|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Acı gerçek |
|
Aşağıdaki satırlar, iki ay önce, 10 Mart günü bu köşede çıkan yazımızda yer almıştı:
***
Bu meseleleri (başörtüsü başta olmak üzere) hükümet olarak çözmeyi başaramayacaklarını gördükleri andan itibaren AKP’liler, tabanlarına şu tarzda telkinlerde bulunmaya başladılar:
“Her ne kadar çok büyük bir Meclis ekseriyetiyle iktidarı aldıysak da, bu işleri çözmek için hükümet olmak yetmiyor. Kilidi açmak için başka anahtarlara da ihtiyaç var. Üçü bir yerde ile olmuyor, beşi bir yerdeyi de almak lâzım. Bu sebeple biraz daha dişinizi sıkıp sabredin. Hele hayırlısıyla Tayyip Beyi Çankaya’ya da çıkaralım, ondan sonra inşaallah önümüz açılır.”
Yani, AKP tabanında bu telkinlere itibar edenler, şimdi Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olacağı günü bekliyorlar. Ondan sonra başörtüsü meselesi başta olmak üzere bilumum mağduriyetlerin daha kolay çözüleceğine inanıyorlar.
Ama işin gerçeği, biz o kadar ümitli olamıyoruz. Çünkü Erdoğan’ın Çankaya’ya çıksa bile özellikle başörtüsü meselesinde adım atmasına imkân vermeyecek amansız bir kuşatma ile abluka altına alınmasından endişe ediyoruz.
AKP iktidara geldikten sonra başörtüsü yasağını protokol üzerinden delme girişimlerinin, yasağı kamusal alan adı altında daha da yaygınlaştırmaktan başka netice vermediği mâlûm.
16 Mayıs akşamı Emine Erdoğan’la birlikte başörtüsünün Çankaya’ya taşınması halinde, bunu kendileri açısından çok stratejik bir mevzi kaybı olarak görecek kesimlerin daha da keskin bir tavra gireceklerinin işaretleri artıyor.
Doğan Güreş gibi genelde mutedil ve demokrat imaj çizen bir komutan dahi “Türban Çankaya’ya çıkarsa kaos olur, asker orayı boykot eder” diyorsa, ötesini varın siz hesap edin.
Böyle bir boykot olur mu? Olursa buna yüksek yargı, üniversite ve yüksek bürokrasi mensupları katılır mı? Olursa ve katılırsa ne olur?
İktidara geldiği günlerde başörtüsünde çözüm için toplumsal mutabakat gerekliliğinden söz eden Erdoğan’ın, sonra işi “kurumsal mutabakat”a çevirmesi ve orada takılıp kalması gayet anlamlı. Peki, Çankaya’ya çıkarsa bu kurumsal direniş çözülür mü, yoksa daha da artar mı?
***
Biz bunları yazınca, okurlarımızdan “Müslümanlar hiç olmazsa Çankaya’da bir başörtülü görebilme fırsatını kaçırsınlar mı? Sıradan bir vatandaş başörtüsünü okulda, hastanede, adliyede, hatta neredeyse sokakta bile giymekten men edilirken, bari Cumhurbaşkanlığı Köşkünde bu örtüyü görebilmeyi umması yanlış mı?” şeklinde itiraz ve eleştirilerde bulunanlar oldu.
İki ay sonra geldiğimiz nokta ise ortada.
Erdoğan aday bile olmayıp Gül’ü öne sürdü. Ama Gül aday gösterildiğine adeta pişman edildi. Cumhurbaşkanı seçimi tam bir çıkmaza sokuldu. Oluşan kaos onunla da sınırlı kalmadı. Birkaç gün içinde hükümetin de, Meclisin de, genel olarak siyasetin de kimyası bozuldu.
Bütün bu gelişmelerin, başörtüsünü Çankaya’ya çıkarma hesapları açısından yorumu ise açık: Öyle bir ihtimali, varsayım olarak dahi olsa tamamen gündemden çıkaran bir sürece girmiş bulunuyoruz. Ne yazık ki, acı gerçek bu...
10.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Avrupa günü vesilesiyle |
|
Türkiye, son bir yıla yakındır iç politikaya kapandı. Avrupa Birliği üyesi ülkelerden yükselen bazı olumsuz sesler, içerdeki ulusalcı damara tepki pompaladı.
Hükümet ise, seçim yılı diye milliyetçi hassasiyetleri öne çıkardı. AB’nin müzakere maddelerini askıya almasına rest çekti. Kopenhag Kriterleri yerine “Ankara Kriterleri” ile yola devam edileceğini söyledi. Bunlar belki iç kamuoyu açısından ve Avrupa’nın aymaz bazı liderlerine cevap anlamında kabul edilebilir açıklamalardı.
Ancak Avrupa ile AB farkına dikkat ettiğimizde, bizi kurumsal ve ortak değerler etrafında görüşme masasına alan bir topluluk olduğunu dikkate almak gerekiyor.
Her ne kadar AB’de belirleyici ülkelerden; Almanya’da Hıristiyan Demokratların imtiyazlı ortaklık fikri, Fransa’da Sarkozy’nin Türkiye’yi dışlayıcı mesajları olsa da, devletler hukuku, uluslar arası antlaşmalar ve yükümlülükler ile iktidar sorumluluğu, bir partinin veya görüşün seçim öncesi beyanlarından farklıdır.
Nitekim Almanya’da Sosyal Demokratlarla iktidar ortağı olan Başbakan Angela Merkel, Türkiye konusunda önceki taahhütlere ve koalisyon mukavelesine bağlı kalacağını belirtti.
Benzer şekilde Ermeni Diasporası ile özel ilişkilere önem veren ve Ermeni lobileri ile daha sıkı olan Fransa’nın eskiden beri çelişkili tutumlarını biliyoruz. Amerika’nın da Ermeni lobisinin etkisinde olan Demokratlarla olan yakınlığı da gözden kaçmamaktadır.
Fransa’nın muhafazakar sağı Ermenilere yakınken, Amerika’da Demokratlar daha duyarlı davranıyor. Buradan anlaşılıyor ki, ideolojik yelpaze ve parti görüşleri Türkiye’ye bakışı etkilese de, esasında ikili diyaloglar, kendimizi tanıtma ve kamuoyunu etkileyecek mesajları doğru verme yönündeki çabalar daha etkili oluyor.
AB süreci ve kurumsal diyaloglarla alınan mesafe, Avrupa halklarının Türkiye’yi algılaması ile kıyaslandığında daha pozitif sonuçlar görmekteyiz. Avrupalının kafası gerçekten karışık. Siyasîlerin seçim dönemlerinde Türkiye lehine veya aleyhine tutumları seçmenler üzerinde etkili oluyor.
Avrupa entelektüeli, Türkiye’yi doğru yorumlamada zorlanıyor. Halklar ise, gördükleri ve kültürel ortamda tanıdıkları Avrupa’daki vatandaşlarımız üzerinden gözlem ve değerlendirme yapıyor. Ya da turizm açısından farklı gördüğü Türkiye ziyaretlerinde, çok da bizi tanımlamayan ve değerlerimizle barışık olmayan tutumlarla algılıyor.
Avrupa ile bilimsel ortaklıklarımız, ticarî işbirlikleri ve ortak proje üretme kültürü ile yürütülen çalışmalar, üst düzeyde ve sınırlı sayıda sanayi kuruluşu ile hükümetler arasında yürümektedir.
KOBİ’ler düzeyinde daha güçlü ticaret ağları, toplumlar arası kültür alışverişleri, ortaklık değerleri, gerçek sivil toplum kuruluşlarının birbiriyle yapacağı antlaşmalar ve kalkınma mukaveleleri başarılı olursa, iki tarafta yakınlık/uzaklık sınırlarını daha doğru tayin eder.
Zaman gösterdi ki, parlamento çoğunluğuna, siyasî istikrar gibi görünen dört buçuk yıllık icraatlara ve AB ile yürütülen başarılı sonuçlara rağmen, “Ankara Kriterleri” adıyla bir yaklaşımdan, felsefeden ve sağlıklı demokrasiden bahsetmek mümkün olmamıştır.
Anadolu’nun verdiği iktidarı Ankara, kendine özgü ve şeklen usullere riayet eden bir işleyişle millî iradeyi etkisizleştirmiştir.
Buradan çıkaracağımız ders, olumlu tarafından bakarak AB müktesebatına daha fazla mesai harcamak, kendimizi Avrupa üzerinden dünya kamuoyuna doğru tanıtmak ve istikrarın ekonomiden ziyade siyasî iradenin yerleşik demokrasi kültürüne geçmesiyle mümkün olacağının farkına varmak olmalıdır.
Müslüman bir ülke olarak kendi içinde tartışmalar ve cepheleşmeler yaşarken, tarihî, kültürel ve siyasî geçmişiyle Avrupa’nın ortasına oturmasını ve bir anda kabul edilmesini beklemek safdillik olur. Demokrasi ödevimizdeki her aksama ve tökezleme, müzakereyi olumsuz etkilemektedir.
Hrant Dink cinayeti, 301. Madde, Şemdinli, başörtüsü, insan hakları, kültürel haklar, azınlıkların mal varlıkları, demokratik eğitim, şeffaflık ve hesap verilebilirlik ile vesayetsiz siyaset konularında atılacak daha ciddi adımlar olduğunu, iç ve dış kamuoyu bilmektedir.
Buna göre, AB’den gelen yeni ve olumlu sinyalleri dikkate alıp, kendi başımıza yetemediğimiz demokrasi olgunluğunu hazmederek, kurumsallaştırma yolunda daha ciddi adımlar atılmalıdır.
Mayıs’ın 9’u Avrupa günü, 14’ü ise demokrasi günü olduğuna göre, bunları özümseyecek yaklaşımlar geliştirilmelidir.
10.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Engelli yolda devam |
|
“Devlet politikası” olarak ilân edilen Avrupa Birliği üyeliği yolunda atılan her adım, çeşitli ‘engel’lere maruz kalıyor. Türkiye’nin AB’ye üyelik noktasında atacağı her ciddî adımın, bir şekilde engellenmeye çalışılacağı ve bu yolun ‘tuzak’larla örülmek istendiği işin uzmanlarınca daha önce ilân edilmişti.
Gerçekten de “AB uyum paketleri” açıldıkça, kurulan ‘tuzak’ ve ortaya çıkan ‘engel’lerin daha iyi planlandığı ve belli bir ‘tecrübe’ye dayandığı anlaşıldı. İş öyle bir noktaya geldi ki, AB’ye en yakın olduğumuzun ilân edildiği günlerde hiç hesapta olmayan “e-muhtıra” ile karşılaştık.
Yaşananları ‘hesapta olmayan’ tabiri belki de açıklayamaz. Çünkü konunun uzmanları bu seviyede olmasa bile çeşitli engellemelerin yapılabileceği noktasında kamuoyunu her fırsatta ikâz ediyorladı.
Neticede belli bir noktaya gelindi. Muhtemelen önümüzdeki seçimlerden sonraya kalmış olsa da Türkiye’nin gündeminde yeni bir “AB’ye uyum paketi” daha var. Keşke, ‘uzmanlar’ dinlenmiş olsa ve bu paketler zamanında kabul edilmiş olsaydı. Bu paketlerin sadece ‘kabul edilmiş’ olmalarının da yetmediği ortada. Keşke kabul edilen ‘paket’ler ‘kâğıt üstünde’ değil, ‘özde’ yerine getirilebilmiş olsaydı...
Avrupa Parlamentosu’nun (AP) yeni Türkiye raportörü Hıristiyan Demokrat Grup üyesi Hollandalı Milletvekili Ria Oomen-Ruijten, Türkiye’nin AB yolundaki yürüyüşünü değerlendirirken “Kopenhag Kriterleri”nin “ölçü” olduğunu söylemiş. Biliyorsunuz, ‘kriter’ meselesi de ülkemizde çok tartışıldı. Başbakan R. Tayyip Erdoğan, zaman zaman “Kopenhag Kriterlerini; Ankara Kriterleri yapar, yolumuza devam ederiz” dedi. Dedi, ama ortaya çıkan ‘Ankara Kriterleri,’ Türkiye’nin AB yolunu engellemeyi ve yavaşlatmayı hedef alıyor. Son tartışmalar da bunun ürünü değil mi?
AP’nin yeni Türkiye raportörü Oomen-Ruijten, “Türkiye’deki gelişmeleri çok yakından takip ediyorum. Pozitif ve objektif bir rapor hazırlayacağım” diyor ve raporunun ipuçlarını şöyle hatırlatıyor: “Türkiye’deki sivil-asker ilişkileri AB seviyesine getirilmeli. AB’nin hem laik, hem de aynı zamanda demokratik bir Türkiye’ye ihtiyacı var. (...) Demokrasiyi ben ‘tek nefes’e benzetiyorum. Eğer, Türkiye AB üyesi olmak istiyorsa ki istediğini sanıyorum, bir taraftan asker demokrasiye müdahale etmemeli ama aynı zamanda hükümet de Türkiye’nin anayasasında belirtilen laik yapının bekçisi olmalı. (...) Türkiye dosyası kolay bir dosya değil. Ama, hayatımda hiçbir zaman kolaya kaçmadım zaten. Türkiye hakkında rapor hazırlarken benim kılavuzum Kopenhag Kriterleri olacak. AB üyeliği sadece ekonomik işbirliği değil, aynı zamanda siyasî birliktelik. Bu siyasî birlikteliğin temeli de Kopenhag Kriterleri’dir. Türkiye reformlarına devam ederek, demokratikleşme ve ifade özgürlüğü alanlarında adımlar atmaya devam etmeli.” (Sabah, 9 Mayıs 2007)
AB yolu engelli, ama Türkiye’nin menfaati bu yolda ilerlemekte yatıyor...
10.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Meraklısına ithaf olunur |
|
Siyaset kaygan bir zeminde, toz duman arasında seçimlere doğru ilerlerken, bazı konular hak ettiği önemde tartışılamıyor.
Genelkurmay’ın 27 Nisan bildirisi de bunlardan biri.
Gözardı edilmemesi gereken nokta, askerin gece yarısı çaldığı düdükle birlikte başlayan bir süreç var.
Bu sürecin sonunda, bir sabah kalktığımızda 9 Mart 1971’de olduğu gibi asker-sivil bir takım ihtilâl cuntalarının varlığı ile karşılaşabilir miyiz?
Hani canım, “27 Mayıs devriminin devamı” olarak planlanan ve aralarında Cemal Madanoğlu, Celil Gürkan ve Muhsin Batur’un bulunduğu, Doğan Avcıoğlu, Mümtaz Soysal, İlhan Selçuk, Uğur Mumcu, Bahri Savcı ve Altan Öymen’in bakanlıklara getirileceği asker-sivil cuntasından söz ediyorum.
Ne zaman ki, kendisine liderlik önerilen Faruk Gürler yan çizmiş, Muhsin Batur cuntayı yarı yolda bırakmış, ordu içi hesaplaşma sonucunda, biz de, cuntaya sızmış MİT mensubu Mahir Kaynak’ın itirafları ile olaydan haberdar olmuştuk.
Aynen üstü örtülen Sarıkız ve Ayışığı planlarında olduğu gibi.
O zaman askerle el ele, kol kola devrim yapmayı planlayanlar, dengelerin değişmesi sonucunda kendilerini Ziverbey’in işkence odalarında bulmuştu. Devrim için meydanlara sürülen gençlerden Mahir Çayanlar Kızıldere’de öldürülürken, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın sonu darağacı olmuştu.
Benzer bir durumla karşılaşır mıyız, orasını bilmem. Çünkü her olay diğerinin tekrarı değildir. Hepsi kendi şartları ve kendi aktörleri ile çıkar ortaya.
Ama bir sabah kalktığımızda “Paşalar ceplerinde asılacak siyasetçilerin listesiyle dolaşıyor” diye sağa sola korku salan, “genç gazeteci”lerden birinin cuntanın bir kolunda, meydanları harmanlayan diğerinin başka bir komitede olduğunu görebiliriz.
Bunca şey yaşandıktan sonra sürpriz olmaz elbette ki tüm bunlar.
Nasıl ki komutanlarla diyaloglarına güvenip, “Bu ordu ihtilâl yapmaz” düşüncesinde olan AKP yöneticileri, 27 Nisan gecesi yedikleri bildiri ile şaşkına döndülerse, süreç şimdi istediğimiz gibi işliyor, bugün ya da yarın ihtilâl olacak diye gün sayanlar da bir sabah kalktıklarında farklı bir sürprizle karşılaşabilirler. Tabiî sürpriz değil, beklentilerine uygun bir sonuç da olabilir.
Peki olursa ne olur?
Koskocaman bir yazık olur.
Hem de ne yazık.
İsterseniz günlük gelişmelerin toz-dumanından sıyrılıp, şöyle geriye doğru bir bakalım.
Bu amaçla bir bilanço koyacağım önünüze.
-650 bin kişi gözaltına alındı. Uzun süre akibetleri hakkında bilgi alınamadı.
-1 milyon 683 bin kişi fişlendi.
-230 bin kişi yargılandı.
-7 bin kişi için idam cezası istendi.
-517 kişiye idam cezası verildi.
-Haklarında idam cezası verilenlerden 50’si asıldı (18 sol görüşlü, 8 sağ görüşlü, 23 adlî suçlu, 1’i Asala militanı).
-İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis’e gönderildi.
-71 bin kişi TCK’nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı.
-30 bin kişi ‘’sakıncalı’’ olduğu için işten atıldı.
-14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.
-300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.
-171 kişinin ‘’işkenceden öldüğü’’ belgelendi. Belgelenemeyenlerin ne kadar olduğu ise belirlenemedi.
-937 film ‘’sakıncalı’’ bulunduğu için yasaklandı.
-Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi.
-Cezaevlerinde toplam 299 kişi hayatını yitirdi.
-144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.
-14 kişi açlık grevinde öldü.
-16 kişi ‘’kaçarken’’ vuruldu.
-95 kişi ‘’çatışmada’’ öldü.
-73 kişiye ‘’doğal ölüm raporu’’ verildi.
-43 kişinin ‘’intihar ettiği’’ bildirildi.
İşkencede sakat kalanlar ya da işten atıldığı,bir süre cezaevinde kaldığı için hayatı kararanlar ise buna dahil değil.
Bu listeyi nereden aldım?
Geçmişte 27 Mayıs’ın, gerçekleşemeyen 9 Mart’ın, gerçekleşen 28 Şubat’ın, Ayışığı’nın, Sarıkız’ın ve beklenen yeni cuntasal faaliyetlerin arkasında ve içinde olan Cumhuriyet gazetesinin 12 Eylül 2000 tarihinde, ‘’Darbenin bilançosu” diye verdiği tablodan aldım.
Darbe demek, ara rejim demek budur işte.
Darağacı, işkence, sürgün, yasak, hapis ve özgürlüklerin askıya alınması.
İnsanların bir sağda, bir soldan ipe çekilmesi, oyun çağında ve yaşı tutmayan çocukların idam sehpalarında sallandırılmaları.
Darbe gelir de kimi vurur o ise hiç belli olmaz. Bu bilançoyu Cumhuriyet gazetesinden özellikle aldım.
27 Mayıs’ı yapanlar, ”Biz Akis okuyarak darbeyi yaptık” demişlerdi.
Şimdilerin akıl hocalarının da Cumhuriyet gazetesi olduğu anlaşılıyor.
İşte bilanço… Meraklısına ithaf edilir...
10.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Gayret sebebi |
|
İnsanın sebat ve metaneti, cesaret ve şecaati, yaptığı işin büyüklüğü ölçüsünde artar. Büyük ve kudsî dâvâlar büyüklükleri ölçüsünde sebat, şecaat, şevk ve gayret de isterler. Bu uğurda güçlüklere göğüs gerilir, sıkıntı ve meşakkatler zevkle üstlenilir.
Tarih boyunca gerçekten zoklukları zevkle omuzlayan nice kahramanlar gelip geçmiştir.
Tarihte inandığı batıl dâvâ uğruna hayatını dahi vermekten çekinmeyen insanlara rastlandığına göre hak bir dâvâ uğruna niçin fedâkârlıklardan kaçınılsın?
Barla Lâhikası’nda, talebelerine, eskiden bir kişinin haksız bir mesleğe kapılıp hak zannederek dört elle sarıldığına, mesleğinde fanî oldup derisi yüzüldüğü halde tahammül ettiğine ve kahramancasına tavırlar sergilediğine dikkat çeken Üstad, “Acaba bütünüyle hak ve hakikat, hakikat nurlarının menba ve madeni olan hakikat-i Kur’âniyeye hizmetteki kudsî lezzet, inançsızların geçici, hiç önemi olmayan sıkıştırma ve rahatsızlık vermelerine, kalbte açtıkları yaralara hiç tiryak ve merhem olamaz mı?” anlamında bir soru soruyor, cevabını da kendi verip “Elbette olur ve olmuş ve oluyor”1 diyor.
Demek iman ve Kur’ân’a hizmet gibi kudsî bir lezzet, bütün sıkıntı ve ıztıraplara merhem ve ilâç oluyor.
İhlâs Risâlesi’nde belirtildiği gibi mühim ve büyük bir umûr-u hayriyenin, yani hayırlı işlerin çok muzır manileri bulunur. Şeytanlar o hizmetin hadimleriyle çok uğraşır.2 Savaşta en çok yaralananlar da, siperini bırakıp kaçanlardır. En az yara alanlar ise siperinde sebat edenlerdir.
Onun için bu hizmet kahramanları bunca düşmanlara rağmen sebatı, şevk ve gayretle hizmet etmeyi esas alırlar. Hatta onlar hizmetin kudsiyet ve o hizmetteki zevk ve gayretindeki şevkin, acı ve hususî zorluklara galebe çalacağını çok iyi bilirler. “Amellerin en hayırlısı en zor olanıdır”3 sırrınca büyük hayırların zorlukları da çok olur. Ama zorluklar çoğaldıkça ehl-i himmet fütura düşmek şöyle dursun, gayret ve sebatını daha da arttırır.4 Resûl-i Ekrem (a.s.m.) insanlar dinlemedikçe daha çok gayrete gelmemiş miydi?
Yirmi sekiz sene süren sürgün ve zindan hayatına ve maruz kaldığı onca meşakkatlere rağmen Üstad, kendini hizmetin kudsiyetine öylesine kaptırmıştı ki, “Bu hizmet-i Kur’âniyede başa ne gelirse gelsin, hatta hergünde birer başım olsa da kesilse, yine o hizmetin kudsiyetindeki lezzet-i ruhaniye mukabil geliyor ve kâfidir”5 diyor ve hayatıyla örnek bir tavır sergiliyordu.
Demek dâvâlar yüceliği ölçüsünde fedâkârlıklar da istiyor.
Dipnotlar: 1- Barla Lâhikası, s. 181. 2- Lem’alar, s. 222. 3- Keşfü’l-Hafâ, 1:55. 4- Barla Lâhikası, s. 174. 5- A.g.e., 181.
10.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Enerji ve iman gücünün sırrı |
|
Çoğumuz merak ederiz: İman nasıl bir enerji kaynağıdır? Maddî enerjiyle ilgisi var mı? Yoksa, sırf ulvî hakikatlerden örülmüş müstakil bir güç kaynağı mıdır?
İman, ruh/duygu ve zihnî boyutlu bir hakikat olduğundan pozitif gücünü bu olgulardan alır. Zira, rûhumuzu/duygularımızı besleyen, çalıştıran, yöneten, yönlendiren, güçlendiren inançlarımız ve imânımızdır. İnanç ve imanımız da, marifet, yani bilgi/ilimle oluşur. Tabiî ki, marifet derken, manevî, fen ve sosyal ilimleri kast ediyoruz. Çünkü, her bir fen ve sosyal ilmin, Yaratıcının bir isim ve sıfatına dayandığını söylemiştik.
Aslında iman gücü gibi, fizikî güç de esrarını koruyor. İçinde milyonlarca samanyolunu (herbirisi milyarlarca yıldızı barındırır) oluşturan her galaksi kendi merkezi ekseni etrafında döner. Bu jiroskobik enerji, ancak kütleden, yâni cazibeden (çekim gücünden) sağlanır. Yapılan hesaplar sonucu, galaksilerin dönme enerjilerinin kütlelerden on kat fazla olduğu doğrulanmıştır. Bu durumda gerekli on kat enerji nereden gelmektedir? Bu enerji, maddeden temin ediliyorsa madde ya da kuvantı nerede? Değilse, madde ötesi bu gücün, boyutlardaki geometrik eylemi, mekânı nerede? Buna da ilim adamları, madde olmayan nesne (mânâ) demek zorunda kalmışlardır.1
Öte yandan, atom veya elektrikteki “etki ve güç”ün materyalist gözle bakıldığında nereden geldiği bir sırdır. Bir elektrik akımı gücü, bir manyetizma veya atom çekirdeğindeki korkunç denge enerjisi, akıl almaz derecededir. Hiç şüphesiz bu, Sonsuz Kudret Sahibi’nden gelmektedir. Kezâ, bedenimizde, kâinatta bulunan elektrik, x-ray, kızılötesi, elektro-biyo-manyetik gibi sayısız enerji türleri; rûhumuzda ise, onlarca duygu ve yüzlerce his ve lâtifelerin enerji boyutları vardır. İşte, imânın bir cephesi; galaksilere, bize, herşeye enerjilerini veren Sonsuz Kudret Sahibini tanımak, bilmek ve kabul etmek; bu enerji türleriyle şuûrlu olarak irtibat kurarak ondan güç almak, biriktirmek, yönlendirilmektir.
Tahkiki imân; doğru, kesin bilgi, isabetli ve olumlu bakış, derin tefekkür, tevhidî tevekkül, yani kaderin, mutlak bir plan ve programın varlığının verdiği güven, ihlâs gibi hasletlerin bileşkesinden hasıl olan yüksek, nurânî, ulvî bir güçtür.
Aslında imanı; salt, müstakil bir duygu ve fikir konsantrasyonu gibi düşünebiliriz. Kim bir meseleye odaklaşır, yoğunlaşır, duygularını temerküz ederse harika sonuçlar almaz mı? Kâşifler, sporcular bunun en müşahhas örnekleridir.
İşte iman, bu temerküz, odaklaştırma ve yoğunlaşmanın Allah’a iman ve sâir iman esaslarıyla gerçekleştirilmesidir. İman; tevhid, uluhiyet, rububiyet gibi ulvî meseleler, İlâhî isim ve sıfatlarda yoğunlaşmaktır. Yani—teşbihte hata olmasın—fişi elektrik prizine takmak gibidir. Allah’a iman, sonsuz kudret sahibine intisaptır ve iman derecesine göre güç/enerji elde edilir.
Dipnot: 1- Onk. Halûk Nurbaki, İnsan Bilinmezi, s. 62.
10.05.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kısa kısa |
|
Ramazan Göktaş:
*“Biz bazen bilgisayarımda çalışırken veya kitaplarımla uğraşırken, ya da eşim mutfakta bulaşıkları yıkarken müzik dinlemek yerine veya radyo programlarını dinlemek yerine gerek mp4’ten gerekse bilgisayardan veya kasetten Kur’ân dinlemek istiyoruz. Fakat duyduğumuza göre Kur’ân okunurken hiçbir şey yapmadan dinlemek gerekiyormuş. Bu doğru mudur, böyle vasıtalardan dinlenen Kur’ân da bu hükme girer mi?”
Kur’ân diyor ki: “Kur’ân okunduğu zaman, derhal susup onu dinleyin. Umulur ki, rahmete nâil olursunuz.”1
Âyetin istediği Kur’ân okunurken susmak ve okunan Kur’ân’ı dinlemek, yani bütün dikkatleri okunan âyetler üzerinde yoğunlaştırmaktır. Kur’ân’ı hangi vasıtadan dinlersek dinleyelim, hüküm aynıdır. Neticede insan da bir vasıtadır, hava da bir vasıtadır. Fakat iş yapmayın demiyor. Konuşmayın ve dikkatinizi Kur’ân’a verin diyor. Eğer sessiz olmak şartıyla yaptığımız iş, dikkatimizi Kur’ân’a vermeyi engellemiyorsa sakıncası yoktur.
***
Yasin Asar:
*“Göz çapağının çıkması abdesti bozar mı?”
Gözün göz çapağı ve gözyaşı, burnun sümüğü, ağzın tükürüğü, vücudun teri, vücuttan kopan kuru deri parçası, yaranın kuru kabuğu, kesilen tırnak ve saç… Bunlar abdesti bozmazlar.
***
Hüseyin Dal:
*“Benim sorum; bir öğrencinin Akbil'ini (elektronik bilet-paso) sivil bir kişiye vermesinin hükmü nedir? Yani öğrencilik haklarının başkalarına kullandırılmasının hükmü nedir?”
Akbil'i veren kurumun sağladığı sosyal hizmeti suistimal etmek demektir. Kul hakkıdır. Caiz olmaz.
Erdal Bey:
*“Kafeste keklik beslemek ve keklik avlamak caiz midir? Dövüş için horoz beslemek, güreştirmek için deve beslemek, akvaryumda balık beslemek ile ilgili İslâm’ın hükümleri nelerdir?”
Ameller niyetlere göredir. Hayvana zulüm yapmadıkça, aç, susuz, yemsiz, gıdasız, ilaçsız, dermansız, uykusuz ve yorgun bırakmadıkça, hayvanı taciz etmedikçe, dövmedikçe, kafeste kuş veya keklik beslemek, akvaryumda balık beslemek, kümeste horoz veya tavuk beslemek, ahırda deve veya hayvan beslemek haram değildir, mubahtır. Fakat hayvan taciz edilirse, hayvana sıkıntı verilirse, aç ve susuz bırakılırsa, dövülürse, vurulursa, dilsiz hayvana acı verilirse hayvanın tek şikâyet mercîi Âdil-i Hakîm olan Allah’tır. Bu bilinmelidir.
Hayvan dövüştürmek zulümdür, insanlık dışıdır, günahtır. Bu, hayvana sıkıntı verir, yaralar, taciz eder. Hayvan dövüştürülmek için, güreştirilmek için, birbirine ezdirilmek için, sadist duygularımızı tatmin etmek için beslenmez. Böyle hayvanlar yarın Mahkeme-i Kübra’da sahibinden şikâyetçi olurlar.
Asr-ı saadette böyle bir deve, sahibinden Allah Resulüne (asm) şikâyetçi olmuştu.
Ebû Hüreyre (ra) bildiriyor ki: Bir gün bir deve bir bağda kızdı, vahşîleşti. Yanına kimseyi sokmuyor, herkese hücum ediyordu. Devenin yanına Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm girince, deve geldi, ikrâmen secde etti ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanında sakinleşerek ıhtı.
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm deveye yularını takarken deve dedi ki:
“Beni çok meşakkatli şeylerde çalıştırdılar. Şimdi de beni kesmek istiyorlar. Onun için kızdım!”
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm deve sahibine “Böyle midir?” diye sordu. Deve sahibi mahcubiyetle hatasını itiraf eyledi.2
Hayvanlar dilsizdirler. Ama hakkı hukuku bilmez değildirler.
Dipnotlar:
1- A’raf Suresi: 204
2- Müslim, 1/268
10.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Bugün, telefondan bilgisayara, televizyondan internete varıncaya kadar kullandığımız teknoloji, aslında var olan bir sistemin uzantılarıdır.
Cenâb-ı Hak dünyayı, kâinatı yaratırken bu kanunu koymuştur.
İnsanlar ise bu nimetleri, zamanla keşfetmişlerdir.
Mucizeler, kerâmetler, harika hâller, rüyalar gibi yaşanılan hayat hâlleri ise, yine Cenâb-ı Hakk’ın ihsan ettiği nimetlerdir.
Özellikle günümüzde bu imkânların kullanılması, bir zaruret halini almıştır. Onlarsız olmaz.
Önemli olan, bunların verimli ve yerinde kullanılmasıdır.
Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm’ın, saati mucize yoluyla getirmesini; İdris’in (a.s) terziliğini, Âdem’in (a.s.) çiftçiliğini, Davud’un (a.s.) demiri bal mumu gibi istenilen şekle sokmasını, İsa’nın (a.s.) tıp mesleğini, Süleyman’ın (a.s.) eşyanın naklini getirmesini... Hazret-i Muhammed’in (asm) ay ve güneşi teshir edişini ele aldığımız anda, aslında Cenâb-ı Hakkın, hayatın şifrelerini, peygamberleri vasıtası ile bize ulaştırdığını görüyoruz.
İnsanlar, bunları zamanla geliştirmişler ve medeniyetin baş döndürücü gelişimi mevcut durumu inşâ etmiştir.
Bu açıdan, iletişimden son derece istifade etmekle birlikte bunun karşılığını vermek ise, bu araçları yerli yerinde kullanmak ve bunu veren Kudret’e şükür hislerimizi de ihmâl etmemektir.
Özellikle hava unsurunda “Hüve” zamirinin maddeten de varolduğunu dile getiriyor Bediüzzaman Hazretleri. “Kulhüvellâhü”deki “hüve”nin, “Allahü”deki “Hû”nun maddeten vazife yaptığını dile getiriyor.
Bunlar, İlâhî bir sistemin şaşmaz, yanılmaz, yanıltmaz kanunlarıdır.
İnsana geçici bir hayat rengi vermek, eşyanın maddeten nakli gibi buluşları da, insanoğlunun çok çalışıp insanlığa hediye etmesini bekliyoruz.
10.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Önce ve sonra |
|
Önceki gün bir programda şarkıcı Seda Sayan’ın çocukluk arkadaşı ekrana geldi. Genç kızken birlikte evden nasıl kaçtıklarını anlatıyordu mikrofonlara (Kanal D).
Nereden nereye diyor programda... Genç kızlara örnek olsun diye mi bu görüntüler ekrana geldi bilemiyorum.
Görünen o ki, teşbihte hata ediliyor.
Şöhret için evden kaçan ikili, bu hayatın ne kadar zorlu ve batak olduğunu anlatsa fena olmaz mıydı?
Sanki şimdiki genç kızlara örnek olsun diye bir de nisbet edercesine konuşmuyorlar mı?
Bu arada, Milliyet gazetesi, Hollywood ünlülerinin geçmişte yaptığı “iş”leri sayfalarına taşımış. Öncesi ve sonrasını kıyaslamış.
ABD’nin 'emlak kralı' olarak ünlenen, dolar milyarderi Donald Trump’ın, depozitolarını alabilmek için boş şişe ve metal içecek kutuları topladığı ortaya çıkmış.
İş, sinema ve müzik dünyasının, ünlü isimleri arasında, ilk iş hayatına bulaşık yıkayarak, yer paspaslayarak başlayan isimler bile var...
İşadamı Michael Dell:
Dünyanın en büyük bilgisayar üreticilerinden Dell’in Başkanı Michael Dell, ilk gençlik yıllarında, bir Çin lokantasında bulaşık yıkayarak harçlığını çıkarıyormuş. Dell daha sonra, lise öğrencisiyken Houston’daki yerel gazeteye abone toplayarak öğretmenlerinden daha fazla para kazanmaya başlamış.
Aktör Johnny Depp:
Hollywood’un ’asi adamı’ Johnny Depp, üne ve paraya kavuşmadan önce, The Kids adlı bir müzik grubuna solistlik ediyormuş...
Aktör Michael Caine:
Oscarlı İngiliz oyuncu Michael Caine, Londra’nın güneyinde yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Caine de iş hayatına lokantalarda bulaşık yıkayarak başlamış...
Aktör Jim Carrey:
Ünlü oyuncunun gösteri dünyasına girmeden önceki işi ise yer paspaslamakmış. Kendisi 15 yaşında iken, babasının işten atılması sonucu ailesine yardımcı olabilmek için çalışmaya başlayan Carrey, bazen okuduğu okulda güvenlik nöbetçisi olarak çalışıyor, bazen de Toronto yakınlarındaki bir lastik fabrikasında yerleri paspaslıyormuş... Carrey bugün film başına 20 milyon dolar kazanıyor.
Harry Potter’in yazarı J.K. Rowling:
Asıl adı Joanne Rowling olan, Harry Potter kitap dizilerini yazmaya başlamadan önce, Uluslararası Af Örgütü’nün Londra bürosunda araştırma asistanı olarak çalışıyor, Afrika’da insan hakları ihlallerine ilişkin raporlar hazırlıyormuş.
Yönetmen Quentin Tarantino:
ABD’li Oscar ödüllü senarist Tarantino, çocuk denecek yaşlarda, Güney California’da başladı ilk iş hayatına, ancak bugünkünden çok farklı olarak. Tarantino, sinema salonlarında ve video dükkânında bedava izlediği filmlerin, kendisinde büyük katkısı olduğunu ve film tutkusunun böyle başladığını söylüyor.
Brad Pitt:
İlk gençlik yıllarında oyuncu olmak için mücadele eden Brad Pitt, bu amacına ulaşabilmek için en çok çabalayanlardan. Pitt, ek gelir sağlayabilmek için, Los Angeles’taki Sunset Bulvarı üstünde, giydiği tavuk kostümü ile yoldan geçenleri, çalıştığı fast-food lokantasına çekmeye çabalıyordu.
Görülüyor ki ünlü isimler belli “sıkıntılar”dan sonra belli noktalara gelmiş.
Ama evden kaçmak gibi lükse girmemişler.
RTÜK’UN UYARISI
Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Başkanı Zahid Akman, önceki gün yaptığı basın toplantısında, canlı yayında radyo ve televizyonları uyardı.
Diyor ki:
“Türkiye’de dengeleri dikkate alan, demokratik bir yapının oluşmasını sağlayacak, huzurlu bir seçimin oluşması için herkes üzerine düşen görevi yapmak zorunda...”
Bunu neden söylüyor.
Bazı kuruluşların siyasî parti reklamı yayınlamaya devam ettikleri için...
Akman, bu konudaki raporun değerlendirilerek Yüksek Seçim Kurulu’na (YSK) sunulacağını bildirdi.
Tandoğan, Çağlayan ve bilumum meydanlarda Anayasanın bilmem hangi kuralını çiğneyen zihniyet, şimdi ekranlarda “yasak” deliyor.
İdeoloji mi yoksa kurallar mı?
Bakalım hangisi daha üstün gelecek?
10.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Tezatlar yumağı |
|
Düşünebiliyor musunuz: Kendisi bir göçmen çocuğu, ama göçmenlere karşı. Böyle bir şey olabilir mi? Evet! Fransa’da ta kendisi yaşanıyor. Kendisi bir Selanik-Macar kırması olan Sarkozy’den sözediyoruz. Evet tezat gibi, ama tam öyle: “Bir ‘göçmen çocuğu’ Fransa’ya başkan oldu” deniliyor! Ama göçmen sıfatıyla değil. Göçmen gömleğini üzerinden çıkaralı çok oldu. Hatta kraldan çok kralcı oldu. Kendisi gibi göçmenleri ve yeni göçmen kuşakları Fransa’da istemiyor. Dışlıyor. Tezat adamın en belli başlı çelişkilerinden birisi bu. Yani kendisi göçmen olmasına rağmen siyasetini göçmenlere düşmanlık üzerine kurmuş.
Los Angeles Times gazetesi gibi gazetelerin de dikkat çektikleri gibi Sarkozy’nin AB bağlamında Türkiye’ye muhalefetinin temelinde zenofobik duyguları etkili olmaktadır. Kısaca, kendisi bir yabancı olmasına rağmen Türkiye’ye ve ülkesindeki göçmenlere karşı yabancı düşmanlığı politikası izliyor. Hatta körüklüyor. Bazen bunu maskeleme gereği de duymadan kabaca yapıyor. Bu da delikanlılık ve sert erkek raconu üzerinden ona oy sağlıyor. İngilizce deyimle (his tough guy image) yani sağlam erkek, haşin delikanlı imajı siyasi piramidin tepesine yükselmesini sağlamıştır. Rayiç ideoloji hangisiyse bu tipler onun üzerine binerek yükselmesini biliyorlar. Bir göçmen çocuğunun şahsında yabancı düşmanlığı hem yapısal hem de siyasal bir çelişkidir. Bu noktada Los Angeles Times Sarko’ya şöyle bir öğütte bulunuyor: “Sarkozy Türkiye’nin AB ile üyelik müzakerelerini olumsuz etkileyecek. Fakat bu üyelik, yabancı düşmanlığına değil kriterlerin karşılanmasına bağlı olmalıdır...” Ama Sarkozy baştan kararını vermiş gözüküyor. Ensemble (Birlikte) adlı kitabında ‘Türkiye’nin AB üyeliği Avrupa bütünleşmesini öldürür’ diyordu. Chirac döneminde AB istikametinde Türkiye’ye destek verenlerden Michael Barnier de Sarkozy’nin yanına geçince dilini değiştirmiş ve Türkiye’nin üyeliğinin anayasanın reddiyle reddedildiği kanaatini seslendirmeye başlamıştır. Kimileri ‘çıkmayan candan umut kesilmez’ misali Papa 16’ncı Bendiktus gibi Sarkozy’nin de bir gün ayılabileceğini ve değişebileceğini umut ediyor.
***
Sarkozy, Zenofobi hastalığına mümasil olarak aynı zamanda İslamofobi hastalığıyla da malûldur. Esasında onda İslâm düşmanlığı yabancı düşmanlığı şeklinde tecelli etmektedir. İkisi birbirinde indimaç ederek sarmal hale gelmiştir. Türkiye’ye karşı cephe almasının temelinde de bu yatmaktadır. Burada da yaşadığı tezat kendisini göstermektedir. Kökleri Selanik’te bir Yahudi aileye dayanan bu yeni yetme Fransız göçmeni, göçmen bir aidiyete sahip olduğu halde göçmenlere karşı olması gibi dedelerini Osmanlı kurtardığı ve İspanya’dan kaçtıktan sonra onlara bağrını açtığı ve sığınak olduğu halde; o bugün Osmanlı’nın torunları olan Türklere düşman kesilmektedir. Onunla da kalmıyor Endülüs’te müşterek bir kaderin mağdurları olan eski kader ortaklarını da tersliyor. Attalı’nın 1992’sini okumamış galiba! Bu tezat yumağı adamı daha yakından tanımak için biraz geçmişine ve kare köküne inelim. Sadakatini nasıl değiştirdiğini görelim. Tâ ki Berberakis, Milliyet’te onun geçmişiyle ilgili tarihe şu kaydı düşüyor: “Fransa’da cumhurbaşkanlığı seçiminin galibi Nicolas Sarkozy’nin kökenleri Selanik’e dayanıyor. Büyük dedesi Selanikli bir Yahudi olan Sarkozy’nin bazı akrabaları halen bu şehirde yaşıyor. Sarkozy’nin Fransa’nın yeni cumhurbaşkanı seçilmesi üzerine Yunan basınında, aile geçmişi ayrıntılı olarak yayımlandı. Yunan medyasındaki haberlere göre, Sarkozy’nin büyük dedesi 19. yüzyılda Selanik’in en büyük kuyumcusu olan Yahudi Mordehay Mallah’tı. 1913’te ölen Mordehay Mallah’ın eşi Reina ile 7 çocuğu vardı. Sarkozy’nin dedesi Aron Benico Mallah, bu 7 çocuğun en büyüğüydü.
Selanik’ten Paris’e göç eden Aron Benico Mallah, 1917’de Katolik Adel Bovier ile evlendi ve kendisi de din değiştirip Katolik oldu. İsmini ise Benedict olarak değiştirdi. Çiftin Suzanne ve Andree adlarında iki kızı oldu. Andree, 1949’da soylu bir Macar göçmeni olan Pol Sarkozy Nagy-Boscay ile evlendi ve bu evlilikten, Fransa’nın yeni cumhurbaşkanı olacak Nicolas Sarkozy dünyaya geldi. Sarkozy, seçim kampanyası sırasında, ailesinin Selanik’teki köklerine kısaca atıfta bulunmuştu...”
***
Sarkozy, tenakuzları ve çelişkileri kendisinde cem eden bir adamdır. Bu anlamda seçimlerde hem Yahudilerin hem de aşırı sağcıların yani Le Pen’cilerin oyunu alabilmeyi başarmıştır. Bu kayıtlara geçmiş bir hakikattır. PIAR’ın karşılıklarından birisi olan Ipsos adlı şirkete göre ikinci turda elenen Le Pen’in yandaşlarının büyük kısmı oylarını Sarkozy’den yana kullanmışlardır. Bu, birkaç puanlık (yüzde 1 ile 5 arasında) sekme Elysee Sarayı’nın yeni sahibini de belirlemiştir (Progressive’s French Lesson, J. Dionne Jr./W. Post, 8 Mayıs 2007). Kısaca Sarkozy, Yahudi ve aşırı Le Penci veya Ulusal Cepheci oylarla Elysee’nin yeni sahibi olmayı başarmıştır. Böylece, tarihteki çok ilginç seçim koalisyonlarından birisine daha şahit olduk. Yahudiler ile onlara düşman olan Le Pen çizgisinin oyları, Yahudi asıllı bir adayın Elysee sarayına çıkmasında ortaklık etmiştir. Bu akla kimilerinin reddettiği kimilerinin de kabul ettiği bir çağrışımı getiriyor: Sarkozy’nin şahsında Hitler ile Yahudiler tezat bir şekilde yeniden buluşmuş oldular. Dedik ya adam tezatlar yumağı. Bütün bunlardan sonra Sarko karşıtı bir Fransızın şöyle bir pankart taşıması dikkatlerden kaçmadı. Meâlen: Cumhuriyet buysa yaşasın ölüm (yaşasın cumhuriyet yerine kullanıyor). Burada cumhuriyet ruhu zümre tahakkümüne yenilmiş oluyor. Cumhuriyet sadece masonların cumhuriyeti olduğu zaman zaten kendi kendisini feshetmiş olur ve cumhuriyet olmaktan çıkar. Kanun hukukta, ceset ise ruhunda yaşar.
10.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|