ittifakla Nurların beraetine ve serbestiyetine karar verdi. Karar kat'ileşti.
İşte bu tarihten sonradır ki, Demokrat hükümetinin (hasseten Başbakan Menderes'in) de yardımıyla, Risâle-i Nur mecmuaları matbaalarda tab'edilmeye başlandı.
Üstad Bediüzzaman, Afyon ve Emirdağ'da maruz bırakıldığı işkenceli tazyiklerin sebebini Devlet Reisine bir dilekçe ile bildirmek ihtiyacını hisseder. Bu dilekçede şu ifadeleri kullanır:
"Reis-i Cumhura gönderilen istidanın zeylidir ki, mecbur oldum yazmağa.
"Bana hücum eden garazkârların en esaslı sebebi, Mustafa Kemal'in dostluğu ve tarafgirliği vesilesiyle beni eziyorlar." (Devamı için bakınız: Emirdağ Lâhikası, s. 247)
Not: Bu dilekçenin İsmet Paşaya hitaben yazılmış olması gerekir. Zira bu mektup, Emirdağ Lâhikasının ilk cildinde ve Cumhurbaşkanı seçilen Celâl Bayar'a gönderilen tebrik mesajından birkaç sayfa evvel yer alıyor.
20.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kısa kısa |
|
Engin Hatipoğlu:
* “Normal olarak orucunu tutan birisi Ramazanda hiçbir mazereti olmaksızın bir gün orucunu özürsüz terk etse ne yapsın? Gününe gün kaza mı yapar, yoksa 61 gün kefaret orucu mu tutar? Ben sadece bayram sonrası bir gün kaza eder diye biliyorum. Dinimizin bu hususta fetvâsı nedir?”
Ramazan ayında özürsüz olarak oruç yemek haramdır. Bu günahtan arınmak için tutmadığımız oruçları gününe gün kaza ederiz ve ayrıca farz bir emri zamanında edâ etmediğimiz için tövbe ederiz. Başka bir ifadeyle, Ramazan ayında bilerek tutulmayan oruçların kefareti gününe gün kazadan sonra tövbedir.
Aralıksız altmış bir günlük kefaret orucunu ise, özürsüz yere ve bilerek bozduğumuz Ramazan orucu için tutarız. Hüküm böyledir. Bize hükme boyun eğmek ve teslim olmak düşer.
***
Harun Koca:
*“Adak kurbanının zamanı var mı? Meselâ askerliğimi bitirince kurban keseceğim dedim. Ama hâlâ kesemedim. (12 yıl geçti.) Ama unutmuş değilim. Ne yapmam lâzım.”
Adaklar konusunda hassas davranmalı, yapamayacağımız şeyi adamaktan kaçınmalıyız. Çünkü adak, hiç mecbur değilken Allah’a verdiğimiz bir sözdür. Üzerimize vacip olmayan bir şeyi üzerimize vacip yapmak demektir. Öyleyse, verdiğimiz söze ve üzerimize vacip yaptığımız emre sadık kalmalı, bir an önce yerine getirmeliyiz.
Aksi takdirde eğer ölüm gelse borçlu giderek rahmet-i İlâhiye’ye karşı mahcup düşmek, ölüm gelmezse yine vadinde sadık bulunan Allah’a karşı mahcup olmak riski ile hep yüz yüze bulunuyoruz demektir. Allah’a el açıp istemek konumunda vadimize sadık olmadığımız adağımız gözümüzden gitmeyecek ve bundan kulluğumuz zarar görecektir. Adağın gerçekleşmesi için on iki yıl uzun bir süredir. Bu adağı derhal yerine getirmek gerekiyor.
***
Ankara’dan Ahmet Karadayı:
*“Cuma namazına görme engelli bir kişinin gitmemesinin câiz olduğunu duydum; doğru mudur?”
Görme engelli bir kişi için, eğer kendisine yardım edecek birisi yoksa, yola da alışmamışsa, Cuma namazı farziyeti düşer. Bu durumda Cuma namazına gitmemesi kendisi için caiz olur ve yalnızca öğle namazını kılar.
Böyle bir engelli Cuma namazına sadece elinden tutacak ve kendisine yardım edecek birisini bulduğu zaman veya yol tehlikesiz olmak şartıyla yola alışık olduğu zaman gider.
***
Anıl Ateşin:
*“Özürlü namaz kılarken her bir vakit için abdest alması gerektiğini biliyorum. Peki, vakit namazından sonra kaza namazı kılmak içinde abdest tazelemek lâzım mıdır? Mesela özürlü durumda 1 günlük kaza namazı kılmak için 5 kere abdest almak mı gerekir? Cevabınızı bekliyorum. Allah razı olsun.”
Özürlü bir kişi bir vakit için aldığı abdest ile o vakit içinde vakit namazı kılabileceği gibi, istediği kadar kaza namazı da kılabilir. Her kaza namazı için ayrıca abdest alması gerekmez.
***
Murat Boztepe:
*“Benim ablam eşinden resmi olarak ayrıldı. Fakat eşi hâlâ dinen boşamayacağını belirtmektedir. Boşanması için ne yapmamız gerekir ya da ayrı yaşadıkları için dinen boşanmış sayılırlar mı?”
Mahkemenin resmen boşadığı çiftler dinen de boşanmış sayılırlar. Dinen boşanmak için başka bir işleme gerek yoktur.
20.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|