|
|
S. Bahattin YAŞAR |
Evliliğe ve çocuğa eğitim merkezleri |
|
Dejenerasyon ve tedbir
Aile ve çocuk haberleri her geçen gün tehlike sinyali veriyor. Bütün çeşitliliği ile beraber, aile ve çocuk üzerindeki ifsat komitelerinin tezgâhları çok tehlikeli aile manzaraları ortaya çıkarıyor. Bu tablodan birey de, aile de, toplum da çok ciddî etkileniyor. Yıkım manzarası bu kadar açıklığı ile birlikte orta yerde iken, kendini yetkili olarak takdim eden zevattan akl-ı selim bir cevap ya da tedbir sesi çıkmıyor. Kadın ve aile ile ilgili bakanlıklar bile olmasına rağmen sanki onlar başka dünyaların kurguları içerisindeler.
Ülkemiz gerçeklerini ifade etmesi ve çözüm için adım atması gereken yetkililer suskunluğu tercih ederken, yine ülkemizle ilgili gerçekleri ve çözüm tekliflerini AB ve Unicef yetkililerinin ağzından duyuyoruz.
18.08.2007 tarihli Yeni Asya Gazetesi’ndeki habere bir bakın: “UNICEF Türkiye Temsilcisi Eddie McLaughney, Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumuna bağlı yurt ve yuvalarda kalan çocukların 12 bininin ekonomik sebeplerle ailesinden ayrı kaldığını belirterek, ‘Bizim önerimiz, bu çocukların masrafı için ailelere, ayda 200-250 YTL ödensin, çocuk ailesinden kopmasın’’ dedi.
Yurt ve yuvalarda barınan çocukların durumuna ilişkin açıklamalarda bulunan UNICEF Türkiye Temsilcisi McLaughney, şunları söyledi: “SHÇEK yuvalarında kalan 20 bin çocuktan 12 bini ekonomik sebeplerle ailesinden ayrı. Yuvalarda bu sebeple kalıyorlar. Bizim önerimiz, bu çocukların masrafı için ailelere 200-250 YTL ödensin ve bunu çocukların giderlerinde kullansınlar, çocuklar ailelerinden kopmasın. Ayrıca aileler için de aile eğitim programı, daha iyi ebeveyn olma programı kullanılsın istiyoruz. Bundan da faydalansınlar. Bizim yaptığımız da fon oluşturmak, çalışmak, kurumları harekete geçirmek.”
McLaughney, yeni kurulacak hükümetten de, çocuk koruma programının geliştirilmesini ve iyileştirilmesini istediklerini dile getirdi.
Aile eğitim programı ve iyi ebeveyn olma programı
Sağlıklı aile olabilmek, temelleri sağlam atılmış bir evliliğin sonucu olacaktır. Temelleri sağlam olan bir evlilikten de haliyle sağlıklı maddî ve manevî bünyelere sahip çocuklar dünyaya gelecektir.
Onun için aile olmadan önce atılması gereken adımlar bulunmaktadır. Bu adımları ille de devlet kurumlarından beklemek doğru değil. Bu adımları rahatlıkla sivil toplum kuruluşları üstlenebilir. Sivil toplum kuruluşlarının toplumdaki dejenerasyonu seyretmekten ziyade, kendince çözüm adımları atabilmesi mümkündür.
Aile bozulmadan yardımcı olmak
Sivil toplum kuruluşlarının aile zedelendikten, yıkım, dejenerasyon başladıktan ve hatta kopmalar, çatırtılar başladıktan sonra adım atmaları pek sağlıklı değildir. Önemli olan problem ortaya çıkmadan önce tedbir almak ve problemin oluşumuna engel oluşturmaktır. Yetersiz beslenme sonucu hastalanmış çocuklara yardım götürmek, ekonomik sıkıntılar sonucu dağılmış ailelere maddi yardımlar iletmek, borçlarını ödeyememiş aile bireyleri cinnetlere ulaştıktan sonra yardım kampanyaları düzenlemek pek anlamlı gözükmüyor.
Çözüm için çok özet olarak ifade etmek gerekirse, aile okulları ve çocuğa hazırlık okulları içerisinde, anne olma, baba olma programları ve aile oluşturma programları çok rahatlıkla yapılabilecek çalışmalardır.
Bu konuda oldukça yeterli bilgi hazinesi bulunmaktadır. Ve yine oldukça yeterli eğiticiler de bulunmaktadır. Bir o kadar da eğitim ortamları, imkânları bulunmaktadır. Geriye ise sadece helva yapmak kalmaktadır.
İnanın bu yapılacak helva, sadece içindeki bireylerin ağızlarını tatlandırmayacak, aynı zamanda o bireylerin içinde yaşadıkları ailelerin ve o ailelerin çatısı altında yaşadıkları toplumların da ağızlarını tatlandıracaktır.
Unicef yetkilileri sadece yurtlardaki çocukların sorunları olarak konuyu gündeme getiriyorlar ancak, yurtların dışındaki ailelerde yaşayan çocukların da konuyla ilgili çok ciddi sorunları bulunmaktadır. İşte ortaya çıkan sorunların hepsi, sorun ortaya çıkmadan önce atılacak adımlar sonucu, ortadan kaldırılabilecektir.
Sadece bu çerçeveyi içine alan bir sivil toplum oluşumu bile çok ciddî işleri yerine getirebilecektir.
Evliliğe ve çocuğa hazırlık eğitim merkezleri diye bir sivil toplum kuruluşumuz neden yok? Yoksa var da ben mi bilmiyorum.
25.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Dereceden derekeye |
|
—Dünden devam—
Merkez sağ aslında CHP’den kopma idi ve bu münasebetle çıkış noktası müsbetti. Biz buna derece diyoruz. Ve elbette bazı dönemlerde bu çizgisiyle ters düştüğü de olmuştur. İttihad-ı İslâmcı partinin çıkış noktası ise merkez sağı da aşan bir şekilde İslâmî değerlere atıfta bulunuyordu. Bununla birlikte, 1994 sonrasında merkezîleşirken veya merkezî sağın yerini alırken temel çıkış noktalarına ters düşmeye başladı. Buna da dereke diyoruz. Refahyol’a giden süreçte parti kısmî olarak ANAP’laşmaya başlamıştı. İktidara yaklaştıkça renkleri açılıyor ve gri tonları artıyordu. Bununla birlikte ‘establihsment/düzen’ kendisine müsaade etmeyince parçalanma sürecine girdi ve onun yerini alan Yenilikçiler ise bu defa çizgiyi daha da kalınlaştırarak ANAP’ın yerine oturdular.
28 Şubat sürecinden sonra askerî müdahale ve siyasî mühendislik kısmen merkez solu veya sağı yeniden diriltme aşamasına gelmişti. Bununla birlikte 28 Şubat sürecini takip eden aşamada koalisyonların ahenksizliği ve deprem, merkez sağın ve solun yeniden toparlanamaz bir biçimde çökmesine sebep oldu. İttihad-ı İslâmcı partinin de yargı yoluyla eli kolu budanmış ve bağlanmıştı. Bunun üzerine redd-i miras ile ve gömleği çıkarılarak Millî Görüş çizgisi tamamen terk edildi ve ANAP’ın yerine merkez sağa yerleşildi.
***
Böylece İttihad-ı İslâmcı çizginin kimliği çözülmüş ve geride kalan parçası da ufaldıkça ufalmıştı. Burada 30-40 yıllık sürece baktığımızda hem merkez sağın hem de İttihad-ı İslâmcı partinin yanlış yaptığını görüyoruz. İttihad-ı İslâmcı parti merkeze gelmemesi ve aksine merkezi konsolide etmesi gerekirken merkeze yürüme gafletinde bulunmuş; bu da ilkeler yerine boşluğa düşmesine sebep olmuştur.
1950 sonrasını üç döneme ayırmak mümkün. 27 Mayıs’a kadarki birinci dönem DP ile anılmaktadır. İkinci dönem ise 1960’dan 1980’e kadarki dönemdir. Bu dönem merkez sağın giderek zayıfladığı ve İttihad-ı İslâmcı partinin yıldızının parladığı bir dönemdir. 1980 sonrası üçüncü merhale ise İttihad-ı İslâmcı çizgiyi siyaseten merkeze taşımışsa da fikren çözmüştür. Dolayısıyla onca emek merkezîleşme uğruna heba edilmiştir. Çıkış hedeflerinin gerisine düşülmüştür. Sonunda mesele ilke veya fikir veya mefkûre mücadelesinden şahsiyet ve kadro mücadelesine dönüşmüştür.
İttihad-ı İslâmcı çizgi sadece merkezîleşerek ideallerinden uzaklaşmıştır. Halbuki biraz iktidar perhizi yapılabilseydi İttihad-ı İslâmcı parti hem siyasette bir denge olarak kalır, hem de toplum yapısının daha diri muhafaza edilmesine katkıda bulunabilirdi. Halbuki, merkezi idealize eden uç beyliği de iktidar hesapları uğruna düşmüş oldu ve merkeze heba edilmiş oldu. Bununla da kalınmamış İttihad-ı İslâmcı anlayışın dönüşmesi bütün yapıyı da çözmüş ve dönüştürmüştür.
Merkez sağ çözülmüş, onunla birlikte İttihad-ı İslâmcı yapı da çözülmüştür, ideallerin tatil edilmesiyle halk da çözülmüştür. Bundan dolayı 28 Şubat süreci çözücülük ve dönüştürücülükte milât olmuştur. 27 Nisan da bunun bir devamıdır. Bu açıdan aslında AKP, Milli Görüş’ün başarısız tecrübesinin bir devamından ibarettir. Çözülme işlevinin sosyal boyuttaki devamı niteliğindedir. Bu hususta Ali Ünal, ‘bir de bu açıdan’ adlı makalesinde haklı olarak şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “..Demokrasi hayatımızda belli süreleri takiben darbelerle gelen kesintilerin asıl sebebi, sivil ‘sağ’ iktidarlar döneminde Müslüman çoğunlukta, İslâm hassasiyetli kesimlerde görülen gevşemeler ve dünyevileşmedir. Son dönemde İslâmın sosyo-ekonomik ve siyasî hayat adına taleplerini ön planda tutan İslâmcılığın İslâmcı menşeli kadrolarca adeta çökertilmesi ve artık bu taleplerden vazgeçilmesi, hem İslâmcılar hem de AKP tarafından üzerinde çok düşünülmesi gereken bir konudur...” Aslında tam da Today’s Zaman gazetesinde Mahçupyan’ın Sekülarizmin zaferi adlı makalesi bu noktada Ali Ünal’ın endişelerinin ispatıdır.
Aslında sözkonusu çizgi merkezi sağın yerini alarak hem kendisini, hem de sağı bitirdi. Kendi ideolojisini yıktı. İktidar ihtirasını dizginleyebilseydi bugünkü Türk siyasî ve sosyal hayatı çok daha sağlıklı bir yapıda olabilirdi. Ne yazık ki, geçmişe mazi derler.
25.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Anayasa taslağı |
|
12 Eylül’ün eseri olan 1982 anayasasından kurtulmak, bu ucubenin yüzde 92 oyla halka “kabul” ettirildiği günden beri Türkiye’nin öncelikler sıralamasının en başında yer alıyor.
Bu anayasa tamamen yürürlükten kaldırılıp yerine gerçek anlamda sivil ve demokratik bir anayasa ikame edilmediği müddetçe demokrasinin, hak ve özgürlüklerin, gelişmenin yolu açılmaz; krizlerden kurtulmamız mümkün olmaz.
Bu anayasa ile geride bıraktığımız çeyrek asır, bu gerçeği defalarca teyid eden gelişmelere sahne oldu. 28 Şubat, siyasetin bir türlü rayına oturmaması, asker ve yargı gibi kurumların üzerindeki siyasallaşma gölgesinin kaldırılamaması, peş peşe gelen krizler bunun tipik örnekleri.
Gelinen noktada, Türkiye’yi sıkboğaz edip önünü tıkayan bu takozun kaldırılması, artık bir hayat-memat meselesi haline gelmiş durumda
2002 seçiminde halktan anayasayı değiştirecek bir Meclis çoğunluğu isteyen, buna çok yakın bir sayı ile sandıktan çıkan ve bir ara Meclis içi transferlerle bu sayıyı da yakalayan AKP, ne yazık ki bu engeli kaldırmayı başaramadı.
Bunun bedelini de, yapmak istediği bazı yapısal reformların, statükonun anayasadan güç alarak gösterdiği direnişe takılmasıyla ödedi.
Ancak buna rağmen halk, 22 Temmuz’da, hep birlikte yaşayıp izlediğimiz mâlûm sebeplerle, AKP’ye bir şans daha verdi. Bu şans bu defa iyi kullanılabilirse Türkiye’nin önü açılır, yoksa işimiz yine zor.
Aslına bakılırsa, anayasa bahsinde AKP’nin seçmene verilmiş güçlü bir taahhüdü yok. Seçim beyannamesinin ilgili bölümünde konu, sahiplenmeyen, “temennî” ifadeleriyle geçiştiriliyor. (Bkz. “Nice AK yıllara” kitabı, s. 12.)
Buna karşılık, son günlerde medyada, Prof. Dr. Ergun Özbudun başkanlığındaki bir heyete hazırlatılan ve 177 maddelik anayasanın 100 küsur maddesinde değişiklik öngördüğü belirtilen taslakla ilgili farklı haberler yayınlanıyor.
Bazılarına göre taslağın, parlamentoda oluşturulacak partilerarası komisyonda ele alınarak 2008 yılında sonuçlandırılması planlanıyor.
Buna karşılık, işi komisyona havale etmeden AKP’nin inisiyatifiyle, en geç bu yıl sonuna kadar bitirme hesabından söz edenler de var.
AKP içinde bu yaklaşımı savunanlar, anayasa taslağının kaderini Meclisteki diğer partilerin rızasına bağlamak yerine, konuyu akademisyenler ve sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte götürüp kamuoyuna mal ederek Meclisi bu yolla etkileme stratejisini tercih etmiş görünüyorlar.
Bakalım, yeni hükümetin ve parti yönetiminin tercihi ne olacak ve bu strateji işleyecek mi?
Burada en önemli ve kritik noktalardan biri, AKP’yi “takiyye” şüphesiyle yakın takip altında tutmayı sürdüren statüko güçlerinin, “Rejimin temelleriyle oynatmayız” tavrıyla sergileyegeldikleri direnişin bu defa aşılıp aşılamayacağı.
AKP’nin, “İlk dört maddeye dokunmayacağız, ilke ve inkılâplara atıflar aynen devam edecek” taahhüdü, bu direnişe verilen bir söz.
Peki, statüko yüksek yargı ve YÖK gibi kilit noktalardaki yapı ve işleyişe yeni kurallar getirilmesini nasıl karşılar? Meclis iradesine saygıyla boyun eğer mi, yoksa yeni krizler çıkararak işi yine yokuşa mı sokar? Şimdilik meçhul.
Umarız, bu kez sonuç alınır ve önümüz açılır.
25.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Teslimiyet olmayınca |
|
“Ey iman edenler! Bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah’a ve Resûlüne itaat eden, onu Allah’a ve Resulüne havale ederek çaresini Kur’ân’da ve Resulullahın sünnetinde arayın, eğer Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız...” (Nisa Sûresi)
Bir Müslüman İslâmla hayat bulur, o her şeyini İslâma borçludur. O yoksa kendisi de yoktur. Bütün varlığını ona medyundur.
İslâm ise Allah ve Resülü’ne bütün, gönlüyle teslim olmaktan ibarettir. Öyle ki oradaki anlaşmazlıklar için Allah Resulüne müracaat edip gönlünde hiçbir şüphe ve sıkıntı duymadan hükmüne tam teslimiyetle razı olup uymadıkça hakkıyla iman edilmiş olmaz. (Nisa Sûresi: 65.)
Kısacası Kur’ân ve Sünnette açıkça belirtilen bir hususa tam teslim olup kabul etmedikçe inanmış olmaz insan. Sözlerin en doğrusu Allah ve Resulünün sözleridir. Bunlarda en küçük bir şüphe ve tereddüt imandan nasipsizliğin ifadesidir.
En doğru, en güzel, en mükemmel Allah ve Resulünün bildirdiğidir. Buna uyanların en önemli kazançları ise hem dünyada, hem de ahirette mutluluğa ermeleridir.
Resûl-i Ekrem (a.s.m.) buyuruyorlar ki: “Bütün ümmetim Cennete girerler; direnenler müstesna. “Sahabe sorar, “Direnenler kim ya Resulallah?” “Bana itaat eden Cennete girer; Bana isyan edenler de direnenlerdir” buyururlar.
(Riyazü’s-Salihin Terc, 1;198 (Buhari’den)
Demek mü’min Allah ve Resûlünün (a.s.m.) bildirdiklerine öncelikle tereddütsüz inanıp teslim olacak; elinden geldiğince, gücünün yettiğince aşk ve şevkle yapmaya çalışacak, asla gurur ve kibire girip beğenmeme, yapmama pozisyonuna girmeyecek, inat eder tarzda yapmamazlık etmeyecektir. Küçümsemek, hafife almak, bu duygu ve düşünceyle yapmamak imanı tehlikeye atmaya yeter. Bir gün Allah Resûlü (a.s.m.) sol eliyle yemek yiyen birini, “Sağ elinle ye” diye uyarmış, gurur ve kibirden dolayı “yapamıyorum” dediğinde de, “Yapamaz ol buyurmuş, bundan sonra adam elini ağzına götüremez olmuştu.
Bütün mesele Allah ve Resulüne teslimiyettir.
25.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
“Kalbe ihtar”, akıl yürütme ve “akleden kalp!” |
|
20.08.2007 tarihli, “Üstad da ‘aklını Risâle-i Nur’a karıştırmamış!” başlıklı yazıya, “Her düşünce yapısının, her mütefekkirin kendine has bir hizmet stratejisi, bir metodu, bir sistemi, bir üslûbu olduğunu ifade ederek başlamış; devamında da şöyle demiştik:
Risâle-i Nur’u kendi kafamıza göre şekillendiremeyiz veya kendi düşüncelerimizi ona uyarlayamayız. Onu kendimize değil, kendimizi ona uyarlamaya çalışmalı; aklımızı karıştıramayız. Yani, “Üstad o zaman böyle söyledi, ama, aslında şöyle de olabilir, böyle yapsak daha uygundur, bugünkü şartlara göre şöyle bir metot izlemeliyiz gibi bir yola sapamayız. Çünkü, Üstad da aklını karıştırmamış, siyasî meseleler dahi kalbe ihtar edilmiştir”
Bunun üzerine muhterem Prof. Dr. B. D., Ahmet, D. ve C. Güneş, e-posta ile “maksadını aşan, vahiy-meşveret ruhuna uymayan” şeklinde eleştiriler yöneltti. Aslında bu, bir önceki yazının mütemmimi idi. Onu nazara almadan tekrar göz atınca yanlış anlaşılmalara müsait bir üslup kullandığımızı fark ettik. En önemlisi de, Risâle-i Nur’un doğmatik teklifler ihtiva eden bir eser gibi algılanabileceği hususudur. Sanırım haklı eleştirilere, “mevzuun bölünmesi ve meselenin yanlış anlaşılabilecek bir üslup sunulmuş olması” sebep oldu. İkazları için teşekkür ettikten sonra maksadımı ifade ettikten Risale-i Nur’un akla, dolayısıyla araştırma, gözlem/müşahade, incelemeye verdiği önemi vurgulayacağız.
Aslında, akıl ve gözleme dayalı matematik, fizik gibi fen ilimlerinin de kendilerine has ön kabulleri, formülleri olduğunu; bunlardan hareketle akıl yürütülerek, muhakeme edilerek geliştirilirler. Teabüdi (ibadete ait) meselelerin de şekil ve prensipleri tartışılmaz, akıl yürüterek bir ilâve veya eksiltme yapılamaz.
Ancak, bunların hikmetleri, özellikleri, güzellikleri akıl yürüterek anlaşılabilir, müzakere, mütalâa edilebilir. İnsan Hakları Cihanşumül Beyannamesini akıl yürüterek anlamak, incelemek, tetkik etmek başka; eleştirmek başka, onun ruhuna uygun olmayan yeni ilâveler yapmak, maddeler koymak, yanlış mecralara çekmek bambaşka bir şey olmalı.
İçtimaî-siyasî konuda “ihtar edilen” hakikatler de hürriyetin/demokrasinin de tartışılmaz temel prensipleri, ana kaideleridir. Bu çerçevede siyasî akım, cereyan ve misyonların; “seküler/diktatör; ırkçı/milliyetçi; din adına ortaya çıkan ve hürriyetçi/demokratlar”1 dört ana gruba ayrıldığını; diğerlerinin onların türevleri olduğunu beyan eder.
Aynı zamanda psiko-sosyolojik analizlerini yaparak, Kur’ân’ın getirdiği hürriyetin, Cenâb-ı Hakkın Rahman, Rahîm isimlerinin bir ihsanı olduğunu vurgular. “Hürriyetin imânın bir özelliği”2 olduğunu; Asr-ı Saadette görüldüğü gibi, iman ne kadar mükemmel olursa, hürriyetin de o derece parlayacağı,3 beyan edilir. Ve buna ilâve olarak, “imtihan dünyasının cüz-i irade denen hür irade üzerine kurulmasını” nazara alarak, bunların siyasete yansımasının ahrarların/hürriyetçilerin desteklenmesi şeklinde tezahür etmesi gerektiğine götürür bizi.
Dipnotlar: 1. Emirdağ Lahikası, s. 386.; 2. Hutbe-i Şâmiye, s. 67.; 3. Münazarat, s. 59.
—Devam edecek—
25.08.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Lozan'ın gizli mimarı Haim Naum (1) |
|
İsviçre'nin Lozan şehrinde gerçekleştirilen Lozan Konferansının üzerinden tam 84 yıllık bir zaman geçti.
İki bölüm halinde yapılan ve yaklaşık sekiz aylık gergin, kesintili, şüpheli ve şaibeli bir süreci içine alan konferans, nihayet 24 Temmuz 1923'te sona erdi.
Bu konferansta alınan resmî kararların ve yapılan anlaşmaların Millet Meclis'inde tasdik edilmesi ise, bu tarihten tam bir ay sonra (23 Ağustos) mümkün olabildi.
İşte, şimdilerde bu tarihî hadisenin 84. yıldönümünü idrak etmekteyiz. Ne var ki, bu tarihî hadisenin en az bilinenleri kadar bilinmeyen yönleri de bulunmakta.
Bugün, bir parça meselenin bu bilinmeyen, yahut yeni nesillerce çok az bilinen yönü üzerinde durmaya çalışalım.
Zamana bırakılan meseleler
Lozan'a giden heyetin başında İsmet Bey vardı. Heyetin aslî diğer üyeleri ise, Dr. Rıza Nur ve Hasan (Saka) Beydi.
Bunların dışında, heyette ayrıca 30'dan fazla müşavir, uzman, danışman, kâtip, idareci statüsünde adam vardı. (İsmet Paşa, Konferansın ikinci safhasında bu heyeti büyük çapta değiştirdi. Kendisine en yakın danışman olarak da, Yahudi Hahambaşısı Haim Naum'u seçti.)
Konferansa delege seviyesinde katılan ülkeler şunlar: İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Portekiz, Belçika, Rusya ve Yugoslavya.
Lozan Konferansının en mühim maksadı, Birinci Dünya Harbi ve hemen ardından başlayan İstiklâl Harbi sonrasında kurulan yeni Türkiye Devletinin dünyaca tanınması, toprak bütünlüğü ve millî sınırlarının kabul edilmesiydi.
Bu noktada ciddî bir sıkıntıyla karşılaşmaması, Türkiye'nin hakkıydı. Zira, son savaştan zaferle çıkmıştı. Ne var ki, cephelerde, meydanlarda kazanılmış olan zafer, diplomatik sahada (masa başında) karşılığını lâyıkıyla bulamadı.
İşte, "Misâk–ı Millî" içinde yer aldığı halde, Lozan'da halledilmeyen, zamana bırakılan ve daha sonraları Türkiye'nin başını hayli ağrıtacak olan önemli dâvâlar: Kıbrıs, Ege Adaları, Boğazlar, Hatay ve Kerkük–Musul meseleleri.
Hatay ve Boğazlar dışında kalan meselelerin tamamı, ne yazık ki Türkiye'nin aleyhine bir gelişme kaydetti.
Madalyonun öteki yüzü
Yukarıda bahsettiklerimiz, doğrudan siyasî, maddî ve şeklî meseleleri ithiva ediyor.
Bunlardan çok daha önemli olan ise, Lozan'da gizlice görüşülen ve karara bağlanan dinî/mânevî hususlardır: Bunlar, hilâfetin kaldırılması, dinî hayat ve tedrisatın sona erdirilmesi, mânevî cephenin çökertilmesi, bin yıllık kültür ve medeniyet birikiminin tahrip edilmesi gibi, bu milletin en mühim ve hayatî meselelerini içine alan bir dizi reform ve inkılâpların muhakkak sûrette realize edilmesi talebidir.
Kısa bir müddet sonra Türkiye'de yaşanan gelişmeler ve köklü değişimler, bu taleplerin büyük bir iştahla yerine getirildiğini gösteriyor.
Lozan görüşmeleri esnasında madalyonun bu yüzünde aktif rol alan en etkili şahıs ise, İstanbul Yahudi Hahambaşısı olan Haim Naum'dur.
Türkiye'deki icraatler noktasında maksadına fazlasıyla ulaştığına kanaat getiren Naum, 1925'te Kahire'ye gitti ve orada da bu kez Mısır Hahambaşı oldu. (Bu tarihten sonra Filistin'e el atan Naum, burada bir Yahudi devletinin kurulması için vargücüyle çalışmaya koyuldu.)
* * *
Haim Naum'un Lozan görüşmeleri esnasında ortaya çıkması ve kaşla göz arasında reis İsmet Paşanın en gözde danışmanı/müşaviri oluvermesi, ikinci delegasyon makamındaki Dr. Rıza Nur'un dikkatini çeker.
Kaleme aldığı hatıralarında, bu "emrivâki"den şöyle bahseder:
"Bir müddettir İstanbul eski Hahambaşı Haim Naum, Lozan'da kaldığımız otelde görülmeğe başladı. Baktım bir gün İsmet'le görüşüyor. Ne yapmış, kimi vasıta yapmış bilmem. İsmet'e yanaşmış. Yaman Yahudi!.. Artık İsmet'ten ayrılmıyor. Yemek zamanını biliyor ya, asansörün yanında bizi bekliyor. Derhal İsmet'in koltuğuna giriyor, belinden yakalıyor; o da onun... İsmet'i lüzumu yokken holde dolaştırıyor. Sonra yemek salonunda, İsmet'le şakalaşıyor, gülüyor... Anlaşılıyor ki, herkese: 'İsmet benim samimi, teklifsiz arkadaşımdır' diye göstermek istiyor ve gösteriyor. Nihayet bütün Yahudi sırnaşıklığı ile yanaştı. İsmet'in yakasını bırakmıyor... Şimdi odasından da çıkmıyor. İsmet bunu müşavir tâyin etti. Yevmiye vermeye de başlamış. Bana da söylemiyor. Heyet–i murahhasa çiftliktir, kullanıyor. Ne diye kandırdı bilmem. Bu sadedil İsmet, Yahudinin dolabına girdi. Derken Hahambaşını soframıza da aldı. Bu vakte kadar sesimi çıkarmamıştım.
"İsmet'e dedim ki: 'Bu Yahudi de başımıza nereden çıktı? Senin böyle bir Yahudi ile laubali görüşmen haysiyetini ve Türk milletinin, heyetinin haysiyetini kırar. Bu kadar yüz verme!' İsmet, bana kızdı... Derken, herif azdıkça azdı. Heyetten şuna buna herkesin içinde kumanda ediyor. Benim önüme de geçip yürüyor. İhtimal İsmet benim sözlerimi ona söyledi... İsmet'e tekrar dedim: 'Bu bir Yahudidir. Adi adamdır. Bunun kim bilir ne fenâ işleri vardır? Bundan bir hayır bekleme!..'
"Hahambaşı İsmet'e bütün İngiliz ve Fransız ricâlini tanıdığını, hepsi ahbabı olduğunu, işleri istediği gibi yaptıracağını söylüyormuş. Tabiî İngiliz, Fransız ve İtalyan delegelerine de İsmet'in avucunda olduğunu söylüyordu... Lozan muhitinde dolaşıyor, herkese: 'İsmet teklifsiz ahbabımdır, sözümden dışarı çıkmaz' diyormuş.." (Dr. Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, c. 3, sh.1049–1050)
* * *
Rıza Nur'un anlattıklarını teyit edenlerden biri de Rauf Orbay'dır.
Türkiye'de en üst seviyede askerî ve siyasî görevlerde (Bakanlık, Başbakanlık, Meclis İkinci Başkanlığı...) bulunmuş olan Orbay, aynı hususla ilgili olarak şunları kaydediyor: "İsmet Paşa, anlaşıldığına göre, Lozan'da İngilizlerle bir çeşit gizli arabuluculuk rolü oynayan İstanbul Yahudi Hahambaşı Haim Naum Efendinin telkinleriyle, Hilâfetin artık ne şekilde olursa olsun Türkiye'de devamına müsaade edilmeyip, derhal kaldırılması fikrini tamamıyla benimsemiş bulunuyordu." (Feridun Kandemir, Hatıraları ve Söyleyemedikleri ile Rauf Orbay, s, 96–97)
* * *
Bir sonraki yazıda, Haim Naum'un (Hayim Nahum) gerek Lozan'da ve gerekse Konferansın kesintiye uğramasının ardından çeşitli ülkelerin başkentlerinde yürüttüğü lobi faaliyetleri ile Ankara'da yaptığı temaslara ve bütün bu olup bitenler karşısında Bediüzzaman Said Nursî'nin sergilemiş olduğu ilmî/fikrî duruşun ne anlama geldiği üzerinde durmaya çalışalım.
25.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Yaratılış ve evrim üzerine -1 |
|
Aynur Hanım:
*“Evrim teorisini bazı gerekçelere dayanarak savunanlar hâlâ mevcut. İnsanın ilk zamanlarda daha büyük olduğunu zamanla küçüldüğünü ve değişimini evrim geçirdiğini söyleyerek açıklıyorlar. Bildiğim kadarıyla geçmişteki insanlar gerçekten çok büyükmüş. Şimdi küçük olmalarının hikmeti bilimsel olarak nasıl açıklanabilir? Eski insanların konuşamadığı doğru mu? Yapılan araştırmalar ilk insanların resimlerle anlaştığını gösteriyor. Biz biliyoruz ki Hz. Âdem (a.s) bütün isimleri bilerek dünyaya geldi. İlk insanların hayvanî seslerle konuştuğu iddia ediliyor.”
Yaratılış inancını evrim felsefesiyle yıkmak adına, uzun yıllardır evrimi yaratılışın karşısına getirip koymak istediler. Yaratılışın olmadığını, her şeyin evrimle birbiri arasında sebep sonuç ilişkisi içinde meydana geldiğini ileriye sürdüler.
Hâlbuki ne kadar açık tutarsızlık ve çelişki içindeydiler. Evrimciler bütün bu anlata geldikleri dönüşümler için bir Yaratıcıya ihtiyaç duymuyorlar mıydı? İddiâ ettikleri bunca dönüşümler ve değişimler kendiliğinden olabilir miydi? Bütün bu dönüşümler ve değişmeler hem mantıklı bir sonuca doğru gidecek, hem Yaratıcısız olacak! Böyle saçma şey olur mu?
Demek; insanların kökeni ile ilgili sorulagelen yaratılış mı, evrim mi soruları aslında açıktır ki, birbirine alternatif sorular bile değildir. Önce bu konuda anlaşalım. Evrim felsefesinin altında gizlenen düşünce, evrimin kendiliğinden olması mıydı? Tabiat tarafından oluşturulması mıydı? Tesadüfen mi meydana gelmesiydi? Önce bu netleştirilsin.
Oysa bu gizlenen düşünceler doğrudan ileri sürülmüyor. Ön plâna evrim sürülüyor ve zihinler bulandırılmaya çalışılıyor. Bulanık suda balık avlamaya çalışılıyor. Yapılan bu.
Evrim kendi başına bir teknik mesele. Yaratılışın karşısına alternatif olarak geçemez. Öyleyse, biz tartışacaksak, önce şunu tartışmalıyız: Yaratılış mı, kendiliğinden oluş mu? Yaratılış mı, tesadüf mü? Yaratılış mı, tabiat mı?
Bunu netleştirirsek, evrimle bizim işimiz kalmaz. Evrimle bilim uğraşsın. Evrim derdini bilime anlatsın. Zihinlerde de olsa, yaratılışa karşı durmasın. Bilimden onay alsın önce. Biz iddiâ ediyoruz ki, evrim felsefesi bilime karşı savaşıyor, yaratılış inancına karşı değil. Bu bir.
Yaratılış inancına karşı, evrimin üzerine oturduğu, ama hep gizlenmek istenen kendiliğinden oluş ve tesadüf düşüncesi ile savaşılabilir. O halde bunu netleştirelim. Ve biz bununla savaşalım. Yani kendiliğinden oluş ve tesadüf düşüncesine karşı yaratılış gerçeğini ispat edelim; bu tamam. Ama biz evrime girmeyiz.
Çünkü yaratılış ortak noktasında buluşabilirsek eğer; Allah dilerse doğrudan yaratır, dilerse evrim içinde yaratır; bunu kabullenmek zor olmaz. Allah’ın iradesine kim sınır koyabilir? Meselâ ilk insanların ömürlerinin çok uzun olduğu, kendilerinin daha iri yapılı ve daha uzun boylu oldukları, işâretle veya resimlerle ya da hayvanî dillerle anlaştıkları, dil ve yazının çok gelişmemiş olduğu..vs. ileri sürülebilir. Buna evrim diyeceklerse, desinler. Bunlar yaratılışa ters şeyler değildir. Allah’ın bu dünyayı bir tekâmül, yani gelişme kânununa tâbi tuttuğu elbet söylenebilir. Bütün bunlar Hazret-i Âdem’in (as) bütün isimleri biliyor oluşuna da ters değildir. Çünkü bilmek ayrıdır; ifade, üslûp ve konuşma dili ayrıdır.
Yaratılış meselesine gelince: bu konuda Kur’ân çok nettir.
Kur’ân’a göre, Cenâb-ı Allah, Hâlık’tır. Yani yaratıcıdır, bütün varlıkların halk edicisidir, her şeyin var edicisidir. Bütün kâinat Allah’ın hilkatinin eseridir, her şey Allah’ın yaratıcılığının şahitleridir.
Cenâb-ı Hakkın kayıtsız, şartsız, ortaksız, yardımcısız her şeyin Yaratıcısı olduğu hakikati, hem Peygamber Efendimiz’den (asm) rivayet edilen hadislerde83, hem de Kur’ân âyetlerinde çok sık ve çok net ifâde edilen en temel hakîkattir. Bu konuda birkaç ateist felsefecinin dışında, felsefe dünyasını da Kur’ân ile hemfikir biliyoruz. Yani yaratılış hususunda, inanç ve düşünce dünyasına Kur’ân el koymuştur.
Yarın inşallah devam edelim.
Dipnot:
1. 83. Tirmizî, Daavât, 86
25.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevat ÇAKIR |
Barajlar otlak olurken |
|
Yıllarca su zengini olduğumuz söylendi. Hatta fazla olan suyumuzdan bazı devletlere satmayı da düşündük. Özellikle bu sene yaşadığımız kuraklık sonucu suyumuzun yetersiz olduğunu anladık, ama iş işten geçmiş oldu. Yıllardır israfla kullanmamız ve suyu kirletmemizin bir cezası olarak sularımız çekildi. Çünkü nimet şükür görmezse gider.
Su umumî nimetlerdendir. “Umumî nimetler daha ehemmiyetli, olduklarına nazaran hususî, şahsî nimetlerden kat kat daha fazla şükre istihkak ve liyakatları vardır. Binaenaleyh, o gibi nimetlere karşı nankörlük edip şükran etmemek, en büyük küfran-ı nimet sayılır.”
Böylesine en büyük nimetin değerini, ancak bidonlarla birlikte yaşamaya başlayınca anlamaya başladık. Köyümüzden İstanbul’a dönerken evimizdeki soğuk ve tatlı suyumuzdan bir şişeye doldurarak yol buyunca içtim. İstanbul’a geldikten sonra okuduğum bir gazete haberi dikkatimi çekti. Muş’tan Ankara’ya giden bazı vatandaşlar da benim gibi içme suyunu bidonlarla beraberinde götürüyorlarmış. Bu konu ile ilgili olarak Türkiye Otobüsçüler Federasyonundan bir kişi “Vatandaşlarımız beraberlerinde çok ilginç şeyler taşıdıklarını gördüm. Ancak ilk kez su götüren insanlarla karşılaşıyorum” demiş.
Su nimetini kullanırken aklımıza gelmedi çoğu zaman, şükretmedik. Niçin ve nasıl yaratıldığını düşünmeden musluklarımızı her çevirdiğimizde hep akacak zannettik. Ama yanılmışız. Kafalarımızı bidonlara çarpınca ancak uyandık.
Yıllar önce uzmanlar dünyada su savaşları çıkacak diyordu. İşte dar çevrede bunlar başladı. 13/8/ tarihli TV haberlerinde susuz kalan bazı Ankaralıların bidonlarla sokağa inip trafiği kesmeleri “Ankara’da susuzluk ayaklanması” olarak veriliyordu.
Su, hayatın kaynağı olmasına rağmen herhangi bir şeyin basit olduğunu anlatmak için “sudan ucuz” ve “sudan bahaneler”le ifadesi kullanırdı. Artık her anlaşma ve her mekânın değeri su ve su kaynaklarına yakınlığına göre değerlenecektir. Susuz hayat olmayacağına göre, bugüne kadar bu nimete karşı yaptığımız küfranî nimet hatalarından nedamet edip her damlası için bir şükür kapısını açmamız gerekir. Böyle bir davranış içine girersek umulur ki Rahmeti celbe vesile oluruz.
Evet su nimeti içinde yüzerken dünyadaki susuz insanların durumunu hiç düşünmedik. Televizyondaki haberler bize hayal gibi geldi. Oysa dünya genelinde 1.200.000. insan tatlı suya ulaşamıyor. Su bütün canlıları ilgilendirdiği için dolayısıyla insanı da ayrıca etkiliyor. Kuraklıktan dolayı ineklerin süt verimi yüzde yirmi azalmış. Sebze ve meyveleri de bu yıl daha pahalıya yiyoruz. Bir zincirin halkaları gibi, halkalardan biri kırıldı mı her şeye sirayet ediyor. Pürşer beşer bulaşık eliyle bu zincirin halkalarını kırdı, şimdilerde de cezasını çekiyor. Yağmur yağacak ki ot büyüsün, hayvanlar yiyecek ki ve süt gönderilsin. Evet rahmet gönderilmeyince incirler, üzümler sarardı ve büzüldü. Karpuzlar kurudu. Arılar kaçtı. Baraj ve göller hayvanlara otlak haline dönüştü.
Bu kuraklık musibetinin bir dersi de biz insanlara ulaşan nimetlerin vasıtalarının birer tablacı olduğunu anlatmasıdır. Sebeplere çok önem vermiştik. Her şeyi sebeplerden bekler duruma geldik. İşte bu kuraklıkta sebeplerin birer vasıta olduğu anlaşılmış oldu. Su ile ilgili olarak ciddî planların da yapılması gerekiyor. Artık petrol boru hatlarının yerini su boru hatlarına terk-i mevki edeceğe benziyor. Şu halde çok ciddî planlar yapılmalı boşa akan pınarlar dereler mutlak surette kullanıılma yoluna gidilmeli.
Su gibi aziz olun...
25.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Hani ‘7 çok geç’ idi? |
|
Eğitimle ilgili sıkıntıları aşmak niyetiyle yola çıkan bazı sivil toplum kuruluşları, çocukların daha erken yaşlarda okulla/eğitimle tanışması için “7 çok geç” sloganlı bir kampanya yürütülüyor. Kampanyaya göre, çocuklarımız 7 yaşında değil, daha erken yaşlarda (5 ya da 6 yaşındayken) eğitim ‘sistemi’ne dahil olmalılar.
Eğitimin ‘anne karnında’ başladığına inanan bir anlayışın mensupları olarak, eğitim yaşının erkene çekilmesine ya da süresinin uzatılmasına prensipte itiraz ettiğimiz düşünülmesin. Ancak, ‘kesintisiz eğitim’ uygulamasında olduğu gibi bu uygulamalarda da ‘faydadan çok zarar’ görme ihtimali varsa ihtiyatlı yaklaşmak gerekir.
Meselâ, bazı eğitimciler lise eğitiminin 4 yıla çıkarılmasına itiraz ediyorlar. Diyorlar ki, “Mevcut sistemde zaten ‘işe yarar’ bilgiler verilemiyor. Bu haliyle eğitim süresini bir yıl uzatmak bir işe yaramıyor. Çünkü belli bir yaştan sonra gençlerin ‘lise ortamı’ndan istifade etmeleri imkânsız hale geliyor.”
Bu tesbite itiraz edenler de olabilir, ama vak’a ortada. Okullarımızda yaşanan ve medyaya yansıyan ‘çirkin’ hadiseleri hatırlatmaya bile gerek yok. Bu ‘çirkin’liklerin temelinde de ne kadar inkâr edilirse edilsin ‘karma eğitim’ anlayışı vardır. “Karma eğitim olmasın” demek neredeyse “vatana ihanet” gibi anlaşılıyor. Böyle bir teklifi gündeme getirenlere en son söz en önce söyleniyor. Oysa dünyanın pek çok ülkesinde, az da olsa bu konuda ‘örnek okul’lar var. En azından bu ülkelerde böyle teklifleri gündeme taşıyan ve tartışanları “onuncu köy”e kovmaya çalışmıyorlar! Bizde ise çocuklarımızı aynı sırada ‘karışık’ oturtmanın hesapları yapılıyor. Bir ‘veli’ olarak bu uygulamalara itiraz ediyoruz! (Evet, bu çağda bu kafa!)
“7 çok geç” kampanyasına destek veren idarecilerimize de bir hatırlatma yapmak istiyoruz: Dünyevî ilimleri öğenmek, ‘bale’ kursu görmek için 7 yaşına kadar beklemekle ‘geç’ kalınıyorsa, Kur’ân öğrenmek için 12 yaşını beklemekle geç kalınmıyor mu?
Mevcut uygulamaya göre, ilköğretim 5. sınıfı bitirmeyen çocuklarımızın yaz aylarında camilere gidip Kur’ân öğrenmesi ‘yasak’tır. Böyle bir yasak varken, “7 çok geç” kampanyası inandırıcı olabilir mi? Tamam, ‘A, B, C’yi öğrenmek için “7 çok geç” oluyorsa, “Elif, Be, Te”yi öğrenmek için 12 yaşını beklemek ‘geç oğlu geç’ olmaz mı? Böyle bir yanlışın devam etmesine göz yumulur mu?
“7 çok geç” tesbitine katılıyor ve aynı uygulamanın Kur’ân öğretimi için de geçerli olmasını hem Türkiye’yi idare edenlerden hem de bu yönde kampanya açan sivil toplum kuruluşlarından talep ediyoruz!
25.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Memur, amuda mı kalksın? |
|
Türkiye, cumhurbaşkanlığı seçimi ve yeni bakanlar kurulunun oluşumunu konuşurken, diğer taraftan da yaklaşık 1.5 milyonu-aileleri ile birlikte 6 milyon-yakından ilgilendiren memur sendikaları ile Kamu İşveren Kurulu arasında 2007 yılı toplu görüşmeleri yapılıyor.
Memurların haklarını savunan üç büyük memur konfederasyonu, bu yıl da tek vücut olamadılar. KESK daha başından görüşmelere katılmama kararı aldı. Ancak, bu birliktelik sağlansa dahi, görüşmelerin sonucunu nihayetinde hükümet belirliyor. Memurların isteklerini hükümet isterse yapıyor, istemezse yapmıyor. Bu durumun değişmesi için ortak kanaat, toplu görüşme geleneğinin toplu sözleşme olarak değişmesi ve grev hakkının sağlanması… Yani toplu görüşme değil, toplu sözleşme... Görüşmeler sürerken, bunun bir Anayasa değişikliği ile yapılabileceği noktasına gelindi ve bu yönde çalışmalara başlanmasına karar verildi.
* * *
Memur-Sen toplu görüşmeler başlamadan hemen önce bir anket yapmıştı. 51 ilden yaklaşık 10 bin kamu çalışanının katılımıyla yapılan “Memurun Yaşam Memnuniyeti” anketinde çarpıcı sonuçlar çıkmıştı. Ankete katılan memurların yüzde 72.18’inin kazancından memnun olmadığını gösteriyor. Ankete katılan memurlar, geçen yıl, en fazla ücret dengesizliği ve ücret miktarlarıyla ilgili sorun yaşadıklarını söylüyor.
Ankete katılan kamu çalışanlarının yaklaşık üçte ikisi geleceklerinden umutlu olduklarını dile getirirken, katılımcıların yüzde 25’i geleceklerinden umutlu olmadığını, yüzde 7’lik bir kesim ise geleceğinden hiç umutlu olmadığını söylüyor.
Anketteki çarpıcı sonuçlardan birisi de, “AB Üyeliğinin Sendikal Haklara Etkisi”yle ilgili soruya verilen cevapta ortaya çıktı. Ankete katılan memurların yaklaşık yüzde 60’ı AB üyeliğinin sendikal haklara olumlu olacağını, yüzde 27’si ise olumlu ya da olumsuz bir etkisinin olmayacağını düşünüyor. AB üyeliğinin sendikal haklara olan etkisinin olumsuz yönde olacağına inananların oranı ise yüzde 11’de kalmış.
* * *
Peki memurlar ne istiyor? Bu isteklerden bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
Çalışanlarının maaşları AB standartlarına çıkarılmalı, eşit işe eşit ücret, kurumlar arası ücret farklılıklarına son verilmeli, insan onuruna yakışır bir maaş verilmeli.
Dinî bayramların daha coşkulu ve huzur içinde geçirilmesi için bütün çalışanlara birer maaş tutarında ikramiye verilmeli.
TRT bünyesinde ‘Sağlık TV’ kurulmalı.
Çalışanlarının emekli ikramiyeleri kamu işçi emeklileri seviyesine yükseltilmeli.
Okullara güvenlik görevlisi ve sağlık personeli kadrosu tahsis edilmeli.
Personellerin görev tanımı yapılarak hiç kimsenin görevi dışında çalıştırılmaması sağlanmalı.
Yerel Yönetimler Bakanlığı kurulmalı.
Kadrosuz camilere kadro verilmeli, din görevlilerine resmî tatillerde mesai ücreti ödenmeli, cami aydınlatma giderleri diğer resmi kurumlar gibi faizsiz uygulanmalı. hastanelere din hizmeti sunulmalı, diyanet radyo ve televizyonu kurulmalı ve Diyanet Akademisi açılmalı.
Bütün ilçe ve beldelerde kütüphane kurulmalı.
* * *
Görüşmelerin 30 Ağustos’a kadar tamamlanması gerekiyor. Anlaşma sağlandığı takdirde, taraflar arasında mutabakat metni imzalanarak, Bakanlar Kuruluna sunulacak. Anlaşmazlık durumunda ise, Yüksek Hakem Kurulu Başkanı ve 4 öğretim görevlisinden oluşan Uzlaştırma Kurulu devreye girecek. Kurulun 5 gün içerisinde vereceği karara tarafların katılmaları halinde, sonuç mutabakat metni olarak Bakanlar Kuruluna sunulacak…
Ancak şu da ortada duruyor. Hükümet ile konfederasyonlar arasında geçmiş yıllarda imzalanan mutabakat metinlerdeki birçok madde, hâlâ neticelendirilememiş durumda. Öncelikle bu maddelerin bir an önce çözüme kavuşturulması gerekiyor.
Özetle, memurlar haklarını istiyor. Şimdi son günlerin moda cümlesi ile yazımızı noktalayalım. Memur sorunların çözümü için amuda mı kalkmalı? Hükümet bu çözülebilir sorunları çözmek için memurların amuda kalkmasını beklememeli…
25.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|