Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 10 Mayıs 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Muhakkak ki o, katımızdaki Levh-i Mahfuzda saklı, pek yüce ve pek hikmetli bir kitaptır.

Zuhruf Sûresi: 4

10.05.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Şu üç şey için Arapları sevin: 1. Ben Arap olduğum için. 2. Kur'ân Arapça olduğu için. 3. Cennette Arapça konuşulacağı için.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 140

10.05.2007


Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır

Küfür, bütün envâıyla kizbdir, yalancılıktır. İman sıdktır, doğruluktur. Bu sırra binaen, kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var; Şark ve Garp kadar birbirinden uzak olmak lâzım geliyor. Nar ve nur gibi birbirine girmemek lâzım. Halbuki, gaddar siyaset ve zâlim propaganda birbirine karıştırmış, beşerin kemâlâtını da karıştırmış.HAŞİYE

HAŞİYE: Ey kardeşlerim! Kırk beş sene evvel Eski Said’in bu dersinden anlaşılıyor ki, o Said siyasetle, içtimâiyat-ı İslâmiye ile ziyade alâkadardır. Fakat sakın zannetmeyiniz ki, o, dini siyasete âlet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Hâşâ, belki o bütün kuvvetiyle siyaseti dine âlet ediyormuş. Ve derdi ki: “Dinin bir hakikatini bin siyasete tercih ederim.” Evet, o zamanda kırk-elli sene evvel hissetmiş ki, bazı münafık zındıkların siyaseti dinsizliğe âlet etmeye teşebbüs niyetlerine ve fikirlerine mukabil, o da bütün kuvvetiyle siyaseti İslâmiyetin hakaikine bir hizmetkâr, bir âlet yapmaya çalışmış.

Fakat o zamandan yirmi sene sonra gördü ki: O gizli münafık zındıkların garplılaşmak bahanesiyle siyaseti dinsizliğe âlet yapmalarına mukabil, bir kısım dindar ehl-i siyaset, dini siyaset-i İslâmiyeye âlet etmeye çalışmışlardı. İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tabi olamaz. Ve âlet yapmak, İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir. Hattâ, Eski Said o çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü ki:

Bir sâlih âlim, kendi fikr-i siyasisine muvafık bir münâfıkı hararetle senâ etti ve siyasetine muhalif bir salih hocayı tenkit ve tefsik etti.

Eski Said ona dedi: “Bir şeytan senin fikrine yardım etse rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa lânet edeceksin.”

Bunun için, Eski Said “Eûzü billahi mine’ş-şeytâni ve’s-siyaseti” (Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım) dedi. Ve otuz beş seneden beri siyaseti terk etti.

Hutbe-i Şamiye, s. 51-52

***

İşte, Asr-ı Saadetteki inkılâb-ı azîm, sıdk ile kizb, iman ile küfür kadar birbirinden uzak iken, zaman geçtikçe, gele gele birbirine yakınlaştı. Ve siyaset propagandası bazan yalana ziyade revaç verdi. Fenalık ve yalancılık bir derece meydan aldı.

Hutbe-i Şamiye, s. 55

***

Kim fasık siyasetdaşını, mütedeyyin muhalifine, su-i zan bahaneleriyle tercih etse, muharriki siyasetçiliktir.

Beyanat ve Tenvirler, s. 117

***

Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır.

Mektûbât, s. 456

Lügatçe:

kizb: Yalancılık.

küfür: Allah’ı ve diğer iman esaslarını inkâr, kâfirlik.

sıdk: Doğruluk.

içtimâiyat-ı İslâmiye: İslâmî sosyoloji.

tenzil: Kıymetten düşürme.

fikr-i siyasî: Siyasî fikir, düşünce.

muvafık: Uygun.

tefsik: Birisini günah işlemekle suçlama.

fasık: Günahkâr.

mütedeyyin: Dindar.

su-i zan: Kötü düşünce.

muharrik: Harekete geçirici.

revaç: Sürüm, geçerlik, rağbet.

10.05.2007


Karanlıktan aydınlığa seni hayatımda yaşamak (2)

Dünden devam

Ve sen şöyle seslenmiştin nefsine:

“Madem Risâle-i Nur’un vazife-i kudsiye-i imaniyesi benim ölümümle daha ziyade inkişaf edecek ve hiçbir cihetle dünya işlerine ve benlik ve enâniyete vesilelikle ittiham edilmeyecek ve rekabeti tahrik eden hayat-ı şahsiyemi bulmadığı için daha mükemmel ve ihlas ile o vazife devam edecek; hem ben dünyada kaldıkça gerçi bir derece yardımım olabilir, fakat âdî şahsiyetimin ehemmiyetli rakipleri, münekkitleri, o şahsiyeti ittiham edebilir ve Risâle-i Nur’a ihlassızlıkla ilişebilir ve bir derece çekinir, çekindirir; hem bir derece bekçilik yapan bir şahsiyetin yatmasıyla, o daire-i nuriyedeki bütün ehl-i gayret müteyakkız davranır, bir nöbettar yerine binler bekçi çıkar; elbette ölüm gelse, ‘Başüstüne geldin’ demek gerekir. Hem madem Nur Şakirtlerinden çokları hem malını, hem istirahatini, hem dünya zevklerini, hem lüzûm olsa hayatını Nurun hizmetinde feda ediyorlar; sen ey nefsim, neden fedakârlıkta en geri kalmak istersin.”

Evet sen iman hakikatleri için hayatını feda ettin ve bunda hiç nefsine pay çıkartmadın. Bu bayrağı dalgalandıracak olanlara hayatının tümünü örneklendirerek sundun.

Canım Üstadım, ben ilk ‘Rububiyet’ kelimesini, o anlamadığım risâlelerinden öğrendim. Ondan sonra ‘Rabbim’ ismi ile sürekli zikir halindeydim.

Ben anne ve babamın sevgisini ve onlara olan muhabbetimi Risâle-i Nur vasıtasıyla elde ettim. Kardeş olmanın ehemmiyetini, birlik olmanın önemini, evladın nasıl yetiştirilmesini, ailenin yüceliğini, daha birçok sosyal içerikli olayları büyük zorluklarla yazdırdığın Risâle-i Nurlardan öğrendim.

Cenâb-ı Allah’ın bin bir ismini ve ehemmiyetini, Peygamberimizin kulluğunun yüceliğini, Peygamberimizin ahlâkıyla ahlâklanmayı, onun sünnetine uymanın ehemmiyetini, ona hakiki bir şekilde tabi olmayı, onu sevmeyi Risale-i Nur’dan öğrendim.

En önemlisi de “Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez” sözün, “Bil ey nefsim!” diye hitapların beni bağlıyordu.

Ya inançsızları susturan; Allah’ın varlık ve birliğini ispat etmen, haşrin varlığını ispat etmen, iman esaslarını yazman, okuyanları imana, Kur’ân’a, Peygamber’e (sav) bağlayarak, hakiki kul olma isteği ile gönülleri coşturuyordu.

Hani sen demiştin: “Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim; karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor, içinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birisi beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış, ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler.”

Bu yüzden mi seni yalnız tecrit ettiler? Evlâdını kurtaramayasın diye mi? Onlar bilmiyorlar mı seni himaye edeni? Seni görevlendireni. Bu hizmette İkram-ı İlâhî olduğunu.

O yangın hâlâ devam ediyor. Ve kim söndürecek sen yokken diye düşünürken, Risâle-i Nur’lara dikkat çekip; kendini bu imanı kurtarma dâvâsında hizmetkâr olarak göstermen, Risâlelerin okunmasını tavsiye etmen geliyor aklıma. Talebelerine “Bu gün kaç sayfa okudunuz?” sorunun üzerine aldığın cevaplar karşısında, “Bugün ben 200 sayfa okudum. Çok istifade ettim” deyişin ve şükredişin. Acaba kaç iman ehli, kendi yazdığı eserleri sürekli iştiyakla okur ve hâline şükreder ve bunları özellikle kendi nefsi için okur. İlk önce nefsine hitap eder...

Bir gün bazı talebelerinle Barla’ya giderken, yorgun argın işten dönen köylülerle hoş beş ettikten sonra, senden nasihat beklemişlerdi de sen gülümseyerek bir soru sormuştun onlara:

‘Eve gidince Risâle okuyabiliyor musunuz?’

‘Pek okuduğumuz söylenemez Hocam’

‘Günde en az otuz sayfa okumalısınız.’

‘Doğrudur hocaefendi, okumamız gerekir.’

‘Okuyor musunuz peki?’

‘Okuyamıyoruz.’

‘Yirmi sayfada mı okuyamıyorsunuz?’

‘Hasat zamanı olduğu için mütemadiyen çalışıyoruz.’

‘On sayfa okuyorsunuzdur herhalde?’

‘Ne yazık ki.’

‘Beş sayfa?’

‘Maalesef.’

‘Bir sayfada mı okuyamıyorsunuz?’

Köylüler sessizleşip başlarını öne eğince, her gün çok çalışıp evlerine yorgun argın döndüklerinde; o zor şartlarda dahi onları kitapla barışık hale getirmek için uyguladığın formüle talebelerinin bile akılları ermemişti.

O zaman demiştin onlara: ‘Sizden bir şey istiyorum’

Meraklı gözlerle ne isteyeceğini bilmeden baktılar köylüler.

‘Eve gittiğinizde biraz dinlendikten sonra, okumak maksadıyla Risâle-i Nur’u elinize alın, kapağını açıp kapayın’

‘Tamam efendim onu yaparız işte, Allah sizden razı olsun’

‘O halde anlaştık, Allah işinizi rast getire’ demiştin.

Ve sonra;

Yanında duran taleben Tahirî’ye dönerek: ‘Bu anlaşmaya ne dersin?’ diye sormuştun.

‘Benim pek aklım ermedi Üstadım’

‘Anlaşmadan biz kârlı çıktık’ dediğinde,

Tahirî: ‘Bu nasıl kazanç Üstadım. Otuz sayfadan sıfıra indik’ diye sorunca;

Sen yine: ‘Olsun, yine biz kazançlıyız. Her gün Risâleleri ellerine alacaklar ya, o bize yeter’ demiştin.

Yine ikna olmayan Tahirî, ‘Alacaklar, ama sadece kapağını açıp kapayacaklar’ diye yakındığında, verdiğin cevap anlamasına yetmişti:

‘Risâle-i Nur’da öyle bir cazibe var ki, açtılar mı kapatamazlar.’

Bizlerde kapatmıyoruz Üstadım, Artık Risâle-i Nur’u anlamaya, yaşamaya ve yaşatmaya bütün gayretimizle çalışmayı Cenâb-ı Hak’tan niyaz ediyoruz.

“Hizmet-i Kur’âniyede bulunana ya dünya ona küsmeli veya o dünyaya küsmeli. Tâ ihlâsla, ciddiyetle hizmet-i Kur’âniyede bulunsun” sözün, beni hem heyecanlandırıyor, hem de korkutuyor. Nefsimi nasıl dünyaya küstüreyim, o kadar zor geliyor ki. Hadi bunu yapamadım. Ya dünyanın bana küsmesine karşı; ben sabır içinde şükrederek hizmet edebilecek miyim? Bu dâvâ çok küllî bir dâvâ. “Kur’ân Hizmeti.” Allah'ım! O ihlâs ve ciddiyet nasıl olması gerekiyorsa bizlere lutfet, Kur’ân hizmetine hayatını adamak isteyen kullarından biri olaraktan bunu Risâle-i Nur’da geçen bütün isimlerinin hakkı için istiyor ve yalvarıyorum. Bu duâmı kabul buyur.

Üstadım! Risâle-i Nur’da geçen her cümle bir umman. Her okuduğumda farklı bir pencere açılıyor hayatıma. Şükürler olsun Rabbime. Defalarca Nurlarla yüzleştirdi, ama ben çok sonra fark ettim. Rabbim, bütün susayan gönüllere nur yağmurlarıyla hararetlerinin soğuması ve bütün hissiyatlarının nurlarla aydınlanmasını nasip etsin.

Binlerce talebelerin oldu Üstadım. Risâle-i Nur Külliyatı 33 dile çevrildi. Ama ben hâlâ anne ve babama anlatamadım. Onlar artık benim hâl dilimden bana bakıyor ve beni gözetliyorlar. Kim bilir ölene dek de gözetleneceğim...

—Son—

Arzu BABA

10.05.2007


ESMA-İ HÜSNA

Kadîr

Allah (c.c.), Kâdir’dir, Kadîr’dir, Muktedir’dir. Yani Cenab-ı Hak sonsuz güç, kudret, kuvvet ve iktidar sahibidir. Allah’ın güç ve kudretine had ve sınır yoktur. Onun gücü her gücün üstündedir, kudretinde hiçbir biçimde acz ve zaaf yoktur. Kudreti eksiksiz, noksansız, sonsuz ve mutlak kemâlde olup, tasarrufuna hiçbir şey engel olmaz. Zerrelerden kürelere hiçbir şey Allah’ın kudretine ağır gelmez. En küçük şey ile en büyük şey, Onun kudretine nazaran eşittir. (...)

Kâdir ismi ile bu ismin mübâlağa şekli olan Kadîr ismi ve aynı ismin iftial babından ism-i fâili olan Muktedir ismi hem Peygamber Efendimiz (a.s.m.) tarafından bildirilmiş, hem de Kur’ân’da yer almıştır.

İlgili âyetlerden bir kaçı şöyledir:

“Muhakkak Allah, gizliliklerin açıklanacağı gün insanı tekrar yaratmaya Kâdir’dir?” (Tarık Sûresi: 8)

“Görmezler mi ki gökleri ve yeri yaratan Allah, onların benzerlerini de yaratmaya Kâdir’dir.” (İsra Sûresi: 99)

“Sizi Allah yaratmıştır. Sonra sizi öldürür. Bir kısmınız ömrünün en fenâ zamanına ulaştırılır ki, bildiği halde bilmez olur. Muhakkak Allah Alîmdir, Kadîrdir.” (Nahl Sûresi: 70)

Semâvâtın her katının bir İlâhî isme mazhar olduğunu beyan eden Bediüzzaman Saîd Nursî, mîrâcı esnasında Peygamber Efendimizin (a.s.m.), Kadîr ismine mazhar Hazret-i İsâ (a.s.) ile Kadîr isminin tecellî halinde bulunduğu semâ dâiresinde görüştüğünü kaydeder.

Hâlık-ı Kâinatın, kudretine her şeyi boyun eğdirdiğini, kudretinin kapsam dâiresinin haricinde hiçbir şeyin bulunmadığını beyan eden Bediüzzaman Saîd Nursî, yaratıkların âcizlik, zayıflık, noksanlık ve kusurları şiddetinde Fâtır-ı Zülcelâlin yüce kudretine ayna olduklarını kaydeder. (...)

Bedîüzzaman’a göre, Allah’ın her asırda, her senede, her günde yeniden yeniye îcat ettiği hadsiz yaratıkları, nihâyetsiz kudretine sonsuz dillerle şehâdet ederler. Binâenaleyh böyle bir Kadîr-i Zülcelâl, vaadini yerine getirmeye muktedirdir. Çünkü, eşya Onun kudretine son derece itaatkârdır, “Bir şeyin olmasını dilediğinde Onun işi o şeye sadece “ol” demektir; o hemen oluverir” (Yâsîn Sûresi: 82) âyetinin işâretiyle O emreder, yapılır. (...)

Her şeyden bir şey yapmak ve bir şeyden her şeyi îcat etmenin her şeyin Hâlık’ına has bir iş olduğunu beyan eden Saîd Nursî, hayatın kudret kalemiyle yazılmış bir hikmetli söz olduğunu, görünüp işitilerek Allah’ın güzel isimlerine delâlet ettiğini kaydeder. Bedîüzzaman kâinatı bir saraya benzeterek, kâinat sarayında işlerin muntazam yürümesinin saray sahibinin her şeye muktedir olduğunu gösterdiğini, kâinatın tahrip ve yeniden tâmir edilmesi hususunda da Allah’ın muktedir bulunduğunu, dilediği zaman vaat ettiği şekilde bir emirle her şeyi yıkıp yeniden tamir edeceğini, Allah’ın iktidârına göre bunda hiçbir zorluğun bulunmadığını beyan eder.

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, Allah’ın kudreti, varlığının zarûrî lâzımıdır ve zâtîdir. Kudretin zıddı olan acz, Allah’ın kudretine hiçbir cihetle ârız olamaz, halel veremez, ilişemez. Çünkü, kudret zâtî olduğundan acz ona zarar veremez. Nitekim iki zıt şeyin bir vücutta toplanması mümkün değildir.

Mâdem Allah’ın kudretine acz müdâhale edemez; öyle ise böyle bir ezelî kudrette mertebe bulunmaz. Çünkü mertebe, bir şeye zıddının müdâhalesiyle meydana gelir. Meselâ, sıcaklıktaki mertebe, soğuğun müdâhalesi ile vâki olur. Karanlığın derecesi, ışığın devreye girmesi ile ortaya çıkar. Allah’ın kudretinde ise mertebe bulunmadığından, kudretin ilgi alanına giren her şeye nisbeti birdir. Allah’ın kudretine göre en büyük şey, en küçük şeye denktir. Yıldızları îcat etmek zerreler kadar kolaydır. Bütün insanlığı haşredip neşretmek bir insanı haşretmek kadar rahattır. (...)

Allah’ın kudreti ise sınırsızdır, sonsuzdur ve zâtîdir. Kudretin tasarruf alanı vâsıtasız, lekesiz ve isyansız olduğundan, kudret dâiresinde büyük küçüğe karşı kibirlenmez; bütün, parçaya nisbeten kudrete karşı nazlanmaz.

Kudretin eşyaya nisbetinin kanunî olduğunu kaydeden Bedîüzzaman, bu kanunla kudret nazarında küçüğün büyüğe eşit, parçanın bütün hükmünde olduğunu beyan eder. (...)

Cenab-ı Hak zâtında ve mâhiyetinde yaratıklara benzemediği gibi; fiillerinde de benzemez. Vâcibü’l-Vücudun kudretine nisbeten yakın-uzak, az-çok, küçük-büyük, fert-nev, parça-bütün ve cüz’-kül arasında hiçbir fark yoktur.

(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)

10.05.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004