Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 19 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Röportaj

Tuğba Akbey İNAN

Büyüklerle konuşulmalı

GİRİŞ

Yavuz Bülent Bakiler’le gerçekleştirdiğimiz bu sohbet benim için heyecanlı olması kadar zordu da. Düşünün karşınızda Türkçe’yi çok güzel konuşan biri var, siz onu bugüne kadar televizyon da seyretmiş-siniz, gazete-lerden takip etmişsiniz ve şimdi yanınızda sizin sorularınızı cevaplıyor. Zihnimde bir taraftan cümleleri düzgün kurmaya çalışırken, bir taraftan soracağım soruları düşünü-yordum her defasında. Bu röportajı sesli verebilmeyi isterdim (Dinleyenler şanslılar yani). Öyle güzel anlatı-yor ki Yavuz Bülent Bakiler. Bütün cümlelerin onun sesiyle kulağıma geldiğini fark ettim okurken. Bir ömre akan hikâyeler, anneler, edebiyat ve tatlı bir sohbet… Keyifli bir sohbete hoş geldiniz!

* Şiirle ilgili konulardan bahsedilince akla ilk gelen isimlerden biri Yavuz Bülent Bakiler. Şiir Yavuz Bülent Bakiler’in hayatına nasıl girdi?

Dedelerim, Azerbaycan’ın Karabağ bölgesinden Türkiye’ye gelmişler. Maraş’a yerleşen dedelerimden birisi Muhammed Sabir şair. Babam hep o dedeme çektiğimi söylerdi. Çocukluğum Sivas’ta geçti. Ülkemizde Sivas kadar halk şiiri ve halk şairi yönünden zengin ikinci bir il yoktur. Çocuğunu askere gönderen, bir yakınını kaybeden kimseler o halk şairine 3-5 kuruş vererek kendileri için bir şeyler çalıp söylemelerini isterlerdi. Onların kafiyeli sözleri dikkatimi çekerdi.

Annem, geceleri babamı beklerken bir gaz lambasının altında bir şeyler ile meşgul olurdu. Ben de yatağımı annemin yanına sererdim. Ondan masal anlatmasını isterdim. Annem türkülü masallar söylerdi. Annemin söylediği türkülerle sokakta halk şairlerinin söylediği türküler arasında benzerlikler kurardım. Kafiyeli sözler dikkatimi çekerdi. O yaşta ben de onlar gibi bir şeyler söylemeye heveslenirdim. Okul sıralarına kadar devam etti bu heves. Okulun 3. ya da 4. sınıfında sınıf öğretmenimiz Makbule Yurderi bir haberle geldi. “Çocuklar bir okul gazetesi çıkarmak istiyoruz. Şiir yazanlar şiirlerini getirsinler. Orada yayınlamak istiyoruz.” İlk defa Sivas üzerine bir şiir yazıp götürdüm. Şiir beğenildi. Fakat arkadaşlarım bu şiirin babam tarafından yazıldığını söylediler. Çünkü babam Sivas’ta nüfus müdürüydü. Bundan dolayı ağlayarak eve geldim. Üzüntü duydum. Babamın bir sözü beni sükûnete kavuşturdu, “Üzülmene gerek yok. Çünkü arkadaşların bu şiiri senden çok bana yakıştırmışlar. Buna sevinmelisin” dedi. Böylece ilkokulun 3. ya da 4. sınıfından itibaren şiire başladım ama saçmasapan ve çok gülünç mısralar yazdım. Vezinli kafiyeli ama hiçbir ciddiyeti yoktu. Meselâ sindirim sistemini okuyorsak, sınıf öğretmenimiz, “yarın sindirim sistemini okuyacağız. Sınıfın şairi bu konuyla ilgili bir şiir yazsın gelsin.” Akşam eve gidip düşünmüşümdür ve bir takım tekerlemeler yazmışımdır. Sindirimin yollarında/bağırsakların kollarında/yağlarında ballarında/düşe kalka gideriz biz.

Kız kardeşimi bir elektrik kazasında kaybettik. O münasebetle kabristanda kardeşimi çok sık ziyaret eder oldum. Mezarı başında serbest stilde şiirler yazmaya başladım.. Bu ölüm şiirlerini o yıllarda İstanbul’da çıkmakta olan Türk Sanatı dergisine gönderdim. Derginin sahibi olan Abidin Mümtaz Kısakürek’ten bana mavi peluj kâğıda yazılmış uzun bir mektup geldi. Abidin Mümtaz diyordu ki, biz seni dergimizin şairlerinden kabul ediyoruz. Ondan böyle bir mektup gelmesi, benim şiirlerimin Türk Sanatı dergisinde yayınlanması, itiraf ederim ki, beni şiire daha çok bağladı. Şiire alâkam böyle başladı ve devam ediyor. Şimdi şiirden ziyade nesirle meşgulüm. Nesir tarzında kitaplarım var. Onların üzerinde durmaya çalışıyorum.

* Anne üzerine şiirleriniz çok manidar ve güzel. Zaten Türk Edebiyatında anne üzerine en çok şiir yazan şairimiz de sizsiniz. Az önce cümlelerinizden fark ettim ki, aslında o masalların bir geri dönüşümüymüş sizin hayatınızdaki anne faktörü. Birileri sürekli aşktan yazmayı tercih ederken siz neden anneyle ilgili yazmayı tercih ediyorsunuz?

Bir tesbitinizi doğrulamak istiyorum. Türk Edebiyatında ana üzerine en çok şiir yazanlardan birisi benim. Maalesef benim çünkü herkesin anne konusunu daha geniş çerçevede ele alıp işlemesini isterdim. Bunun kaynağı şu noktada karşımıza çıkıyor. Ben 1961-63 yılları arasında yedek subaylığımı Ankara’da Muhafız alayında yaptım. Paraşüt bölüğünde takım kumandanıydım. Benim, Kemal Sarı adında bir askerim vardı bölükte. Çok edepli bir çocuktu. Konuştuğunda yüzünün al al olduğunu görüyordum. Kırmızı Kemal diye hitap ediyordum. Bir gün Kemal bana geldi dedi ki: “Memleketten annem gelmiş. Haber göndermiş “Kemal gelsin görüşelim, diye. Ben de bölük komutanına çıktım izin istedim, vermedi. Siz bana müsaade eder misiniz?” Ne dedi bölük kumandanı Kırmızı Kemal dedim. Cumartesi günü gider anneni görürsün dedi. Doğru söylemiş dedim. Cumartesi git gör anneni. Ama cumartesi gününe kadar annem burada yok ki dedi. Nasıl dedim? Annem rahatsız doktora gözükmek için gelmiş. Bugün Pazartesi, yarın doktora giderse gider, ben de annemi göremem dedi. Baktım Kırmızı Kemal’de haklı. Bekle dedim biraz. Alayın servis arabaları Çankaya’ya aşağı insin, seni Yıldız sırtlarından anneni görmeye gönderirim. Sevinerek çıktı. Bölük çavuşunu çağırdım ve dedim: “Ben Kırmızı Kemal’i gece 12’ye kadar izinli olarak gösteriyorum. Kendisi gidecek ve 12’de gelecek. Ben uyanık olursam sorun yok, uyuyorsam soyunsun yatsın. Herhangi bir şikâyete sebebiyet vermeyin.”

Doğrusu ben Kemal’i 12’de döner diye izinli kılarken sabaha karşı 3’te ya da 5’te geleceğini düşündüm. Kendi kendime önemli değil dedim. 4’te bile gelse eğitime 7.30 çıkacağımıza göre, giyinir çıkar herhangi bir şikâyette olmaz. 22.00 sıralarında kapım çalındı ve karşımda Kırmızı Kemal’i gördüm. 2 saat önce gelmesine şaşırmıştım. Oğlum neden 2 saat erken geldin? Ben seni gece 12’ye kadar izinli tutmamış mıydım? Hiçbir şey söylemeden masanın üzerine gazeteye sarılmış bir paket açtı. Baktım içerisinde beyaz siyah çizgili bir pijama. Nedir bu dedim. Komutanım annem bana pjiama getirmiş. Anladım ki, izine gittiğini ispat anlamında onu bana gösteriyor. Tekrar neden 2 saat önce geldiğini sordum. Yine bir şey söylemeden yine, masanın üzerine portakal büyüklüğünde bir paket bıraktı. Bu nedir dedim. Komutanım bu çay. Annem size gönderdi. Oğlum bölüğün çayı vardı, zahmet etmeseydi keşke, dedim. Merakım daha çok arttı. Tekrar sordum. Niye dedim annenden 2 saat önce geldin? Bir cümle söyledi bana, yeminle söylüyorum beni hıçkırıklara boğdu. Dedi ki, “Komutanım! Eve gittim. Anneme söyledim. Anne sana gelmek için bölük komutanından izin istedim vermedi. Beni sana Yavuz Bülent Teğmenim gönderdi. Eğer o izin vermeseydi sana gelmem mümkün olmayacaktı, seni göremeyecektim.” Ben böyle söyleyince annem bana dedi ki: “Oğlum Kemal! Ben anayım. Gözün karnı yok ki doysun. Sana iki saat değil, iki gün değil, bir ömür boyu baksam doyamam. Var erken git kumandanını müşkül durumda bırakma.” Annem böyle söyleyince erken çıkmak durumunda kaldım. Kemal’in annesinin o sözü bizim edebiyatımızın, bizim yaşayışımızın en güzel ifadelerinden birisidir. Askerimin yanında ağlayamadım. Kemal derhal çık git yat, dedim. Gittikten sonra ben hıçkırıklara boğuldum. (Bu olayı anlatırken de gözleri doldu Yavuz Bey’in). Kendi kendimle konuşmaya başladım. Oğlum, Yavuz Bülent. Senin annen de sana bu gözlerle bakan bir anne. Bugüne kadar sen bir çok şiir yazdın. Annen için yazmış olduğun bir şiir var mı? Yok. Utanmıyor musun bu yokluktan ilgisizlikten? Peki bu utancın daha ne kadar devam edecek? Bunu en kısa zamanda gidermeye çalışacağım dedim. Ben Kemal’in annesinin o veciz ifadesinden sonra analar üzerine şiir yazmaya başladım.

* Sayın Bakiler kitap okuma alışkanlığı kazanılsın diye çok fazla düşünüyor ve konuşuyoruz. Kitapla hiç barışmamış insanlarda var bu toplumda.. Onlara ne söylemeliyiz ki onlar kitapla barışsın?

Bu soru en mühim meselelerimizi ortaya koyması bakımından çok önemlidir. Batıdaki ilim adamlarının bir tesbiti var. Diyorlar ki, her insan doğuşuyla birlikte dünyaya bir deha merkeziyle beraber gelir. Yani her insanın beyninde mutlak bir deha merkezi var. Annelerin, babaların, öğretmenlerin, devletin vazifesi bu deha merkezini çalıştırmaktan geçer. Deha merkezi çalışmazsa çocuklar gelecekte kendilerini ifade edemezler. Bir meseleyi okuyamazlar anlayamazlar. Ben bu tesbitleri okuduktan sonra kitabımızın neden oku emriyle başladığını, Peygamberimizin neden bir dakikalık tefekkür yüz rekât nafile namaz kılmaktan daha üstündür dediğini daha iyi kavradım. Kelimeler olmadıktan sonra düşünmeniz mümkün değildir. Kelimeyi de düşünceleri de bize kitaplar veriyor.

Ankara’da hukuk fakültesine kaydımı yaptırdıktan sonra topluluk karşısında 5 dk. irticalen konuşma kabiliyetine sahip değildim. Evde annem babam İslâm’a kayıtsız şartsız bağlı olmalarına rağmen iyi bir terbiyeden geçmedim, iyi bir terbiye almadım ben. Neden? Babam beni karşısında kat’iyen konuşturmadı. Bu dünyanın en büyük yanlışlarından bir tanesidir. Sus çıkartma sesini. Büyükler karşısında konuşulmaz. Aksine büyüklerin karşısında konuşmak icap eder. Kendi yaşıtlarımın arasında konuşurken yanlışlarımı bilemem ki. Büyükler beni dinlemeli ve birtakım güzellikleri bana vermeli. O bakımdan baba evimizde adeta bir orgeneral hüviyetiyle yaşadı. Ben hiçbir meselemi babama anlatamadım. Meselelerimi anneme söyledim. Annem babama söyledi. Babam anneme verdi cevabını. Annem gelip bana anlattı. Böyle terbiye olur mu? Aksine doğrudan doğruya ben babamla konuşabilmeliydim. Belki size garip gelecek ama yeminle söylüyorum, benim üniversitede okuduğum yıllarda en büyük arzularımdan birisi tatil dolayısıyla Sivas’a döndüğümde babamın koluna girebilmekti. Ben o hasreti hâlâ yaşıyorum (gözleri yaşardı Yavuz Bülent Bakiler’in). Babamın koluna giremedim. Çünkü babamın koluna girebilmeyi, babam bir nev’î terbiyesizlik olarak düşündü. Hayır bunun terbiyesizlikle hiç alâkası yok. Babam beni karşısında hiç konuşturmadı. Böyle bir yanlış terbiye sisteminden geçtiğim için üniversitede 3-5 dakikalık konuşma kabiliyeti içinde değildim. Kendi kendime diyordum ki, yarın sen avukat olacaksın, hakim olacaksın. Toplulukların karşısına çıkacaksın. Söz söyleme kabiliyetin yok. Böyle insan olur mu? Sonra kendi kendime sordum; Nasıl olmalı ki söz söyleme kabiliyetine sahip olmalıyım? Kelime dünyam zengin olmalı. Kelime dünyam zengin olmadan konuşmam mümkün olmaz. Yoksa konuşurken ikide bir –ee derim, –aa derim, yani derim. Yani bir takım çirkin sözlerle zamanı çirkinleştirmeye başlarım. Şimdi ben gördüm ki, okudum ki kelime dünyası zengin kişiler meramlarını doğru ifade edebilirler. Oturdum ve okumaya başladım. Okudukça çok cahil bir insan olduğumu gördüm. Neler varmışta ben o güne kadar farkına varamamışım. Okudukça hafızamda yeni kelimeler filizlenmeye başladı. Günün birinde o kelime dünyam zenginleştikten sonra bana topluluk önünde söz söyleme vazifesi verildiği zaman öyle 3-5 dakika ile değil 1-2 saatle değil 4 saat konuşmaya başladım. Bunu ben tamamen kitaplara borçluyum. Bu yüzden çocuklarımızı kitaplarla dost etmeli ve evlerimizin bir köşesini mutlaka kitaplık haline getirmeliyiz.

* Babanızdan bahsederken ben hiç babamın koluna giremedim dediniz… Siz sevmeyi kadınlardan öğrenmişsiniz. Bu da bir naiflik kazandırmış üslûbunuza.

Doğru. Çünkü seven bir insanın yüreği başka şekilde çarpar. Sevmeyen insandan Allah bir takım güzellikleri koparıp almıştır. O insana hidayet nasip etmemiştir. Allah bütün insanlara hidayet nasip etsin. Bütün insanlara sevme duygusunu fazlasıyla versin.

* Yavuz Bülent Bakiler kendini çok iyi ifade edebilen biri. Hiç yanlış anlaşıldığınız zamanlar oldu mu?

Dünya kadar. Biliyor musunuz ben Türkiye’de Türkçeyi savunduğum için 3 defa savcı karşısına çıktım. Hakkımda yeni bir soruşturma başlatılacağını gazetelerden okudum. Mühim bir soru sordunuz. Şile’de bizim bir belediye başkanımızın dâvetine uyarak bir sohbette bulundum. Orada Türkçe karşılıkları olmasına rağmen lüzumsuz yere dilimize Arapça ve Farsça kelimeler karıştıran kimselerin yanlışlığını ifade etmeye çalıştım. Ben hukuk fakültesinde okurken Anayasa Hukuku profesörümüz Bülent Nuri Esen bize 200 yıl önce yazılan bir takım hukuk kaidelerini o yüzyılın diliyle ezberletirdi. Ben doğru düzgün Türkçe konuşmaktan acizim. Geliyorum hukuk fakültesine ve hocanın kitabında şu ifadeyi görüyorum: “Tarık-i umumi üzerinde nasın müsellah olarak tecelli memnudur. Kezalik nasın üzerinde gayri müsellah tecemmuu memnudur.” Bu cümlenin Türkçe karşılığı şöyle: “Umumî yollar üzerinde halkın silâhlı olarak toplanması yasaktır. Aynı şekilde umumî yollar üzerinde halkın silâhsız olarak toplanması da yasaktır. Bunu böyle ortaya koymak gerekirken “tarık-i umumî üzerinde nasın müsellah olarak tecelli memnudur” şeklinde ifade etmek doğru mu? Bana göre yanlış. Bir adam bir kasaba gitmiş demiş, “Ya şakirdi kassab lahmü ganemden vahit kıyye bil vezni ita eyle” Adamda sanmış ki bir âyet-i kerime okuyor. Amin hocam, amin demiş. Tekrar söylemiş adam yine amin, demiş. Ya demiş ben senden deminden beri bir kilo koyun eti istiyorum. Bir kilo koyun etini tartarak versene. Ya hocam ben ne bilirim dediğinizden. Bunu bana doğru dürüst Türkçe söylesiniz ya. Bakınız ben bunu Şile’de örnek olarak verdim. Orada bizim deprem profesörlerimizden biri ayağa fırlayarak bağırmaya başladı, “Burası Türkiye’dir. Burada Türkçe konuşulur. Orada öyle âyet-i kerimeler okuyarak laikliği ihlâl edemezsin.” Görüyor musunuz, yanlış anlaşılmak işte. Ben ne söylemek istiyorum, adam ne anlıyor. Gitti beni Şile savcısına şikâyet etti. Savcı onun göstermiş olduğu şahitleri dinlemesine rağmen bana üzüntüsünü ifade etti ve takipsizlik kararı verdi. Geçen günlerde Bodrum’da konuştum. Orada bir takım insanlar söylediklerimi anlayamadıkları için savcılığa suç duyurusunda bulunmuşlar. İşte bunların hepsi bizim kelime dünyamızın kısırlığından meydana geliyor. Hepsi Türkçeyi yeterince bilmediğimizden kaynaklanıyor. Ayıbın ötesinde bir ayıptır.

* Bu aralar nesirle ilgileniyorum dediniz. Yeni ilhamlar gelmiyor mu şiirle ilgili?

Nesir yazmaktan şiir yazmaya zaman bulamıyorum doğrusu. Şiir biraz rahat insanın işi biliyor musunuz. Şiir yazabilmek için başımda bu meseleler olmamalı. Ben bir odaya çekilmeli ve düşünmeye başlamalıyım. Ondan sonra şiiri bir çeşmeden damla damla dökülen su gibi mısralara işlemeye çalışmalıyım. Benim o kadar zamanım yok. Günün çok büyük kısmını okuyarak düşünerek ve yazarak geçiren bir kimseyim. Bu konuda çok hoşuma giden bir şey var. Ablam, oğlum Emrah Melikşah’a; “Melikşah git bak bakalım baban evdeyse okumuyorsa yazmıyorsa size geleceğiz” demiş. Oğlum halasına, “babamın okumadığı yazmadığı düşünmediği zaman var mı?”diye cevap vermiş. Benim günlerim böyle geçiyor. Şikâyetçi değilim.

* Ne güzel. Etrafınızdakiler de şikâyetçi değillerse sorun yok.

Etrafımdakiler şikâyetçi Eşim haklı olarak şikâyetçi. Bizim evimizde 10 bin civarında kitap var. Eşim elini nereye atsa kitap geliyor. Kadıncağız bıktı usandı kitaplardan. Bunlardan 5 bin tanesini Sivas’a gönderdim. Sivas üniversitesine ve il halk kütüphanesine. 1-2 sene içerisindeki evdeki 5 bin kitap 7 bine filan ulaştı.

* Son olarak neler söylemek istersiniz?

Söylemek istediğim elbette çok şeyler var ama bunu tek bir cümleyle ifade etmek mümkün. Dinleyicilerimiz lütfen kitaptan uzak kalmasınlar. Okusunlar Türkçelerini güzelleştirmeye çalışsınlar.

(Genç Yaklaşım, Sayı-36,

Ağustos 2007 sayısından alınmıştır.)

Tuğba Akbey İNAN

19.08.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Röportaj

  (13.08.2007) - Devlet ve zenginler daha az tüketmeli

  (09.08.2007) - Ev tekstili ürünleriyle Osmanlı nakış sanatını dünyaya tanıtıyorlar

  (23.07.2007) - Avrupa Birliği yolundan çıkarsak Türkiye için de, Avrupa için de iyi olmaz

  (21.07.2007) - ‘Her eve bir külliyat’

  (16.07.2007) - Demokrasinin ve özgürlüklerin önü açılmalı

  (12.07.2007) - O güzelliğe kıymayın beyler

  (09.07.2007) - Türkiye eskisi gibi olamaz

  (02.07.2007) - İslâmî kesim daha özgürlükçü

  (27.06.2007) - Güneydoğu’daki sorun bir demokrasi sorunudur

  (25.06.2007) - Resmî ideoloji riyakârlıktır

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri