20.08.2007 tarihli, “Üstad da ‘aklını Risâle-i Nur’a karıştırmamış!” başlıklı yazıya, “Her düşünce yapısının, her mütefekkirin kendine has bir hizmet stratejisi, bir metodu, bir sistemi, bir üslûbu olduğunu ifade ederek başlamış; devamında da şöyle demiştik:
Risâle-i Nur’u kendi kafamıza göre şekillendiremeyiz veya kendi düşüncelerimizi ona uyarlayamayız. Onu kendimize değil, kendimizi ona uyarlamaya çalışmalı; aklımızı karıştıramayız. Yani, “Üstad o zaman böyle söyledi, ama, aslında şöyle de olabilir, böyle yapsak daha uygundur, bugünkü şartlara göre şöyle bir metot izlemeliyiz gibi bir yola sapamayız. Çünkü, Üstad da aklını karıştırmamış, siyasî meseleler dahi kalbe ihtar edilmiştir”
Bunun üzerine muhterem Prof. Dr. B. D., Ahmet, D. ve C. Güneş, e-posta ile “maksadını aşan, vahiy-meşveret ruhuna uymayan” şeklinde eleştiriler yöneltti. Aslında bu, bir önceki yazının mütemmimi idi. Onu nazara almadan tekrar göz atınca yanlış anlaşılmalara müsait bir üslup kullandığımızı fark ettik. En önemlisi de, Risâle-i Nur’un doğmatik teklifler ihtiva eden bir eser gibi algılanabileceği hususudur. Sanırım haklı eleştirilere, “mevzuun bölünmesi ve meselenin yanlış anlaşılabilecek bir üslup sunulmuş olması” sebep oldu. İkazları için teşekkür ettikten sonra maksadımı ifade ettikten Risale-i Nur’un akla, dolayısıyla araştırma, gözlem/müşahade, incelemeye verdiği önemi vurgulayacağız.
Aslında, akıl ve gözleme dayalı matematik, fizik gibi fen ilimlerinin de kendilerine has ön kabulleri, formülleri olduğunu; bunlardan hareketle akıl yürütülerek, muhakeme edilerek geliştirilirler. Teabüdi (ibadete ait) meselelerin de şekil ve prensipleri tartışılmaz, akıl yürüterek bir ilâve veya eksiltme yapılamaz.
Ancak, bunların hikmetleri, özellikleri, güzellikleri akıl yürüterek anlaşılabilir, müzakere, mütalâa edilebilir. İnsan Hakları Cihanşumül Beyannamesini akıl yürüterek anlamak, incelemek, tetkik etmek başka; eleştirmek başka, onun ruhuna uygun olmayan yeni ilâveler yapmak, maddeler koymak, yanlış mecralara çekmek bambaşka bir şey olmalı.
İçtimaî-siyasî konuda “ihtar edilen” hakikatler de hürriyetin/demokrasinin de tartışılmaz temel prensipleri, ana kaideleridir. Bu çerçevede siyasî akım, cereyan ve misyonların; “seküler/diktatör; ırkçı/milliyetçi; din adına ortaya çıkan ve hürriyetçi/demokratlar”1 dört ana gruba ayrıldığını; diğerlerinin onların türevleri olduğunu beyan eder.
Aynı zamanda psiko-sosyolojik analizlerini yaparak, Kur’ân’ın getirdiği hürriyetin, Cenâb-ı Hakkın Rahman, Rahîm isimlerinin bir ihsanı olduğunu vurgular. “Hürriyetin imânın bir özelliği”2 olduğunu; Asr-ı Saadette görüldüğü gibi, iman ne kadar mükemmel olursa, hürriyetin de o derece parlayacağı,3 beyan edilir. Ve buna ilâve olarak, “imtihan dünyasının cüz-i irade denen hür irade üzerine kurulmasını” nazara alarak, bunların siyasete yansımasının ahrarların/hürriyetçilerin desteklenmesi şeklinde tezahür etmesi gerektiğine götürür bizi.
Dipnotlar: 1. Emirdağ Lahikası, s. 386.; 2. Hutbe-i Şâmiye, s. 67.; 3. Münazarat, s. 59.
—Devam edecek—
25.08.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|