|
|
İslam YAŞAR |
‘Risâle-i Nur bu vatana hakimdir’ (1) |
|
“Kardeşlerim.
“Risâle-i Nur bu vatana hakimdir. Masonluğun, komünistliğin ve inkârın belini kırmıştır. İnşallah küfür kıyamete kadar belini doğrultamayacaktır.
“Biraz sıkıntı çekeceksiniz, ama sonu iyi olacaktır.”
Bediüzzaman Said Nursî, dünyaya veda etmeden önce, kendisine kardeşleri kadar yakın hissettiği talebelerine, Risâle-i Nur’un ehemmiyetini ve neticesini anlatırken bu şekilde hitap etmişti.
Zîra, gençlik yılları tahsil, mücadele ve seyahatlerle geçtiği, sonra savaşa girip yaralanarak esir düştüğü, esaretten kurtulup vatana döndüğünde, Kurtuluş Savaşı’na destek vermesine rağmen, cumhuriyetin kurulmasından sonra da idarecilerin sebepsiz korkuları yüzünden, kalan ömrü sürgün yerlerinde, hapishanelerde geçmişti.
Onun için evlenip yurt, yuva kurarak zürriyetini devam ettirmek gibi şahsî bir hedef taşımadığından, hayatının yegâne meyvesi olan eserlerini tevarüs ettirebileceği başka kimsesi yoktu.
Gerçi kardeşlerinden, yeğenlerinden ve onların ailelerinden meydana gelen geniş bir akraba çevresi vardı, ama çocukluk yıllarında onların arasından ayrıldığı ve bir daha memleketine dönme fırsatı bulamadığı için hısım, akrabalarından ziyade talebeleri ile birlikte yaşamıştı.
Seksen yedi yıllık ömründe mutlâkıyet, meşrûtiyet ve cumhuriyet gibi üç devir gören Bediüzzaman, gittiği her yerde haksız uygulamalara, baskılara ve zulümlere karşı çıktığı için millet tarafından sevilirken, devlet adamlarının kontrol altına alma çabalarına muhatap olmuştu.
Bu maksatla, her devirde devlet adamları tarafından kendisine verilmek istenen cazip makamları, müessir yetkileri, geniş imkânları reddetmiş ve yıllarca; zehirleme, hapis, sürgün gibi hayatına kastedip huzurunu bozan pek çok hadise yaşamasına rağmen, müstağnî kalmayı başarmıştı.
Üç devreye ayırdığı hayatının Eski Said safhasında, Van’da Horhor Medresesi’ni kurmuş, Medresetü’z-Zehra’yı açmaya hazırlanırken I. Dünya Savaşı çıkınca yetiştirdiği talebeleri ile birlikte savaşa katılmış, talebelerinin çoğu şehit olmuş, o da yaralanıp esir düşmüştü.
Tamamı sürgün yerlerinde ve hapishânelerde geçen Yeni Said safhasında yetiştirdiği talebelerinin yardımı ile Risâle-i Nurları telif edip vatan sathına yayılmasını sağlamıştı.
Üçüncü Said safhasında ise, içtimaî bir hareket hâline getirdiği ve ‘İman-Kur’ân Dâvâsı’ adını verdiği mücadelesini; verdiği dersler, yazdığı mektuplar ve gösterdiği tavırlarla millete mal etmişti.
Maddî, mânevî meşakkatler içinde geçen bu mücadele dolu hayatın hiçbir safhasında talebeleri onu yalnız bırakmadığı için, o da eserlerini ve dâvâsını onlara emanet etmek istemişti.
Aslında ‘Sözler’i, yani Risâle-i Nurları kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıkmayı ve en mühim vazife-i hayatiyesini onu neşir ve hizmeti bilmeyi’ Nur Talebeliğinin hassası ve şartı addettiğinden, bu mensubiyeti hisseden herkes bir bakıma onun varisi sayılabilirdi.
Münhasıran Nur Talebelerine has olan bu hususiyeti her vesile ile dile getirerek onları teşvik eden Bediüzzaman, vefatından sonra meselenin muallakta kalmaması için ‘Vasiyetnâmemdir’ diye başlayan bir vasiyetname de yazmıştı.
“Aziz, sıddık kardeşlerim ve varislerim.
Ecel gizli olmasından, vasiyetnâme yazmak sünnettir. Benim metrukâtım ve Risâle-i Nur’dan olan benim hususî kitaplarım ve güzel ciltlenmiş mecmualarım ve sair şeylerimin bütününü gül ve nur fabrikalarının heyetine, başta Hüsrev ve Tahirî olarak o heyetten on iki kahraman kardeşlerime vasiyet ediyorum. Onlara bırakıyorum ki; emr-i Hak olan ecelim geldiği zaman, benim arkamda o metrûkâtım, benim bedelime o sadık ve mübarek ellerde hizmet-i Nuriye ve imaniyede çalışsın ve istimal edilsin.”
Bu ifadelerden ibaret olan vasiyetnâmede varislerine tekabül eden vazifeleri anlatırken, metinde geçen on iki rakamını da ‘Kardeşim Abdülmecid, Zübeyir, Mustafa Sungur, Ceylan, Mehmed Kaya, Hüsnü, Bayram, Rüştü, Abdullah, Ahmed Aytimur, Âtıf, Tillolu Said, Mustafa, Seyyid Salih’ şeklinde tasrih etmişti.
Hayatı boyunca dünyaya ve dünyevî değerlere itibar etmeyen Bediüzzaman, Risâle-i Nur Külliyatını telif edip neşrini tamamlayarak hizmet tarzının işleyişini tanzim ettikten sonra dünyayı terk etmişti. O dünyayı terk etse de dünya onu terk etmedi. Zira onun artık dünyaya da dünyevî değerlere de ihtiyacı yoktu ama dünyanın ve dünyada kalanların ona hahişle ihtiyaçları vardı.
Ona olan ihtiyacı en fazla hissedenler de, onun gibi dünyanın sefasını sürmekten ziyade cefasını çekmeye talip olan ve hayatını hizmetine vakfeden talebeleri idi.
Nitekim Bediüzzaman’ın mezkûr hitabında söylediği ‘Biraz sıkıntı çekeceksiniz’ tesbiti tahakkuk etti ve onun vefatından sonra tahammülü müşkül sıkıntılı hadiseler yaşamaya başladılar.
Onun ahirete irtihalinin üzerinden daha iki ay bile geçmeden Yirmi Yedi Mayıs İhtilâli yapıldı. Hükümet devrildi, isnat edilen suçlar arasında Said Nursî’yi sevmenin de bulunduğu başbakan, hükümet üyeleri ve Demokrat milletvekilleri Yassıada’ya hapsedildi.
Risâle-i Nur, masonluğa, komünistliğe, inkârcılığa karşı mücadele etmiş ve onların belini kırmıştı. İhtilâlciler de zahiren mason, komünist, münkir gibi sıfatlar taşımıyorlardı. Buna rağmen dinî değerlere ve dindar insanlara karşı onlardan daha katı bir tavır içine girerek Bediüzzaman’ı, Risâle-i Nur’u ve Nur Talebelerini boy hedefi hâline getirdiler.
Niyetleri, bir türlü tanımayıp anlamaya çalışmadıkları Said Nursî’nin memleket üzerinde bıraktığı izleri silmek, eserlerinin telif haklarını ele geçirmek ve onları okuyup yazdıkça birliğini, bütünlüğünü koruyan talebelerini dağıtarak Nur Hareketini akamete uğratmaktı.
Bu maksatla bir yandan memleketteki Nurcuların sayılarını tesbit ederken, diğer yandan ileri gelenlerini Sivas Hapishanesi başta olmak üzere, bazı merkezlerde toplamaya başladılar.
Bediüzzaman’ın, mezarını bilinmeyen bir yere nakletmek için ziyaretçi izdihamını bahane ederek onun varisleri arasında saydığı kardeşi Abdülmecid Efendiyi de yanlarına alarak Urfa’ya geldiler.
Ahalinin meseleden haberdar olduğu takdirde mani olmak isteyeceğini ve büyük hadiselerin çıkacağını bildikleri için önce şehrin etrafını sardılar. Ardından mezarı kırıp kabri açarak naaşı askerî uçakla Afyon’a, oradan da araba ile Isparta’ya götürdüler ve meçhul bir yere defnettiler.
Bu hadiseyi, mezarını birkaç has talebesinin dışında kimsenin bilmeyeceğini söyleyen Üstadlarının gaybî tasarrufunun tecellisi sayarak teslimiyetle karşılayan Nur Talebeleri; malûm çevrelerin, Abdülmecid Efendinin veraset sıfatını kullanarak Risâlelerin telif haklarını alma teşebbüslerine ise, fırsat vermediler.
Böylece Bediüzzaman’ın “Risâle-i Nur, dünya cereyanlarının fevkinde bulunması ve umumun malı olması cihetiyle, bir tarafa tabi ve dahil olamaz. Belki mütecaviz dinsizlere karşı, haklı tarafa yardımcı olur ve dost olur ve ihtiyat kuvveti hükmünde onlara bir nokta-i istinat olur” sözleri ile dile getirdiği hakikat tecelli etti.
Zira, memlekette yaşanan hadiseler, haklılıktan, doğruluktan ziyade siyasî kanaatlerle şekillendiği için, mağdur edilen taraf onlardı, ama yine de düşmanca bir tavır ve davranış içine girmediler.
İhtilâlciler onlara her türlü zulmü reva gördükleri, yalnız kendilerine değil ailelerine ve akraba çevrelerine de olmadık eziyetler ettikleri hâlde, onlar yaptıklarının doğru olduğuna inanmanın kararlılığı içinde, Risâle-i Nurların memlekete, millete ve insanlığa sağladığı faydaları anlatarak hizmetlerine devam ettiler.
İhtilâli takip eden aylarda pek çoğu evinden alınıp hapse atıldığı, bazıları da toplama kamplarına götürüldüğü için birbirleri ile irtibatı kaybettilerse de hizmet heyecanlarını kaybetmediler.
Çünkü Bediüzzaman Said Nursî’nin; “Risâle-i Nur’un her kitabı bir Said’dir. Siz hangi kitaba baksanız benimle karşı karşıya görüşmekten on defa ziyade hem faydalanır, hem hakikî bir surette benimle görüşmüş olursunuz” şeklinde de ifade ettiği gibi Nur hizmeti şahsı değil, kitabı merkez ittihaz eden bir hareketti.
O zamana kadar Risâle-i Nurlar memleketin her tarafına yayıldığı için, evinde Risâle bulunan her Nur Talebesi, başka birinden talimat almaya veya teşvik görmeye ihtiyaç hissetmeden, yakın çevresi içinde küçük çaplı dersler de yaparak hizmetlerine devam etti.
Bediüzzaman’ın varisleri arasında saydığı ve bazı sıfatlarla andığı talebelerinin çoğu zaten hapiste idi. Dışarıda olanlar da sık sık yer değiştirmek zorunda kaldıklarından, bulundukları yerde hizmet etmeye çalışsalar da birbirleri ile pek irtibat kuramıyorlardı.
İçlerinde en az taciz edilen Hüsrev Efendi idi. Risâle-i Nur’un telifi, mucizeli Kur’ân’ın yazılması sırasında gösterdiği gayretlerden dolayı Bediüzzaman’ın, ‘Nurun elmas kalemi, gül fabrikasının sahibi’ gibi taltiflerine mazhar olduğu için Nur Talebeleri tarafından sevilip sayılıyordu.
Üstadın vefatından sonra Isparta’dan ayrılmadığı ve evinde Kur’ân ve Risâle yazarak hizmetlerine devam ettiği için ziyaretine gidip irtibat kurmak diğerlerinden biraz daha kolaydı.
Hâl böyle olunca mahallinde temayüz etmiş Nur Talebeleri ve müdebbirler serbest kaldıkça veya fırsat buldukça onun yanına gelerek hizmetlere iştirak etmek istediler.
Fakat Hüsrev Efendi, Risâle-i Nurların Lâtin harfleri ile neşredilmesine karşı çıkan, Kur’ân harfleri ile de, sadece kendi hattıyla yazılmasını isteyen hususî bir hizmet tarzına sahipti.
Onun için bu anlayışını tasvip etmeyeceğini tahmin ettiği kişileri zaten hiç kabul etmedi. Diğerlerinin de ancak kendi hizmet tarzına tabi olmaları şartıyla yanında kalmalarına müsaade etti.
Halbuki Bediüzzaman “Madem ben de bu vatanın bir evlâdıyım; bu vatanın saadetine hizmet etmek benim için farzdır. Maddî cihetle elimden bir şey gelmiyor. Yalnız Kur’ân’dan anladığım ve kaleme aldığım Meyve Risâlesi ile Hüccetü’l-Baliğa’yı yeni hurufla tab etmek için bazı kardeşlerime izin verdim. İhlâs Risâlesi ile İktisat Risâlesi’ni de o iki risâlenin âhirine ilhak edip yeni hurufla tab edilsin” diyerek eserlerin Lâtin harfleri ile basılmasına kendisi izin vermiş, bunu da ‘vatanın evlâdı olmanın gereği ve vatanın saadetine hizmet’ saymıştı.
Ayrıca bir mektubunda da “inşallah yine Nurlar, Nurcular lâyık ellerde kalemleri gibi tab’ ve neşredecek, yabanî ve lâyık olmayanlara muhtaç olmayacak. Sıhhatli ve yanlışsız ve güzel bir tarzda makine ile, mümkün ise evvel eski harfle yazılsa, sonra yeni harfle daha münasiptir” diyerek iki hurufatla da neşrinin münasip olacağını ifade etmişti.
Bunların yanı sıra, 1957 yılında hükümetten bütün külliyatın Lâtin harfleri ile basılmasını istemiş, onlar yapmayınca bazı talebelerini o işle görevlendirmiş, kitaplar Ankara’da basılmasına rağmen formaları Isparta’ya getirterek tashih etmiş, kitapları gördükçe de sevincini ‘bayram’ tabiri ile ifade etmişti:
“Bu gün Nur’un bayramıdır.”
19.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
İlim uğruna |
|
İnsan bir şeyi severse ve bu sevgisinde ciddî ve samimî ise Ferhat misâli yapamayacağı fedakârlık yoktur.
Allah Resûlünü seven insanların da görülmedik derecede ona bağlılıklarını anlamak zor değildir. Bu sevgi onun için sadece mallarını değil canlarını dahi feda edecek dereceye gelir. Ona ait her şeye canla başla sahip çıkar, onu elde edebilmek için emsalsiz fedakârlıklar gösterirler.
İşte onlardan biri Ebu Eyyübi’l Ensari Ukbe bin Amir’in (r.a.), Müslümanları kusurlarını örtmekle ilgili bir hadisini bizzat Resûlullahtan (a.s.m.) duyduğunu öğrenmişti: Ancak o yıllar bu muhterem Sahabi Mısır’da idi. Ebu Eyyüb bunu mutlaka ilk kaynağından öğrenmeliydi. Devesine bindi, aylar süren yolculuktan sonra nihayet Mısır’a varıp Ukbe bin Amir’i buldu, bu hadisi kendisinden öğrenmek istedi. O da, “Ben Resûlullahın (a.s.m.), ‘Kim dünyada bir mü’minin ayıbını örterse, Allah da Kıyamet gününde onun ayıplarını örter buyurduğunu işittim’ dedi. (Camiu Beyani’l-ilm, 1: 93) sonra da Ebu Eyyubi’l-Ensari (r.a.) tekrar devesine binip Medine’ye döndü ve hadisi çevresindekilere anlattı.
Bu hadisin Mesleme bin Muhalled’de gelen rivayeti ise şu mealde: “Kim bir mü’minin ayıbını örterse toprağa diri diri gömülen kız çocuğunu hayata kavuşturmuş olur.”
Abdullah İbni Mesud’un, “Eğer bir yerde, Resûlullah’a (a.s.m.) ait bir hadisi benden daha iyi bildiğini bir bilsem, ilmime yeni bir ilim katmak için deveyle de olsa mutlaka oraya giderim” (Kenzü’l-Ummal, 7: 95) dediğini biliyoruz. Sahabeden Cabir bin Abdullah da Mahşer gününde kul haklarının alınmasıyla ilgili bir hadisi öğrenebilmek için Medine’den kalkıp, Şam’a gittiğini; hadisi bilen Abdullah bin Uneys’in de öğrencisi de ilim yolculuklarıyla ilgili meşhur bir hadisedir.
Bütün bu örnekler Sahabedeki ilim aşkı kadar Resûl-i Ekreme (a.s.m) ait her şeye canla başla sarıldıklarının bir delilidir.
Resûl-i Ekrem (a.s.m.) ne yapıyordu? Onları dünya ve ahirette ihya edecek nurlandıracak hakikatlere dâvet ediyordu. Allah rızasını gösteriyordu. Huzurlu ve mutlu olmasının yollarını öğretiyordu. Hem Resûlun rızası da Allah’ın rızası demekti.
19.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Evlenme engeli meydana getiren durumlar |
|
Kayseri’den okuyucumuz: “Hangi şeyler evlenme engeli meydana getiriyor? Organ nakli, doku nakli ve kan nakli evlenme engeli meydana getiriyor mu?”
Evlenme engeli, nikâhın devamlı surette haram kılınmasına yol açan, kişiyi belirli kişilerle nikâhlanmaktan alıkoyan engeldir.
Kişinin belirli kişilerle evlenmesine engel koyan ve bunu haram kılan Kur’ân’ın Nisa Sûresinin 22 ve 23. âyetleridir. Bu âyetlerde, Allah’ın, kendisiyle nikâhlanmayı haram kıldığı akrabalar üç gurupta toplanmıştır:
1- Kan bağı, yani nesep bağı, yani soy hısımlığı olan kadınlar. Bunlar dört kısımdır:
I) Usul denilen üst soy hısımları: Anne, annenin annesi, babanın annesi... ve üstler.
II) Füru’ denilen alt soy hısımları: Kız, kızın veya oğlun kızları, kız torunları, kız yeğenleri ve kız yeğenlerin kızları.
III) Anne ve babanın fürû’u, yani çocukları, çocuklarının çocukları (öz kardeşler ve yeğenler).
IV) Dede ve ninenin sadece çocukları. Hala, teyze, dayı, amca.
2- Sıhrî hısımlık. Yani evlenmeden doğan hısımlık sebebiyle kendisiyle evlenilmesi haram olanlar.
Bunlar da dört sınıftır:
I) Usûlün (Üstlerin) eşleri: Kişi, babasının hanımıyla veya babasının hanımının annesiyle evlenemez.
II) Fürû’un (Astların) eşleri: Kişi, gelinleriyle evlenemez veya kadın dâmatlarıyla evlenemez. (Torunların ...ilâ âhir, altların eşleri de haramdır)
III) Eşinin usûlü: Kişi hanımının annesiyle (kayınvâlidesiyle) , hanımının ninesiyle (hanımının babasının veya annesinin annesiyle) evlenemez. Kadın kocasının babasıyla (kayın pederiyle), kocasının dedesiyle evlenemez.
IV) Eşinin fürû’u: Kişi, hanımının kızları, hanımının kızlarının kızları... İle ahir. İle evlenemez.
3- Süt hısımlığı. Süt emme nedeniyle kendisiyle evlenilmesi haram olanlar.
Bunları yedi sınıfta inceliyoruz:
I) Süt usul: Kişi, sütannesi ile sütbabası ile sütninesi ile ve süt dedesi ile evlenemez. (Sütannenin kocası, kişinin sütbabasıdır. Sütannenin annesi, kişinin sütninesidir.)
II) Süt füru’: Kişi, sütannesinin çocuklarıyla ve torunlarıyla evlenemez. (Çünkü onlar sütkardeşi veya süt yeğenleridir.)
III) Kişi, süt dede ve ninesinin sadece çocukları ile, yani süt halasıyla, süt teyzesiyle, süt dayısıyla ve süt amcasıyla evlenemez.
IV) Kişi, eşinin sütannesi ve sütninesi ile evlenemez.
V) Kişi eşinin süt kızları ve süt torunları ile evlenemez.
VI) Kişi, sütbabanın ve süt dedenin eşleri ile evlenemez.
VII) Kişi, sütkardeşlerin, sütoğulların ve süt torunların eşleri ile evlenemez.
Bütün bu sınıflar yukarıdaki âyetten çıkarılmıştır ki, Peygamber Efendimiz (asm) bunu şu hadisiyle özetlemiştir: “Süt emmek, doğum ve nesebin haram kıldığı her şeyi haram kılar.”50 Başka bir hadisinde Resulullah (asm) , “Doğmak ve doğurmaktan haram olan şeyler, sütten de haram olur.”51 Buyurmuştur.
Fakat evlenme engeli getiren süt emme, ilk iki yaş içinde olmalıdır. İlk iki yaştan sonra emilen süt, sütkardeşliği getirmez. Kardeşlik getirmediği gibi, evlenme haramlığı ve evlenme engeli de teşkil etmez. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm): “Süt haramlığı, açlığını ancak süt ile giderebilen emzik çağındaki süt çocuklarının emdiği süt ile söz konusu olur.”52 buyurmuştur. Bir diğer hadislerinde ise Allah Resulü (asm): “Süt emme, küçük yaşta ve iki senenin altında olursa evlenmeyi haram kılar.”53 buyurmuştur. Nitekim Kur’ân’da da süt emme süresi iki yıl olarak belirtilmiştir: “Anneler, çocuklarını iki tam yıl boyunca emzirirler. Bu hüküm, emzirmeyi tamamlamak isteyenler içindir.”54, Bir diğer âyette de: “Çocuğun sütten kesilmesi iki yıl sürdü.”55 buyrulmuştur.
Binaenaleyh kardeşlik getiren süt, organ ve dokuların oluşması süreci olan ilk iki yaş içinde emilmiş olmalıdır. İlk iki yaşın üstündeki süt emme işi, kardeşlik getirmez, evlenme engeli de teşkil etmez.
Dolayısıyla, kan nakli, doku nakli veya organ nakli gibi müdahaleler, iki yaşından sonra emilen veya içilen süt gibi, sadece haricî birer tasarrufturlar; hangi yaşta olursa olsunlar, evlenme engeli teşkil edecek derecede kardeşlik meydana getirmezler. Nitekim ihtiyaç varsa, evli oldukları halde karı ve koca birbirine doku, kan veya organ nakli yaptırabilirler. Bununla evlilikleri bozulmaz.
DİPNOTLAR
50. Buhârî, 2553; Müslim, 1444
51. Müslim, Radâ, 2
52. Müslim, Radâ, 8
53. Dârekutnî, 4/174
54. Bakara Sûresi: 233
55. Lokman Sûresi: 14
19.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Kafa karışıklığının sebebi |
|
Altı bin sayfalık Nur Külliyatının her kitabı, her risâlesi, her lâhikası, her müdafaası, her mektubu ayrı bir hasiyete maliktir, hepsi de kıymetlidir, değerlidir.
Nazarımızda Bediüzzaman'ın en geniş kapsamlı kitabı da değerlidir; bir talebesine hususî mânâda yazdığı bir mektupta o talebesinin şahsında herkese vermek istediği bir küçük mesaj da önemlidir, kıymetlidir. Müellifinin "Risâle-i Nur'un bir eseri diğerine tercih edilmez; her bir eserin kendi makamında riyaseti vardır" sözü de bu meyandaki şüphe ve tereddütlere yer vermeyecek derecede kesin ve açıktır.
Bediüzzaman'ın bu tesbitlerini göz önünde bulundurarak, Risâle-i Nur'dan tam ve doğru istifade etmenin yolu, küçük büyük demeden onun bütün eserlerinden istifade etmek olmalı.
Bediüzzaman'ın dâvâsını, misyonunu tam da anlamanın en doğru ve isabetli çaresi hiçbir ayırım yapmadan, onun bütün kitaplarını anlayarak okuyup, orada verilmek istenen mesaj ve tavsiyeleri kabullenerek hayata geçirmek olmalıdır herhalde.
Bazı eserlerini çokça okuyup, bazılarını hiç okumamak, bazılarını çok ehemmiyet verip, bazılarını es geçip, hafife almak doğru bir uygulama olmamakla birlikte, böyle yanlış bir tavır Bediüzzaman'ın dâvâsını ve mesleğini doğru anlamaktan bizi alıkoyacağı gibi, Nurlara talebe olmamızı da herhalde zorlaştırır.
Bilenlerin malûmu olduğu üzere, Risâle-i Nurlarda işlenen hemen bütün konular bu asrın ve gelecek asırların özellikleri göz önünde bulundurularak, insanların çoklukla düştükleri hatalar ve yanlışlar nazara alınarak, doğru ve inandırıcı bir metodla işlenmiş ve bu şekilde bütün insanların Risâle-i Nur'dan istifadeleri sağlanmıştır.
Her yaştan, her meslekten, her kültürden, her cinsten, seviyeden hatta her dinden insanlar aradıklarını Risâle-i Nurda bularak ona dört elle sarılarak, bu sayede Allah'a giden en doğru, en isabetli yolu bulmanın bahtiyarlığına erişmişlerdir bu güne kadar.
Yine bilenlerin malûmu olduğu gibi, Risâlelere bu asır ve önümüzdeki asır insanlarının en çok ihtiyaç duydukları başta imanî ve itikadî konular olmak üzere, ekonomi, iktisadî, sosyal, içtimaî ve siyasî konular olmak üzere daha bir çok konu ile ilgili geniş ve orijinal izah ve tahşidatlar yapılarak, insanlara bu mevzularda en doğru, en isabetli yollar gösterilerek, doyurucu ve tatmin edici bilgiler sunuluyor.
Bu yönüyle de Risâle-i Nurdan istifade edenler, kısa bir süre zarfında tam donanımlı bir kültür bilgi seviyesine erişiyorlar. En muğlak, en zor gibi görünen bir çok konuda isabetli ve doğru karar verebilme başarısını gösterebiliyorlar.
Bu meyanda, Risâle-i Nur okuyucularını alâkadar eden, çoktan beridir dikkatimi çeken ve bu son seçim sürecinde de bir daha şahit olduğum bir durumu sizinle paylaşmayı uygun buldum. Müşterek ders ve sohbetlerde herhangi bir rahatsızlığa sebep olur diye, Risâle-i Nur'daki sosyal, siyasî ve içtimaî meselelerin okunmayışı, sohbet konusu edilmemesi…
İyi niyetli olarak böyle bir tedbirin alınması, görünürde normal karşılanmakla beraber, böyle bir tedbirin gereksiz ve yanlış olduğunu düşünüyorum.
Böyle bir durumda Bediüzzaman'ın talebeleri doğru olan siyasî konuları nerede ve ne şekilde öğrenecek? Böyle bir tedbir, bu işleri daha da içinden çıkılmaz kafa karışıklıklarına sebep olmaz mı? Görebildiğim kadarıyla, bu güzide camiadaki kafa karışıklıklarının önemli bir sebebi bu olsa gerek. Çok iyi bilinmelidir ki, çok küçük bir zümrenin dışında Bediüzzaman'ın görüş ve düşüncelerinden, tavsiye ve prensiplerinden hiç kimse rahatsız olmaz. Yeter ki, biz oradaki hak ve hakikatleri kendimize ait bazı yanlışlara sebep olacak düşüncelerimizi bulaştırmadan, olduğu gibi yansıtabilelim.
Çünkü Bediüzzaman'ın siyasî görüş ve düşünceleri günümüzün günübirlik siyasî düşüncelerin çok ötesinde asırlara ışık tutacak, etkili ve isabetli düşünce ve prensiplerdir.
Altıbin sayfalık Nurlu eserlerin yaklaşık iki bin sayfasını Bediüzzaman böylece siyasî ve içtimaî konulara ayırdığına göre, bize düşen bu konuları önce şahsî olarak okuyup, gerektiğinde dostlarla da müzakere edip, doğru anlaşılması için bir gayretin içinde olmaktır.
19.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
Modern zamanın Herkül ve Afroditleri |
|
Eski Roma ve Yunan Medeniyetlerine dair kaynaklarda evleri, meydanları süsleyen kadın erkek heykellerinin, bina duvarlarını bezeyen suretlerin bolca kullanıldığını görürüz. Kadın ve erkek figürleri, heykelle, resimle bir nev'î ilâhlaştırılmıştır o dönemde.
Eski Roma ve Yunan Medeniyetlerinin ruhu günümüzde de hüküm sürmekte.
Kimi zaman sekiz on katlı binaları boylu boyunca bezeyen, Herkül ve Afroditi hatırlatan endamlarıyla şuh bir şekilde süzülen mankenlerin yer aldığı reklâm panolarını görünce bunu hatırlamamak mümkün değil…
Sefih medeniyetin ruhunda erkek, kadın hatta çocuk bedenlerini teşhirde sınır yok… TV, sinema, klip, reklam afişleri gibi teknolojinin sunduğu bütün imkânlar günümüzde (istisnalar hariç) nefsin hayvanî zevkleri için kullanılmakta…
Yine Lâtife Hanım…
Ülkemiz gündemine yine Lâtife Hanımın başörtülü olduğu konusu geldi. Malûmunuz yıllardır başörtüsü yasağına eleştirilerde, (muhataplarda hiçbir etki yapmasa da) ilk sıralarda yer alan bir gerekçe olarak sunulur Lâtife Hanımın başörtüsü…
“İlk Cumhurbaşkanımızın annesi ve eşi de türbanlıydı!” açıklamasına, CHP’den hemen “Atatürk’ün eşinin türbansız, başı açık resimlerini hiç görmemiş görünüyorlar. Atatürk’ün hedeflerinden biri tesettürü kaldırmaktı. Geçmişten örnek vermeye kalkarlarsa çok mahcup olurlar” cevabı geciktirilmeden verildi.
Gerçekten de yakın tarihte dedelerimizin ve ninelerimizin “aile hikâyesi” olarak kulaktan kulağa aktardığı hatıralarını düşünürsek, insanlık adına utanılacak sahneler yaşanmış 70–80 yıl öncesinde… (Şimdi de torunlarına bir başka şekilde yaşatılıyor ya!)
“Hafızayı beşer nisyanla malül” unutuyoruz olanları… Ama Allah söyletiyor işte. Atalarımız boşuna “Şecaat arz ederken merdi kıpti sirkatin söyler!” dememiş!
Türban modelleri!…
Malûm medya, mecliste çoğunluğu sağlayan parti milletvekillerinin başı örtülü eşlerini fişledikten sonra onlara baş bağlama formülleri de sunmaya başladı. Okuduğum gazetenin orta sayfası, ülkemizin önde gelen modacılarının tesettür tavsiyelerine ayrılmış. Başörtüsü bağlama şekilleri, ayakkabılar, alınan kaşlar, yapılan makyaj, giyilen pardösü ve tayyörlere dair yorum ve tavsiyeler…
Yazılanları okuyunca Nasreddin Hoca’nın kuş fıkrasını hatırladım. Hani Hoca kendisine getirilen Hacı Leyleği tanıdığı hiçbir kuşa benzetemeyince gagasını kısaltmış, kanatlarını kırpmış bacaklarını kesmiş ve sonunda “İşte şimdi kuşa benzedin!” demiş ya…
“Helal daire keyfe kâfidir. Harama girmeye gerek yok” ama Kur’an’ın tesettür emri ile sefih medeniyetin giyim tavsiyelerinin zeytinyağı ve su gibi birleşmelerinin mümkün olmadığı da bir hakikat… Birleştirmeye çalışanların Nasreddin Hocanın kuşuna dönme ihtimali var! Aman dikkat!
Kur’ân’ın tesettür emrine hassasiyetle riayet etmek, tercihini başörtüsünden yana yapanlar için bu zamanda önemli bir cihad kıymetinde. İ’la-yı kelimetullah, yani Allah’ın adını, İslâm hakikatlerini neşretme gayretleriyle aynı kefede. Böyle bir vazifeyi hakkıyla eda edebilmeye hepimiz dikkat edelim hanımlar!
19.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdurrahman ŞEN |
“sanatalemi.net”e yakışan kutlama |
|
Malûmunuz… Sevgili Mehmet Nuri Yardım kardeşimin yönetimindeki “Sanatalemi.net” sitemizin 1. kuruluş yıldönümü kutlaması, siteye katkı veren dostların katılımıyla, geçen Cumartesi gününün sıcaklığını gönüllerden akan sıcaklıklarla katlayarak gerçekleştirildi. Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nin toplam 80 koltukluk salonu, “Sanatalemi.net” yazarları ve perde gerisindeki kahramanları ile okurlarının ilgisi karşısında yetersiz kalmıştı. Site editörlerinden Nermin Özcan kardeşim tarafından hazırlandığını öğrendiğimiz program aksaksız gerçekleşti. Programın başlarında, Nur Hilâl Ünlü kardeşimin, “Sanatalemi.net”in kuruluş amacını, faaliyetlerini, hizmetlerini anlatırken mikrofonun azizliğine uğraması ise günün “nazar boncuğu” idi, o kadar…
Eski İstanbul’u bilenler hatırlayacak ki… Bugün Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nin kullanımında olan tören salonu, yıllar önce Dişçilik Fakültesi’ne aitti… Çocukluk günlerimdeki tutkularımdan biri olan, çatır çatır akide şekeri yemekten çürüyen birkaç dişini o salonda dişçi (!) öğrencilere çektirmiş biri olarak salona doğru yönelmişken, o anılarım da tazelendi ister istemez… Dış kapıda beni bekleyen sevgili kardeşim Yahya Kemal Baş ile birlikte salona girerken, Meryem Aybike Sinan kardeşim ve gelecekte inşallah “Sanatalemi.net”te yazıları yayınlanacak olan sevimli kızı Bengisu, Güzin Osmancık Hanım ve siteye emek veren diğer genç hanım kardeşlerimiz tarafından çikolatalarla karşılandık. Ve tabi Mehmet Nuri Yardım kardeşimizin de bu karşılama grubu içerisinde bütün güler yüzüyle yer aldığını atlamamalıyım…
Salona peş peşe giren kalem erbabı ve okurların önünden çekilebilmek için kısa selâmlaşma ve hatır sormalardan sonra ilk olarak Yahya Kemal Baş kardeşime dişlerimin söküldüğü noktayı gösterdim… Bugün kitap fişlerinin yer aldığı dolaplar vardı o yerde… Ve her bölümün arasında da bir başka sevgili dost… Önce Vahap Akbaş dostumla karşılaşıp kucaklaştık… Derken; çok seyrek görüşebilsek de her zaman gerçek bir “dost” olduğunu bildiğim Mustafa Ruhi Şirin kardeşimle kucaklaştık… Çocuk Vakfı’nın durumunu, Sarmaşık Dergisi’nin akıbetini konuştuk bir süre… Bu arada sevgili Gülcan Tezcan, kapıdaki sıcak karşılamadan sonra yanımıza geldi. Birlikte sürdürdüğümüz bir kitap hazırlığıyla ilgili son durumu gözden geçirme fırsatı bulduk kısa süre içinde… Sonra Ali Hakkoymaz kardeşimle dertleştik… Sonra Ömer Öner Beyle tanıştık. Ayvalık mukîmi olarak, benim de yaz başından beri Ayvalık-Altınova ekseninde olduğumu öğrenince siteden sitemini ileten Ömer Beyle durumlarımızı konuştuk. Ve bu Pazartesiden itibaren döneceğim Ayvalık’da buluşmak, görüşmek, dertleşmek hatta Ayvalık kültürüne katkıda bulunacak kimi adımları görüşmek üzere sözleştik… Bu arada; Gürbüz Azak Usta bir tarafta, sevgili Yavuz Bülent Bakiler Ağabeyim bir tarafta etraflarında oluşmuş genç halka ile sohbetteydi…
“Sanatalemi.net”in ilk günden itibaren basında yer alan, ses getiren özel haberlerinden bazılarının, kimi röportajların ve “Sanatalemi.net” hakkında basında çıkan yazıların içinden yapılmış mini bir sergi de bu arada gezilmeliydi mutlaka… Gezdik de…
Derken M. Nuri Yardım kardeşim bütün dostları salona dâvet etti… Ali Hakkoymaz, Muammer Erkul ve Yahya Kemal Baş kardeşimle birlikte, salonun en sonundaki pencere boşluğunun mermerlerinde ancak yer bulabildik.
Toplam 80 koltuk saydığım salonda ayaktakilerle, ara boşluklara taşınan taburelere oturtulanlarla ve kapı önünden takip etmek zorunda kalan dostlarla 100’ün üzerindeki edebiyat ve gönül dostunun katıldığı ve sevgili Cihat Zafer kardeşimin nüktelerle örülü, zarif sunumuyla süslediği program başladı. Muhterem Hüsrev Hatemi hocamız ve sevgili Olcay Yazıcı, Sadettin Kaplan, Süleyman Doğan gibi dostları ise salonda otururlarken gördüm … Bu arada fark ettim ki; Cemre dergisi günlerinde bizleri yüreklendiren sevgili A. Rahim Balcıoğlu Ağabeyim de salonda oturuyordu… Teşekkür plâketimi aldıktan sonra yerime dönerken yılların acısını çıkarırcasına kucaklaştık…
Önce M. Nuri Yardım kardeşim kısa bir sunum konuşması yaptı. “Ekip çalışması” vurgusunda bulundu. Sanatalemi.net” sitesinin editörleri Nermin Özcan, Nur Hilâl Ünlü, Rümeysa Tanrıseven, Zeynep Ünlü, Çağrı Cebeci’ye, yazarlara, gönüllü destekçilere, günde 6 bin defa siteyi tıklayan okurlara teşekkür etti.
Nur Hilâl Ünlü kardeşimin, “Sanatalemi.net”in kuruluş amacını, faaliyetlerini, hizmetlerini anlatırken verdiği bilgiler, eminim ki benim gibi birçok dostu “daha titizlenmek” noktasında uyarıcı oldu.
Nur Hilal Ünlü kardeşimin konuşmasının ardından, Cihat Zafer kardeşimin “Abdurrahman Şen ve teşekkür plâketini vermek üzere Yahya Kemal Baş, sahneye” demesiyle pencere önünden salonu kat etmeye başladım… Üstelik şaşırtıcı bir heyecanla… İsmimin alfabetik avantajıyla birçok listede –mingayr-i haddin- ilk sırada olmanın verdiği tatlı bir heyecandı bu… Bu arada biz sahneye gelmiştik ki Cihat Zafer kardeşim ilk espriyi patlattı: “Abdurrahman Beyin adının yanında teşekkür plâketini verecek kişi olarak ‘Yahya Kemal’ adını görünce, ‘bu ne torpil yaaa!’ dedim… Sonra baktım ki sonunda ‘Baş’ varmış!”
Evet… Orada hazır bulunanlardan bir çok ağabeyimin veya dostumun bana ödül vermesi özellikle duygulandırırdı beni… Ama o salonda olanlardan Gülcan Tezcan veya Yahya Kemal Baş kardeşlerimin vereceği plâket özellikle sevindirirdi, öyle de oldu. Ben plâketimi Yahya Kemal Baş kardeşimin elinden aldım… BGT Tiyatro Topluluğu çalışmalarından sonra özellikle Sarmaşık’ın doğumundan defnine kadar birlikte ter akıttığımız genç kardeşlerimden Yahya Kemal’in (!) dergi sonrasındaki çalışmalarda da benimle birlikte ter akıtmaya devamından dolayı, bir plâketi alan veren olarak aynı karede olmamız güzeldi, anlamlıydı ve iyi bir seçimdi. Bu arada; Gülcan Tezcan kardeşime de bir plâket verdirilmesini bekledim ama… O kargaşada unutuldu sanırım…
Toplam 42 yazardan programa katılabilmiş olan 25’inin plâketlerini almalarından sonra; “Uluslararası Mevlânâ yılı” dolayısıyla Mert Çelik ve Nesil Yayınları’nın sponsorluğunda düzenlenen “Sevgi, Şefkât, Merhamet” konulu deneme yarışmasında derece alanlara armağanlarının verilmesine geçildi.
Salondaki bu program; ney san’atçısı olma yolcusu Berrin Aslı Yargıcı isimli genç kardeşimizin ney’iyle sunduğu farklı bir repertuarla sona erdi.
Salondan çıktığımızda, sevgili Ümit Sinan Topçuoğlu’nun yardımıyla olduğunu öğrendiğimiz “Güllüoğlu” lezzeti ise bu güzel anma gününün “tatlı” bir “nokta”sı oldu.
Son olarak eklemeliyim ki; A. Rahim Balcıoğlu, Ezel Erverdi, Erdoğan Aslıyüce, Mustafa Ruhi Şirin, Remzi Alioğlu, Kemal Çapraz ve Hüseyin Movit gibi büyüklerimizin ve dostlarımızın bu kutlamaya katılmış olmaları, “kültür adamı” sıfatını hak etmenin kolay olmadığının bir kere daha ispatıydı…
“Sanatalemi.net”in birinci yıldönümü kutlaması gösterdi ki; bu sitede iş var!
Emeği geçen, o güne gelebilen ve gelemeyen bütün dostların işi artık daha zor.
Nice yeni yaşlara “sanatalemi.net”!
19.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Rusbaşı ve Kelly tarzı |
|
Türkiye’de ulusalcı İslâmcılar ile liberal İslâmcılar ‘Atatürk dindarlığını’ noktasında ittifak etmiş bulunuyorlar. Onu kendilerine referans alıyorlar, ama yine de aralarında tali hususlarda anlaşamıyorlar ve bir zeminde buluşamıyorlar. Bunun nedeni, birisinin ulusalcı karakterde, öbürünün de küreselci karakterde olmasıdır herhalde. Ama bilmemiz gereken şu: Zıt eğilimler Kemalizmi referans alma noktasında birleşiyorlar. Diğer alanlarda ise ayrılıyorlar. Sözgelimi, Gündüz Aktan ve oğlu Uygar Aktan Kemalizmi yeniden yorumlama, üretme ameliyesinde bir sonuca varmışlar. Mustafa Kemal bütün inkılâplarını ve devrimlerini Maturîdilik ışığında yapmış. Kimi ulusalcı İslâmcılar da ‘mal bulmuş Mağribî gibi’ bu yorumun üzerine atladılar. Böyle bir şey arıyorlarmış sanki de bulunca dört elle sarıldılar. İmdatlarına Aktan’lar yetişti. Demek ki mühendislik ürünü dinî hareketlere dinî mühendislik ilâç gibi geliyor.
Neyse, böyle ulusalcı İslâmcıların mevkutelerinden birisinde H. Ekmekçi adlı bir yazar, bütün bunların üzerine ‘Atatürk, Müslüman laiktir’ deyip kestirip atmış. Maturîdilik nazarında hüsn ve kubh (iyilik ve güzellik) aynen Mutezile de gibi nakliyeyn değil de akliyeyn (aklî) olduğuna göre, bu formülden yola çıkan Mustafa Kemal dinî ritüelleri aklîleştirmiş. Yine Gündüz Aktan ve oğlu Kemalizmin devrimlerini maslahatçılık açısından Necmettin Tufi’nin mutlak maslahatçılığına bağlıyorlar. Aslında, Muhammed Selim Avva gibilerin de ifade ettikleri gibi, mefsedet ve maslahatın sınırları şer’idir. Sözgelimi Kur’ân-ı Kerim bir takım menfaat ve yararları olsa dahi, içkiyi haram kılıyor. Domuz yemek de, kumar oynamak da buna mukayese edilebilir. Kur’ân maslahatı böyle tahdit ettiği halde, Maturidîliğin hüsn ve kubh yaklaşımından yola çıkan aynı zevat, Necmettin Tufi üzerinden bunları tecviz edebilir. Tufi’ye göre de maslahat naklî değil, aklîdir. Ve zamana, zemine göre değişir. Bu durumda da geride sabite kalmayacaktır. Burgiba’nın yaptığı gibi. Bu itibarla, kapalılık, açıklık ve tesettür bu bağlamda ayrıntı olmaktan öteye bir yol bulamayacaktır. Ve bu yaklaşımın sonucu ‘dur haysü dare’l hak’ bağlamının yerini mutlak bir şekilde dehrîlik, yani ‘dur haysü darezzaman’ anlayışı alacaktır. Yani sabitelerin döndüğü yere değil, zamanının döndüğü yere dön. Aslında hakikat olan otontizm ile modernizmi veya sabiteler ile zamanı buluşturabilmektir. Bunların izdivacıdır. Kopukluğu değil. Tek taraflılık tekamül değil, her zaman infisam/ayrılık ve sosyal şizofreni ve kimliksizlik doğuracaktır. Türkiye’nin uzun dönemdir yaşadığı gibi… Halbuki, izdivacından hem dinî, hem de dünyevî müthiş bir dinamizm tevellüt eder. İslâm’ın ilk yüzyılında bilinen yerküreyi zaptetmesi gibi… İslâm asrî değil, a’sarîdir, yani İskilipli Atıf Hoca merhumun deyimiyle asırların hakikatıdır, bir asrın modernizmine hapsedilemlez. Asrî ve modernist olsaydı, Ekber Şah modernizminde donmuş ve bitmiş olması iktiza ederdi. Demek ki İslâm asrî değil, a’sarîdir. Bütün çağların modernizmidir.
***
Ulusalcı İslâmcılar Kemalistleşirken, yine liberal İslâmcılar da Kemalizmi referans göstermektedir. Hatta liberal İslâmcılar, bu hususta ne Ahmet Altan, ne Mehmet Altan, ne Atilla Yayla ve ne de Zafer Üskül gibi rahat değildirler. Komplekslerinden dolayı Kemalizmi aşmakta zorlanmaktadırlar. Bundan dolayı, onu onunla aşmaya çalışmaktadırlar. Bu siyaset yoluyla Kemalizmi alt etme çabasıdır ki, beyhudedir. Çıkmazdır. Onu, ancak halisâne bir meslekle aşmak mümkündür. Bu dolambaçlı ve hileli yöntemleri de Kemalistleri ifrit etmekte ve zıvanadan çıkarmaktadır. Yanlış dahi olsa, bir orijinalin yerine düzeltilmiş kopyasını ikame edemezsiniz. Söz gelimi, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ikide bir söylediği gibi, yine başörtüsünün Çankaya serüveninde Mustafa Kemal’e Latife Hanım ve Zübeyde Hanım’a atıfta bulunmuştur. Bu atıf ne mutlak liberalleri, ne de Kemalistleri memnun etmiştir. Bu hususta liberal İslâmcılar yine yalnız kalmışlardır. Emre Aköz, Mustafa Kemal’in yaklaşımlarının model değil, vizyon olduğunu söylemiş ve onun sigara kullandığını ve kalpak giydiğini, o halde kalpağını da takmak mı gerektiğini sormaktadır. Gerçekten de eğer Hayrunnisa Hanım Latife Hanım ise, Abdullah Gül de selefi Birinci Cumhurbaşkanı gibi pekalâ kalpak giyebilir. O zaman Kemalizmin sünnetini tam ihya etmiş olurlar. Latife Hanım’ın yazarı İpek Çalışlar ise, meseleye başka bir bakış açısı getirmiş ve Çankaya yollarında Latife Hanım’ın tesettürü modernize ettiğini ve bu yönüyle tutucu çevrelerin hışmına uğradığını yazmıştır. Bunun sonucu Mustafa Kemal ile kafa kafaya vererek kendine has bir örtünme biçimi geliştirmiş. Buna da o vakitler ‘Rus başı’ diyorlarmış. Saçları arkadan uçuşuyor ve üzerine giydiği ipekli elbiseden de bedeni belli oluyormuş.
***
Latife Hanım’ın baş bağlama stiline, o dönemler, Rus başı veya Rus tarzı bağlama diyorlarmış. Daha sonra bu Rus tarzı Batı’da Grace Kelly tarzı şeklinde yeniden moda oldu. Kuzey Rhine-Westphalia eyaletinde 1980 yılından beri öğretmenlik yapan Meryem Brigitte Weiss Grace Kelly veya Latife Hanım tarzı başörtüsü giyerek görevine devam etmek istemişse de bu bağlama şeklinin dahi başörtüsü yasağı kanunuyla çeliştiği gerekçesiyle kendisine izin vermemişler. Hasıl-ı kelâm, Kemalizme karşı Kemalizmi referans almak çıkmaz bir sokaktır. Bir yere varılmaz. Siyaset yoluyla onu yenmeye çalışmaktır. Bu hususta o ve sistemi şerbetlidir.
19.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Bireyin tekâmülü |
|
Bireyin tekamülü, beyin sirkülasyonu ile zihnî inkişafların bilgi alışverişini hızlandırmasını sağlar. Bu sayede rafine fikirlerin yanı sıra, bilgi atığı bir tahliye kanalı oluşur. Hal böyle olunca, endüstriyel gelişimin vardığı boyut, toplum hayatının belirleyici rolünü ve bireyi yönetme telâkkisini de değiştirdi.
Bireyin gelişim basamakları ciddi bir alt yapı üzerine inşa edilirse, kritik faktörleri ve bireyin kendini tanımlamasına uygun şartları teşkil etme imkânı olur. Bu durumda bilgi basamaklarını doğru çıkması, merdiven basamaklarını hazmederek ve anlayarak terfi etmesi mümkün olur.
Her yaş ve seviyede bilgi basamaklarının konuya, konuma ve hedefe göre değiştiğini belirtmekte fayda var. Dün meçhulümüz olan bir konu, bugün uygulama alanımız olabilir. Dün idrak edemediğimiz bir mesele, yarının çözüm bekleyen ev ödevi olabilir. Ya da üzerinde yoğunlaştığımız keyifli bir araştırma olabilir.
Bediüzzaman, bilgi basamaklarını yedi mertebe olarak belirtir. Her katta bir düzey, her düzeyden beklenen bir davranış/çıktı/hal tercümesi kriteri verir. Lemaat’ta “Dimağda Meratib-i İlmiye Muhtelifedir” başlıklı veciz makale, bunun detaylarını açıklar.
Hayalle başlayan bir zihnî serüvenin pozitiflik ve mutluluk salgılaması şartıyla etrafta okunabilen somut sonuçları/davranışları konusunda bireyin tekamülüne ayna tutan bir çerçeve vermektedir.
Bilginin hangi basamakta olduğuna göre, neyi salgıladığını çözebiliriz. Komuta merkezi beynin zihnî yolculuğu buna göre değer kazanıyor.
Eğer bir mevzu bilgimizin haricinde olduğu için “safsata” diyorsak, zihni mertebemizin, yani “meratib-i ilmiye”mizin bilgi basamağı, “tahayyül” seviyesindedir.
Eğer bir konuya ilgisiz kalma, önemsememe sonucunu doğuran “bibehre” bir davranış/halet içindeysek, o zamanda bilgi basamağımızın “tasavvur” aşamasında olduğunu söyleyebiliriz.
Sonuçlardan/hareketlerden/davranışlardan/çıktılardan bir önceki zihnî düzeyi fark etme imkânımız olmaktadır.
Aklın devreye girdiği “taakkul” safhası ise, bilgi basamağının üçüncü katıdır. Bilginin yedi basamağını, bir binanın yedi katına benzetebiliriz. Aynı şekilde binanın boyutlarına denk gelen dev bir ekranın yedi katta farklı renklerdeki bilgiye dayalı sonuçlarını veren görüntülerini de düşünelim.
Yani, dimağ/zihin binasının birinci katında “tahayyül” levhası yazarken, karşı ekranda ise “safsata” yazan bir görüntü karşımıza çıkmaktadır.
Burada tahayyül katına misafir olup, içerde neler oluyor ve ne yapılıyor kısmını ise uzun uzadıya incelemek gerekir.
“Hayal nedir, nasıl oluşuyor, öncesinde ne var, ne işimize yarar, hayal sonrası ne yapılmalı?” gibi yüzlerce soruyu sorgulamamız, sorulara cevap bulmamız ve bu katın fonksiyonu ile yansımasını doğru okumamız/görmemiz gerekir.
Sadece Lemaat’taki bu mevzu için projelendirilmiş bir insan laboratuarının kurulacağı istikbaldeki bir “G” gününde, “tecessüm etmiş” Medreset’üz-zehra projesine ar-ge olmak, tahayyül katının hayallere sultan hedefi olabilir. Böylece hedef cümlemi itiraf ederek sizinle paylaşmış oldum ki, sizin hayallerinizin sultanı fikirlerinize de kapı açalım.
Kısa makalenin başlığında geçen; “Dimağ-ilim-mertebe-muhtelif” kavramlarının ortaklığı ve buna dayalı zihindeki yedi ilmi mertebe ve davranışa yansıyan yedi halet, birbirini besleyen bir inkişaf alanıdır. Marifet kapılarını açan bir sirkülasyondur.
İmana dair meselelerin anlaşılması, yedinci katta karşımıza çıkan “itikat” safhası ile “salabet” seviyesi var ki, hayalden hakikate, tasavvurdan akla ve sürekli yükselen değerlerle mânâya nüfuz derinliği veren bir bakışı en üst mertebeye çıkarmak ve korumak, bir hayatın özeti ve değişmeyen gerçeği olmaktadır.
Merakı tahrik ederek tetkike götüren, hayatı anlamlandırıp ilme teşvik eden ve kalbi tatminle imanı ve zikri netice veren bu hayat, yaşanmaya değer bir cennet vadisi olabilir.
Tefekkür, Hakîm isminin cilvelerini temaşa ettirdikçe, huzur iklimimiz alemşümul olur ve ferahlık verir.
Lemaat’taki makale için çalışmaları olan bütün dostlarla geniş bir müzakere dileğiyle…
19.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
İkazlar |
|
Belâ ve musibetlerin manevî sebeplerine ısrarla dikkatleri çeken Bediüzzaman, yaşanan hadiselerle musibetler arasında mutlaka irtibat bulunduğunu vurguluyordu. Eserlerinde bunun birçok örneği var.
Bunlardan birini, Emirdağ mektupları arasında görüyoruz. “Demokrat dindar milletvekillerine bir hakikatı ihtar” başlıklı mektubuna “Bugünlerde hastalığım itibarıyla kışın pek şiddetli hiddetine tahammül edemedim” diye başlayan Said Nursî şöyle devam ediyor:
“Çok tecrübelerimle, umumî bir hatanın neticesinde hava ile zemin, zelzele ile ve fırtına ile gazab-ı İlâhîyi haber vermek nev’inden hiddet ediyorlar gibi âdete muhalif bir vaziyet gösterdiler. Ben de bundan bir manevî fırtınaya alâmet hissettim. Kalbime geldi ki:
“Acaba yine İslâmiyet ve hakaik-ı imaniye zararına bir hata-yı umumî mi meydana geldi?” (Emirdağ Lâhikası, s. 310)
Daha sonra, âdeti olmadığı ve dünya siyasetini terk ettiği halde talebelerine “Ne var? Gazeteler ne haber veriyorlar?” diye soran Bediüzzaman şu cevabı almış: “Dindarların serbestiyet kanunu geri kalmış, solcular hakkındaki kanunu tâcil ve tasdik etmişler.”
Yarım asır önce, dindarlar üzerindeki baskılar sürerken solcuları cezalandıran kanunun çıkarılmasına öncelik verilmesi karşısında kışın şiddetlenmesi ile kendisini gösteren gazab-ı İlâhî, sekiz sene önce de, 28 Şubat kaynaklı baskıların iyice yoğunlaştığı günlerde merkez üssü Gölcük olan 17 Ağustos depremi ile yeryüzünü sarstı.
Bediüzzaman’ın bir başka ibretli ifadesi de şöyle: “Memur olmayan, veya hususî, şahsı itibarıyla hıyanet eden, hususî tokat yer. Bu nevî vukuat pek çoktur. (...) Eğer memur ise, kanun namına kanunsuz hıyanet eden, ilişen, o memlekete, o biçare ahaliye bir umumî tokada vesile olur. Ya zelzele, ya yağmursuzluk, ya hastalık, ya fırtına gibi umumî belâlara bir vesile olur.” (Emirdağ Lâhikası, s. 67)
Acaba son dönemde bir kâbus gibi üzerimize çöken kuraklık felâketinin, bu ifadelerde dile getirilen hususla nasıl bir irtibatı var?
“Memur” sıfatlı kişilerce, “kanun namına” ne gibi kanunsuzluklar irtikâb ediliyor ki, aylardır yağmursuzluk gibi umumî bir belâ ve musibetle daha imtihana tâbi tutuluyoruz?
Bu sualin cevabını ararken ilk akla gelen örnek, hiç şüphe yok ki, son yıllarda daha da yaygınlaştırılıp şiddetlendirilerek uygulanan başörtüsü yasağı. Ve bu yasağı kaldırmaları ümidiyle oy ve destek verilen kadroların, geride kalan beş yılı çözüm için hiçbir adım atmadan geçirdikleri ve dahası çözüm vaadinden her geçen gün daha da uzaklaşıp bu meseleyi neredeyse tamamen gündemlerinden çıkardıkları halde, ikinci bir dönem için yarı yarıya artan bir destekle tekrar iş başına getirilmeleri.
Bir başka örnek, Irak halkına yıllardır ölüm yağdıran işgalcilere, ihtiyaçları olan lojistik desteğin önemli bir kısmının Türkiye üzerinden sağlanması ve böylece orada işlenen zulümlere dolaylı bir şekilde ortak olunması.
Evet, umumî musibet umumî hatanın neticesi. Kalkması için ön şart ise o hatanın terki.
Bu gerçeği anlama vakti hâlâ gelmedi mi?
19.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|