Ortadoğu’da taşlar iyice yerinden oynuyor. Liderler şahsî kusurları, ihtirasları uğruna toplumlarını tehlikeye atıyorlar. Sudan’a Hasan Turabi’nin verdiği zararı belki de John Grang vermemiştir. Toplumları dönüştürüyor ve bekalarını tehdit altına düşürüyorlar. Irak’ta kuyruk acısının getirdiği, Şiî siyasalının işgal sonrası ABD ile işbirliğine girmesi ve siyasî olarak etkinlik kazanma ve gücünü pekiştirme peşine düşmesi, denklemi bozmuş ve mezhep kutuplaşmasını tetiklemiş ve körüklemiştir.
Osmanlı sonrası böyle olmamıştı. Neden 1920’de böyle olmadı da 2003’te böyle oldu? Bunun iki cevabı var. Birincisi Saddam Hüseyin, ikincisi İran devrimidir. Bunun sonucu olarak hepimiz de görüyoruz ki Irak’ta günde düzinelerce kişinin kolları bacakları yollara saçılıyor. Hatta kimi Batılı yazarlar bunu Batı’da mezhep savaşlarının yaşandığı Otuz Yıl Savaşlarına benzetiyor. Mezhepler her zaman çatışma aracı veya yakıtı değiller, ama siyasetle veya iktidar hırsı ile bütünleştiklerinde büyük bir fitne topuna dönüşmekte ve atom bombasından daha etkili olmakta ve bu da yaş kuru demeden önüne çıkan her karaltıyı yok etmektedir.
Abdullah II’nin kavramlarıyla konuşacak olursak bölgede bir Şiî üçgeni veya yayı var. Bu Şiî üçgen kimilerine göre İran’dan başlıyor Lübnan’a kadar uzanıyor. Bunun ortasında da Suriye ile Irak var. Son olarak Suriye ile Irak’ın birbirlerinin topraklarında elçiliklerini yeniden açmalarıyla birlikte bu görüntü iyice pekişmiş bulunuyor. Irak’tan sonra Lübnan üzerinde de savaş bulutları toplanıyor. Lübnanlı bir dostumuz anlattı. Son yıllarda Sünniler iyice marjinalleşti. Özellikle de Hariri’nin ortadan kaldırılmasıyla birlikte.
Lübnan’da Sünnî liderleri üç şey bekliyordu. Birincisi Suriye idaresine karşı çıkmaları halinde Hasan Halit veya Refik Hariri gibi suikastlar ve tasfiyeler yoluyla ortadan kaldırılmaları. İkinci seçenek ise sürgün idi. Üçüncüsü de muhaberat ile işbirliği idi. Ne yazık ki Sünnî liderliğinin kısm-ı azamı bu üçüncü işbirliği seçeneğini ister istemez kabullenmişti. Hariri suikastı ve Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesiyle birlikte kartlar karıştı. Bunun sonucu Sünnî kesimlerin en büyük dinî cemaatini temsil eden Cemaat-ı İslâmî, Suriye’nin çıkmasından sonra birçok kez fikir değiştirdi. Tabandan gelen tepkiler üzerine de tabanla tavan arasında gerilim yaşanmaya başlandı. Kâh Suriye cephesini, kâh 14 Mart Hareketini destekliyordu.
***
Hariri’nin öldürülmesi bölgeyi yeniden tufana gark etmişti. Lübnanlı Sünnilerin kahir ekseriyeti gibi, söz konusu dostumuz da Hariri’nin ABD’nin göz yummasıyla Suriyeliler tarafından ortadan kaldırıldığına inanıyor. Tabiî ki Pierre Cemayel de öyle. Bölgenin yeniden düzenlenmesi için böyle bir depreme ve kutuplaşmaya ihtiyaç duyuluyormuş. Dostumuz bunu Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgaline benzetiyor. ABD Saddam’ı Kuveyt’e itmiş ve ardından gerçekleşen siyasî depremle birlikte Körfez’in böğrüne yerleşmişti. Refik Hariri suikastıyla birlikte de Suriye cephesinde böyle bir sarsıntı meydana getirdi.
Kimileri ABD’nin deprem bombaları olduğunu söylüyor. Öyleyse, bunlardan biri de ABD’nin siyasî deprem bombaları olmalı. Kaos ve kargaşayla bölgeyi yeniden tanzim etmek istiyor.
Hariri’nin öldürülmesi ve Suriye’nin Lübnan’dan çıkartılmasıyla birlikte muazzam bir kutuplaşma dönemi baş gösterdi. Olan biten şu: Suriye taraftarları ile karşıtları ABD’nin desteğini kazanmak için birbirleriyle yarışıyorlar. Buna göre aslında Lübnan’daki Suriye cephesi Hizbullah da dahil ABD ve İsrail’e karşı değiller. Sadece istekleri onun tek mümessili ve vekili olmaları. Bölgeyi onun namına kendilerinin tedvir etmesi. Dolayısıyla burada ilkelerden ziyade çıkarlar söz konusu. Hizbullah, İsrail saldırısı sırasında iyi bir muhatap olduğunu gösterdi. “İsrail’in bekası da zevali de bize bağlı. Öyleyse bizden başka partner adayları yok...” mesajı verdiler.
Bu anlamda Hasan Nasrallah’ın mezhepçilik ve taifiyye aleyhtarı konuşmasını da şöyle çözümlüyorlar: “Sekterizmi mahkûm eden sekterist bir konuşma...” Şiddeti doğuran şiddet tabirinde olduğu gibi taifiyyeyi doğuran taifiyyecilik.
İster İran isterse Hizbullah olsun, bölgede güç ve etkilerini arttırmak istedikçe ve arttırdıkça mezhep gerilimi kendiliğinden artmaktadır. Onların bunu isteyip istememeleri ikinci derecede tali bir unsurdur. Zira siyasî etki beraberinde lâzımı olarak mezhebî etkiyi de getirmektedir. Nüfuz kazanımını sağlamaktadır. Bundan dolayı Sünnî kesimler bir ikilem içindedir. Siyasî olarak desteklemekle mezhebî etkilerini kösteklemek arasında gidip gelen bıçak sırtı bir pozisyondadır. Sünnî liderlerin yanlış politikaları da zemini iyice kayganlaştırıyor. Bunun sonucu bölgede Şiiliğe kitlesel kaymalardan bahsedilmektedir. Teşeyyü politikasına mümasil İran ve Suriye mihverinin görünmez sözcüleri veya lobicilerinden de söz edilmektedir.
15.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|