GİRİŞ:
Türkiye’nin demokratikleşme adımlarıyla birlikte, bazı statükocu güçlerin daha da radikalleştiği ve kendi yapılarını koruma pahasına akıl almaz şeyler yapacağı tezleri ortalığı kasıp kavuruyor. Benim kanaatim, bu felâket senaryolarının belli bir gerçekliği olsa dahi, insanları korkutma ve umutları kırma noktasında daha büyük etki yaptığıdır. Türkiye’deki yapının özgürleştirilmesi halinde, toplumun büyük bedellerle karşı karşıya kalacağı fikrinin insanları nasıl geri adım attırdığını görmemiz gerekiyor.
Türkiye’nin devlet sistemini ve rejimini yıllardır takip eden ve bu konuda çeşitli makaleler ve kitaplar yazan Prof. Dr. Ahmet İnsel ile Türkiye’nin tıkanan sistemini ve bu tıkanıklığın sebeplerini konuştuk. Son yaşanan gelişmelerin insanlar üzerindeki etkisini değerlendirdik. İnsel’in demokratlarla mağdurlar ayrımı ilginç bir tesbit. İnsel bu konuda şunları söylüyor: “Otoriter yapı dışında kalanların da hepsi demokrat değiller. Askerin siyaset dışında kalmasını isteyip de otoriter cephenin karşısında olanlar da var. Mağduriyetlerinden dolayı demokrat gözükenler de var. Bunlar demokrasi değil, mağdurlar cephesi oluşturuyorlar. Türkiye’de hâlâ otoriter kesime karşı tepkinin toplumsal olarak güçlü olmasını engelleyen olgu, bu tepkiyi dile getirenlerin, tutarlı olmamaları ve demokrasinin sesi, gücü konusunda inandırıcılığını ispat edememiş olmalarıdır.”
*Türkiye’deki rejimi pretoryen cumhuriyet olarak tanımlıyorsunuz. Bu sistemi biraz açıklar mısınız?
Pretoryen tabiri, Antik Roma’da konsüllerin etrafında oluşan koruma birlikleridir. Pretuar alan, komutan çadırının etrafındaki alana işaret eder ve o alana girmek yasaktır. Roma’da önemli ilkelerden bir tanesi senatonun alanına kimsenin girememesiydi. Bir müddet sonra bu pretuar güçlere hassa birlikleri oldukları için senatonun kutsal alanına girme izni verildi. Milattan sonra 2. yy’dan sonra pretuar güçler güçlü birlikler haline geldiler. Böylelikle pretoryen güçler imparatoru deviren yerine, imparator seçen dolayısıyla kendileri için çalışan bir zümre haline geldiler. Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra bu güçler likide edildi, ama tabir kaldı. 19.yy’da Marks, Napolyon’un darbesinden sonra seçimle gelmemiş kendini imparatorluk fikrinin sahibi olarak gören bir kesim için bu tabiri kullanmıştır. Pretoryen güç, seçilerek gelmeyen, kendini iktidarın doğal sahibi olarak gören, bunu darbeyle, entrikalarla sürdürmeye kararlı olan bir çevreyi belirtmek için kullanıldı. Modern siyaset biliminde ise, pretoryen devlet kavramı Latin Amerika’da üst üste askerî ve sivil darbeleri yapanları belirtmek için kullanmıştır.
* Türkiye’ye dönersek pretoryen güç kavramını nasıl izah edebiliriz?
Bir kere benim kullanımım, Türkiye’de sistemin, devletin, rejimin, cumhuriyetin sahibi olduğunu zanneden bir çevrenin olmasıyla ilgili bir kullanımdır. Bir çevre kendini devletin sahibi olarak ilân ediyorsa, bu ifade başkalarının sahip olmama olgusuna bina edilmiş demektir. Herkesin sahip olduğu bir şey, kimsenin sahip olmadığı bir şeydir aslında. Türkiye’de ordu kurumsal olarak anayasanın giriş bölümünde yer alan ifadelerle kendini açık bir şekilde rejimi ve devleti koruma ve kollama göreviyle yetkilendirmiş olarak tanımlıyor. Böylelikle iktidarı yapan güç, yanında koruyan güç, belirleyen güç konumuna da geçebiliyor. İktidarı kurmak başka bir şey, iktidarı yapmak, belirlemek başka bir şey. Ne yazık ki, Türkiye’de TSK iktidarın belirlenmesinde baskın güçlerden birisi...
* TSK’nın siyasete müdahalesinden rahatsız olan sivil siyasetçiler, ordunun müdahalelerini önleyecek kanunları neden yapmıyorlar?
Bir kere kültürel olarak Türkiye toplumunda askerin siyasete karışmasına yaygın bir tepki vardır. Diğer taraftan da ordunun zaafa düşmemesi, orduyla çatışmaya düşülmemesi konusunda güçlü bir refleks vardır. Bundan dolayı, Türkiye’de bir taraftan ordunun siyasete karışmasından şikâyet edilir, ancak şikâyetin sonuçlarını alacak adımlar atılmaz. Bütün sistem partileri için bu geçerlidir.
*Burada toplumun Kurtuluş Savaşı psikolojisinden hâlâ çıkamamış olmasının etkisi var mıdır?
Kurtuluş Savaşı sırasında yerleşmiş olan slogan vardır. 1930’larda Şevket Süreyya’nın “ordulaşmış millet rejimi” tabiri her şeyi ortaya koyar. Bunun altında Osmanlı’nın Avrupa’yı talana gitmesinden çokça övünürseniz, bu övünç sizde askerî ruhun meşrûiyetine gidecek kapıyı da açar. Bizim muhafazakâr kesimlerde böyle bir çelişki vardır. Bir taraftan ordunun müdahalelerine karşı gelirler, bir taraftan da ordunun yapabileceği işleri tarihte yüceltirler, sivil işlerden dem vurmazlar.
*Peki, Türkiye’nin resmî ideolojisi olması, sivilleşme önünde bir engel mi? TSK’nın sistem üzerindeki ağırlığının bir sebebi de bu mu?
Bir ülkede resmî ideoloji olmaması gerekir. Bir ideolojinin resmî olması, diğer ideolojileri dışlaması anlamına gelir. Devletin sadece kendi doğrularını kabul etmesi anlamına gelen resmî ideolojinin ortaya çıkaracağı yapı otoriter ve totaliter yapıdır. Resmî ideoloji görünüşte Atatürk milliyetçiliğidir. Aslında Atatürk milliyetçiliğinde daha kapsamlı ve derin olan devletin topluma nazaran daha üstün bir konumda olması gerektiği, devleti korumanın toplumu korumaktan daha önemli olduğu fikridir. Onun için 12 Eylül Anayasası da esas olarak devleti toplumdan koruma refleksinin ağır bastığı bir sistem kurmuştur. Bu çerçevede, 12 Eylül ideolojisi bir devletçi ideolojidir. Diğer taraftan resmî ideolojinin varlığı, bu ideolojiyi benimsemeyenleri rejimin düşmanı konumuna itmektedir. TSK’nın önde gelenleri, son günlerde ‘rejimin düşmanları vardır, hep olacaktır’ türünden yapısal iç düşman fikrini dile getirdiler.
* Resmî ideolojinin farklı sesler yükseldikçe daha da radikalleştiğini görüyoruz. Değişen dünyada, gelişen demokraside resmî ideolojiyi savunmak nasıl bir şey acaba?
Bunu resmî ideoloji sahiplerine sorsanız, “Atatürk milliyetçiliği katı bir kalıp değil, değişen dünyaya uyan bir sistemdir” meşhur savunmalarını yaparlar. “Atatürkçülük dogma değildir, değişen çağdaş dünyaya kendini adapte eden bir kalıptır” derler. Ancak toplumun içinde iç düşmanlar olduğunu savunmak, demokrasiye taban tabana zıttır. Bu iç düşmanların tesbit ve yok edilmesini rejimin aslî enerjisi olarak tanımlayan bir yapılanma özgürlükçü demokrasi anlayışına sığmaz. Burada totaliter tınılar ön plana çıkmaya başlar.
*Evet bu tınıları son zamanlarda daha çok duymaya başladık. Peki bu tınıların ülkeye hakim olması mümkün mü?
Toplum çeşitlendikçe, bu tınıların tutması zorlaşıyor. Bir homojen köylü toplumuna bunu daha iyi uygularsınız. Homojenliği giderek bozulan şehirlerde, farklılıkların bir zenginlik olarak kabul edildiği yapılarda bu tınıların tutması zordur. Aynı zamanda zengin yoksul ayrımının büyüdüğü toplumlarda insanları ideolojilere inandırmak zordur. Buradan hareketle Atatürk milliyetçiliğinde, yani resmî ideolojide “imtiyazsız, sınıfsız bir kütleyiz” sloganı hakimdir. Biz imtiyazsız, sınıfsız bir kütle değiliz. İmtiyazlarımız var, çok ciddî sınıf farklarımız var. İstanbul’la Hakkari’de yaşayan insanlar, hatta İstanbul’un varoşlarıyla zengin muhitlerinde yaşayanlar aynı kaderi paylaşmıyorlar. Gayet imtiyazların olduğu, gayet açık şekilde sosyal sınıfların çatır çatır olduğu bir toplumuz. Bu anlamda da resmî ideoloji bir riyakârlıktır. Bunun bastırılması gizlenmesi ideolojisidir.
*Türkiye’nin değiştiğini söylüyoruz, ama statükoyu savunan toplum kesimleri de var...
Toplumun çok çeşitli kesimleri var. Statükoyu savunanlar da toplumun bir parçası, ama kendilerini toplumun bir parçası olarak tanımlamıyorlar. Bunun dışında, bütünün hakkında söz söylemeye ve karar alma yetkisine sahip görüyorlar. Kendilerini yetki olarak görüyorlar. Toplumun içinde kimi kesimler, “İslâmcılar iktidara gelecek örtüneceğiz” kimisi de “dinsizler iktidara gelecek ezanlar susturulacak” korkuları yaşayabilir. Bu korkuların ne kadar gerçeğe tekabül ettiğini tartışarak, ne kadar aşırı olduğunu konuşarak görebiliriz. Toplum olmak böyle bir şeydir. Ama sorun olan toplumun bütünü hakkında içinden değil, üstünden bir yargıya ve bu yargıyla bir gidişata karar vermek pretoryenliğidir. Bu totalizmdir, bu demokrasiye aykırıdır. Türkiye toplumunda ana sorunlardan biri, demokrasiye hak talep etme olarak bakılmasıdır ve kesimlerin kendilerine demokrat olmalarıdır. Başkalarının haklarını savunmanın, asıl demokrasi olduğunu anlayamıyorlar.
*Bir iktisatçı olarak değerlendirirseniz; asker ve sivil arasında ekonomik bir iktidar mücadelesi de var mı?
Burada sadece asker sivil mücadelesi yok. Askerlerin yanında da siviller var. Dolayısıyla bazı siviller TSK ile birlikte bir otoriter sistem içinde yer alıyorlar. Ama diğer taraftan da otoriter yapı dışında kalanların da hepsi demokrat değil. Askerin siyaset dışında kalmasını isteyip de otoriter cephenin karşısında olanlar da var. Mağduriyetlerinden dolayı demokrat gözükenler de var. Bunlar demokrasi değil, mağdurlar cephesi oluşturuyorlar. Türkiye’de hâlâ otoriter kesime karşı tepkinin toplumsal olarak güçlü olmasını engelleyen olgu, bu tepkiyi dile getirenlerin, tutarlı olmamaları ve demokrasinin sesi, gücü konusunda inandırıcılığını ispat edememiş olmalarıdır.
*Az önce resmî ideolojinin çağdaş dünyaya uymadığını söylediniz, ancak pretoryen güç sahiplerinin günün şartlarına göre kendini dizayn ettiğini söylüyorsunuz?
Evet. Günün şartlarına adapte olabiliyor. Bazı tehditlerle, bazı kurumsal girişimlerle, kurumların yasalarda tanınan haklarını çok iyi kullanarak dezenformasyon ve manipülasyon girişimleriyle belli bir güce sahipler. Tabiî pretoryenler çok güçlü bir kurum, hiyerarsik olarak güçlü bir yapıya sahip, geniş imkânları var. Bunun karşısında durabilmek, onun attığı hamlelere karşı eşit güçte hamleler geliştirmek çok güç gerektiren bir şey...
* Cumhuriyet mitingleri de pretoryenlerin günün şartlarına uygun stratejiler geliştirmesi diyebilir miyiz?
Tabiî ki...Türkiye’deki pretoryenler halkı harekete geçirerek bir taban bulma yoluna hiçbir zaman gitmediler. Ondan ürkerlerdi. Şimdi toplumsal taleplerin dile getirildiği mitinglerin yapılması yolunu açtılar ve buna artık karşı çıkamazlar. 27 Mayıs darbesine giden yolda sadece üniversite gençliği ve Harp Akademileri öğrencilerini sokağa döktüler. Bugün insanları sokağa döktüler. Bu demokratikleşmenin önünü açacaktır. Burada diyalektik dinamik bulmak mümkün. Türkiye toplumunun dillenmesi, seslenmesi ve hareketlenmesi imkânını da güçlendirmiştir. Artık demokrasi isteyen insanlar da sokağa çıkabilecektir.
*Hudson Enstitüsü’ndeki Türkiye üzerine kurgulanan senaryoyu ve yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Böyle bir toplantının bilgisinin dışarı sızdırılması, orada ciddî bir dezenformasyon, kitle psikolojisi üzerinde oynama girişimi var. Bu tür senaryolara midesi kaldıran katılır, benim midem kaldırmıyor. Bu senaryolar topluma bir olasılık olarak aktarıldığında, kendi gerçekliğini üretir. O zaman tehlikeli olurlar. İnsanlar, “Bu adamlar bunu konuşuyorlarsa, bu iş ciddîdir olabilir” diyebilirler. Hayalî bir senaryo, insanların kafasında işlemeye başlar ve tehlike unsuru oluşturur.
*Kasıt nedir peki?
“Toplumda her şey olabilir. Çok büyük bir kurumun başındaki bir insan öldürülebilir. Kürtler ayaklanabilir. Türkiye kan gölüne dönüşebilir.” Her şey korku psikozu meydana getirmek üzerine kurgulanmış olabilir. Bu psikoz insanların güvenli bir güce sarılma ihtiyacını meydana getirebilir. Diğer taraftan bunun toplumdaki tepkileri test etmek için yapılmış olabilir. Burada kasıt yoksa bile burada cehalet ve tedbirsizlik söz konusu.
*Peki generallerin bu toplantıya katılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Genelkurmayın stratejik araştırmalar merkezinde kurmaylar içinde, ne felâketler senaryolarının tartışıldığını bilmiyoruz. Ama onlar orda kalmak üzere konuşulan şeylerdir.
*Önemli nokta sivil asker gerginliğinin yaşandığı bir zaman bu haberlerin yayınlanması değil mi?
Eğer böyle bir kaos çıkarılmak isteniyorsa, think thank kuruluşuna ihtiyacınız var mı?
* Ama Türkiye’deki darbelerin arkasında Amerika’nın olduğu yaygın bir kanaat değil mi?
Bunun think thank kuruluşu tarafından yazılmasına gerek yok. Türkiye’de cumhuriyetten beri yaşanan olayları izleyen biri, kafasında canlanan senaryoları gazetelerde okurken bazı gerçekleri görüyordur zaten.
*23 Temmuz’da AKP’nin güçlü çıkması halinde darbe yapılacağı fikrine katılıyor musunuz?
Türkiye toplumunun güçlü bir seçim meşrûiyeti var. Seçim kararı verildiği andan itibaren hiç darbe yapılmadı ve darbeler seçim sonrasına denk gelmedi. Türkiye’de toplumsal meşrûiyeti açısından önemli olgular.
‘Vatanı satıyorlar’ diyenler
kendilerini değerlendirsinler
*OYAKBANK’ın Hollandalılara satılmasını nasıl yorumluyorsunuz?
Kendilerini nasıl savunacaklar bilmiyorum (gülüyor). Ereğli Demir Çelik konusunda da benzer bir durum oluşmuştu. Anlaşılan o ki, modern dünyanın gerçekleriyle statükonun gerçekleri arasındaki uçurumunu gösteren en iyi örneklerden bir tanesi budur.
*Askerin katı tutumunun bir çözülmesi olarak görebilir miyiz bu gelişmeleri?
Onu söylemek için çok erken. ‘Vatanı satıyorlar’ diye bağıran kişilerin; kendilerini, söylediklerini değerlendirme zamanı gelmiştir.
|