Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 20 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

O zalimleri, yoldaşlarıyla ve Allah'tan başka taptıklarıyla beraber toplayıp Cehennemin yoluna sürün.

Sâffât Sûresi: 22-23

20.09.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Biriniz su içtiğinde içtiği kabın içine nefesini salmasın. Tuvalete girdiğinde tenâsül uzvuna sağ eliyle dokunmasın. Sağ eliyle temizlemesin.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 1, no: 391

20.09.2007


Oruç, nefsin firavunluk cephesine darbe vurur

Ramazan-ı Şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubûdiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Nefis Rabbisini tanımak istemiyor; firavunâne kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azaplar çektirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, zaafını, fakrını gösterir, abd olduğunu bildirir.

Hadisin rivayetlerinde vardır ki:

Cenâb-ı Hak nefse demiş ki: “Ben neyim, sen nesin?”

Nefis demiş: “Ben benim, Sen sensin.”

Azap vermiş, Cehenneme atmış, yine sormuş. Yine demiş: “Ene ene, ente ente.” (Ben benim, sen sensin.) Hangi nevî azâbı vermiş, enâniyetten vazgeçmemiş.

Sonra açlıkla azap vermiş. Yani aç bırakmış. Yine sormuş: “Men ene? Ve mâ ente?”

Nefis demiş: “Ente Rabbiye’r-Rahîm, ve ene abdüke’l-âciz.” Yani, “Sen benim Rabb-i Rahîmimsin. Ben senin âciz bir abdinim.”

“Allahım! Efendimiz Muhammed’e ve âl ve ashabına Senin razı olacağın ve onun lâyık ve müstehak olduğu bir rahmetle, Ramazan ayında okunan Kur’ân’ın harfleri adedince salât ve selâm et. Âmin.”

“İzzet sahibi Rabbin, onların yakıştırdıklarından münezzehtir. Bütün peygamberlere selâm olsun. Hamd ise Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.” (Sâffât Sûresi, 37:180-182.)

İtizar: Şu İkinci Kısım (Ramazan Risâlesi), kırk dakikada sür’atle yazılmasından, ben ve müsvedde yazan kâtip ikimiz de hasta olduğumuzdan, elbette içinde müşevveşiyet ve kusur bulunacaktır. Nazar-ı müsamaha ile bakmalarını ihvanlarımızdan bekleriz. Münasip gördüklerini tashih edebilirler.

Mektubat, 29. Mektub, 2. Risâle, 9. Nükte, s. 393

Lügatçe:

mevhum: Vehmî olan, olmadığı halde varmış gibi kabul edilen.

rububiyet: Rablik, terbiye edicilik sıfatı.

ubûdiyet: Kulluk.

abd: Kul.

20.09.2007


Risâle-i Nur’la bir başka güzeldir Ramazan

İşte mânânın maddeye galip geldiği an. İşte ruhun cesede, kalbin nefse, aklın mideye hâkim olduğu an. Ve işte melekleri bile gıpta ettirecek umûmî kulluk hali. Melekler mesrur, mevcudat mesrur, ruhun prangalarını kıran ruhlar mesrur. Yağmurlar yağmasa da rahmet-i İlâhiye sağnak sağnak. Herkes Ramazan’ın güzelliklerinden gayreti ve kabiliyeti nisbetinde nasibdar.

Lâkin akıl alâkadarlığıyla bu güzelliklerin dünyevî boyutta biteceğini bilmek, otuz günlük sürenin gün be gün azalacağını bilmek üzüntü verici.

Peki bu güzellikleri bekaya tebdil etmenin bir yolu yok mu? Bir aylık kulluk bilincini bir ömre yaymanın, ya da en azından Ramazan’dan çıkan “biz”in Ramazan’a giren “biz”den farklı olmasının bir yolu yok mu?

Var elbette; Ramazan’ın güzelliklerini kalıcı davranış değişikliğine dönüştürebilmek. Ramazan’ı yüzeysel ve sadece davranışsal değil, bilinçsel ve derinlemesine yaşamak. İşte bu yüzden Ramazan’da da vazgeçilmezdir Risâle-i Nur ve Risâle-i Nur’la bir başka güzeldir Ramazan.

Üstelik Ramazan’la bütünleşen çok özel bahisleri dahi vardır. Ve bu bahisler sair vakitlere kıyaslanamayacak kadar tesir gösterir. Meselâ gündüz oruçlu iken “Ramazan Risâlesi”, akşam iftar edilmiş ve açlıktan sonra in’âma yeni mazhar olarak kuru bir parça ekmeğin bile kıymeti anlaşılmışken “Şükür Risâlesi”, iftar davetlerinin israfla neticelenmemesi ve iştiha-i kâzibeye yenik düşmemek için “İktisat Risâlesi”, Kur’ân kıraatinden sonra azametini ruhlarda tesbit için “Mu’cizât-ı Kur’âniye Risâlesi” gibi…

Hem madem ki, “Mahiyetindeki hadsiz aczi, nihayetsiz fakrı, gayet derecedeki kusurunu göremeyen ve görmek istemeyen” nefis, “firavunluğunu bırakıp, kemal-i acz ve fakr ile dergah-ı İlâhiye’ye ilticaya bir arzu hisseder”1

Mâdem ki mide dışındaki “sâir cihazât o fabrikanın süflî eğlencelerine bedel, Ramazan-ı Şerif’te melekî ve ruhânî eğlencelerde, nazarlarını onlara dikerler.” Ve “Ramazan-ı Şerif’te, mü’minler, derecâtına göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere, manevî sürurlara mazhar oluyorlar. Kalp ve ruh, akıl, sır gibi letâifin o mübarek ayda oruç vasıtasıyla çok terakkiyât ve tefeyyüzleri vardır.”2

Madem ki “orucun ekmeli, mide gibi bütün duyguları, gözü, kulağı, kalbi, hayali, fikri gibi cihazât-ı insaniyeye dahi bir nevî oruç tutturmaktır. Yani muharremattan, malayaniyattan çekmek ve her birisine mahsus ubudiyete sevketmektir.”*3

Madem ki kalpler bu atmosferde incelmekte, madem ki ruhlar bütün alıcıları açık, maneviyata dair ne varsa çorak toprakların suyu emdiği gibi kana kana içmektedir.

Madem ki uslanmaz ve akıllanmaz nefis, Ramazan’da oruç vasıtasıyla “Ente Rabbiye’r-Rahîm ve ene abduke’l-âciz”4 diyebilecek kadar kulluğunun farkına varmaktadır.

Madem ki “Ramazan-ı Şerifte güyâ âlem-i İslam bir mescid hükmüne geçiyor. Öyle bir mescid ki, milyonlar hafızlar, o mescid-i ekberin köşelerinde o Kur’ân’ı, o hitab-ı semâvîyi arzlılara işittiriyorlar.”5 Bizim de zîşuur arzlılar olarak “Semi’nâ ve ete’na” dememiz gerekir.

Ve madem “Ramazan-ı Şerif, adeta bir ahiret ticareti için gayet kârlı bir meşher, bir pazardır. Ve uhrevî hâsılât için gayet münbit bir zemindir.”6 O halde Risâle-i Nurlar bu zemine cömertçe ekilmelidir. Bu ayda gözlerin ve dillerin aşina olduğu Kur’ân’ın hakikatleri Risâle-i Nurlar ile ruhlara sindirilmeli ve yüreklere indirilmelidir.

Dipnotlar:

1- 29. Mektup, İkinci Risâle olan İkinci Kısım, Beşinci Nükte

2- A.g.e., Sekizinci Nükte

3- A.g.e., Yedinci Nükte

4- A.g.e., Dokuzuncu Nükte

5- A.g.e., Altıncı Nükte

6- A.g.e., Yedinci Nükte

Nuriye ÇEVİK

20.09.2007


ESMA-İ HÜSNA

Hasîb

Allah (c.c.), Hasîb’tir. Yani, kullarına yeterli olan ve tevekkül eden kuluna yetendir. Cenab-ı Hak aynı zamanda hesabı çabuk gören, muhâsebeyi zamansız ve çabuk yapan, affetmediği takdirde muhakkak hesap soran, hesaptan vaz geçmeyendir.

Kur’ân’da zikredilen Hasîb ismini, Resûlullah Efendimizden (a.s.m.) gelen rivâyetlerde de görmekteyiz.1

Bir âyette: “Size selâm verildiğinde ondan daha iyisiyle selâmı alın veya aynıyla mukabele edin. Muhakkak Allah, her şey üzerinde Hasîbtir”2 buyuran Hasîb-i Zülcelâl, bir diğer âyette, “Allah’ın gönderdiklerini tebliğ edenler Allah’tan korkarlar ve onlar Allah’tan başka hiç kimseden korkmazlar. Allah Hasîb olarak yeter”3 buyurmaktadır.

Bedîüzzaman’a göre her hayat sahibi, kâinatın bir küçük misâli hüviyetindedir. Her canlının hayatına, kâinat kadar önem taşıyan ihtiyaçlarını yerleştiren ve her ihtiyacı kolaylıkla temin edip yetiştiren Rablerinin bir tek teveccühü kendileri için her şeye bedeldir ve bütün eşyanın yerini tutar.4 Her derde müptelâ olan, her şeyden çâre arayan, hastalık, yaşlılık ve ölüm dâhil hayatını karartan tasa ve kederler ile dertli olan insan ve tüm canlılar Hasîb ismi sahibi Cenâb-ı Hakka sığınmalı ve tevekkül etmeli, “Hasbünallahü ve ni’me’l-vekîl” (Bize Allah yeter; O ne güzel vekîldir!) zikrine devam etmelidirler. Bu zikirde büyük bir mânevî dayanak noktası vardır. Bediüzzaman, bizzat kendisi günde beş yüz defa bu zikri okuduğunu kaydetmektedir.5

“Ölüm, firak değil visâldir, tebdil-i mekândır, bâkî bir meyveyi sümbül vermektedir”6 diyen Bediüzzaman Saîd Nursî, insan ruhunda çok şiddetli bir arzu ile bulunan bekâ aşkının, aslında Bâkî-i Zülcelâlin varlığına ve bekâsına baktığına işâret ederek, önemli bir yanılgıya dikkat çeker: Bu şiddetli aşk çoğu zaman, gaflet yüzünden insanın kendi şahsiyeti ile ilgili bekâ isteğine dönüşmektedir.7

Bedîüzzaman’a göre, o çok derin ve kuvvetli bekâ aşkı, bizzat, sebepsiz ve fıtraten ileri derecede sevilen sınırsız kemâl sahibi bir ismin gölgesi vâsıtasıyla insanın mahiyetinde hükmetmektedir. Kendi öz varlığında hissettiği bu şiddetli bekâ aşkı ve muhabbetini, sebepsiz, garazsız ve illetsiz bir şekilde Cenab-ı Hakka yönelten bir mü’min için Allah yeterli ve kâfîdir.8 Koca Cennet bütün güzellikleriyle bir cilvesi bulunan ve bir saat görülmesi Cennettekilere Cenneti unutturan bir Cemâl-i Sermedî elbette nihâyetsizdir, eşi, benzeri, dengi, nazîri ve misli yoktur ve elbette Ona kanaat eden insana O yeter.9

Bediüzzaman’a göre, îmân sâyesinde Allah’a olan bağlılığımızı anlama sırrıyla bir dakika yaşamak, îmânî bağlılıktan mahrum binler sene yaşamaya bedeldir. O tek dakika, mertebece o binler seneden daha mükemmel ve daha geniştir. Binâenaleyh, gökte büyüklüğü, ve yerde âyetleri görünen ve göklerle yeri altı günde yaratan Cenab-ı Hakkın san’atı olmak; varlık, kemâl, şân, şeref, gurur, huzur, mutluluk, saadet ve sevinç olarak insana yeter.10

(Risâle-i Nur’da Esmâ-i Hüsnâ)

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Daavat: 86; 2- Nisa Sûresi: 86; 3- Ahzab Sûresi: 39; 4- Sözler, s. 269; 5- Şuâlar, s. 58; 6- Lem’alar, s. 313; 7- Şuâlar, s. 59; 8- A.g.e., s. 61; 9- A.g.e., s. 71; 10- A.g.e., s. 83

20.09.2007


Nurlu hatıralar

“Hilmi Doğan’dan Nurlu Hatırlar” ismini taşıyan hatıra ve biyografi kitabı Mart 2007’de Yeni Asya Neşriyat arasındaki yerini aldı. Bu kitap, Risâle-i Nur hareketinin, o zorlu günlerden bu günlere geliş hikâyesini biyografi tarzında okumak isteyenler için bir kaynak niteliğinde. Nuriye Çevik’in hazırladığı eser altı bölümden oluşuyor.

İlk bölümde, Hilmi Doğan’ın çocukluk yılları anlatılıyor. Bu bölümde, tek parti döneminde yapılan tipik zulümlere yer verilmesi, kitaba tarihî bir belge niteliği kazandırmış.

İkinci bölümde, Hilmi Doğan’ın Batman hayatı ve Risâle-i Nur’la ilk muhatap oluşu anlatılıyor. Bekir Berk’in insana şevk veren mahkemelerine katıldığını ifade etmiş Hilmi Ağabeyimiz. Risâle-i Nur adına açılan dâvâların sıklığı dikkati çekiyor bu dönemlerde. Mevlid için tutuklanan insanların olduğu bir zaman dilimi… Ali Uçar Ağabeyin nurları tanıması da yer alıyor bu bölümde.

Üçüncü bölümde ise, Ankara hayatı anlatılmış. Ankara’da güzel hizmetlere devam ederken ‘12 Mart’ın getirdiği baskıların hizmet şevklerini arttırdığını söylüyor Hilmi Ağabey. Kitabın başında ifade edildiği gibi, bu sıkıntıları gördükçe insanın içinde ılık bir dalgalanma oluyor. Biraz mahcubiyet, biraz da umut dolu olarak… Tarih seyri içerisinde Ankara Kültür-Eğitim Vakfı kurulur (İlk Başkanı Hilmi Doğan’dır) ve bu vakıf güzel kadroların yetişmesine vesile olur. AKEV’in düzenlediği, açılış konuşmasını Hilmi Doğan’ın yaptığı ‘Anarşi: Sebeb ve çareleri’ başlıklı açık oturum Türkiye çapında ses getirir. Zübeyir Ağabey’in gazete idaresi için Mehmet Kutlular’ı tercih ettiğini ve Bayram Ağabey’in “Bu gazetedeki kardeşlerimiz, her hizmetin önündedirler. Biz onların her türlü işine kefiliz. Bunların başka bir niyeti olamaz, yoktur. Bu gazete cemaatin gazetesidir” şeklindeki Zübeyir Ağabeyin ifadelerini nakletmesi de tarihî birer belge niteliğinde.

80’li yıllara gelindiğinde bazı grupların ihtilâli desteklemesinin yanlışlığını anlatıyor Hilmi Ağabey. 90’lı yıllarda Ankara-Kocatepe Mevlidini ve yaşananları tekrar hatırlama imkânı buluyorsunuz kitabın ilerleyen bölümlerinde.

Dördüncü bölümde ise Risâle-i Nur’un saff-ı evvellerinden Zübeyir Gündüzalp, Mustafa Sungur, Bekir Berk gibi ağabeylerle olan hatıralarını dile getiriyor.

Beşinci Bölüm’de, hepimizin az çok bildiği, yine Hilmi Doğan Ağabey’e ait ‘Tepelice çama çıktım..’ mısrasıyla başlayan şiir ile Erek Dağı şiirinin yazılış hikâyesine yer verilmiş. Nurs’tan Urfa’ya adlı harika bir şiiriyle mezkur açık oturumda yaptığı konuşma yer alıyor bu bölümde. Son bölümde ise Risâle-i Nur hizmeti ile ilgili görüşlerini anlatmış Hilmi Ağabeyimiz.

Kitabın Önsöz’ünde de dile getirildiği gibi: “Hatıralar hatırlanmalı. Hatıralar sonraki nesillere aktarılmak için kalıcı kılınmalı.” Kıymettar hatıraların okuyucularla buluşmasını gerçekleştirmiş bu kitap. Risâle-i Nur hareketinin bugüne gelişini tatlı bir üslûpla okumak istiyorsanız bu kitap sizi bekliyor.

Zübeyir ERGENEKON

20.09.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri