Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 25 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Kime uzun ömür verirsek, onu ihtiyarlığa uğratır, zaafa düşürürüz. Hiç düşünmüyorlar mı?

Yâsin Sûresi: 68

25.08.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Birisi duâ ettiğinde kabul edilmese bile kendisine bir sevap yazılır.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 346

25.08.2007


Dünya süslü bir menzildir

—Dünden devam—

3.1. Sahabe mesleğinde

dünyayı terk etmek yoktur:

Sahabe mesleğinde nefsi öldürmek ve dünyayı terk etmek yoktur. Nefsi ıslâh ederek Allah yolunda çalıştırmak ve dünyayı da yaratılış amacına uygun ahiretin tarlası olarak görüp ekip biçmek vardır.

Hakikatte dünyanın üç yüzü vardır: Birincisi Cenâb-ı Hakkın esmasına bakar, onun nukuşunu gösterir, mânây-ı harfiyle ona ayinedarlık eder. Dünyanın şu yüzü hadsiz mektûbât-ı Samedâniyedir. Bu yüzü nefrete değil aşka lâyıktır. İkinci yüzü: Ahirete bakar ve ahiretin tarlasıdır, cennetin mezrasıdır. Rahmetin mezheridir. Şu yüzü dahi evvelki yüzü gibi güzeldir; tahkire değil, muhabbete lâyıktır. Üçüncü yüzü: İnsanın hevesâtına bakan gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın mel’abe-i hevesâtı olan yüzdür. Şu yüz çirkindir. Çünkü fanidir, zâildir, elemlidir, aldatır. İşte nefret edilmesi gereken bu yüzüdür. Ehl-i hakikatin nefretleri dünyanın bu yüzünedir.

Kur’ân-ı Hâkim kâinattan ve mevcudattan ehemmiyetle ve överek bahsetmesi dünyanın evvelki iki yüzünedir. Sahabeler ve sâir ehlullahın rağbet ettikleri dünyaları bu yüzleridir. Bunun içindir ki sahabeler dünyaya pek çok girmişler. Terk-i dünya değil, belki bir kısım sahabe o zamanın ehl-i medeniyetinden daha ileri gitmişlerdir. Çünkü onlar Kur’ândan ve doğrudan Peygamberimizden almış oldukları dersler ile anlamışlar ki, dünyanın ahirete bakan yüzü ile esmâ-i İlâhiyeye mukabil olan yüzünü sevmek, sebeb-i noksaniyet değil, belki medâr-ı kemâldir. O iki yüzde ne kadar ileri gitse daha ziyade ibadet ve marifetullahta ileri gider. Sahabelerin dünyası bu iki yüzdedir.

Tarikatın yolunda dünyayı terk vardır. En parlak tarikat olan Tarik-i Nakşî de o tarikatın kurucusu olanlar şöyle tarif etmişler: “Der tarîk-i Nakşibendî lâzım âmed çârı terk: Terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hestî, terki terk.” Yani, “Tarik-i Nakşî”de dört şeyi bırakmak lâzım: Hem dünyayı, hem nefis hesabına ahireti dahi maksud-u bizzat yapmamak, hem vücudunu unutmak, hem ucba, fahre girmemek için bu terkleri düşünmemektir.

Hâlbuki insan bir kalpten ibaret değildir. Şayet insan sadece bir kalpten ibaret olsaydı bütün mâsivayı terk, hatta esma ve sıfatı dahi bırakmak, yalnız Cenâb-ı Hakkın zâtına rabt-ı kalb etmek lâzım gelirdi. Fakat insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi vazifedar çok letâifi ve hasseleri vardır. İnsan-ı kâmil odur ki, bütün o lâtife ve duyguları kendilerine mahsus ayrı ayrı vazife-i ubudiyette, hakikat canibine sevk etmek gerekir.

İşte sahabeler böyle geniş bir dairede, zengin bir surette; kalb bir kumandan gibi duygular ise birer asker kullanarak kahramancasına maksada gitmişler ve bütün duyguları ile Allah’a ibadet ve dinine hizmet etmişlerdir. Sadece kalbi kurtararak, nefis ve duyguları öldürüp tek başına gitmek medar-ı iftihar değil, belki netice-i ıztırardır.

Tarikatın takip ettiği yol “Cadde-i Kübra” denilen Kur’ânın en geniş caddesi değildir; ancak Kur’ândan ve Sünnetten alınmış herkesin kolaylıkla gidemiyeceği gibi dar ve tehlikeli uzun yollardır. Herkesin o yola girmesi ve “Seyr-i Sülukunu” tamamlayarak sonuca ulaşması zordur.

“Cadde-i Kübra Velâyet-i Kübra sahipleri olan Sahabe ve Asfiyâ ve Tabiîn ve Eimme-i Ehl-i Beyt ve Eimme-i Müçtehidînin caddesidir ki onlar doğrudan doğruya Kur’ânın birinci tabaka şakirtleridir.”

Bununla beraber tarikatın takip ettiği velâyet yollarını gösteren en güzel ve mükemmel yol Peygamberin sünnetini esas alanlardır. “Velâyet yolları içinde en güzeli, en müstakimi, en parlağı, en zengini Sünnet-i Seniyyeye ittibâdır. Yani, a’mâl ve harekâtında Sünnet-i Seniyyeyi düşünüp ona tabi olmak ve taklit etmek ve muamelât ve ef’âlinde ahkâm-ı şer’iyeyi düşünüp rehber ittihaz etmektir. İşte bu “Cadde-i Kübrâ” “Velâyet-i Kübra” olan verâset-i nübüvvet olan Sahabe ve Selef-i Sâlihînin caddesidir.

Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde sahabeleri şöyle över: “İlk iman eden muhacirler ve ensar ile, iyilik yaparak onlara tabi olanlardan Allah razı olmuştur. Onlar da Allah’tan razı oldular. Allah onlar için altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. Onlar, orada ebedî kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş budur.”

Sahabelerin çoğu ticaret ile meşgul kimselerdi. Hz. Ebubekir (ra) başta olmak üzere Hz. Osman (ra) ve Abdurrahman bin Avf (ra) Sa’d bin Ebi Vakkas (ra) gibi “Aşere-i Mübeşşere”den sayılan sahabeler çok zengindi. Onlar mallarını helâlinden kazanarak Allah yolunda harcamayı şiar edinmişlerdir. Peygamberimiz (asm) bütün mallarını Mekke’de bırakarak Allah için hicret eden Abdurrahman bin Avf ‘ı (ra) Peygamberimiz (asm) Medine’de Sa’d bin Rebî (ra) ile kardeş ilân etmişti. Sa’d (ra) Abdurrahman’a “İşte, mallarım, onların yarısını sana veriyorum” diyince Abdurrahman bin Avf (ra) “Allah mallarına bereket versin. Sen bana Medine pazarını göster, bu bana yeter” demiştir. Kısa zamanda zengin olmuştu.

Abdurrahman (ra) ticarî hayatı çok iyi biliyordu. “Cenâb-ı Allah bana öyle bir nimet verdi ki, bir taşı bile bir yerden kaldırıp başka yere koyduğum zaman sanki altın oluveriyordu” demektedir. Çok da cömert olan Abdurrahman bin Avf’ın (ra) Tebük Seferi için 700 deveyi malı ile beraber infak ettiği meşhurdur.

4. SAHABENİN VASIFLARI VE AHLÂKI:

Sahabenin senâ-i Kur’âniyeye mazhar olan isar hasletidir. Hediye ve sadakanın kabulünde başkasını kendine tercih etmek, hizmet-i diniyenin mukabilinde gelen menfaat-i maddiyeyi istemeden ve kalben talep etmeden sırf bir ihsân-ı İlâhî bilerek, nâstan minnet almayarak ve hizmet-i diniyenin mukabilinde de almamaktır.

Yüce Allah sahabelerin bu halini överek “Kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile başkalarını kendi nefislerine tercih ederler” buyurarak sahabeleri över. Çünkü sahabeler kendilerine sığınan muhacirlere mallarının yarısını vermeyi istediler. Peygamberimize gelerek “Ey Allah’ın resulü! Medine arazisini muhacir kardeşler ile aramızda taksim edin, arazi sizin arazinizdir” dediler. Peygamberimiz (asm) ise “Hayır! Lâkin ihtiyaçlarını karşılayın, meyvelerini taksim edin, arazi sizin arazinizdir” buyurdu. Ensar da “Memnuniyetle!” dediler.

Sahabelerden birine bir hediye getirildiği zaman ihtiyaç sahibi olan bir başkasına gönderir ve “Onun daha çok ihtiyacı vardır, ona götürün” derlerdi. Bu güzel ahlâklarını yüce Allah överek bizlere örnek göstermiştir. Bu durum fedakârlığın zirvesini göstermesi bakımından enteresandır.

—Devam edecek—

M. Ali KAYA

25.08.2007


ESMA-İ HÜSNA

Cevâd

Allah (c.c.), Cevâd’dır. Yani sonsuz cömertlik ve hadsiz ihsân sahibidir. Onun cömertliğine had ve son yoktur, bütün kâinat ve bütün dünya, bahardaki ağaçlar, toprak, hava, su, güneş, her şey Onun cömertliğinin işâretleri ve meyveleridirler. Allah Teâlâ Zü’l-Cûddur, yani Cevâd’dır.1

Yeryüzünün gayet cömertçe hazırlanmış bir nimet sofrası olduğunu nazara veren Bediüzzaman, her baharın bollukla, bereketle, ihsanla ve eteği cömertçe doldurulmuş rızıklarla gaybî bir vagon gibi eksiksiz her yıl gelmesinin tükenmez hazineler sahibi, gayet cömert, bolluk ve bereket sahibi ve mahlûkatına sonsuz şefkatli bir Cevâd-ı Mutlakı, yani sınırsız-kayıtsız bir Cömerti bildirdiğini kaydeder.2

Bedîüzzaman’a göre, yaratılışta cömertlik var, ama aslâ isrâf yoktur. Her şeyde görülen sonsuz bolluk ve bereket, aynı zamanda sonsuz bir tutumluluk içindedir. Yani yaratılışta cömertlikle tutumluluk âdetâ bir birinin tamamlayıcısıdırlar. Bediüzzaman Saîd Nursî, Hâlık-ı Zülcelâl’in sonsuz bir iktisat içinde sonsuz bir cömertlikle ikram edişini ve her şeyde görülen bolluk ve bereketin israfla değil, hikmet ve iktisatla bütünleşmesini şöyle açıklar: Eşyânın varlık sebebi ve gayesi sadece nefislerine ve kendi lezzetlerine bakmaz. Her şeyin hayatı ve varlığı, üç mühim gayeye ve neticeye bakar:

Bunlardan birincisi ve en ulvîsi, Sâni’a bakan yüzdeki gayedir. Yani her varlığın en önemli varlık sebebi, üzerindeki san’at ve hikmet eserlerini ve nakışlarını Şâhid-i Ezelî olan Cenâb-ı Hakkın nazarına resm-i geçit tarzında arz etmektir.

İkinci olarak her varlık, hikmet ve san’at güzelliklerini şuur ve idrâk sahipleri olan meleklerin, cinlerin, hayvanların ve insanların nazarlarına arz eder. Onları kendisini okumaya dâvet eder.

Üçüncü olarak da, her şey kendi adına ve nefsi hesabına lezzet alır, kendi zevkini takip eder. Yani her şeyin lezzet içinde, zevkle, rahat ve bâkî bir tarzda yaşaması, üçüncü gayesidir.3

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, âlemde birer gaye açısından cûd ve sehâ, yani cömertlik hükmeder, İsm-i Cevâd tecellî eder; meyveler, tohumlar, çekirdekler, varlıklar o gaye noktasından hesapsız olmalıdır ve hakîkaten hesapsızdırlar. Meselâ bakıyorsunuz ki, meyvelerin bolluğundan, bereketinden ve fazlalığından ağacın dalları çökmüş, kopmak derecesine gelmiştir; ağacın dallarında meyveden başka bir şey gözükmemektedir. Bu fazlalık ve bolluk yukarıda zikredilen birden fazla gayelerin hepsine birden baktığı için israfın değil, hikmet ve tutumluluk içindeki cömertliğin alâmetidir.

Netîcede, bir baharda yaratılan meyveler ne fazla olmaktadır, ne de az! Hikmetle bereket, tutumlulukla cömertlik, israfsızlıkla bolluk birleşmiştir, iç içedir.

Bedîüzzaman burada, askerlikten örnek verir. Meselâ, ordunun bir gayesi âsâyişi temin etmektir. Bu gayeye göre yeterli miktarda askerin bulunduğu, hattâ fazla olduğu söylenebilmekteyse de; ordunun diğer gayesi düşmanlara karşı vatan savunmasını kâmilen yerine getirmek olduğundan, bu gayeye göre mevcut askerler ancak yetmekte, fazla bulunmamaktadır. Dolayısıyla asker celbinde hükümetin hikmeti ile haşmeti, yani yönetimin tutumluluğu ile ihtişamı birleşmiştir, bu durumda asker sayısının fazla oluşunda isrâf bulunduğunun iddiâ edilmesi mümkün değildir.4

Dipnotlar:

1- Mecmuatü’l-Ahzab, 2: 243

2- Sözler, s. 68

3- A.g.e., s. 74 (Haşiye)

4- A.g.e., s. 74

25.08.2007


BİR KISSA, BİN HİSSE

Bir bayram günüydü. Ebu Bekr-i Sıddîk (ra) kıymetli ve gösterişli bir elbise giymiş ve omzuna otuz altınlık bir şal atmıştı.

Cebrail Aleyhisselâm kör ve fakir bir adam kılığında gelip, yol üzerinde oturdu.

Ebu Bekr-i Sıddîk oradan geçiyordu. Cebrail Aleyhisselâm kendi kendine dedi ki: “Muhammed (asm) dostluğu için bana bir şey vereni Allah affetsin.”

Bu sözü işitir işitmez, Ebu Bekr’in (ra) dizlerinin bağı çözüldü. Giymiş olduğu o gösterişli elbisesini ve şalını derhal çıkarıp ona verdi.

Kör ve fakir kılıklı adam Ebu Bekir’e (ra) duâ etti. Az bir süre sonra Hazret-i Cebrail (as), Resûlullah’ın (asm) mübarek huzurlarına gelip elbiseyi ve şalı geri getirdi ve dedi ki: “Ya Muhammed! Arkadaşın Ebu Bekr-i Sıddîkı tecrübe ettim. Elbiseler benim işime yaramaz.”

Resulullah (asm) Cebrail Aleyhisselâmın getirdiği elbiseleri Ebu Bekr-i Sıddîka vermek istedi. Fakat Hazret-i Ebu Bekir (ra): “Ya Rasulallah! Bir nesneyi ki senin dostluğun uğruna vermiş olayım, artık onu geri almam. Nereye uygun bulursanız, oraya tasarruf ediniz.” dedi.

Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin

Süleyman KÖSMENE

25.08.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri