|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Sizler, ayrılın, ey mücrimler! Ben size emretmedim mi, ey Âdemoğulları, "Şeytana kulluk etmeyin, o sizin ap açık düşmanınızdır.
Yâsin Sûresi: 59-60
|
19.08.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Bir hastayı ziyâret ettiğinizde, daha çok yaşayacağını söyleyin. Çünkü bu birşey değiştirmez, fakat hastanın gönlünü hoş tutar.
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 338
|
19.08.2007
|
|
Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam
Ben işittim ki, benim iâşeme ve istirahatime buradaki hükûmet müracaat etmiş, kabul cevabı gelmiş. Ben bunların insaniyetine teşekkürle beraber, derim:
En ziyade muhtaç olduğum ve hayatımda en esaslı düstur olan, hürriyetimdir. Asılsız evham yüzünden, emsalsiz bir tarzda hürriyetimin kayıtlar ve istibdatlar altına alınması, beni hayattan cidden usandırıyor. Değil hapis ve zindanı, belki kabri bu hale tercih ederim. Fakat, hizmet-i imaniyede ziyade meşakkat ise ziyade sevaba sebep olması bana sabır ve tahammül verir. Madem bu insaniyetli zatlar benim hakkımda zulmü istemiyorlar, en evvel benim meşrû dairedeki hürriyetime dokundurmasınlar. Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam.
Evet, on dokuz sene bu gurbette yalnız iki yüz banknot ile, şiddetli bir iktisat ve kuvvetli bir riyazet içinde kendini idare ederek, hürriyetini ve izzet-i ilmiyesini muhafaza için kimseye izhar-ı hacet etmeyen ve minnet altına girmeyen ve sadaka ve zekât ve maaş ve hediyeleri kabul etmeyen bir adam, elbette iaşeden ziyade, adalet içinde hürriyete muhtaçtır.
Emirdağ Lâhikası, s. 18
***
Mert olan cinayete tenezzül etmez. Şayet isnad olunsa cezadan korkmaz. Hem de haksız yere idam olunsam, iki şehid sevabını kazanırım. Şayet hapiste kalsam, böyle hürriyeti lâfızdan ibaret bulunan gaddar bir hükûmetin en rahat mevkii hapishane olsa gerektir. Mazlûmiyetle ölmek, zâlimiyetle yaşamaktan daha hayırlıdır.
Divan-ı Harb-i Örfi, s. 20
***
İzzetle mevti, zilletle hayata tercih edenlerdeniz. Eski Said gibi birisi şöyle demiş: “Biz öyle insanlarız ki, bir orta seviyemiz yoktur. Ya herşeyin üstünde, ya da kabirde oluruz.”
Mektûbât, s. 52
***
Eğer medeniyet böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalâtalara ve diyanette lâübâlicesine hareketlere müsait bir zemin ise, herkes şahit olsun ki, o saadet-saray-ı medeniyet tesmiye olunan böyle mahall-i ağrâza bedel, vilâyat-ı şarkiyenin, hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zira bu mim’siz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbesti-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kal, şarkî Anadolu’nun dağlarında tam mânâsıyla hükümfermadır.
Divan-ı Harb-i Örfî, s. 53
***
Medeniyetten istifam, sizi düşündürecek. Evet, böyle istibdat ve sefahete ve zilletle memzuç medeniyete, bedeviyeti tercih ediyorum. Bu medeniyet, eşhası fakir ve sefih ve ahlâksız eder.
Divan-ı Harb-i Örfî, s. 55
Lügatçe:
iâşe: Yaşatma, geçindirme.
izhar-ı hacet: Muhtaç olduğunu göstermek.
zillet: Aşağılık, horluk, alçaklık.
nifak: İkiyüzlülük, münafıklık.
mugalâta: Yanıltıcı söz etme.
saadet-saray-ı medeniyet: Medeniyetin mutluluk sarayı.
tesmiye: İsimlendirme.
mahall-i ağrâz: Kasten yapılan kötülüklerin yeri.
vilâyat-ı şarkiye: Doğu illeri.
serbesti-i kelâm: Konuşma hürriyeti.
hüsn-ü niyet: Güzel niyet.
selâmet-i kal: Konuşma güvenliği.
memzuç: Karışmış, birbirine mezcolmuş.
eşhas: Şahıslar.
sefih: Helâl olmayan zevk ve eğlencelere düşkün.
|
Bediüzzaman Said NURSÎ
19.08.2007
|
|
Kâinatın kalbindeki tılsım
Nazlı bir tohum düştü, toprağın kucağına. Ürkek, narin bir tohum… Sert gibi görünen toprak, merhametiyle onu sıcacık bağrına bastı. Tohum, sevgiyle baktı toprağa. Sonra bulut rüzgârla buluştu. Rüzgâr esti, savurdu. Gökyüzünde bir hareketlilik hâsıl oldu. Gök gürledi, şimşekler çaktı. Tohum şaşırdı ve ürktü. Rahmet damlaları serpildi toprağın merhametli yüzüne. Gökyüzü döktü içini yeryüzüne. Tohum, semadan inen bu rahmet damlacıklarıyla coştu. Rahmet damlaları ile birlikte sevgi beliriverdi tohumda. O sevgi ile çatladı; kabuğunu kırdı; filizlendi ağaç oldu. Ağaç şefkatinden meyveye durdu. Meyvedeki merhamet, çekirdeklerinde tecelli etti. Ve tekrar o çekirdekler sevgi ile toprağın bağrında buluştu.
Sert görünümlü yer ve gök merhamet ağı ile sarmıştı küçücük tohumu. Koskoca gökyüzü şefkatli sinesini cisimce pek küçük bir tohuma açmıştı. Peki neydi onların bu birbirleriyle olan alâkadarlıklarının sırrı. Bir bağ vardı aralarında. Nasıl bir bağdı ki haşmetli gökyüzü, küçücük tohuma merhametli bir tebessümle bakmıştı. Güçlü yeryüzü, o cisimce pek küçük tohuma bir hanedan olmuştu. Hiç fahre, gurura kapılmadan tohumla aralarında bir teavün, güzel bir dostluk oluşmuştu. Neydi bu sır… Neydi …
Bir tılsım var kâinatta. Hem de kâinatın kalp meydanında. Kâinat insanın büyültülmüş halidir. Öyleyse kâinatın da bir kalbi vardır. O kalpte de bir tılsım saklıdır. Bu tılsım Muhabbet tılsımıdır.
Kâinat bu muhabbet tılsımı üzere yaratıldı. Kâinatın her yerine nakış nakış işlendi bu tılsım. Bu tılsım açılırsa insan mütevazi olur haşmetli gökyüzü gibi; kucaklar bütün insanları ve bütün mevcudatı gönülden, candan. Bu tılsım ile, insan candan bir dost olur kâinatla.
Kâinatın özündeki bu tılsımın ucu insana dayanıyor. Yani eşrefi mahlûkatın kalbine uzanıyor. Kalp merkez noktadır. Kalp mutlu olunca diğer azalar da mutlu olur, kalbe tabi olur. Eğer o kalp bir de muhabbet tılsımı ile atıyorsa bütün azalar katmerli mutludur. Ve her biri diğerinin hakkına saygılı; diğerine bir yardımcı, bir dost hükmündedir.
Bu tılsım zerreden şemse her yerde mevcut. Bu sır ile bülbül güle hayran olur. Ben, hem güle hem bülbüle. Bu tılsım ile bütün mahlûkat birbirine yardımcı olur. Tılsımı açtığımızda içinden sevgi, şefkat, merhamet çıkar. İnsanı mânâlı kılan bu lâtifeler diğer güzel latifeler gibi ,’’Şahsi âlemin yıldızı hükmündedir.’’1
Şahsi âlemimizin yıldızlarının sönmemesi için kalbi kasavetten uzak kılmak ve onu muhabbetle yoğurmak gerek. Yani Allah sevgisi ve Peygamber aşkı ile doldurmak. Ve günah karanlıklarında, o kalbi biçare, başıboş bırakmamak.
“Muhabbet, şu kâinatın bir sebebi vücududur, hem şu kâinatın râbıtasıdır, hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan kâinatın en câmi’ bir meyvesi olduğu için, kâinatı istilâ edecek bir muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine derc edilmiştir. İşte şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemâl sahibi olabilir. ’2’
İnsanın ve onun büyültülmüş hali kâinatın kalbine giden yol işte bu muhabbet tılsımından geçiyor. Kâinatın ve insanın kalbi bu tılsım ile atıyor.
Dipnotlar:
1. Risâle-i Nur, Mesnevî-i Nuriye Bediüzzaman Said Nursî.
2. Risâle-i Nur, Sözler Bediüzzaman Said Nursî
|
Fatma ALTUNER
19.08.2007
|
|
Berr
Allah (c.c.), Berr’dir, Eberr’dir. Berr ismi Kur’ân’da gelmiştir. Bu ismin ism-i tafdil şekli olan Eberr ismi ise Cevşenü’l-Kebîr’de geçmektedir.1
Berr ismi ile anlıyoruz ki, Cenâb-ı Hak mutlak iyi olan, herkese iyilik eden, kayıtsız-şartsız iyilik seven, iyiliği ve hayrı geniş ve sonsuz olan, iyilikte hiçbir mahlûkunu ihmâl etmeyen, kullarına karşı şefkati ve ihsânı bol olandır. Cenâb-ı Hak iyiliği emreder, iyilik yapan salih kullarını kendi yüksek katında mükâfâtlandırır.
Eberr ismi de, iyilerin en iyisi olan, kâmil mânâda ve sonsuz derece iyi olan, hadsiz iyilik yapan, iyilikleri ve hoş davranışları en çok seven, en çok isteyen ve emreden, kâmillerin en kâmili olan, eksiksiz, kusursuz ve noksansız bulunan Cenâb-ı Allah’ı vasıflandırır. Cenâb-ı Hak müşriklerin şirklerinden ve bâtıl fikirlerinden, varlıkların âcizliklerinden, kusurlarından ve yoksulluklarından uzaktır.
İlgili âyetlerden bir kaçı şöyledir:
“Cennette bir birlerine derler: Doğrusu biz bundan önce âilemizin yanında bile korku içindeydik. Allah lütfedip bizi kavurucu azaptan korudu. Biz daha önce de Ona duâ ediyorduk. Muhakkak O Berr’dir ve Rahîm’dir.”2
“O gün insanlar amellerini görmeleri (karşılığını almaları) için darmadağınık geri dönüp gelirler. Kim zerre miktarı hayır ve iyilik yapmışsa o onu görecektir.”3
“İyiler hiç şüphesiz Cennettedirler.”4
Hadsiz güzellik, kusursuz ebedî kemâl, eşsiz olgunluk ve mutlak iyilik sahibi olan Cenâb-ı Hakkın bir saadet yurdu ve bir ziyâfet mahalli olan Cennette çok sevdiği kullarına dâimî olarak ihsan ve ikramda bulunacağını vaad ettiğini beyan eden Bedîüzzaman, Zât-ı Cemîl-i Zülcelâl’in, yeryüzündeki eserleriyle hayret verici ve gizli kemâlâtını gösterdiğini, yeryüzünde her baharda gözleri ve gönülleri dolduran bu cömertliğin bâkî Cennetteki ikramlara birer çağrı niteliği taşıdığını kaydeder.5
Bediüzzaman’a göre, kâinatın yüzünde serilmiş olan ve gayet güzel, san’atlı, parlak ve süslü bulunan şu varlıklar; ışık güneşi bildirdiği gibi, eşsiz, benzersiz, misilsiz mânevî bir güzelin güzelliklerini bildirir; denksiz, gizli, ebedî ve mutlak bir hüsnün ve iyiliğin sevimli varlığına işâret eder. Böyle mutlak bir hüsnün ve iyiliğin varlığı ebedî olduğundan, bu iyiliğe yönelenlerin de vücutları Allah’ın izniyle ebedî olacaktır. Sınırsız derecede iyi olan ve iyilik seven Cenâb-ı Hak bunu vaat etmiştir. Kâfir bunu bilmediğinden câhilliğinin kurbanı olarak Allah düşmanı olup çıkmıştır.6
Sâni-i Hakîmin Kendini tanıttırmak, sevdirmek, medh u senâsını ettirmek, ihsan ve iyiliklerinin sayısız çeşitleriyle hayat verdiği mahlûkatı memnun etmek ve sevindirmek için koca kâinatı bütünüyle canlıların hizmetine ve emrine verdiğini beyan eden Bediüzzaman, Cenâb-ı Hakkın böylesine sonsuz iyilik ve ihsanlarına karşı kullarının da iyi olmalarını istediğini, kullarının en ehemmiyetsiz amellerine, fiillerine ve hareketlerine bile lâkayt kalmadığını ve kullarının her adımını ve her nefesini harfiyen yazdırdığını kaydeder.7
Bedîüzzaman’a göre böyle insanın yapıp ettiklerinin melekler tarafından harfiyen yazılması, insanın amellerinin mîzana gireceğinin, ölçülüp tartılacağının ve hesabı sorulacağının en açık alâmetidir. Bütün kâinat mutlak iyi olan Allah’ın varlığını ve birliğini en yüksek ses ve âvâzla bağırarak îlan etmektedir.8
Dipnotlar:
1- Mecmuatü’l-Ahzab, 2: 255
2- Tur Sûresi: 25-28
3- Zilzal Sûresi: 6, 7
4- İnfitar Sûresi: 13
5- Sözler, s. 68
6- A.g.e., s. 69
7- Şuâlar, s. 39
8- A.g.e., s. 40
|
19.08.2007
|
|
Şükredebilmek...
Yeryüzünde yaşayan insanların farklı kabiliyetlerde yaratıldıkları ve değişik imkânlara sahip kılındıkları bilinen bir husustur.
Öyle ya; kimisi bolluk içerisinde saraylarda yaşarken, kimisi de hayatını zindanlarda geçirme durumunda kalmaktadır. Ancak bütün bu gerçeklerle birlikte bir doğru daha vardır ki, insanlar olaylara bakışları ve sahip oldukları imkânlara yaklaşımları ile doğru orantılı bir duruma bürünmektedirler.
Bolluk içerisinde yüzen, ama halinden memnun olmayıp şükretmeyen nice insanların yanı sıra; deyim yerindeyse kıt kanaat geçinen ancak huzurlu bir şekilde şükür içerisinde yaşayan nice insanlar vardır.
“Dünya işlerinde kendinizden aşağıda olanlara bakınız; ahiret işlerinde ise sizden daha yukarıda olanlara bakınız; nimeti hor görmemenize en çok yarayışlı olan budur” şeklindeki hadis-i şerif bu konuda bizlere önemli bir ipucu vermektedir. Başka bir deyimle: Huzur ve mutluluğu sağlayan faktörlerin başında, verilen nimete şükretmek gerçeği gelir. Nitekim yüce Allah da Kur’ân-ı Kerim’de “Şükrederseniz artırırım” buyurmakta ve bu konudaki yaklaşımımız için bir ölçü ortaya koymaktadır..
“Teşekkür ederim Allah’ım”; ve “Sana şükürler olsun ey Rabbim” şeklindeki sözlü ifadelerimiz elbette ki bir şükür çeşididir; ancak şükretmenin sadece bundan ibaret olmadığını da bilmemiz gerekir.
Buna göre, nimetleri; veriliş hikmetine uygun olarak kullanmak bir şükür türü olduğu gibi; her organ ve duygumuzun da kendine göre bir şükrü vardır.
Şu halde, helâl lokma peşinde koşmak şükürdür.
İktisatlı davranmak şükürdür.
Kısmetine razı olmak şükürdür.
Hırslı olmamak şükürdür.
Eli, ayağı, gözü kulağı haram ve zulümden korumak şükürdür.
Nimetin değerini bilmek şükürdür.
Fakir fukaranın yardımına koşmak şükürdür.
İnsanlığın hizmetinde olmak şükürdür.
Organlarımızla hayırlı ve güzel işler yapmak şükürdür.
Kısacası, nimeti nimet verenin rızası doğrultusunda kullanmak şükrün ta kendisidir.
Nankörlükten uzak durup şükretmesini bilen kullardan olmamız temennisiyle sevgi ve muhabbetlerimi sunuyorum.
|
Mehmet C. GÖKÇE
19.08.2007
|
|
Artsın, eksilmesin!
Yıl 1930. Yer Rize’nin Anzer yaylası. Mevsimlerden kış. Kışın şiddetli soğuk ve karlı günleri.
Sabah namazını kılan Gelin Meryem Hanım gece boyu kapıya kadar dolduran kardan yolu açmak için eline küreği alıp dışarıya yöneldiği sırada, dışarıda kar’ın içinde bir karaltı gördü ve irkildi. Derhal içeriye geri döndü, kapıyı kapattı, kapıyı arkasından kilitledi.
Fakat gördüğü karaltı gidecek cinsten değildi. Yaklaştı ve kapıyı çaldı. Yüreği küt küt vurmaya başlayan Meryem Hanım, kapının arkasında durdu. Dışarıyı dinledi. Ne yapacağını şaşırdı. Kapıyı açıp açmamak konusunda karar veremedi.
O sırada dışarıdan dünya tatlısı yumuşak bir ses:
“Aç kızım! Korkma! Aşağı Anzer’den bir Allah kuluyum. Azıcık bal lâzım. Bir iki kaşık! Allah rızası için. Gelinim aş eriyor da, eğer lütfedersen, ona götüreceğim.” dedi.
Kapıyı açtı Meryem Gelin. Gelen nuranî bir ihtiyardı.
Meryem Gelin düşünmedi bile artık. Allah rızası için değil mi dedi içinden. Bir sıçrayıp mutfağa girdi. Bal kavanozunu alıp içine kaşığı daldırdı. İçinde az bir bal kalmıştı gerçi. Ama değil mi ki, Allah rızası için verecekti; tükense bile gam yemezdi! Bir tabağa birkaç kaşık bal çıkardı. Getirip ihtiyara verdi.
İhtiyar:
“Allah razı olsun kızım, artsın eksilmesin!” diyerek duâ etti.
Utancından başı yerde Meryem Gelin, geri dönüp kavanozu yerine koyacaktı ki, bir de ne görsün, kavanoz ağzına kadar bal ile dolmuştu. Gözlerine inanamadı, kaldırıp yeniden baktı. Kavanoz bal doluydu.
Kapıya koştu Meryem Gelin. Gelenin kim olduğunu anlamak istedi. Birden o ihtiyar nurani heykelin gözden kaybolduğunu fark etti. Kapıda kimsecikler kalmamıştı. Yol boyunca uzaklara kadar baktı. Fakat ne bir insan, ne bir iz vardı!
Hayretle içeriye koştu. Bal kavanozuna yeniden baktı. Kavanoz bal ile doluydu. Meryem Gelin Allah’a şükretti ve anladı ki, gelen Hızır’dı.
Meryem gelin bu sırrı kimseye söylemedi. Söylemediği sürece de kavanozdaki bal hiç eksilmedi. Kış boyunca tükenmeyen kavanozdan çocuklarına bol bol Anzer balı yedirdi.
Ne zaman ki, yaz geldi, beyi gurbetten döndü. Beyine durumu anlattı.
Fakat beyi merak edip kavanoza bakmak isteyince, sır bozulmuş olacaktı ki, kavanozdaki bal, tekrar bir iki kaşığa düşüvermişti.
|
Süleyman KÖSMENE
19.08.2007
|
|
|
|