Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 26 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İslam YAŞAR

‘Risâle-i Nur bu vatana hakimdir’ (2)



Zübeyir Gündüzalp...

‘Nur’un bayramını' Bediüzzaman'la birlikte yaşayanlardan biri de oydu. Cemaata daha nice Nur bayramları yaşatmak için Tahirî, Abdullah, Ceylan, Bayram, Hüsnü, Sungur gibi bazı Nur Talebeleri ile yaşanan hadiseleri görüştü ve onlara Üstadın "Benim meslek ve meşrebimi ve Risâle-i Nur'un meslek ve meşrebini, benden gördüğünüz gibi muhafaza etmeye mecbursunuz" sözlerini hatırlattı.

Hepsi Zübeyir'in; Üstadın yanında hususî bir yerinin olduğunu bildikleri, onu 'Nur'un sadık kahramanı, Nur'un büyük kumandanı, Zübeyir'imi kâinata değişmem' diyerek taltif ettiğini duydukları için onun yanında yer aldılar.

Zübeyir, Isparta'da, Eskişehir'de, Ankara'da yaptığı bu görüşmelerden sonra Elazığ'a, Kastamonu'ya, İzmir'e gidip Hulusi'nin, Mehmed Feyzi'nin, Ahmed Feyzi'nin ve o havalideki diğer müessir Nur Talebelerinin de fikrini aldı ve İstanbul'a gidip oradaki Nur Talebeleri ile çalışmaya başladı.

İlk olarak Bediüzzaman'ın "Mümkün olduğu kadar geçici rüzgârlara ehemmiyet vermeyiniz, bakmayınız. Zaten mabeyninizde samimî tesanüt ve meşveret-i şeriye, sizi öyle şeylerden muhafaza eder. İçinizdeki şahs-ı manevî fikrini, o meşveretle bildirir" şeklindeki sözlerinden hareket ederek bir istişare heyeti kurdu.

Bediüzzaman'ın hizmetinde bulunan bazı talebelerinden ve mahallinde temayüz etmiş Nur müdebbirlerinden teşekkül eden heyet üyeleri ilk olarak hizmetin merkezîleştiği yerlere giderek zihinlerde hasıl olan tereddütleri izale ettiler ve cemaatin derlenip toparlanmasını sağladılar.

Bir mesele zuhur ettiği zaman veya ihtiyaç hasıl oldukça meşveret heyetini toplantıya çağırıp meseleleri müzakere etti ve meşveretten çıkan kararlara göre hareket ederek dershane hizmetlerinin ve Risâle neşriyatının intizamlı bir şekilde işleyişini temin etti.

Bu arada hem Risâlelerden ve lâhika mektuplarından Nur hizmeti ile ilgili bahisleri seçerek Hizmet Rehberi'ni hazırladı; hem de Said Nursî'nin içtimaî hadiseler karşısında söylediği sözleri, yaptığı hareketleri, takındığı tavırları esas alarak bazı içtimaî prensipler ortaya koydu.

Risâle-i Nur Külliyâtı gibi büyük bir kaynağa sahip olan ve beynelmilel hedefler taşıyan bir hareketinin mensuplarının, zamanın ilmî gelişmelerinden bihaber olmaları, içtimaî gerçeklerinden uzak durmaları ve her seviyeden insana hitap etmenin icaplarına riayet etmemeleri mümkün değildi.

Öyle yaptıkları takdirde şevk vesileleri azalır, tesir sahaları daralır ve muhatapları üzerinde, hareketin sadece müntesiplerine münhasır bir yaşayış şekli olduğu kanaati uyandırırdı.

Bu gerçeği nazara alan Zübeyir; Risâle-i Nur'u, 'matbuat lisanıyla' milletin irfanına arz ederek 'Nur'un naşir-i efkârı' olacak gazetelerin, dergilerin çıkarılmasına öncülük etti.

Ayrıca insanların, Nurlarla irtibatını sağlayacak farklı kitapların neşrine, Nur camiasının cemiyetle kaynaşmasını temin edecek vakıfların, derneklerin, teşekkülüne ve bu hizmetleri maddî yönden destekleyecek şirketlerin kurulmasına zemin hazırladı.

Risâle-i Nur hizmetinde belli bir merkez yoktu. Nur Talebeleri merkeziyetçi anlayışla hareket etmiyorlardı. Risâle-i Nurların derslerinin yapıldığı her yer, o hizmet mahallinin merkezi sayılırdı.

Lâkin Risâle-i Nur Külliyatı orada basılıp dağıtıldığı, istişarelerin çoğu orada yapıldığı ve gerektiğinde başka yerlere de yardım edildiği için İstanbul, zamanla fiilî bir merkez hüviyeti kazandı.

Her an üzerlerinde ağırlığını hissettikleri baskılara, zulümlere, hapislere, eziyetlere, takiplere ve içinde bulundukları maddî imkânsızlıklara rağmen, hizmetin işleyişine sekte vermeden hedefleri gerçekleştirmeye başladılar.

Sadakatin ve sebatın zaferiydi gelinen merhale. Bu cesaret, metanet, şevk ve gayret, zaten Bediüzzaman'ın “Her bir adam, eğer hanesinde dört-beş çoluk çocuğu bulunsa, kendi hânesini bir küçük medrese-i Nuriyeye çevirsin. Eğer yoksa, yalnız ise, çok alâkadar komşularından üç-dört zât birleşsin ve bu heyet, bulundukları haneyi küçük bir medrese-i Nuriye ittihaz etsin" tavsiyesini fiilen yaşamakta olan cemaati daha da hareketlendirdi.

Nur Talebelerinin, bulundukları yerlerde günün bazı vakitlerinde kendi aralarında yaptıkları hususî derslere, haftanın muayyen günlerinde daha geniş çevrelerle yapılmaya başlanan dersler de ekleyince her ev, işyeri ve mahal Medresetü'z-Zehra'nın küçük bir şubesi hâline geldi.

Böylece Isparta'da, Ankara'da ve Anadolu'nun bazı şehirlerinde hususî mahiyette küçük çaplı hizmetler de olmakla birlikte, Risâle-i Nur'un şahs-ı mânevîsi Zübeyir'in ve Tahirî, Abdullah, Sungur, Bayram gibi saff-ı evvellerin temsil ettiği bu cemaat etrafında teşekkül etti.

İhtilâlcilerin bütün baskılarına rağmen Nurcuların kısa zamanda derlenip toparlanarak maddî ve mânevî sahada yeni hizmet hamleleri yapacak seviyeye ulaşmaları, ihtilâlden büyük zarar görerek birliğini bütünlüğünü kaybeden dinî cemaatlerin ve demokrat çevrelerin de dikkatini çekip takdirini kazandı.

İhlâsın, samimiyetin, sadakatin, cesaretin, metanetin ve uhuvvetin tezahürü olan bu cemaatin yaptığı İslâmî faaliyetler; diğer cemaatler, dinî hizmet gurupları ve bazı demokratlar tarafından da desteklendi.

Bu umumî teveccüh sayesinde, zamanın müçtehidi olması hasebiyle Bediüzzaman Said Nursî'nin temsil ettiği İslâmın şahs-ı mânevisi de yeniden canlanmaya başladı.

Siyasî ve içtimaî yönden memlekette çok farklı gelişmeler yaşandığı ve cemiyet değişik fikir akımlarının mecraı hâline getirilmek istendiği için Nur Talebeleri de çeşitli çevreler tarafından o handikabın içine çekilmek istendiler.

Zübeyir hayatta iken, hayatının şiarı hâline getirdiği sadakatinin tezahürü olarak yapılan istişarelerde her meseleyi Risâle-i Nur'la izah ederek muhataplarını ikna veya ilzam ettiği için meydana gelen hadiselerden Nur hareketi fazla zarar görmedi.

Onun vefatından sonra serbest kalan bazı temayüllerin harekete geçmesi neticesinde zuhur eden mevzii ihtilâflara rağmen istişareye dayalı bir işleyiş şekli olduğu için Nur Hareketinin istikrarlı intişarı yıllarca devam etti.

Nur Talebelerinin medenî münasebetleri sayesinde devlet ricalinin, hükümet erkânının, bazı bürokratların ve ekser icraatı inkârı işmam eden entel çevrelerin Bediüzzaman ismine takındıkları muannit tavırlar kırıldı.

Kazanılan her başarı gibi katedilen bu merhale de yeni hizmet sahalarının açılmasına zemin hazırladı ve daha önce değişik vesilelerle farklı isimler altında yapılan Bediüzzaman, Risâle-i Nur muhtevalı kapalı salon toplantıları resmen o isimler adına tertip edilmeye başlandı.

Bu arada pek çok dâvâlar açıldı, mahkemelere gidildi, haksız yere verilen cezalar çekildi ama o zamana kadar resmî çevrelerce Risâle-i Nurların üzerine yapıştırılmaya çalışılan 'yasak yayın' yaftası yırtıldı.

Bunun üzerine, Bediüzzaman'ın, eskiden beri Risâle-i Nurların neşriyle meşgul olan talebelerinin yanı sıra, farklı telâkkiler taşıyan bazı talebeleri de Risâle neşretmek için yayınevleri kurdular.

Risâle-i Nurların neşriyatı bunlarla da kalmadı. Bediüzzaman'ın 'Risâle-i Nur, ona şakirt olmak şartıyla herkesin kendi malı gibidir" sözünden hareket eden müteşebbis mizaçlı bazı kişiler de Nuru tedaî ettiren isimler altında farklı yayınevleri kurarak âdeta Risâle neşretme yarışına giriştiler.

Ülkede insanların ekonomik durumları düzelip kültür seviyeleri yükseldikçe memleketin siyasî, iktisadî ve içtimaî şartları normalleşti. Buna paralel olarak sair fikir hareketleri gibi Nur cemaatinin de yapısı gelişti, hizmet sahaları çoğaldı.

Farklı mizaçtaki insanlar, fıtratlarının iktizası olan sahalarda hizmet etme imkânı buldukça birleşip küçüklü büyüklü gruplar teşkil ederek Risâle-i Nur'un bir rüknünü ihya ettikleri nisbette Nur hareketi içinde yer alma şansı buldular.

Risâle-i Nur'un millete mal olduğunu gösteren bu gelişmeler; Nur ekolünde yetişmese de memleketin gerçeklerine, milletin değerlerine sırt çevirmeyen mutedil, muhakemeli ve ehl-i insaf yazarları, ilim, fikir adamlarını etkiledi.

Ekseriyeti Said Nursî'nin hayatını inceleyip eserlerini okuyarak, bazıları da onun yaptığı tespitlerin ve koyduğu teşhislerin isabetli olduğunu, sözlerine herkesçe itibar edildiğini görerek yeri geldikçe eserlerinde, konuşmalarında ondan bahsetmeyi meziyet addettiler.

Bazıları bunu, onun sözlerini fikrî bir maya gibi kullanıp kendi düşüncelerini ona göre şekillendirerek ifade etti, bazıları da Risâlelerden iktibas ettiği sözlerle, vecizelerle, parçalarla yaptı.

Bediüzzaman'dan bahseden yazılar, sözler ve onun adına yapılan faaliyetler millet mabeyninde makes buldukça, henüz onun hakkındaki önyargılarından kurtulamayan bazı muarızlar taarruza geçerken; yapılan iktibasları hazıra konmak şeklinde telâkki eden muterizler de itiraz ettiler.

Önceki asırlarda pek çok mürşid ve şair gibi Mevlânâ hakkında da eser yazan veya Mesnevîden, Divan-ı Kebirden iktibaslar yapan bazı şairler ve yazarlar için de benzer ithamlarda bulunulmuştu.

“Esrarımı Mesnevîden aldım

Çaldımsa miri malı çaldım”

O zaman böyle cevap vermişti Şeyh Galip, Hüsn-ü Aşk Mesnevîsinin bazı bölümlerinin Mevlânâ'nın Mesnevîsine benzediğini söyleyerek kendisini bir nev’î hırsızlıkla suçlayan münekkitlere.

Bediüzzaman hakkında yazdıkları yazılardan ve Risâle-i Nurlardan aldıkları parçalardan dolayı tenkit edilenler de yapılan taarruzlara ve itirazlara; Said Nursî'nin bu milletin yetiştirdiği büyük bir âlim olduğunu, Risâle-i Nurların da artık miri malı sayıldığı için herkes tarafından serbestçe kullanılabileceğini söyleyerek mukabele ettiler.

Kabullenmenin ve mensubiyet hissederek sahip çıkmanın neticesi olan bu hâl; sadece âlim, yazar, mütefekkir gibi havassa mensup insanlara münhasır kalmadı. Cemiyetin her kesiminden pek çok insan da yeri geldikçe sözleri, hâlleri, hareketleri ile Said Nursî'ye sevgisini ve Risâle-i Nura ilgisini ifade etti.

Zaman geçip haberleşme imkânları geliştikçe ve medya mevkuteleri çoğaldıkça bu ilgi de arttı ve gazete, dergi, kitap sayfalarından radyo mikrofonlarına, televizyon ekranlarına, video bantlarına, CDlere, internet sitelerine aksederek her sahada intişar etti.

Elbette o badireleri atlatıp merhaleleri geçerek bu intişarı sağlamak pek kolay olmadı. Sadece dost, kardeş ve talebe dairesindeki Nurcular değil, onların aile efradı ve akraba çevreleri de yıllarca hem maddî, hem de mânevî yönden nice sıkıntılar çekip eziyetlere katlandılar.

Onların gösterdikleri cesaret, metanet, sadakat ve fedakârlıklar sayesinde, memlekette Said Nursî'nin adını duymayan ve Risâle-i Nur'un mahiyetini bilmeyen insan pek kalmadı.

Gerçi hepsi ona taraftar olmadı. Hatta bu hâl, sayıları çok az da olsa bazılarının muannidane muhalefetlerini kavîleştirdi. Ama onlar dahil hiç kimse, Risâle-i Nur'un hiçbir meselesini çürütemediği gibi, Nur Talebelerinin İslâma yakışmayan, Kur'ân'a mugayir herhangi bir hâl ve hareketlerinden de söz edemedi.

Böylece Bediüzzaman Said Nursî'nin mezkûr hitabında, 'Biraz sıkıntı çekeceksiniz, ama sonu iyi olacak' diyerek iyi olacağını müjdelediği son tahakkuk etti.

Risâle-i Nur, mânen vatana hakim oldu.

Şimdi de hızla dünyaya yayılıyor.

26.08.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

İmtihan dünyası!



Yağmurlar yağar, verimli topraklar için rahmet olur, suyu tutup bol bol ot bitirir. Bazı yerler vardır, ot bitirmezler, ama suyu bir havuz gibi tutarlar. Bu sudan insanlar, hayvanlar faydalanır, sulamada kullanırlar.

Öyle yerler de vardır ki düz ve kaygandır; ne ot bitirir, ne de suyu tutarlar. Ne kendisi faydalanır, ne de başkaları faydalanırlar.

Buharî ve Müslim’de yer olan (Riyazü’s-Salihin, 1; 201) bir hadis-i şeriflerinde bu örneği veren Peygamberimiz (a.s.m.) getirdiği hidayet ve ilimden faydalanma durumuna göre insanları bu üç örnekle anlatır.

Hz. Ebu Bekir’ler, Hz. Ali’ler Efendimizin (a.s.m) tebliğini duyduklarında hemen iman ederlerken, Ebu Lehep ve Ebu Cehil gibiler onca mucizeye rağmen iman etmeye yanaşmamışlardır. İlmin, aklın ön plâna geçtiği çağımızda da her şey ayan beyan ortadayken bir kısım meseleleri bahane edip inanmamakta direnenler eksik olmuyor. Bazen de gerçeği arayan bir ruh kalbini, aklını mest eden bir hakikati gördüğünde iman etmekte tereddüt etmemektedir.

İmtihan dünyası! Adam İslâm dünyasında, Müslüman bir ana babadan- doğduğu halde İslâma bütün bütün zıt bir anlayış ve yaşayış içerisine girebilirken, diyelim ki, Rusya’da doğan birisi araştırmaları sonucunda akıl ve fıtrat dini İslâmı yakından tanıdığında ona dört elle sarılmaktadır.

İnsanları kendine celbeden bu doğru ve güzel İslâm’da her şeyden önce, Ensarın Efendimize (a.s.m.) verdikleri sözde de belirtildiği gibi “Zorluk ve kolaylık onlarında, neşeli ve neşesiz durumlarda itaat etme, nerede bulunurlarsa bulunulsun kimseden çekinmeksizin doğruyu söylemeyi” (Buharî ve Müslim’den; Riyazü’s-Salihin Terc, 1; 229 (Hadis no: 185) gerektiriyordu.

Demek dinin belkemiğini Allah’a ve Resûlene itaati gerektiriyor. Her hal ü kârda teslim olunup itaat edilecektir.

Dünya ve âhirette mutluluk esaslarını getirin, ruh, kalp ve hissiyatı doyuran, her türlü aşırılıktan uzak dengeli yaşamayı emreden bir dine elbette akıl ve mantık da itaati gerektirecektir.

Bu hakikatlerden gerektiği gibi faydalanabilmek için ise her şeyden önce kişinin gönül kapılarını açık tutması gerekiyor.

26.08.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

“Kalbe ihtar”, akıl yürütme ve “akleden kalp!”



—Dünden devam—

İşte o yazımızda, siyasî ve içtimaî psiko-sosyal meselelerde de hazık/uzman bir doktor gibi Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu reçetenin (temel meselelerin, prensiplerin, metotların) kritik edilemeden aynen uygulanması gerektiğini vurgulamaya çalışmıştık. Meselâ, “ana parti akımları beştir” veya “hürriyetçiler/ahrarlar değil, milliyetçiler veya din adına ortaya çıkanlar desteklenebilir” gibi fasit bir yola gidemeyeceğimizi vurgulamak istedik. Dolayısıyla Bediüzzaman’ın yüzlerce yerde, “Kalbe ihtar edilen imanî” veya “İçtimaî/siyasî hayatımıza ait bir hakikat” diye işaret ettiği hususlar; cihanşumül prensipler ve esasları ihtiva eder.

“Aklını karıştırmamış” derken, ilhama dayalı olduğunu; yoksa-haşa!-İlâhî kurallar olduğunu değil; değiştirilirse, Bediüzzaman’ın düşünceleriyle ilgisi olmayan bambaşka bir şeyin ortaya çıkacağını kastediyoruz. Ki, Risâle-i Nur’lar için; “Bu Kur’ân dersleri dairesi içinde olanlar, allâme ve müçtehidler de olsalar, vazifeleri-ulûm-u îmâniye cihetinde-yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve îzahlarıdır veya tanzimleridir. Eğer biri dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile, şerh ve îzah hâricinde birşey yazsa, soğuk bir muâraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer. Çünkü çok delillerle ve emârelerle tahakkuk etmiş ki, Risâle-i Nur eczaları Kur’ân’ın tereşşuhatıdır”,4 ifadelerini kullanır.

Elbette “izah, şerh/yorum ve tanzim” akıl en yüksek seviyede akıl yürütme ve muhakemeyi gerektirir. Dolayısıyla Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu Kur’anî ve Sünnetî hizmet ve siyaset stratejisinin temel prensipleri, ana umdeler, formülleri esas alınmalıdır. Yoksa, Risâle-i Nur, bu asrı ve gelecek istikbali tenvir ettiğine göre, elbette serdettiği hakikatler statik değil, doğmatik hiç değil.

Bediüzzaman, muhteşem bir tefekkür meydanı açar. Hatta, Kur’ân’ın belâgatının mu’cizeliğinin bir özelliği olan “icaz”dan (az sözle çok mânâlar ifade etme) ilham alarak hakikatleri formüller, özlü ifadelerle beyan eder. Ve muhteşem bir tefekkür, müşahade/gözlem, inceleme ve araştırma ufku açar. Sanıyorum “kalbe ihtar edilen bir hakikat” derken, “akıl-kalp” ilişkilerine getirdiği yeni boyuttan bahsetmektedir. Şöyle ki:

Akıl, anlama, ölçme-değerlendirme aletidir, yoksa, karar verme mekanizması değil. Dolayısıyla akıl da kalbin emrinde olmalıdır. Zira, kalp, duyguların kumandanıdır. “Akleden kalp”, 5 Kur’ân’ın tabiridir.

Kalp ile beyin arasındaki çift yönlü muhabere ağını oluşturan, yani, beyinden bağımsız, kendine has, kompleks ve esrarlı 40 bini aşkın, adına “kalpteki beyin” denen bir sinir sistemi bulunduğu ve beyinle dört kanal üzerinden iletişim kurduğu tesbit edilmiştir. Kur’ân’da bu “akleden kalp”şeklinde tanımlanıyor olsa gerek.

Ve Bediüzzaman, “kalbe ihtar edilen bir hakikat” derken, aklı iptal etmiyor; bilâkis aklı en yüksek ve en emniyetli bir şekilde kullanma melekesi kazandırıyor, onu, “akleden kalbin” emrine veriyor, hakikî mecraına oturtuyor.

Bu vesileyle bizi ikaz eden muhterem ilim ve fikir ehline tekrar teşekkür ederim. Yarın da Risâle-i Nur’un aklı tanımı ve verdiği değer üzerinde duralım inşaallah.

Not: haber7.com, 24.08.2007 tarihli, “Kimin etkisinde kalıyor, kimi dinliyoruz?” başlıklı yazımı aynen almakla beraber şöyle fasit bir düşünceyi bana mal ederek başa çıkarıp nazara vermiş:

Seçimlerde Mehmet Ağar’lı Demokrat Parti’yi destekleten Yeni Asya Grubu’nun önde gelen isimlerinden Ali Ferşadoğlu, ‘Çocuklarımızı bile ikna edemedik’ itirafında bulundu… “

Ben buradaki yanlışın hangi birisini düzelteyim acaba? Bir kere, ikisi bu seçimde oy kullanan çocuklar, “Böyle bir şey konuşmadık, niye böyle yazdılar?” diye yazıyı okuyunca, şöyle dediğimizi, sözkonusu değerlendirmeyi de tırnak içine aldığımızı fark ettiler:

Çok ciddî iki muhterem okuyucumuz, seçim sonunda beni arayıp aynı mealdeki düşüncelerini şöyle aktardılar:

“Demokratlar meselesi ve AKP’yi iyi değerlendirmemiz gerekir. Olayları isabetli okumalıyız. Biz oyumuzu demokrat misyona verdik. Ama, çoluk-çocuğumuzu ikna edemedik. Hanımlarımız sohbette Risâle-i Nur’dan okudu, biz de meseleyi akşam müzakere ettik, tartıştık, ikna oldular, sabahleyin AKP’ye oy attılar. Çocuklarımızı ise ikna edemedik!..”

Çocukların bile fark edeceği bu meselede iki durum ortaya çıkıyor:

*Ya okudukları yazının mahiyetini anlamamışlar; ki bu cehalettir, hatta echeliyettir…

*Veya kasten öyle yansıttılar! O zaman hem iftira, hem ihanet, hem ahlâkdışı davranılmış.

Yazıyı tamamen aldıklarına göre; sanırım birincisi… Eğer bu tekzibi yayınlamazlarsa, ikincisi de sözkonusu olmaz mı?

Dipnot:

4- Mektubat, s. 413.; 5. Kur’ân, Hac, 46.

26.08.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Hoca Ali Rıza’yı yâd ederken…



İstanbul’da Üsküdar Belediyesi 25–30 Ağustos 2007 tarihleri arasında 19. Uluslar arası Kâtibim Şenliklerini gerçekleştiriyor. Şenliğin tanıtım kitapçığında geçmişte Üsküdar’da yaşayan san’atçılar da yâd edilmiş. Bunlardan bir tanesi de manzara resimleriyle ünlü ressamlarımızdan Hoca Ali Rıza Efendi (1858–1930). Dünyaca ünlü bir ressam olmasının yanında, son derece şefkatli ve mütefekkir güzide san’atçılarımızdan…

Mümtaz şahsiyetini kendisiyle ilgili şu hatıralardan anlayabilirsiniz:

Ali Rıza Bey Salacak’ta köhne bir ahşap evi kiralamaya talip olmuş. “Aman Hoca” demişler, “sakın! O ev fare doludur, kimse başa çıkamadı. Kâğıtlarını, boyalarını kemirirler, ev ahalisini huzursuz ederler!”

Hoca aldırmayıp kiralamış evi. Aylar geçmiş, Hoca’dan hiç şikâyet yok! Nihayet sormuşlar: “Hoca, ne oldu fareler? Yoksa hepsini hallettin mi?”

Gülmüş Hoca Ali Rıza.

“Yahu aç bırakıldıkları için insanları rahatsız ediyormuş hayvancıklar. Sularını, yiyeceklerini önlerine koyuyorum. Onlar memnun, ben memnun!”

***

Gün gelmiş Hoca Ali Rıza’nın evindeki hizmetçiyi göndermek gerekmiş.

Fakat kadıncağıza gönül kırıcı biçimde “şunları şunları yaptın, seni işten çıkartıyoruz” demeyi yedirememiş kendine. Düşünmüş, daha uygun olur diye “Evlâdım, dara düştük malûm, küçük bir eve taşınacağız, orada sana ihtiyacımız olmayacak sanırım” şeklinde bir şeyler söyleyebilmiş. Kadın ikna olmuş, ama yine de bu iyi aileyi bırakmak istememiş. Sonunda Hoca bir araba getirtmiş evin önüne, taşınıyormuş gibi denkler yaptırmış. Hizmetçiye de kapı önünde veda etmişler. Sonra arabayla Üsküdar’da büyük bir tur yaptıktan sonra ailecek evlerine geri dönmüşler.

***

Hoca Ali Rıza vasıfsız konuşmaları, dedikoduları, üretken olmadan geçirilen zamanları hiç sevmezmiş. Uzun bayram ziyaretlerinden çok sıkılırmış ve uzayıp giden konuşmalara engel olmak için kendince bir çözüm geliştirmiş. Lokum almaya gittiğinde lokumları kendisi gibi sakin misafirler ve konuşkan misafirler için iki ayrı şekilde kestirirmiş. Hocanın büyük lokumları ikram ettiği konuşkan misafirler, lokumu yemeye uğraşırken epeyce zaman geçer, lüzumsuz konuşmalara dedikodulara fırsat vermeden bayram ziyareti sona erermiş.

Velhasıl bize de “Güzel insanlar güzel atlara binip gitmişler” demek düşüyor bunları okuyunca…

Cır cır böceğinden yaz konserleri

Cır cır (Ağustos) böceği sıcak yaz mevsiminin sevimli müzisyeni. Yaz boyu özellikle de yeşillik bir yerdeyseniz onun adeta kendisini paralarcasına verdiği konserleri ister istemez dinlemek zorundasınız.

La Fonten masallarında karıncanın çalışkanlığından, cır cır böceğinin tembelliğinden bahsedilse de kanmayın… “Yerde ve gökte ne varsa Allah’ı zikreder” sırrınca, cır cır böceği de kendince Rabbini zikretmekte.

Kuzey Amerika’daki cırcır böceklerini inceleyen ve seslerini kaydeden Dr. Thomas Walker, cırcır böceklerinin ötüşlerinden hava sıcaklığının tahmin edilebileceğini anlatıyor. Üstelik bu yeni değil, 1897 yılında Amerikalı bir fizikçi olan Amos Dolbear tarafından keşfedilen bilimsel bir hakikatmiş. Bu tesbite göre hava sıcaklığı ile cırcırın sesi doğru orantılı yani sıcaklık arttıkça, cırcırın ses çıkarması da artıyor.

Sevimli müzisyeninizi termometre olarak kullanmak istiyorsanız önce böceğinizin 14 saniyede kaç kez ses çıkardığını hesaplıyorsunuz. Bu sayıya 38 ekliyorsunuz. Bulduğunuz sayı “Fahrenhayt” cinsinden o anki havanın sıcaklığını size bildiriyor.

Sıcaklar azalmaya başladığında ya da aşırı derecede arttığında da cır cır böceği susmayı tercih ediyormuş…

Yaz bitmek üzere, cırcır böceğinin konserlerini kaçırmayın…

Alternatif yaz okulları

Yaz mevsimi, bencileyin bütün annelerin zaman zaman ne yapacağını şaşırdığı bir mevsim. Anne babalar, okullar tatil olunca çocukları televizyon dizilerinin esaretine kaptırmamak için yaklaşık üç ay boyu çaktırmadan köşe kapmaca oynuyorlar çocuklarıyla… Hem tartışma çıkarıp ortamı gerginleştirmeyeceksiniz, hem de televizyonu dozunda seyrettireceksiniz. Köşe kapmaca değil de nedir bu durum?

10–15 günlük yaz eğitim programları ya da beraberce çıkılan mini tatiller de pek kesmiyor enerjilerini...

Şefkat kahramanı hanımlar buna da bir alternatif üretmekte hiç gecikmediler gördüğüm kadarıyla. Yaptıkları müzakereler neticesinde imkânlarını zorlayarak çocuklara alternatif yaz okulu eğitimleri sundular. Kur’ân ve iman eğitimi sevdirip nefret ettirmeyerek oyun, eğlence ilâvesiyle dozunda sunuldu minik kalplere…

Acziyetlerine binaen ilköğretim çağındaki kız çocuklarının bu alternatif eğitim programlarından erkek çocuklarına nazaran daha çok istifade ettiğini aktarmadan geçemeyeceğim…

Sıcak yaz günlerinde mesailerini hiçbir karşılık beklemeksizin çocuklara ayıran şefkat kahramanlarının ücretlerini Rabbi Rahim hususî rahmet hazinelerinden karşılayacaktır şüphesiz… Bizlere düşen bu fedakâr insanlara gönül dolusu teşekkür ve duâ…

26.08.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Feragat mesleği



Feragat mesleği

Meşrû olan bir çok haklarımızdan feragat etmedikçe, hakkımız sayılan bir çok hakkımızdan vazgeçmedikçe, hakkıyla hizmet-i Kur'âniyede bulunmak zorlaşmış bu zamanda.

Tamamen meşrû olan zevklerimizi, lezzetlerimizi, keyflerimizi terk etmedikçe ve bu terklerden de manevî bir zevk alarak, aşkla, şevkle hizmetlerimize sarılmadıkça etkili ve kalıcı bir hizmetten bahsetmek zor.

Zarurî haklarımız olan rahatımızdan, tatilimizden, istirahatimizden feragat edip, zahmetleri, meşakkatleri, zorlukları, yorgunlukları peşinen kabullenmedikçe verimli, semeredar, nitelikli bir hizmete sahip olmak mümkün değil.

Zevk-ü safa ile beraber hizmette bulunmak. Dünyevî lezzetlerle iç içe olmakla beraber hizmet-i Nuriyede bulunmak. Tatil beldelerinde, yan gelip yatmakla, serin suların başında damak zevklerimizi tatminle birlikte Nur hizmetlerinde bulunabilmek... Yaz-kış lüks ve debdebeli bir yaşantıyla beraber Risâle-i Nur'a talebe olabilmek... Ne dersiniz?... Böyle bir hayat tarzıyla hakkıyla nurlara talebe olup, arzulanan bir hizmet tarzını orta yere koymak mümkün mü dersiniz?

Geçmişten günümüze böyle bir yaşantı biçimiyle din-i mübine hizmet edenler olmuş mu? Bütün peygamberlerin hayatlarına bir daha bakalım. Sahabe-i Kiramın, diğer İslâm kahramanlarının hayat hikâyelerine bir daha bakalım. Bediüzzaman'ın sergüzeşt-i hayatını bir daha gözden geçirelim.

Hemen hiçbirinin hayatında dünyanın zerre kadar zevk-ü sefası yoktur. Keyifleri lezzetleri yoktur... Lüks sayılabilecek, fazladan sayılabilecek hiçbir şey yoktur.

Onların hayatında hep zahmetler, hep meşakkatler, hep zorluklar vardır. Yaşantılarında yokluklar vardır, yorgunluklar vardır, hastalıklar vardır, musibet ve felâketler vardır... Hayatı boyunca buğday ekmeğini yemiyen; arpa ekmeğine sirkeyi, tuzu katık yapmakla iktifa eden iki cihan Serverini hiç akla getiriyor muyuz? Amcasının bir tas çorbasını içmeye, yorganını, çamaşırını, traş bıçağını satarak evinin kirasını veren, arta kalan para ile de kendisinin bastırdığı kitaplarını satın alan Bediüzzaman'ın bu halinden ne kadar ders çıkarabiliyoruz?

Öyle görünüyor ki dine hizmet etmenin yolu meşrû olan bir çok haklarımızdan, zevklerimizden, istirahatimizden feragat etmekten geçiyor. Zorlukları, yoklukları, zahmetleri, musibetleri göze almaktan geçiyor.

Bu meyanda Bediüzzaman’ın "şefkat tokatları" diye adlandırdığı Onuncu Lem'ada konumuzla alâkalı olarak Hulusi Ağabeyin şefkat tokadına sebep olan olay oldukça ibret verici ve enteresandır bizim için.

Nur hizmetleriyle tanıştığında genç bir subay olan Hulusi Ağabey sıla-i rahimde bulunmak için annesini, babasını, yakın çevresini ziyaret etmek için memleketine gidiyor. O zamanın şartlarında çoğu insanın gıpta ile baktığı rütbeli subay olarak memleketine gitmesini ve Hulusi Ağabeyin bu durumdaki memnuniyetini ve mesruriyetini Bediüzzaman bir nur talebesi için tehlikeli bir durum ve sebeb-i itab olarak görüyor. İşte bunun bir sonucu olarak bazı münafıklar Hulusi Ağabeyi tazib ediyorlar, musallat olup bir hayli huzursuz ediyorlar.

Bediüzzaman Hulusi Ağabeyin başına gelen ve bize göre gayet meşrû sayılan bir olayı nazarlarımıza verdikten sonra, bunun bir nur talebesi için bir şefkat tokadı olduğunu beyan ettikten sonra şu önemli tesbiti Nur talebelerinin nazarlarına sunuyor: "Bu hizmet-i Kur'âniyede bulunan ya o dünyaya küsmeli, veya dünya ona küsmeli" diyerek Nurun hadimlerine ibretli bir ders vermiş oluyoruz.

Demek oluyor ki, bu kudsî hizmet hadimlerine dünya küsmeli veya onlar kendi rızalarıyla dünyaya küsmeliler. Dünyanın insana küsmesi veya insanın dünyaya küsmesi nasıl bir halet-i ruhiyedir? Herhalde onu yaşayanlar bilir.

Bildiğimiz bir gerçektir ki dünya nimetlerine arka çevirmek, onlara talip olmamak, onları istememek her insanın becerebileceği, her insanın erişebileceği bir makam, bir kemalat değil.

Olsa olsa bu olgunluğa, bu mertebeye Nur hizmetindeki manevî zevkin tadına erişen Nurun hakiki talebeleri erişir. Bediüzzaman'ın sadık, halis, muhlis talebeleri erişir.

Ama Nurlara talebe olanların başkaca bir çareleri de yoktur. Yüklendikleri manevî hizmeti yerine getirmek için elden geldiği kadar, dünya nimetlerine arkalarını çevirip, öylece hizmetlerine devam etmeleri lâzım.

Bu noktada bir Sahabe-i Kiram gibi, bir Bediüzzaman misalî meşrû olan bazı haklarımızdan elbette feragat etmek zor. Ama onların yolunda olduğumuza göre, onlara benzemenin gayretinde olmakla yüklendiğimiz kudsî hizmetlerimizi yapabiliriz herhalde.

26.08.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Yaratılış ve evrim üzerine - 2



Aynur Hanım:

*“Evrim teorisini bazı gerekçelere dayanarak savunanlar hâlâ mevcut. İnsanın ilk zamanlarda daha büyük olduğunu zamanla küçüldüğünü ve değişimini evrim geçirdiğini söyleyerek açıklıyorlar. Bildiğim kadarıyla geçmişteki insanlar gerçekten çok büyükmüş. Şimdi küçük olmalarının hikmeti bilimsel olarak nasıl açıklanabilir? Eski insanların konuşamadığı doğru mu? Yapılan araştırmalar ilk insanların resimlerle anlaştığını gösteriyor. Biz biliyoruz ki Hz. Âdem (a.s) bütün isimleri bilerek dünyaya geldi. İlk insanların hayvanî seslerle konuştuğu iddia ediliyor.”

İnsanın Allah tarafından yaratıldığını, başka hiçbir şeyin ve sebebin yaratıcı olamayacağını önemle vurgulayan Kur’ân, insanı, Yaradan Allah’ın adını bilmeye ve tefekkür etmeye çağırır. İlk nâzil buyurduğu âyette, “Yaradan Rabb’inin adıyla oku! O insanı pıhtılaşmış kandan yarattı.”84 buyuran Hâlık-ı Zülcelâl, bir diğer âyette, “İşte Rabb’iniz olan Allah budur! O’ndan başka ilah yoktur. Her şeyin Hâlık’ıdır. Öyleyse O’na ibâdet edin. O her şeye Vekîl’dir.”85 buyurmakta; bir başka âyette ise, “Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri ‘yaratan’ Rabb’inize ibâdet ediniz.”86 buyurarak insanı ibâdete çağırmaktadır.

Şu muntazam kâinâtı görüp, Hâlık-ı Zülcelâl’i kemâl sıfatlarıyla tasdik etmemenin, her şeye bir ilahlık vermek gibi bir dîvâneliği netîce vereceğine, bunun ise bir mecnunluk hezeyanından farksız olacağına işâret eden87 Üstad Saîd Nursî, bitkilerin tohumlarının ve çekirdeklerinin yalnız kendi Yaratıcılarına el açan birer niyet, niyaz ve duâ kutucuğu hükmünde bulunduklarını88; her şeyin kendinden çok kendi yaratıcısını gösterdiğini, kâinâtta her şeyi kuşatan “yaratma” fiilinin, Yaratıcının vücuduna apaçık işâretler teşkil ettiğini beyan eder.89

Bedîüzzaman’a göre, haşri getirmek ve âhireti yaratmak, Hâlık-ı Hakîm-i Rahîm olan Allah’ın kudretine bir bahar kadar kolaydır! Bütün kâinâtı kuşattığı gözlerden kaçmayan rahmet, inâyet, hikmet, rubûbiyet ve kemâlât hakikatleri haşrin kurulacağından haber vermektedir.90 İnsan, hayat ve hayat hakkı olarak, Hâlık’ının isimlerinin cilveleri ile süslendiğini bilmeli ve kâinât Hâlık’ının yüksek nazarına şükrünü arz etmelidir.91 Hâlık ismiyle Allah’a yanaşmak isteyen birisi, önce kendi Hâlık’ı hususiyetiyle, sonra bütün insanların Hâlık’ı cihetiyle, sonra bütün hayat sahibi varlıkların Hâlık’ı unvânıyla, sonra da canlı-cansız bütün varlıkların ve kâinâtın Hâlık’ı ismiyle alâka kurmalıdır.92 İnsanın bu dünyaya gönderilişinin hikmeti ve gâyesi, kâinât Hâlık’ını tanımak, O’na îman edip ibâdet etmekten ibârettir.93

Saîd Nursî, Âyet’ül-Kübrâ adlı risâlesinde, kâinâtta Hâlık’ını arayan bir seyyahın otuz üç mertebede Hâlık Teâlâ’nın zorunlu varlığına ve birliğine îman ettiğini temsil yolu ile anlatır.94

Şimdi dünya, kendiliğinden oluş düşüncesini de, tesadüfü de, tabiat anayı da bir oluş felsefesi olarak bile bir kenara bıraktı artık. Bütün bunları şimdi tartışan bile kalmadı. Şimdi dünya Allah’a inanıyor.

Dipnotlar:

84- Alak Sûresi, 96/1,2, 85- En’am Sûresi, 6/102, 86- Bakara Sûresi, 2/21, 87- Sözler, s. 62, 88- Sözler, s. 325, 89- Sözler, s. 619, 90- Şuâlar, s. 37, 91- Şuâlar, s. 84, 92- Sözler, s. 182, 93- Şuâlar, s. 93; 812, 94- Şuâlar, s. 159.

26.08.2007

E-Posta: [email protected]




Abdurrahman ŞEN

Devlet destekli san’at!



Tek parti devrinde, “parti”nin isteklerine uygun “san’at!” yapanlara dağıtılan gizli ulufelerle, verilen unvan ya da makamlarla ilgili, toplum önünde tanınan imtiyazlar hakkında duyduğunuz epeyi kişi/olay vardır…

Yıllar sonra…

Tam da “sinemamız öldü mü?” tartışmasının yapıldığı günlerde, dönemin Kültür Bakanı Namık Kemal Zeybek’in özel girişimleriyle sinemamıza, proje başına alenî nakit “yardım” yapılmaya başlandı. Zamanla bu “yardım”ın boyutu, biçimi değişiklik gösterdi ama bir şey hiç değişmedi ve “yardım” sonrasında suçlamalar asla adres sormadı!

Sadece sinema değil…

Devlet aynı zamanda tiyatro topluluklarına da “yardım” yapıyor aynı dönemlerden beri… Ve tabi aynı suçlamalar o alanda da sinemadakileri aratmıyor!

Bu yıl da durum değişmedi.

Kültür Ve Turizm Bakanlığı bu yıl sinemaya ve tiyatroya –kurulları vasıtasıyla-yapılan yardımlarını açıklar açıklamaz yeni (!) gürültü de koptu.

Sinemadaki -yeni(!)- gürültünün ana faili olan isim; bir zamanların “kartpostal çocuğu”, son zamanların ise “sosyal olaylara duyarlı (!) sanatçı”sı Tarık Akan’dan başkası değildi… Tarık Akan “Solo” isimli bir film yönetmeye niyetlenmişti… Film çekmeye niyetlenen herkes gibi o da projesinin “müthiş” olduğunu düşünüyordu ama kurul üyeleri konuya sinematografik açıdan yaklaştıklarından, onunla aynı kanaatte değildi… “Yardım”a lâyık görülmeyen Tarık Akan, hızla bir “dolmuş”a binmiş ve tepkisini tesbitiyle (?) beraber koymuştu: “Kurulun siyasî görüşü belirleyici olmuştur. /……/ Filmimin kabul edilmemesinin sebebi siyasi görüşler bana kalırsa... /…../ Benim projem için, kitaplardan arak yapmışım lâfları çıkıyor, bu tamamen saçmalıktır. Ayrıca senaryo üzerinde filmin tamamını görmek mümkün değildir. Bunu iyi sinemacı olan herkes bilir! Kurulda bu söylentiyi çıkaran kişinin siyasî görüşü bu konuda belirleyici olmuştur.”

Tabiî hemen görüşler, destekler, tepkiler de birbirini kovalamaya başladı. Aslında bu konuyu en iyi özetleyen isim aynı zamanda SİNEBİR Yönetim Kurulu Başkanı olan yönetmen İsmail Güneş kardeşim oldu: “Kimse jüriden objektif olmasını beklemesin.”

Öyle ya… Ortada, adına “film” denilen bir sanat ürünü olacaksa ve buna karar verecek isimler de sinemacılar ise elbette belli doğrultularda “sanatçı kriterleri” devrede olmasından tabiî bir şey yok… Ama olaylara sadece ideolojik bakanların, değerlendirmelerinin de ideolojik olması kaçınılmaz… Tarık Akan da bu hataya düşüp bir gürültü kopardı… “Du bakalım n’olcek?” diye!

Kaldı ki… Ödüller gibi “yardım” konusunda da belirleyicilerin kimlikleri önceden biliniyor… Madem siyasî görüşleri belirleyici olacak bir seçici kurul var ortada, öyle ise niye başvuruyorsun? Değil mi ama?

Ayrıca, seçici kuruldaki isimler bütünü Tarık Akan’ı tepeden tırnağa yalanlıyor…

Bakanlığın belirlediği; Yusuf Kaplan, Sadık Yılmaz ve toplantıya sağlık sorunları sebebiyle katılamayan Abdullah Tüze dışında, sinemanın en köklü meslek kuruluşlarının başkan ya da temsilcileri olarak da SİNEBİR Başkanı İsmail Güneş, FİYAP Başkanı Galip Gültekin, SETEM’den Ersin Pertan, SESAM’dan Cengiz Ergun, TESİYAP’tan Faruk Turgut ve Eskişehir Anadolu Üniversitesi Sinema Bölümü Dekanı Nazmi Ulutak’tan oluşan seçici kurulun “siyasî” tercihlerde bulunduklarını söylemek için insanın “ilk film çekme heyecanı” ötesinde saplantıları, takıntıları olması gerek… Kaldı ki; “yardım”a değer görülen 26 projenin yönetmenleri arasında Erden Kıral, Reha Erdem, Derviş Zaim ve Ali Özgentürk gibi isimler var ama Tarık Akan’ın kastettiği görüşten tek yönetmen yok!

Demek ki Tarık Akan, “Anne Kafamda Bit Var”daki psikolojisinden hiçbir şey yitirmemiş… Bir yerlerde takılmış kalmış! Ona şimdilik “aydınlık günler” dileyip, gelelim tiyatrocuların koparttığı fırtınaya…

Tiyatrocular arasındaki ilk takışma Ali Poyrazoğlu ile Levent Kırca arasındaki “özel polemikler” gibi başladı…

Sonra birdenbire konu tiyatrolara “yardım”a geliverdi ve seçici kurulda üye olan Ali Poyrazoğlu’nun en yüksek ücretlerden birini (92.000 YTL) alması, Levent Kırca’nın ise ilk defa talep ettiği “yardım”a lâyık görülmemesi medyada yankı buldu.

Önce Levent Kırca’nın -bu konudaki- hakkını teslim etmek gerek… Çok geniş kadrolu tiyatro oyunlarıyla, televizyondan kazandıklarını riske atarak kurduğu çadırlarda yıllarca tiyatro yapmaya direnmesi başlıbaşına alkışa lâyıktı… Alkışlayanlar o dönemde alkışladı… Araya filmler de sıkıştırarak, cebinde kalabilecek paraları sinemaya da yatırmış oldu Levent Kırca… Ve bu yıla kadar, “tiyatrolara yardım” söz konusu olduğunda hep dilekçe yazıp, herhangi bir talepte bulunmadığını da bildirmiş… Ama bu yıl ihtiyaç duyduğundan “yardım” talep etmiş… Ve “red” cevabı almış…

Kurulda bulunup da yüksek miktarda yardıma lâyık (!) görülen Ali Poyrazoğlu’nun ise geriye doğru uzunca bir senesine baktığımızda ekonomik sayıdaki elemanlarla ve çoğunluğu da genç olan isimlerle perde açtığını görüyoruz. Arada tek kişilik oyunlarını, gösterilerini de unutmamak gerek…

Tabi bu arada Levent Kırca’ya “yardım”ın yapılmayışıyla ilgili olarak, Ali Poyrazoğlu’nun, medyaya yansıyan biçimiyle; “Kendini geliştiremediğini düşündüğümüz için tiyatrosuna devlet desteği çıkmadı!” açıklamasının ne kadar talihsiz bir açıklama olduğunu söylemeye -bilenler bilir ki- gerek bile yok!

Yok, çünkü; Türkiye’de -Ali Poyrazoğlu da dahil- kendini yenileyen kaç san’atçı var ki?

Bir başka tiyatrocu Emre Kınay’ın perde açmadan “yardım” alan çok tiyatro olduğunu medyaya açıklaması... Kendisine yapılan 82 bin YTL’nin gündeme getirilmesine haklı cevaplar verirken, “bir oyun sergileyeceğim” diyerek aldığı 52 bin YTL ile yazlık alan tiyatrocular olduğunu söyleyen Müjdat Gezen’in bir de “Hadi Çaman” adını vermesi… Sinemada “ideolojik” gibi görülen kavganın, tiyatrocular arasında çok daha detaylı (!) gittiğini de göstermiş oldu.

Neyse… Çok çok özetleyerek geldiğimiz nokta bile bu kadar uzadı…

Oysa… “Devlet destekli san’at”ın, gerçek sanat üretebilmek için normal olup olmadığı tartışılmalı artık…

“Devlet” eğer para veren ise –kendince- ölçüler koymasından başka bir şey düşünmek mümkün mü?

Oysa hep söylediğimiz, olması gereken; devletin gerekli düzenlemeleri yapıp, projeler bazında olayla ilgisi olmadan, özgür sanatın üreyebilmesinin alt yapısını hazırlamalıdır…

Devletin yapacağı maddî “yardım” ancak; yabancılar karşısında yerli san’atın önünü açacak vergi düzenlemeleriyle olmalıdır…

“Devlet destekli san’at” yapmayı sürdürmek isteyenler ise devletten destek alamadığında da, yapmak istedikleri engellendiğinde de–ne yazık ki–susup oturmaları gerek! Bu durumda, “modern dünya”da yer aramamız da nafile çaba!

Unutmayalım… “San’at” özgürlükle sulanır!

26.08.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Microsoft ve Çankaya



Geçen Pazar günü Sabah gazetesi manşetinde “Microsoft’un Türk ordusu” başlığı ile, dünyanın bir numaralı bilgisayar firmasında çalışan Türk elemanların topluca poz verdiği büyük bir fotoğraf kullanmıştı. Ve bu fotoğrafta dikkat çeken çok ilginç görüntülerden biri de, başörtülü bir genç kıza aitti.

Fotoğraftaki bu önemli ayrıntıyı büyüterek rahatlıkla ikinci bir manşet daha çıkarmak mümkündü: “Microsoft’ta bir başörtülü...”

Aslında günümüz Türkiye’sinin böyle bir manşete ve bu manşetin içini dolduracak detaylı bilgilere çok daha fazla ihtiyacı var.

O fotoğraf karesinin bir ucunda gözüken başörtülü bilgisayarcı kim? Amerika’ya neden ve nasıl gitti? Nerelerde okudu veya okuyamadı? O da YÖKzedelerden biri mi?

Bu ve benzeri birçok sualin cevabını verecek geniş ve kapsamlı bir haber, herhalde çok alâka görür ve büyük yankı uyandırır.

Normalde konusu ilginç bir fotoğrafın sıradan bir unsuru gibi bakılabilecek olan bu görüntü, yasakçı kafa için çok şey anlatıyor.

Bu görüntüden çıkan en önemli mesaj, bilgisayar teknolojisinin devi olan bir firmanın, her ülkenin genç kuşaklarından özen ve dikkatle seçtiği yetenekleri belirlerken başörtülü olup olmadıklarına bakmadığı, bunu kesinlikle bir sorun olarak görmediği.

Microsoft’taki başörtülü hanım eğer Türkiye’de kalsaydı, bilgisayar alanında uzmanlaşmak şöyle dursun, üniversitenin kapısına bile yaklaştırılmayacaktı.

Kimbilir, belki de Microsoft’taki yükselişini bu yasağa borçlu!

Adını dahi bilmediğimiz bu başörtülü bilgisayarcı bir şekilde Amerika’ya gidip yeteneklerini bu alanda geliştirme imkânı bulmuş.

Oysa Türkiye’de böyle bir imkân bulamadığı ve yasak engelini de aşamadığı için âtıl halde duran daha nice kabiliyetler var!

İşte yıllardır millete rahat yüzü göstermeyen yasakçı kafanın, buna ilâveten Türkiye’ye neler kaybettirdiği, meseleye bu yönüyle bakınca çok daha iyi anlaşılabiliyor.

Bu iflâh olmaz kafa, genç yetenekleri engelleyerek ülkenin geleceğini de karartıyor.

Ve bunu “ilericilik, çağdaşlık, muasır medeniyete ulaşma” nutukları atarak, çağdaşlık adı altında gericiliğin ve yobazlığın dikâlâsını ortaya koyarak yapıyor. Hem de milletin ve dünyanın gözünün içine baka baka.

Ne diyelim; tekrar tekrar yazıklar olsun!

***

Bu satırlar, 15.11.03’te bu köşede çıkan yazımızdan. Aradan dört yıla yakın bir süre geçti. Ve 4.8.07 tarihli Akşam’da, yazıda bahsi geçen başörtülü ile yapılmış bir röportaj çıktı. Işın Kaygusuz’un hazırladığı “Microsoft’un Türk dâhileri” dizisinin kendisiyle ilgili bölümünden öğreniyoruz ki, bu uzmanın ismi Nazan Kurt.

Hacettepe Bilgisayar son sınıfta okurken hazırladığı web sayfası üzerine MS’tan teklif aldığını, beş buçuk yıldır orada olduğunu anlatan Kurt, oradaki iş ortamını “herkesin birbirine saygı duyduğu, farklı inanç mensuplarının ihtiyaçlarının özenle karşılandığı, olumsuz ayrımcılığın atılma sebebi sayıldığı” bir ortam olarak niteliyor. Yasağın ve “Köşkte başörtüsü” tartışmasının bunalttığı bir ülke için ne kadar anlamlı.

26.08.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Hayalî bir yazı



Şu anda bu satırları okuyarak zaman kaybetmenize taraftar değilim. Çünkü daha önemli işleriniz sırada bekliyordur. Beklemediğiniz misafirleriniz olabilir. Şu anda bana verdiğiniz cevapların bile meşgul ettiği, düşüncelerinizi erteleten bir hal içindesiniz belkide. Düşüncelerinize kurgu hazırlayan niyetleriniz olabilir. Ya da bütün bunların dışında bir gündeminiz muhakkak vardır...

Belki de tahmin edemediğim bir heyecanın tanımsız duyguları var üstünüzde. Belki de gün bitimindesiniz, yarının planını yapıyorsunuz. Belki de düşlerinizin vadisindesiniz. Yamaçlara doğru bir bakış fırlatıyorsunuz. Süzülen bir silüetin tasvirini canlandırıyorsunuz.

Benim gibi şu an sizi aynen takip eden biri daha var içinizde. Bir şeyler fısıldıyor: “Bu yazıda bir şey yok” diyor. Ya da “Ne anlatıyor bu yazı?” demeye hazırlanıyor zihniniz. Belki de okumaya koyuldunuz bu satırları.

Sahiden ne okuyorsunuz? Ne var bu yazıda? Her yazı okunmaz zaten. Bu da onlardan biri.

Lâf uzuyor, söz tuşa dokunup kelimelerin ardı sıra diziliyor, beni tahrik eden yazının konusu hâlâ yok ortada!

“Acaba bu yazı okuyucuya gider mi? Daha ciddî bir yazı mı yazsam. Biraz ansiklopedi karıştırsam. Güncel haberleri izlesem. Medyayı tarasam. Beliren iki-üç konudan hangisini yazsam acaba? Yeterince hazır mıyım? Şu an hemen yazayım” diyorum kendi kendime.

Önce iskeletini çıkarsam yazının. “Gerek yok plana, yazmaya başla sen” diyor içerdeki diğer ses. “Olmaz olmaz” diyorsun. Okuyucuyla empatiye giriyorsun. Konunun taraflarını buluşturuyorsun zihninde.

“Mevcut durum nedir? Neler oluyor? Neden oluyor? Doğrusu ne olmalı? Ne yapılmak isteniyor? Beyanlar nasıl yönlendiriyor? Arka plan mesaj nedir? Bize göre nasıl olmalı? Ben olsaydım nasıl yaklaşırdım? Nasıl bir çözüm olmalı? Realite ile tasarlanan doğruların paralellik derecesi nedir?” soruları, aklımı çengelliyor.

Temel prensiplerim açısından konunun ilkesi nedir? “Olmazsa olmazı” ne olmalıdır? Üst ifadenin mantığını ve yaklaşımını bulmalıyım. Konunun kodlarına ulaşmalıyım. Galiba yakaladım. Hayır tam olamadı. Acaba şöyle mi yazsam? Yoksa böyle mi giriş yapsam? Neyse kendi fıtriliğine bırakayım.

Harika! Güzel gidiyorum. Akış başladı. Yazma disiplinim kendi içinde düzenini kurdu. Devam et yazmaya. Yeni kelimelerin çağırdığı yeni kavramlar ve onun gönderdiği kelimelerin cümle düzeninde dizilişi geliyor peşinden.

Tam bu noktada ara sokağa dalış yapan bir güzergâha kayıyor yazı. Farkında olmadan bir durak uzaklaşıyorum konumdan. Daha doğrusu detaylandırma ve izahatlar gidişi arttırdıkça, dönüşü de o kadar geciktiriyor zihni akış içinde.

Yeni düşünceler üşüşüyor yazı tasarımına. Yol gösteriyorlar. Biraz duraksatıyorlar düşünce hızımı. Refleksleri ve muhtemel tepkilerin sözcülüğünü yaparcasına uyarı sinyalleri gönderiyorlar algı sistemime.

Yeni bir algının içine giriyorum. İç disiplinin tartışılmaz etkisi altında ve tepemde beni izleyen ve başımdan ayrılmayan okuyucunun saflık derecesi ile üstüme gelen prensipler sağanağı altında ıslanıyorum.

Bir yanda bu yazı yetişecek diyorum. Kendimi dinliyorum. İsteğimi harekete geçirip yazmaya devam ediyorum. Bu arada birinci sayfanın devrildiği bir çizgiye geldiğimde yayın koordinatörünün tek sayfa uyarısı ile toparlamaya çalışıyorum kendimi. Toparladıkça uzuyor. Özetleştikçe özelleşiyor yazı. Kapalı kalıyor. Anlaşılmıyor.

Acemi kalemim az-öz yazamıyor. Gelen tepkilerin heyecanı kısaltacakken uzatıyor bazen yazıyı. İlkin yazılanı, tarlaya tohum ekip arkasına bakmayan ve kontrol etmek istemeyen bir ruh hali canlanıyor. Ama nafile yazının gözden geçirilmesi ile birlikte tırmalayan kısımlar ve açılması gereken noktaları fark ediyorsunuz.

İmlâ ve cümle düşüklüğünü fark edemediğinizde yandınız. Yazının baskı sonuçlarında gözünüze batarcasına yakaladığınız noktayı düzeltememenin eziyeti ile baş başa kalıyorsunuz. Daha iyisini yapma arzusu kamçılanıyor. Okuyucunuzla birebir görüşmek ve tashihli özür beyanını geçiriyorsunuz içinizden. Bunu gerçekleştirmekte imkânsız...

Daha farklı ve seri bir yazının zihin haritası şekilleniyor dünyanızda. Hazırlıklarınızı düşünce düzenlemesi ve yazı kalıbı anlamında tekrar yapılandırıyorsunuz. Taze ürün, taze sonuç ve anında tepki düzleminde yaşanıyor bu gelgitler.

Sahiden ne yazacaktım bugün? Hayal hakkında yazacaktım. İşte size hayalî bir yazı. Hayal yazısı yine saklandı düşlerimin sandukçasına. Kapanmadı... Dâvetkâr algıların kontrolsüz çizgisinde hayal dünyasına daldı gitti... Neler geldi neler... Lütfen kendi hayallerinize sahip çıkın. Amacınız için...

26.08.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Peki, ne yapmalı?



Kemalist veya laik kesimler ideolojiden arındırılmış renksiz bir anayasaya karşı çıktılar. Referans sisteminin olması gerektiğinde ısrarcılar. Ben de referans sisteminin olmasından yanayım. Ama doğru referans sistemi. AKP’liler galiba herkesi kendileri gibi zannettiler. Renksiz ve tanımsız. AKP heyula gibi tanıma gelmeyen; muayyen karakteri olmayan bir parti. Bu itibarla, kendi yolunu tayin edememiş ve bulamamış bir parti halka nasıl bir yol bulacak veya rehberlik yapacak? AKP’li dostlarımızla anlaşamadığımız temel bir nokta var. O konuda hem onlar, hem de ben haklıyım. Ama onların gördüğünü ben görüyorum, onlar benim gördüğümü göremiyor ya da görmek istemiyorlar. Aramızda sical halinde, yani diyalektik bir tartışma var. Ben de onlar gibi AKP’nin alternatifi olmadığını görüyorum, ama artı olarak gördüğüm husus, AKP’nin de alternatif olmadığıdır. Onlarınki insiyaki, benimkisi ise muhakeme süzgecinden geçirilmiş bir tespit. Yani öteki renkleri reddederken, kendisi de renksizleşiyor. AKP’nin bu halde alternatifi yok, ama kendisi de alternatif değil. Başka bir ifade ile anlatmak icap ederse; şu anda başka bir yol ve seçenek yok, ama o yol da çıkmaz ve kapalı. Dolayısıyla bu bir çözüm değil, çözüm suretinde yanılsama. Tihi Beni İsrail gibi. O halde ne yapmak gerekiyor? Bu çıkmaz sokak karşısında bana sorulan temel soru da bu. ‘Sen bize çıkar bir yol bırakmadan, o halde sen kendi çözümünü söyle?’ Ben çözümün kolay olmadığını ve kolaycılık hiç olmadığını söylüyorum. Aslında kolaycılık işi daha da zorlaştırıyor ve ağırlaştırıyor. Geleceğimizi tüketiyor. Hem İbnü’l Cevzi’nin Hasan el Basri ile ilgili kitabında ondan menkul anlattığı gibi, hem de Abdulkadir Geylani’nin hikmetli sözlerinden birisi, temenniyatın cehennemde bir vadi olduğudur. Burada boş hülyalara dalmamak gerektiği ifade ediliyor. Temenni serap gibidir. Vaha zannettiğiniz yer, birden çöle dönüşüverir. Bundan dolayı Kur’ân-ı Kerim’de ifade edildiği gibi, insana ancak çalıştığı ve kazandığı kadarı vardır. Onun ötesindeki temenniler ve kolaycı formüller ve kadrolar belki günü kurtarırlar, ama gelecek hesabına ve geleceği yeme ve kaybetme hesabına…

***

Binaenaleyh yapılması gereken şey, temellerin tamiratıdır. Bu da, ancak kolaycılıktan arınarak, vazgeçip yeni bir yol açmakla mümkün. Bu itibarla, bu görev; yeni bir yol açma görevi de topyekün olarak milletimize düşüyor. Herhalde bütün yolları tükettikten sonra zor olanı başaracak ve kolaylıktan uzak yeni bir yol ve çığır açacak. İster istemez AKP’nin günleri sayılı ve zaman içinde kendisini tükenen yollar arasında yerini alacaktır. Zira yöntem yanlışı ve bunun getirdiği kimliksizlik nedeniyle aşınmalar yaşayan AKP ve benzeri oluşumların iktidarları döneminde, sûreta dindarlar iktidarda görünseler bile, dindarlık içerik ve muhteva olarak giderek zayıflıyor. Calut ve Talut kıssasında nehirden su içenler gibi hamle ruhunu kaybediyor. Yine kemmiyet arttıkça (bazı alan arama ve taramaları kemmiyet noktasında da kırılma yaşandığını ortaya koyuyor) keyfiyette irtifa kaybediliyor. Mensubu kadroların aşk ve şevkleri azalıyor. İlgi kayması yaşanıyor. Maneviyat ve mukaddesat yerine alâka dünyevî olana kayıyor.

***

Çıkış kapısı göstermiyor diyenlere çıkış kapısı, sabitelere yeniden dönüş ve değerlerimizi yenideni ihya etmektir. İnsan içeriden baktığında bir takım gerçekleri göremiyor. Profesyonel körlüğü arız oluyor. Dolayısıyla birilerinin gözlem kulesinden olan biteni gözlemesi gerekiyor. Günümüzde gözlem kulesinden bakan Molla Kasım’ların yokluğunu yaşıyoruz. Böyle olunca kitleler sürüleşiyor ve canlılığını kaybediyor. Kitle psikolojisi ile koyunlar gibi hep birlikten yardan atlıyor, ama bunun farkına bile varamıyor. Biz bu durumda çözümün temellerin ihyasına bağlı olarak tabanın yenilenmesi olduğunu ifade ediyoruz. Görev her zamankinden daha da zor ve kutsal. Sarsılan manevî altyapıyı yeniden tahkim etmek. Aksi taktirde, kırılma siyaset noktasında kalmayacak ve onun da ötesine taşarak temeli ve içtimaî altyapıyı da esareti altına alacaktır. Evet, milletimiz yeni bir yol açmakla mükelleftir. Eski hal muhal ya yeni hal, ya da izmihlal...

26.08.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Başörtüsünü modernize etmek!



11. cumhurbaşkanlığı için üçüncü tur oylama Salı günü yapılacak. Görüldüğü gibi, Abdullah Gül, bu turda cumhurbaşkanı olacak ve oylamanın hemen ardından yemin ederek görevine başlayacak. Gül, aday olduğundan bu yana yapılan tartışmaların odağına “başörtüsü” alındı.

Şimdilerde “Köşk’e başörtülü gelecek” diye bağırıp çağıranlar, başörtüsü üzerinden gerginlik çıkaranlar, kamusal alanlar icat ederek başörtülüleri 7 yıl boyunca Köşk’e sokmayan Ahmet Necdet Sezer’e niye tepki göstermemişlerdi? Bu çifte standart değil mi?

Abdullah Gül cumhurbaşkanı seçildikten sonra kalkıp, eşi başı açık olan milletvekili, bürokrat ve gazetecilere “eşsiz dâvetiye” gönderse yanlış olmaz mı? Sezer’in düştüğü hataya düşmüş olmaz mı? Elbette yanlış olur…

***

Gül’ün adaylığını açıklamasının ardından başlatılan başörtüsü tartışmaları, işi sulandırmaya kadar götürüldü. Gül’ün eşi Hayrunnisa Hanımın, “türbanı modernize etmesi” için modacı Atıl Kutoğlu’na sipariş verdiği haberleri manşetlere çıkarıldı. Bundan sonra, tartışmalar bu yöne kaydırılarak başörtüsü konusu şapkaya, sadece saçlarını örtecek türbana kadar indirildi. Hatta başörtüsünü çıkartmasını tavsiye edenler dahi oldu!

Burada şunu söylemekte fayda var. Hem bu tartışmaların bu hale getirilmesine, hem de Avusturya’da yaşayan modacının kendi kendine modernize çalışması yapması konusunda cesaretlendiren Abdullah Gül’ün beyanatları oldu. Gül, seçimlerden bir buçuk ay kadar önce bir gazeteye verdiği beyanatta, “Ben başından beri söylüyorum. Türban daha modern olabilir. Cumhurbaşkanı seçilseydim benim de, eşimin de farklı bir üslûbu olacaktı. Bu gibi hassas süreçlerde eşlerin de sorumlulukları var ve Hayrunnisa Hanım da bunun bilincinde…” (Hürriyet, 29.5.2007) demişti. Bu da reklâm peşinde koşan modacıları hareketlendi.

Meşhur modacının yabancı gazetelere verdiği beyanatlar günlerce tartışılırken, başörtüsü ya da birilerinin deyimi ile türban nasıl modernize edilebilir, resimlerle, çizimlerle gazetelerde yer aldı, alıyor. Bu işin mağduru Hayrunnisa Gül’den günlerce bir ses çıkmadı. Ya tartışmaların bitmesini bekledi, ya da başka bir niyeti vardı. Sonrasında gazetelere bir haber yansıdı. Hayrunnisa Hanım’ın 4.5 yıl önce Kutoğlu ile ABD’de “türban konusunda yeni tasarımlar yapılması” konusunda bir görüşme yaptığı, ancak “türban tasarımı” için bir sipariş verilmesinin söz konusu olmadığı yazıldı.

Bu haberlerden sonra şu anlaşılıyor; Gül, Köşk’e çıktıktan sonra da başörtüsü yasağından medet umanlar, bu yasak üzerinden nemalananlar boş durmayacaklar. Burada Hayrunnisa Hanım’a büyük sorumluluk düşüyor. Ümit ediyoruz ki, modacıların “türbanı modernize” etme tuzaklarına düşmez.

* **

Aslında, göz önünde olan başörtülülere büyük görev düşmektedir. Dinî inancı gereği takılan başörtüsüne en ufak bir söz getirmek yasağı meşrûlaştırır, hatta daha da katılaştırır. Reklâm peşinde koşan modacılardan değil, kendisine yakışan, fazla göze batmayan, sade giyecekler giyerek yasakçılara fırsat vermemek gerekir. Mütevazî olunurken, dik durulması ve taviz verilmemesi gerekir.

Bu arada, başka bir modacı Neslihan Yargıcı ise, “türbanı modernize” etme gayretlerine tepki gösteriyor. “Hayrunnisa Hanım, Hollywood’a değil, Çankaya Köşkü’ne çıkıyor. Hayrunnisa Hanım keyfinden değil, inancı gereği örtünüyor. Başörtüsünün sınırını modacı değil, ilahiyatçı belirler” derken bir gerçeğin altını çiziyor.

Öte yandan gazetelerin de çifte standardı bırakıp, bir insan hakkı olan başörtüsü üzerinden haberlere son vermesi gerekir. Hele hele artık kişisel haklara müdahale halini alan bu tartışmalar, artık milletin sinirini bozuyor. Unutmamak gerekir ki, Cumhurbaşkanı seçilecek olan Abdullah Gül’dür, Hayrunnisa Gül değil...

Burada şu da unutulmamalı. Din İşleri Yüksek Kurulu, Kur’ân’daki âyet ve Hz. Peygamber’in hadislerinden yola çıkarak başörtüsünün ölçüsü hakkında kararını şu şekilde vermişti: “Başörtülerini, saçlarını, başlarını, boyun ve gerdanlarını iyice örtecek şekilde yakalarının üzerine salmaları, dinimizin, kitap, sünnet ve İslâm âlimlerinin ittifakı ile sâbit olan kesin emridir. Müslümanların bu emirlere uymaları dinî bir vecibedir…” Bunun üzerine daha ne söylenebilir ki.

Zira, anayasada ve kanunlarda başörtüsü yasağı ile ilgili bir madde yok. Yani başörtüsü yasağı hukuksuz! Sadece gerekçelere ve genelgelere dayandırılıyor. Öncelikle bir insan hakkı ihlâli olan bu yasağın bir an önce kaldırılıp, bu mağduriyetin giderilmesi gerekir.

26.08.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri