Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 07 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Mustafa ÖZCAN

Yeşil devrim mi, ılımlı İslâm mı?



Stratejist Nejat Esslen Paşanın bugünlerde kafası karışık olmalı. AKP’nin 22 Temmuz seçimlerinde almış olduğu zaferi ‘yeşil devrim’ olarak nitelendirmiş. Halbuki, Holbrooke, tam tersine bir şekilde Malezya’nın ‘İslâm hadari’ modeliyle AKP’nin isimsiz, tanımsız veya pratik modelini İslâm dünyasına iki ılımlı model olarak takdim ediyor. Acaba Holbrooke’un tespiti mi doğru, yoksa Eslen Paşanın mı? Bu sorunun cevabından önce, genel bir tespit yaparak şunu söyleyebiliriz: Duruşa göre tanım değişiyor. Yani yeşil devrimden veya ılımlı İslâm tabirlerinden ne anladığınıza bağlı. Bunların muhtevasını tayin etmeden, üzerinde bir tanıma varmak imkânsız. Önce Holbrooke ne dedi ona bir bakalım: “11 Eylül’den beri, ABD, dünyanın her yerinde ılımlı İslâmî demokrasiler istiyoruz diyor. İşte, sadece iki tane var. Türkiye ve Malezya. Türkler çok dramatik seçim yaptı. Barış içinde ve dürüst seçimler oldu. Ilımlı bir Müslüman parti, meşruiyetlerini Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Atatürk’ten alan ünlü milliyetçi partileri mağlup etti. Bu ılımlı Müslüman parti İsrail ile de iyi ilişkiler içinde ve AB’ye üyelik istiyor. Ben de bunu kuvvetle destekliyorum. Ama, bazı meseleleri var...” Bu ifadeler Türkiye’de ılımlı İslâm karşıtlarına iyi bir koz verdi, malzeme oldu. Sözgelimi Cumhuriyet gazetesi ve Vatan gazetesinde kimi yazarlar hemen bu tanımı delil kabul ederek AKP tehlikesinden dem vurmaya veya bunu delillendirmeye çalıştılar. Her şeyden önce anayasada Kemalizmin yeri konusunda Naci Ünver’le paslaşan ve aynı zemini paylaşan Ruhat Mengi, ‘Amerika her yerde ılımlı İslâm’ı istiyor’ diyerek baltayı taşa vurmuş oldu. Genelleştirmiş. Ruhat Mengi ve Cumhuriyet gazetesi, Cumhurbaşkanı ile birlikte ‘ılımlı İslâm’a aynı zaviyeden bakıyorlar. Onlara göre tek bir çeşit İslâmî model var ve bu da radikal İslâm’dır. Ilımlı denilenler ise, radikalleşme istidadı taşıyanlardır. Nitekim Ruhat Mengi bir zamanlar Türkiye ile birlikte Wolfowitz’in favorisi olan ve baştacı ettiği Endonezya’nın, ılımlı bir İslâm ülkesi iken hızlı bir biçimde radikal İslâm’a kaydığını ve evrildiğini yazıyor. Galiba Malezya’nın da ılımlı İslâmlaşmadan laikliğe kaydığını görmüyor ya da görmek istemiyor.

***

Gerçekten de Holbrooke’un Malezya-Türkiye fayına veya beraberliğine karşı Wolfowitz’in tercihi 6 oklu Türk modeli ile 5 ilkeli (Pancasila) Endonezya modeli idi. Ama Wolfowitz, şimdi aynen Ruhat Mengi gibi, ikisine de karşı. Wolfowitz’in karşı oluşu da “zaten Amerika her yerde ılımlı İslâm istiyor” diyen Ruhat Mengi’nin tekzibidir. Gerçekten de bu meselede Amerikalıların hemfikir olmadıklarını unuttu ise, kendisini arşive havale ederek Aslı Aydıntaşbaş’ın ‘Washington’da acıklı manzara’ yazısını bir kez daha okumasını salık verir ve tavsiye ederim. Belki o zaman ikna olur. Aydıntaşbaş, izlediği yıllık olağan ATC toplantılarının özünü ve ruhunu yansıtan bir cümle sarfediyor: “(Amerikalı muhataplarımdan) AK Parti iktidarıyla ilgili olumlu bir söz duymadım. Türkiye’nin “Malezyalaşması”ndan korkuyordu. Bundan benim çıkardığım, Batılı olmaya değil, daha muhafazakar olmaya özenen bir toplum algılaması...(29/03/2006. Sabah)” Demek ki Malezyalılaşmak bile Türkiye için tehlikeli addediliyormuş. Neoconların böyle düşündüklerinden eminim. Ama yine de muayyen çevrelere göre, bu model hiç yoktan yeğdir. En azından Demokratlar veya Amerikalı liberal çevrelerin tercih ettikleri bir meslek. Neoconlar ise, Türkiye’de kendi karşılıklarını çoktan bulmuşlar. Onların tercihi ulusalcılar ve militarist çevreler.

***

Peki biraz da şu benzetilen (müşebbehun bih olan) Malezya modeli üzerinden Türk modeline göz atalım. Eski tabirle atf-ı nazarda bulunalım. Holbrooke’dan önce Kofi Annan da Malezya için ‘İslâm dünyasının gözbebeği ve model ülkesi’ tanımında bulunmuştu. Orada da Saadet çizgisinde olan PAS ile AKP çizgisinde olan UMNO arasında bu tanım çerçevesinde büyük bir kriz patlak verdi. 2004 yılında iktidarı kaybeden PAS liderleri, ülkede sekülarizmin ilerlediğini ve anayasada ‘Malezya’nın resmî dini İslâm’dır’ yazmasına rağmen, rejimin laik tehdit altında olduğunu savunuyorlar. Buna mukabil, laikliğin halk arasında dinsizlik gibi algılanmasından korkan UMNO’dan başbakan yardımcısı Necip Razzak tartışmalara, ‘Biz hiçbir zaman laik bir ülke olmadık. Olmayacağız da… Ülkemizin resmî dini İslâm’dır ve biz İslâmî bir ülkeyiz’ sözleriyle iştirak etti. Ama tartışmalar dinmedi . İşin seyri değişti. Bunun üzerine Malezya’daki rejimin şeriattan farklı olduğunu savunan hukukçular, üniversite profesörleri ve dinin kamusal alandan dışlanmasını isteyen muhalif sesler ayaklandı. Bunun üzerine basın yayın kurumlarına tartışma yasağı getirildi. Yani Malezya modeli tartışılamıyor zira iğreti ve tanımsız. Fiilî bir durum. İşte bu noktada uluslararası mahfillerde tanınan siyaset bilimcilerden Chandra Muzaffer: “Hükümet aslında laik rejim istiyor. Ama açıkça ‘laik rejim istiyoruz’ derlerse suçlanacaklarını biliyorlar’ diyor. Gönüllerindekini söyleyemiyorlar. Chandra Muzaffer’in teşhisinden yola çıkarsak, aslında Holbrooke tam isabet etmiş. Ilımlı İslâm bir süre sonra liberal İslâm’a evrilecek ve böyle anılmaya başlanacak ve bir süre sonra İslâm ekine de gerek kalmayacaktır. Bir zamanlar Mısır’da, “Hz. Muhammed” adlı kitaplarından tanıdığımız ve kitabı Hürriyet gibi gazetelerce promosyon olarak verilen Muhammed Heykel Paşanın liberal parti kurması gibi… AKP saflarında Heykel paşa nümunelerinden bol bir şey yok.

07.08.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

AB yolundaki engelleri aşmak



Yıllar önce; Türkiye’nin ‘devlet politikası’ olarak ilân edilen “Avrupa Birliği üyeliği hedefi” ağır aksak da olsa ilerliyor. Birliğe üye olmak için bizden sonra yola çıkan ülkeler üye olabildi, ancak Türkiye hâlâ ‘Üye olabilir mi olmamaz mı?’ tartışmalarına konu oluyor.

Üyelik yolundaki gecikmenin pek çok sebebi var. En başta üyelik şartlarını yerine getirmedik. Yapar gibi yaparak, güya AB’yi ikna edebileceğimizi düşündük, ama olmadı. AB yetkilileri her fırsatta bize ‘şartlar’ı hatırlattılar. Türkiye’yi idare edenler ise, “Gerekirse Kopenhag Kriterleri’ni Ankara kriterleri yapar, yolumuza devam ederiz” demekten başka ciddî bir şey yapamadılar.

Her ne ise, olan oldu ve bugüne geldik. Bir tevafuk eseri olsa gerek; aynı günde iki ayrı ‘uzman’ AB-Türkiye ilişkilerini değerlendiren ciddî açıklamalar yaptılar. Bu isimlerden biri, Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi ve AB uzmanı Doç. Dr. Hakan Yılmaz, diğeri ise, Avrupa Parlamentosu Milletvekili Vural Öger. Her iki uzman da, “Akıl için yol bir” noktasında birleşmiş.

Çok kısaca özetlemek gerekirse Doç. Dr. Hakan Yılmaz’la ilgili haber şöyle: “Doç. Dr. Yılmaz, Devlet eliyle yapılan tanıtımların Avrupa halklarınca propaganda olarak algılandığını belirterek, sivil toplum örgütleri aracılığıyla Avrupa ve dünyada mümkün olduğu kadar çok alanda etkili olmak gerektiğini söyledi. (...) Ayrıca, Türkiye’nin devlet eliyle tanıtım yapmasının (...) Avrupa halklarınca propaganda olarak algılandığını belirten Yılmaz, yurt dışında konser verme, tanıtım filmleri, gazete ilânları, afişler hazırlama gibi yöntemlerin, “Avrupa’da Türk imajını yükseltme açısından çok az etkili olduğunu” öne sürdü.

“Bizim bu klasik (...) tanıtım meselesinden çıkıp, daha çok sivil toplum örgütleri (STÖ) ve devletin işbirliğiyle yapılabilecek ama sivil toplumun ön planda olduğu bilfiil etkinliklere katılarak çok alanda angaje olmamız gerekiyor. Türkiye’nin AB sürecinde en önemli konuların insan hakları ve demokrasi olduğunu da ifade eden Yılmaz, imajın düzeltilmesi için, “bu konularda sansasyon olabilecek ihlallerin sayısının minimize olması gerektiğini” söyledi. (AA, 5 Ağustos 2007)

Bir de AP Milletvekili Vural Öger’in tesbitlerine bakalım: “(Türkiye’yi tanıtmak) Dış ülkelerde posterler filan asarak üstesinden gelinebilecek bir sorun değil. Konu çok geniş kapsamlı olarak ele alınmalıdır. Özetlemek gerekirse, bir imaj kampanyasına ihtiyacımız var. (...) Türkiye’nin turistik imajıyla politik imajı birbirine benzemiyor. (...) Örneğin, Avrupa başkentlerinde Türk kültürü evleri açılmalı. Oralarda Türk kültürünü anlatan CD’ler dağıtılabilir. (...) Avrupalıları kazanmak için Türkiye’de bir konsept oluştuğunu göremiyorum. Bence yüz binlerce Avrupalı öğrenciyi buraya çağırıp bizim onları, onların bizleri tanımaları gerekiyor. (...) Avrupa halklarını kazanmadan, hükümetler düzeyinde, Türkiye’nin sürekli olarak stratejik önemini öne çıkararak bir sonuç alacağımızı düşünüyorsak yanılırız. (...) Avrupa halklarını kazanamadığımız sürece biz AB’ye giremeyiz. Bizim için belli ölçülerde Culmhuriyet çok önemli. Onlar açısından demokrasi Avrupa’nın ana unsuru. Dolayısıyla da (Avurpalıların) laikliği algılamada da farklılıkları var. (...) Avrupa homojen bir yapı değil. (...) AB Komisyonunda ağırlık Türkiye lehinde. Avrupa komisyonerleri ya da bakanların üçte ikisi Türkiye’nin lehindedir. (...) Demek ki AB’deki ağırlık Türkiye’nin tarafında.” (Konuşan: Leyla Tavşanoğlu, Cumhuriyet, 5 Ağustos 2007)

Aynı günde iki farklı uzmanın ortak noktalarda birleştiğini görmek önemli. AB üyeliğinin şartları belli, hedefe ulaşmak için yollar da belli. İş, siyasî iradeye düşüyor...

07.08.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Yeni meclisin ilk yüzü



Meclisimiz açıldı. Hayırlı uğurlu olsun. Böylece 23. dönem çalışmaları yemin töreni ile birlikte başlamış oldu. Yemin törenini, geç saatlerde kısmen izleyebildim. Tören, bir kanaat ve fotoğraf açısından önemli ipuçları vermektedir.

Genel müşahedem;

1- Yeni milletvekillerimizin, konuşma ve heyecan açısından biraz daha hazırlıklı ve eğitimli oldukları fark ediliyor. Telaffuzları eskiye nazaran daha düzgün.

2- Eski vekillerde kısmî heyecan, yemin metnini daha iyi okuma hassasiyeti ve vurguları yerinde yapma konusunda iyi bir performansları vardı.

3- Üyelerin giyim kuşamları sade, bilinen resmî ciddiyetin ağırlığı altında idiler. Renkli imajlar, eskiye nazaran artmış.

4- Mecliste MHP, DSP ve DTP ile birlikte yeni bağımsızların olması, farklılıkların geniş yelpazesinde birbirine dikkatli davranmaya kendilerini planlamış görüntüleri öne çıkardı.

5- Haberlerde izlediğim kadarıyla MHP ve DTP sıralarının önünden geçen Baykal, selâmsız ve sabahsız kalmayı tercih etmiş. Tayyip Erdoğan, Baykal’ı alkışlarken, oralı olmamayı yeğlemiş. Anlaşılan gerginliği üzerinde. Ancak bu defa keskin sirke küpüne zarar verecek.

6- MHP, önceden üyelerini dikkatli olmaya, özenli durmaya ve DTP ile polemiğe girmemeye hazırlamış ki, gayet olumlu bir diyalog başlangıcı yaptılar. Meclis çatısı altında sorumluklarının farkında olmaya ilk oturumda dikkat ettiler. Umarım bundan sonra da böyle gider.

7- DTP’ liler ise, oldukça ürkektiler. Bütün dikkatlerin üzerlerinde olduğunun farkındalardı. O yüzden âhengin bütün tonlarına şimdilik hassasiyet gösterdiler. Oturma düzenindeki komşuları MHP’ye “ziyaret”e bile gittiler. Temsilî de olsa karelere yansıyan görüntüler, yumuşatıcı mesajlara katkı yapabilir. Sosyal ve siyasî çözümlerin birlik içinde diyalogla mümkün olabileceğinin kapılarını aralarsa, demokrasimiz kazanır. Bu anlamda DTP milletvekilleri, sorumluklarının şuurunda ve açık toplumun açık siyaseti ile kendilerini legal bir zemine oturtmak zorundadırlar.

8 AKP’nin yeni simalarının bir kısmı bilinen isimler olduğu için renkli bir parlamentoya katkı yapabilirler. Bilinmeyen yenileri ise tamamen yeni bir sınavda olduklarını sanırım fark edecekler. Önceki dönem AKP’den girenlerin birçoğunun bu dönem listelere bile alınmaması onların önünde ciddi bir maraton koşusunu gösteriyor. Bu haliyle, daha genç bir potansiyel öne çıkmış durumda.

9- Meclisin en belirgin yeniliği, kadın milletvekili sayısındaki artıştır. Hemen göze çarpan, meclisin “erkek topluluğu” yerine, bir aile çatısı psikolojisine gireceğidir. Bunu hissettiriyor. Partilerin milletvekili toplam sayısı ile kıyasladığında, en çok DTP’li bayanlar, ikinci ve üçüncü sırada CHP ve AKP eşit, MHP ise dördüncü sırada yer almaktadır.

Kadın vekillerin kendi aralarında kuracağı dayanışma, partilerin sert damarlarını yumuşatabilir. Diyalog ve müzakerelere yenilik katabilir. Daha da önemlisi kadın ve aile konularında, özellikle çocuklar ve gençler bağlamında, kadın vekillerin yoğun ve köklü çalışmalara beraberce girmeleri, siyasetin diğer polemiklerine ve yıpranmalarına bulaşmadan bir farklılığı ortaya koymalarının, ülkemiz açısından daha faydalı olacağı aşikârdır.

10- CHP’liler bana daha yaşlı ve son sezonunu kullanmak isteyen “devre mülk” gibi geldi. Biraz da buruklar. Tok konuşuyorlar. “Biz bu cumhuriyetin sahipleriyiz” havaları fark ediliyor. Bu duygu bir nostalji olarak siyasî kariyerlerinde ve partinin geleceğinde ne işlerine yarar bilemiyorum? Ancak karın doyurmayacağı belli.

11- DSP’liler, Karaoğlan’dan “Sarıoğlan”a geçmenin “light” havasındalar. Solun sert ve rejim zabıtalığı yerine, daha sevecen ve halka yakın, tanımı sol olmayan yeni bir figür olarak CHP’yi aşındırarak transfer yapmaları mümkün.

Sonuç olarak; AKP’nin yeni dönem ev ödevleri daha ağır. Yönetim yaklaşımı daha farklı olmak zorunda. Bu potansiyelini ne kadar koruyabilir, zaman gösterecek. MHP, uzlaşma kültürü içinde akıllıca merkez sağa yanaşacağa benziyor. DSP, CHP’den tırtıklama yapmaya çalışacak. CHP, somurtmaya devam edecek.

Halk ise okuduğu fotoğrafa göre, Meclisin içindeki ve dışındaki partilere ilk karneyi iki yıl sonraki mahallî seçimlerde verecek.

07.08.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

İlk sorgulama



Birgün Münker ve Nekir isimli iki suâl meleğinden bahsetmişti Peygamberimiz (asm). Gökgürültüsü gibi sesleri; şimşek gibi parlayan göz kamaştırıcı gözleri olan bu melekler “Rabbin kim? Peygamberin kim? Dinin ne?” gibi sorular sorarlar.

Ruhu, kalbi, aklı, fikri, hayatı bu hakikatlerle haşir neşir olan insanlar, bu sorulara cevap vermekte zorlanmaz, şaşırmadan, dilleri sürçmeden kolayca cevap verirler.

Birgün Kâinatın Efendisi (asm), bu meleklerden söz etmişti. Hz. Ömer’e onların özelliklerinden bahsedip, “Onları gördüğün zaman ne yaparsın?” diye sorduğunda, Hz. Ömer (ra), “Ey Allah’ın Resûlü! Ben hâlimle mi olacağım?” diye sorduğunda, “Evet” cevabını almış, Hz. Ömer de, “Öyleyse yâ Resûlallah, kolayca altından kalkabilirim bu soruların” diye cevap vermişti.

Nitekim Hz. Ömer’in (ra), melekler bu soruları sorduğunda, “Siz nereden geliyorsunuz?” diye sorduğunu, onların da “Arş’tan geliyoruz” dediklerini, Hz. Ömer’in de buna karşılık, “Siz tâ Arş’tan gelip Rabbinizi unutmuyorsunuz da, ben şu iki adımlık dünyadan gelirken mi Rabbimi unutayım” dediğini biliyoruz.

Resûl-i Ekrem de (asm) birgün Cebrail’in geldiğini, Hz. Ömer’in meleklerle şu tarz bir konuşması olacağını bildirmişti: “Meleklerin sorularına, ‘Benim Rabbim Allah’tır’ diye cevap veren Hz. Ömer, ‘Ya sizin Rabbiniz kim?’ diye mukabele eder. ‘Peygamberim Hz. Muhammed’dir’ cevabından sonra da, ‘Ya sizin peygamberiniz kim?’ der. ‘Dinim İslâmdır’ dedikten sonra da, ‘Ya sizin dininiz ne?’ diye sorunca, melekler de ‘Hayret! Biz mi seni hesaba çekmek için gönderildik? Yoksa sen mi bizi hesaba çekmek için gönderildin?’ demekten kendilerini alamazlar.”

Kalbi imanla dolu, bütün gayesi Allah ve Resûlü’nün (asm) emirlerine itaat etmek olan Hz. Ömer (ra), bütün güçlük ve felâketlere karşı bu imanıyla karşı koymuştu. “Felâketlere karşı Resûlullah’ın yaptığı gibi ben de Allah’a ve Resûlüne itaatle karşı koyacağım” sözü ona ait.

Böyle bir iman, dünyada zorlukların kolayca üstesinden geldiği gibi kabirde de—görüldüğü gibi—kolayca geliyordu.

Bütün mesele, amelle süslü güçlü bir iman.

07.08.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kısa kısa



Hidayet Caran: “Kontak lens kullanmaktayım. Bu lensler saklanması için bildiğiniz gibi kontak lens solüsyonunun içine konuluyor. Bu lens suyunun içeriğine baktım ve içinde mikrop ve bakterileri öldürmek için alkol içerikli bazı sıvıların kullanıldığını gördüm. (tromethamine gibi) Namazımın bir kısmını gözümde lens varken abdest alarak kılıyorum. Şimdi şüpheye düştüm; acaba bu alkol namazıma mani midir? diye. Bu lensi kullanmadan önce gözlüğüm birkaç kez kırıldı ve neredeyse gözüme batıyordu. Bu yöntem benim için zarûret. Ama namaz çok önemli. Eğer onun üzerinde en küçük bir şüphe bile olacak ise kullanmak istemem. Bana yol gösterir misiniz?”

1- Öncelikle, geçmiş olsun diyor, şifa diliyorum.

2- Kontakts lensin koruyucu suyundaki alkol namaza hiçbir şekilde zarar vermez. Namazınızı, gözünüzde lens olduğu halde gönül rahatlığı içinde kılabilirsiniz. Allah kabul etsin.

***

Mehmet Tayip Arslan: “1. Yatsı namazından sonra kılınan vitir namazlarının kazası var mı, yoksa sadece farz namazlarının mı kazası var? 2. Öğle namazından hemen önce camiye gittiğimizde tahiyyatü’l-mescid namazını kılabilir miyiz, yoksa kerahet vakti olduğundan kılınmaması mı gerekir?”

1- Vitir namazı vacip bir namaz olduğundan kazası vardır. Yatsı namazı kaza edildiğinde, hemen ardından vitir namazı da üç rekât olarak kaza edilir. Eğer sadece vitir namazı kazaya kalmışsa, sadece vitir namazının kazası kılınır.

2- Camiye gelindiğinde eğer her hangi bir namaz vakti ise, zaten kılınacak olan (farz olsun, sünnet olsun) vakit namazı ile tahiyyetü’l-mescid namazı da kılınmış olmaktadır. Fakat eğer vakit namazından sonra veya önce camiî ziyareti yapmışsak, bu durumda iki rekât tahiyyetü’l-mescid namazı kılınır. Eğer bu vakit kerahet vakti ise, tahiyyetü’l-mescid namazı sebepli bir namaz olduğundan, Şafiîlere göre iki rekâtı aşmamak şartıyla yine kılınır. Ancak diğer üç mezhep (Hanefiler, Hanbeliler ve Malikiler) kılınamayacağına hükmediyorlar.1

Unutmayalım ki, efdal olan, amelimizde dört mezhebin de görüşünü birleştirebilmemizdir. Bu sebeple mümkünse kerâhet vaktinin çıkmasını beklemek evlâ olur.

Bununla beraber: Bir kerâhet vaktinde camie girdiğimizde eğer kerâhet vaktinin çıkmasını bekleyemeyecek derecede zaman darlığı içindeysek, Şafiî mezhebinin hükmüne ittibâ ederek tahiyyetü’l-mescid namazı kılabiliriz. Fakat eğer vaktimiz varsa, kerâhet vaktinin çıkmasını beklememiz daha makbul olacaktır.

***

Eyüp Karabay: “Camiye ait bahçeden meyve yemek helâl midir? Siteye ait bahçeden site sakinlerinin yediği meyveler helâl midir? Dinen hükmü nedir?”

Camiye ait bahçenin meyveleri konusunda varsa caminin derneği veya vakfı söz sahibidir. Dernek veya vakıf yoksa cami cemaati veya köy ya da mahalle tüzel kişiliği bu konuda söz söylemeye yetkilidir. Siteye ait bahçede bulunan meyveler konusunda da site sakinleri veya yetkilileri genel kurulundan çıkan sonuca göre işlem yapmalıdır.

***

Ömer Temur: “Akşam namazını mazeret olsun veya olmasın yatsı okunmadan ne kadar önce kılabiliriz?”

Hangi namaz olursa olsun, bir vakit namazı için efdal olan, vaktin mümkün mertebe evvelinde kılmaktır. Vakit namazını sebepsiz yere son dakikalara kadar geciktirmek mekruhtur.

Bununla beraber; eğer takip eden vaktin ezanı okunmadan içinde bulunduğumuz vaktin namazı için, iftitah tekbirini alıp namaza başlayabilmişsek, söz konusu vakit namazını vakti içinde kılmışız demektir.

Akşam namazı için de durum böyledir. Yatsı okunduğunda, nihayet, akşam namazının iftitah tekbirini almış ve namaza başlamış durumda olmamız gerekiyor. Akşam namazı en son bu haliyle vakti içinde kılınmış sayılır. Ancak bir namazı bu derece geciktirmek mekruhtur.

***

Ferhat Öğmen: “Üstad Hazretleri, Cuma Hutbesinin Arapça okunması gerektiğini söylüyor. Bugünün şartlarında bunu nasıl izah edebiliriz? Açıklar mısınız?”

Cuma Hutbesinin “Elhamdülillahi nahmeduhu……” diye başlayan başlangıç ve bitiş kısımları vardır ve bu kısımlar Arapça’dır. Arapça hutbe olarak bu kısımları okumak yeterlidir. Allah kabul etsin. Âmin.

Dipnotlar:

1- A. Ceziri, 2/518

07.08.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Görev şeması ve siyasî bağımlılık



Müslümanların Batı ilmi ve teknolojisi karşısında gerilemesinin sebebi, hayat düzenini kuramaması, ne zaman, nerede, ne yapması gerektiğini bilememesi, daha doğrusu bunun öğretim ve eğitimini alamamasıdır. Bediüzzaman, Müslüman ferdin, şahsî, içtimâî ve siyasî hayattaki vazife ve hizmet şemasını, “En yakınlarını uyar”1 âyetinden de istinbatla şöyle tanzim eder:

Her insanın; • Kalp, • Mide (Allah’a ve kendisine), • Beden, • Hane (bedeni ve ev halkına), • Mahalle, • Şehir, • Ülke, • Dünya,• İnsanlık, • Zihayat, • Ve kâinata kadar birbiri içinde daireler ve her bir dairede, her bir insanın bir çeşit vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife var. Ve en büyük dairede en küçük ve muvakkat ara sıra vazife bulunabilir.2

Bu hususu özetleyebiliriz:

İnsanın etki alanı var, ilgi alanı var. Etki alanı, “kalp, mide, beden ve hane,” ilgi alanı ise diğer geniş dairelerdir. Etki alanı ile ilgi alanını birbirine karıştırmamalı, birbirinin yerine geçirmemeli.3 Bu da, birinci sıraya siyaseti değil, Allah’a karşı kulluk vazifesini, ardından, aile ve peşinden de çevreye karşı mesuliyetleri getirmektedir. “Vatan ve memleketi” ilgilendiren siyaset görevi ise son sıralarda ve arasıradır. Bunun için, “kalp ve mide” dairesini ifa ettikten sonra, siyaseti en geri plana iterek denge korunabilir.

Siyasî gevezelik de bir alışkanlık ve hatta bağımlılık haline gelebilir. Hiçbir etkileri olmayacağı halde, değerli zamanını siyasî tartışmalar ve gevezeliklerle geçireni düşününüz! Sabahtan akşama kadar hükûmet kurar, hükûmet yıkar; cumhurbaşkanı seçer! Yazık değil mi, milyarlar liradan daha kıymetli zamana!

Şimdi, oyunu kullanan gençler, orta yaşlılar, ihtiyarlar! Her dairede, herbir insanın bir nev'î vazifesi vardı; yani, arasıra, yani dört-beş yılda bir gelen vazifeniz bitti. Şimdi siyaset ve makam boğuşmalarını takip etmek, zamanınızı onunla öldürmek yerine... • Kitap başına, • Mesleğinizin başına, • Laboratuvara • Veya işiniz her ne ise, ona dönünüz!

Şimdi tefekkür etme, fikir, bilgi, ilim ve iş üretme zamanı, şimdi ekonomik değer üretme zamanı...

Sakın sabah namazından sonra, kerahet vaktinde, yani güneş doğduktan 45 dakika sonrasına kadar uyuma! Çünkü, bu uyku:

• Rızık eksikliğine ve bereketsizliğe sebep olur.

• Maddî-manevî rızık için çalışma hazırlıklarının yapılacağı en uygun serinlik vakti, uyku denen yarı ölü vaziyette geçiriliyor.

• Kerâhet vaktindeki uykudan sonra bir rehavet (ağırlık) çöker. Bu ise, o günkü çalışmaya zarar verir.

• Bu saatlerde uyumak sünnete aykırıdır.

Parola, “Erken yat, erken kalk” olmalıdır. Ayakta uyuduğumuz yeter! Bari bu vakitleri okuma, tefekkür, zikir, şükür ve fikirle geçirelim.

Adaletiyle meşhur İran hükümdarı Nûşirevân’ın oğlu Hürmüz, gençlik zamanında sabahlara kadar yer, içer, eğlenir, sabaha yakın yatardı. Hocası Büzürgmehr Hâkim ise, her sabah onu gaflet uykusunda yakalar ve nasihat ederdi:

“Ey saadetli Şah! Seherle kalk. Çünkü seherle kalkanlar, saadet ve şeref bulur, zafer kazanarak yardıma nail olurlar.”

Her gün yapılan bu nasihatlerden huzursuz olan Hürmüz, adamlarına:

“Bre! Bir kaçınız seherde kalkıp Hocanın yolunu kesin, üzerindeki elbiseleri soyup alıverin!” der.

Erken kalkıp söylenenleri yaparlar. Elbisesiz Hürmüz’ün huzuruna çıkan Hoca’ya:

“Ey yol gösterici bilge hocam, bana her zaman ‘Seherle kalkan saadet ve zafere ulaşır, yardıma nâil olur’ derdin. Hayret değil mi, erken kalktın, zillet ve musibete duçâr oldun?” der.

Hoca, “Ey cihan Şâhı! Bu durum söylediklerimin ispatıdır! Soyguncular erken kalkmada beni geçmişler. Saadetli talihleri kuvvetli oldu!”

Dipnotlar:

1- Şuârâ Sûresi: 214.; 2- Asa-yı Musa, s. 20.; 3- Yeni Asya, Enstitü sayfası, 12.1.2001.

07.08.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Su(suzluk) ve ötesi



Bu yıl Türkiye'deki nüfusun yüzde onu (Van, Erzurum, vs...) sel felâketine mâruz kalırken, nüfusun yüzde doksanı ise (en büyük şehirler başta olmak üzere) susuzluk, kuraklık ve yağmursuzluk tehlikesiyle yüz yüze geldi.

Gün geçmiyor ki, yurdun herhangi bir yerindeki barajın, gölün, göletin yahut derenin kuruduğu haberiyle karşılaşmayalım.

Hem öyle ki, dehşetli bir musibetin fotoğrafı olan bu tür haberler, neredeyse adiyattan birer vakıa haline geldi.

Toplu balık ölümleri, vaktiyle gölün dip kısmı olan çatlamış topraklar, çölleşen araziler, kavrulan orman alanları, tarlasından mahsül bekleyen iki eli böğründeki çiftçi, köylü resimleri bile, muhtemelen çok az kişinin basiret gözünü açtırıyor.

Aksi halde, hiç aylarca devam edip gider miydi bu musibet...

Ekseriyetin basiret gözü böyle körleşirse, korkarız ki daha dehşetli tehlikelere mâruz kalınır. Zira, kuraklık ve yağmursuzluk musibeti, aynı zamanda umumî açlık, hastalık, sefalet ve perişaniyet demektir.

Dahası, kaht û galàyı netice veren kuraklıktan, sadece insanlar değil, büyük–küçük hayvanlar ve bitki örtüsü gibi hemen bütün canlı/yarıcanlı mahlûkat da ziyadesiyle etkileniyor. Ekolojik denge adeta alt–üst oluyor.

* * *

Türkiye'de benzer bir durum—fakat çok daha dehşetli bir sûrette—1940'lı yılların başlarında yaşandı.

Millet, kıtlık ve kuraklık sebebiyle savaş halinden daha beter hallere düçâr oldu. Hububat ve zahire ambarlarına el konuldu; ekmek dağıtımı, yıllarca karneye bağlı olarak yapıldı.

Aynı yıllarda peşpeşe yaşanan büyük ve sarsıcı depremler, sel ve yangınlar da cabası...

* * *

Şimdilerde yaşanan en büyük sıkıntı, yağmursuzluk ve kuraklık şeklinde tezâhür ediyor.

Cenâb–ı Hak, bizleri daha beterinden muhafaza eylesin.

Şüphesiz, bu sıkıntılı halin maddî ve mânevî birçok sebebi var.

Bu sebeplerin bir kısmı, çeşitli vesilelerle ifade ediliyor. Ayrıca, alınması gerekli tedbirler vatandaşa bir bir izah ediliyor.

Sebep ve çarenin pek önemli bir kısmının izahını ise, Risâle–i Nur'larda buluyoruz.

Kısacık bir bölümünü, "Bediüzzaman diyor ki" köşesinde birlikte okuyalım.

Mütalâa

Bediüzzaman diyor ki

Şimdiye kadar çok tecrübelerle, Risâle-i Nur’un serbest intişarıyla belâların ref'i ve ona ilişmek ve susturulmakla belâların gelmesi sabit olmuş, hatta mahkemede ispat edilmiş. Anlaşılıyor ki, bu bahar fırtınasında iki harici, iki dahili dört cereyan, herbiri bir maksada göre ve Nurcuların şevkine ve sa'ylerine ilişmek ve yüzlerini dünyaya ve siyasete çevirmek istemelerinden, kuraklık başladı. İnşaallah yakında ref' olur. (Emirdağ Lâhikası, s. 200)

* * *

Nimet ve rahmet-i İlâhiyenin fiyatı, şükürdür. Biz şükrü hakkıyla vermedik... Evet, rahmetin fiyatını şükürle vermediğimiz gibi; zulmümüzle, isyanımızla gazabı celb ediyoruz.

Şimdi zemin yüzünde zulüm ve tahribat, küfür ve isyan ile, nev-i beşer tam tokada kendini müstahak etti ve dehşetli tokatlar yedi. Elbette bir parça hissemiz de olacak.

Hadiste var ki: "Hatta deniz dibindeki balıklar dahi günahkâr ve zalimlerden şekva ediyorlar ki, onların yüzünden yağmur kesilir, hatta 'Bizim de nafakamız azalır' derler." Evet, bu zamanlarda öyle günahlar, zulümler oluyor ki, rahmet istemeye yüzümüz kalmıyor; masum hayvanlar da azap çekerler.

Âyette vardır: "Öyle musibetten kaçınız ki, geldiği vakit zalimlere mahsus kalmaz, masumlar ve mazlûmlar da içinde yanar." (Emirdağ Lâhikası, s. 32)

GÜNÜN TARİHİ 7 Ağustos 1964

Kıbrıs üzerinde ilk ihtar uçuşu

Türk Hava Kuvvetlerine bağlı jet uçakları, Kıbrıs adası üzerinde Rumlara karşı ilk ihtar uçuşu yaptı.

Uzun bir zamandan beri, Adadaki Türkler ve Rumlar arasında huzursuzluk yaşanıyor, korumasız Türk köylerine baskınlar yapılıyor, mâsum insanların kanları acımasızca dökülüyordu.

Bu durum karşısında harekete geçen Türk tarafı, beş yıl evvel (19 Şubat 1959'da Londra'da imzalanan Zürih Antlaşması) elde etmiş olduğu "garantörlük hakkı"na dayanarak, caydırma maksatlı sembolik bir müdahalede bulundu. Birkaç savaş uçağını adanın üzerinden uçurarak, yapılan zulmü durdurmak istedi.

Bir gün sonra ise, beklenmedik elim bir hadise yaşandı. Eskişehir'den Kıbrıs'a 4'lü Filo Komutanı olarak gönderilen Cengiz Topel’in uçağı, uçuş esnasında yerden isabet alarak Rumlar tarafından düşürüldü.

Cengiz Topel, paraşütle atlamayı başardı. Fakat, Rumlar tarafından önce esir alındı, ardından da katledildi. Böylelikle, Kıbrıs'ta ilk hava harp şehidi verilmiş oldu.

Topel'in hastahanede vefat ettiği kesinleşti. Ancak, Rum tarafı cenazeyi vermek istemedi. Israrlı teşebbüsler neticesi, Şehit yüzbaşının naaşı ancak 12 Ağustos günü alınabildi.

Cengiz Topel'in cenazesi, Kıbrıs, Adana, Ankara ve İstanbul'da yapılan törenlerden sonra, 14 Ağustos 1964 günü Edirnekapı'daki Sakızağacı Hava Şehitliği'nde toprağa verildi.

07.08.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Güzel kıssa



Zamanı az kalmıştı, yetişmesi, yerine getirilmesi gereken işi hâlen yapamamıştı… Biraz da endişeliydi, zihni zikzaklar çiziyor, acabalarla boğuşuyordu… Söz verdiyse yerine getirmeliydi…

Bindiği otobüsten kısa süre sonra indi… Asıl gideceği yöne götürecek otobüsü beklemeye başladı… O da gelmiyordu bir türlü, ara sıra saatine bakıyor sabırsızlanıyordu…

Gelen otobüsü görünce durağa doğru biraz daha yaklaştı, beklediği değildi, bindi nedense… Birkaç düşünce birden geldi zihnine, yeni bir istikamet çizdi, çoktandır uğramadığı arkadaşına uğrayacaktı…

Yerinde buldu arkadaşını… Çayla süsledikleri sohbetlerini kitapla sürdürdüler, Risâle-i Nur’la tamamladılar…

Hanımının gördüğü rüyayı anlattı… Anlatmaya başlarken iyi ki geldin der gibiydi, aradığı ayağına gelmişliğin rahatlığıyla… Ondan bir takım Risâle-i Nur getirmesini isteyecekti zira…

İnsanları Bediüzzaman’a hürmet ederken görür rüyasında… Bunu bir işaret olarak kabul eder, eşinden Risâle-i Nur’u almasını ister…

Rüya kısa, hakikate bakan yüzü ise büyük… Yusufî yön var, hakikat hatırlatan sadık rüyada… Yusuf medreselerde telif edilen Nurlar, Yusufî rüyalarda inkişafa devam ediyor…

Alttan akan ırmak gibi akıyor gönülden gönüllere, gün yüzüne çıkacak günü bekliyor; an gelecek onda coşkun çağlayışları göreceğiz… Kalpler ve kıt’alar Kur’ânî Nura hürmetle ayağa kalkacak… Gündem gürültüleri bu silkiniş ve dirilişi silemeyecek, sineler hakikatle sakinleşecek…

Onun sinesi de böylesi bir tevafukla sükûnet buldu… Çelişkiler, tereddütler, zikzaklardan sonra zihnî duruluk, kalbî itminana erişti hizmet tevafukuyla, işlerine de yetişti; arkadaşının getirmesini istediği Külliyatı getirip teslim etti…

Hislerin sisliliğinde olsak da, yollar ve yönler hizmet hakikatiyle “bir”leşiyor… Rüya berzahında açılan kapı, hizmet yolla buluşuyor… Kısa günde “Güzel Kıssa” ile esen sevinç ve şevk rüzgâr, tereddüt tozlarını atıyor, hikmet yağmurla serinletiyor…

Düşlerin eşiğinden hakikatin peşine giden yolda bize düşen “Güzel bir sabır”… Yalın bir yürekle yürümek Yusuf kokulu yolda… Yorulsak da yanılmadığımızı göreceğiz yakın bir kıssada…

Bezginliği bırakıp, düşlerin hakikate hizmet ettiği yolda Yusuf yürekle yürümek; yeni günlerde yaşayacağımız güzel kıssaları haber verecektir… Haberimiz ola.

07.08.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Nebevî iklimde yaşayabilmek



Bir rehber edinme ihtiyacı bütün insanlarda bulunmaktadır. Yaşayan herkesin bir örnek insanın peşinden gitme arzusuna sahip olması gerçeği, karanlıkta ışığa duyulan ihtiyaç kadar bir vak’ayı aklımıza getirmektedir. İnsanlar bu tür arayışlarında kendilerini ayakta tutacak bazı duvarlara dayanmakta, kendilerini düşüşlerden kurtaracak değişik dallara tutunmaktadırlar. Bazılarının dayandığı duvarları sağlam çıkmakta, tutunduğu dalları onu selâmete kavuşturmaktadır. Bazıları ise hep hayal kırıklıkları ile karşılaşmaktadır.

Akıl, kalb, vicdan gibi belirleyici duyguların hemfikir olduğu durumlarda insanların çürük dayanaklardan medet umması neredeyse mümkün olmamaktadır. Hususan akıl-kalb birlikteliği insan için gerçeği bulmada şaşırtmaz bir ışık olmaktadır. İnsanlar akıllarıyla bu dünyaya boşuboşuna gönderilmediğini ve bu mükemmel hayat düzeninde mutlaka bir maksat bulunduğunu ortaya koydukları zaman, kolay kolay nefis ve şeytanların telkinine kapılmayacak, gerçeği bulana kadar arayışını devam ettirecektir.

Akıl ile işe başlayan insanlar, kalbin onayının da önemli olduğunu bilmeli ve ancak bu şekilde kendilerinden istenenleri yapabileceğini anlamalıdır. Tek başına akıl doğru olanı bulmada belirleyici olmadığı gibi, kalb da tek başına kurtarıcı olma özelliğine sahip olmamaktadır.

Biz insanlara bir imtiyaz olarak verilen akıl ve şuurumuzla Rabbimizi bulmak ve Onun arzusu istikametinde bir hayat yaşamak zorundayız. Onu en iyi bir şekilde tanımak ve iman etmek için bir rehbere ihtiyacımız bulunmaktadır ki, Kâinat Sultanı olan Yaratıcımız, bizleri iki dünyada da huzura kavuşturacak Muhammed Mustafa’yı (asm) şaşırtmaz bir rehber olarak göndermiştir.

Eğer bu dünyadaki problemlerle baş edebilme imkânını bulamıyorsak, demek ki Rabbimizin emirlerini yerine getirmede bizlere en mükemmel örnek olan Hz. Muhammed’i (asm) yeterince tanımıyor, onun yaşantısını kendimize rehber edinmiyoruz. O, kâinatın sebeb-i vücudu olan Resûl-i Zîşân’ı tanımamak ve ona ümmet olmanın gereğini yerine getirmemek kadar bu dünyada daha büyük bir kayıp bulunabilir mi?

Eğer gerçekten aklımızı kullanabilseydik, eğer gerçekten kalbimizi karanlıkların mekânı haline getirmemiş olsaydık, Sünnet-i Seniyyenin değerini bilecek ve dünyanın hiçbir metâı bizleri, o âlemlere rahmet olarak gönderilen zatın (asm) yolundan ayırmayacaktı.

Şaşkın bir şekilde dünya hayatının cazibesine kapıldığımız zamanlar, sefih, günahkâr ve hatta dalâlet içinde boğulmuş insanların peşinden gitmekten kendimizi kurtaramıyoruz. Şeytanlar değişik gerekçelerle kendilerini bile kurtaramamış bazı insanların cazibesine bizleri kaptırabiliyor. Kin ve adavet gibi duyguların uyandırılmasıyla aklımız vazifesini yapamamakta, kalbimiz karanlıklardan kendini kurtaramamaktadır.

Risâlet güneşinin aydınlığından ve sıcaklığından istifade edememenin şaşkınlığını yaşayan insanlık, en büyük düşmanları olan nefislerinin emrinde inançsızlık ve fısk vadilerinde yaşamayı bir nev’î yaşamak olarak kabul etmektedir. Perişan yaşantılar görülüp ders alınması için vardırlar. Karanlığın, aydınlığa olan ihtiyacı zarûrî bir hale getirmesi gibi, sefalet içinde geçen yaşantı biçimleri bizleri Peygamberî yaşantıların aydınlık iklimine kavuşturması gerekmektedir.

Muhammedî (asm) olmanın ifade edilemez lezzetini tadabilmek için neden daha fazla gayret göstermiyoruz? İnsanî duygularımızı en iyi bir şekilde yaşayabilmek için neden Nebevî iklimin nazlı nazlı esen rüzgârında serinlenmiyoruz? İman ve İslâm havuzunda yıkanmanın insanı ne derece yükselttiğini daha anlamamışsak, demek dünyanın fani ve geçici kirleriyle yaşamaya devam etmekteyiz.

Rabbimizi tanımanın ve Ona ibadet etmenin zevki eğer hayatımızda iz bırakmıyorsa, bu demektir ki gaflet ve dalâlet karanlıkları dünyamızı karanlıklara büründürmüştür. Dünyanın bütün hayatlarımızı karartan cazibesinden kendimizi kurtarmamız gerekmektedir. Ümmet-i Muhammedîye’den olmanın güzelliğini hayatımıza olabildiğince fazla aksettirmemiz elzemdir. Aksi takdirde insan olarak yaşamanın menfî neticeleri ebedî bir şekavet yurduna bizleri idhal edecektir, Allah muhafaza...

07.08.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri