|
|
Mustafa ÖZCAN |
Said Şaban’dan Fethi Yeken’e |
|
Ortadoğu’da taşlar iyice yerinden oynuyor. Liderler şahsî kusurları, ihtirasları uğruna toplumlarını tehlikeye atıyorlar. Sudan’a Hasan Turabi’nin verdiği zararı belki de John Grang vermemiştir. Toplumları dönüştürüyor ve bekalarını tehdit altına düşürüyorlar. Irak’ta kuyruk acısının getirdiği, Şiî siyasalının işgal sonrası ABD ile işbirliğine girmesi ve siyasî olarak etkinlik kazanma ve gücünü pekiştirme peşine düşmesi, denklemi bozmuş ve mezhep kutuplaşmasını tetiklemiş ve körüklemiştir.
Osmanlı sonrası böyle olmamıştı. Neden 1920’de böyle olmadı da 2003’te böyle oldu? Bunun iki cevabı var. Birincisi Saddam Hüseyin, ikincisi İran devrimidir. Bunun sonucu olarak hepimiz de görüyoruz ki Irak’ta günde düzinelerce kişinin kolları bacakları yollara saçılıyor. Hatta kimi Batılı yazarlar bunu Batı’da mezhep savaşlarının yaşandığı Otuz Yıl Savaşlarına benzetiyor. Mezhepler her zaman çatışma aracı veya yakıtı değiller, ama siyasetle veya iktidar hırsı ile bütünleştiklerinde büyük bir fitne topuna dönüşmekte ve atom bombasından daha etkili olmakta ve bu da yaş kuru demeden önüne çıkan her karaltıyı yok etmektedir.
Abdullah II’nin kavramlarıyla konuşacak olursak bölgede bir Şiî üçgeni veya yayı var. Bu Şiî üçgen kimilerine göre İran’dan başlıyor Lübnan’a kadar uzanıyor. Bunun ortasında da Suriye ile Irak var. Son olarak Suriye ile Irak’ın birbirlerinin topraklarında elçiliklerini yeniden açmalarıyla birlikte bu görüntü iyice pekişmiş bulunuyor. Irak’tan sonra Lübnan üzerinde de savaş bulutları toplanıyor. Lübnanlı bir dostumuz anlattı. Son yıllarda Sünniler iyice marjinalleşti. Özellikle de Hariri’nin ortadan kaldırılmasıyla birlikte.
Lübnan’da Sünnî liderleri üç şey bekliyordu. Birincisi Suriye idaresine karşı çıkmaları halinde Hasan Halit veya Refik Hariri gibi suikastlar ve tasfiyeler yoluyla ortadan kaldırılmaları. İkinci seçenek ise sürgün idi. Üçüncüsü de muhaberat ile işbirliği idi. Ne yazık ki Sünnî liderliğinin kısm-ı azamı bu üçüncü işbirliği seçeneğini ister istemez kabullenmişti. Hariri suikastı ve Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesiyle birlikte kartlar karıştı. Bunun sonucu Sünnî kesimlerin en büyük dinî cemaatini temsil eden Cemaat-ı İslâmî, Suriye’nin çıkmasından sonra birçok kez fikir değiştirdi. Tabandan gelen tepkiler üzerine de tabanla tavan arasında gerilim yaşanmaya başlandı. Kâh Suriye cephesini, kâh 14 Mart Hareketini destekliyordu.
***
Hariri’nin öldürülmesi bölgeyi yeniden tufana gark etmişti. Lübnanlı Sünnilerin kahir ekseriyeti gibi, söz konusu dostumuz da Hariri’nin ABD’nin göz yummasıyla Suriyeliler tarafından ortadan kaldırıldığına inanıyor. Tabiî ki Pierre Cemayel de öyle. Bölgenin yeniden düzenlenmesi için böyle bir depreme ve kutuplaşmaya ihtiyaç duyuluyormuş. Dostumuz bunu Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgaline benzetiyor. ABD Saddam’ı Kuveyt’e itmiş ve ardından gerçekleşen siyasî depremle birlikte Körfez’in böğrüne yerleşmişti. Refik Hariri suikastıyla birlikte de Suriye cephesinde böyle bir sarsıntı meydana getirdi.
Kimileri ABD’nin deprem bombaları olduğunu söylüyor. Öyleyse, bunlardan biri de ABD’nin siyasî deprem bombaları olmalı. Kaos ve kargaşayla bölgeyi yeniden tanzim etmek istiyor.
Hariri’nin öldürülmesi ve Suriye’nin Lübnan’dan çıkartılmasıyla birlikte muazzam bir kutuplaşma dönemi baş gösterdi. Olan biten şu: Suriye taraftarları ile karşıtları ABD’nin desteğini kazanmak için birbirleriyle yarışıyorlar. Buna göre aslında Lübnan’daki Suriye cephesi Hizbullah da dahil ABD ve İsrail’e karşı değiller. Sadece istekleri onun tek mümessili ve vekili olmaları. Bölgeyi onun namına kendilerinin tedvir etmesi. Dolayısıyla burada ilkelerden ziyade çıkarlar söz konusu. Hizbullah, İsrail saldırısı sırasında iyi bir muhatap olduğunu gösterdi. “İsrail’in bekası da zevali de bize bağlı. Öyleyse bizden başka partner adayları yok...” mesajı verdiler.
Bu anlamda Hasan Nasrallah’ın mezhepçilik ve taifiyye aleyhtarı konuşmasını da şöyle çözümlüyorlar: “Sekterizmi mahkûm eden sekterist bir konuşma...” Şiddeti doğuran şiddet tabirinde olduğu gibi taifiyyeyi doğuran taifiyyecilik.
İster İran isterse Hizbullah olsun, bölgede güç ve etkilerini arttırmak istedikçe ve arttırdıkça mezhep gerilimi kendiliğinden artmaktadır. Onların bunu isteyip istememeleri ikinci derecede tali bir unsurdur. Zira siyasî etki beraberinde lâzımı olarak mezhebî etkiyi de getirmektedir. Nüfuz kazanımını sağlamaktadır. Bundan dolayı Sünnî kesimler bir ikilem içindedir. Siyasî olarak desteklemekle mezhebî etkilerini kösteklemek arasında gidip gelen bıçak sırtı bir pozisyondadır. Sünnî liderlerin yanlış politikaları da zemini iyice kayganlaştırıyor. Bunun sonucu bölgede Şiiliğe kitlesel kaymalardan bahsedilmektedir. Teşeyyü politikasına mümasil İran ve Suriye mihverinin görünmez sözcüleri veya lobicilerinden de söz edilmektedir.
15.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Süreç yavaşlayınca |
|
Hükümetin liman kriziyle ilgili manevrası da, AB dışişleri bakanları toplantısı da geride kaldı. Lider zirvesi de bugün sona eriyor.
Oluşan tablodan, herkes kendi bakış açısına göre netice çıkarıyor.
Kimine göre, AB’nin KKTC’ye uygulanan izolasyonları gelecek ayki görüşme gündemine alması, Türkiye’nin son dakika atağı sayesinde ortaya çıkan olumlu bir sonuç.
Buna karşılık “bardağın boş tarafı”nı esas alan yaklaşım ise, Türkiye’nin Kıbrıs dâvâsında verdiği “taviz”e rağmen AB’nin “sekiz fasılda müzakereleri durdurma” kararından vazgeçmeyişini öne çıkarıp, “Hükümet ortada kaldı” şeklinde değerlendiriyor.
Ortak kanaat de şu:
Her halükârda Türkiye’nin AB üyeliği süreci yavaşladı...
Bu durumun AB cenahından ziyade bizim açımızdan ne gibi sonuçlar getireceği çok önemli.
AB üyeleri bir süreliğine Türkiye konusunu “unutup” kendi iç gündemleriyle meşgul olacaklar.
Ama bizde zaten iki yıldır pek ilerleme kaydedilemez durumda olan AB sürecinin bu ortamda iyice ağırlaşması, ciddî sıkıntılar getirebilir.
Nitekim bunun son işaretlerini, hükümetin liman atağına gösterilen asker tepkisinde gördük. Genelkurmay Başkanı, hükümeti “devlet görüşünden sapmak”la itham etti.
Kısa süre önce “PKK’nın şehit ailelerini kullanma planı” bahsinde olduğu gibi bu kez de beyanat vermek için yine Hürriyet gazetesini seçen Büyükanıt, tepkisini dile getirirken hem “Türkiye’yi yöneten kişi ben değilim, devlet politikasını ben tayin etmiyorum” dedi, hem de “Bizim resmî görüşümüz devletin resmî görüşüdür” mesajı verdi.
Başbakanın bu çıkışa verdiği karşılık ise, yakın çevresinde “Paşa bana bir telefon kadar yakındı, niye açıp sormadı da basına böyle konuştu?” şeklinde sitemde bulunarak kırgınlık sinyalleri vermekten öteye gidemedi.
Öte yandan, Abdullah Gül, Büyükanıt’ın, hükümetin attığı adım hakkında bilgilendirildikten sonra “Ben böyle bilmiyordum” diyerek üzüntüsünü dile getirdiğini söyledi.
Ama Komutanın “Off the record değil, yazılsın diye söylüyorum” diyerek yaptığı çıkış, böyle dolaylı ve ikinci ağızdan aktarma mesajlarla telâfi edilecek cinsten değildi.
Bu arada “bir kuvvet komutanı”na atfen yayınlanan “Hükümet, devleti kendinden ibaret sanıyor. Kendini devlet yerine koyma eğilimi taşıyor. Yanlış ve tehlikeli olan bu” (Bilal Çetin, Vatan, 11.12.06) tepkisi için Genelkurmay “TSK’yı bağlamaz, itibar edilmesin” açıklaması yaptı; ama ateş olmayan yerden duman çıkmayacağı da belli.
Görünen o ki, yeni dönemde asker 28 Şubat’tan farklı olarak, aleni çıkışlarla tavrını ortaya koyacak.
Yola çıkarken, sorunu kökünden halledecek yapısal reformlarla işe başlamayı göze alamayan hükümet ise, bu çeşit her tartışmada alttan alan tavrıyla hem kendisini, hem de ülkeyi sıkıntıya sokmaya devam ediyor.
Böyle olunca da, “Kopenhag kriterlerini Ankara kriterleri yapma” söylemi, uygulamada, kriter olarak 10. Yıl Marşını esas alan mahkeme kararlarıyla karşımıza çıkıyor...
15.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Ateizmden imana |
|
Günün en zengin ailelerinden birinin çocuğu olarak dünyaya geldi. Köleliğin daha hükmünü icra ettiği o günlerde 700 köleleri vardı. Malı, mülkü, şöhreti, sağlığı, dünya saltanat ve şaşaasına diyecek yoktu. Şansa şan, şöhretse şöhret, dünyevî hususlarda ulaşılabilecek son noktaya ulaşmıştı.
Alabildiğine refah içindeydi. Her istediğine kavuşabiliyordu. O kadar ki, “Eğer bir melek gelse benden ne istediğimi sorsa, ondan ne istediğimi bilemiyorum” diyecek kadar doygundu. Görünüşte mutlu olmasına hiçbir engel yoktu. Bunlar insanı mutlu etmeye yetseydi dünyanın en mutlu insanlarından biri olurdu.
Ama hiç de öyle olmadı. Ruhu, kalbi, aklı, duyguları allak bullak olmuş, zikzaklar çizmeye başlamış, karşılaştığı bazı olaylar müthiş sarsmış, yıkmış, karamsar ve kötümser yapmış, ümitsizliğe atmıştı.
Hele şu sevgili kardeşinin kolları arasında ölmesi yok mu, onda şok tesiri yapmış, “Hayat feci! Bu kadar uğraşma, mücadele neye yarar?” demeye başlamış, kahırla, “Madem ki sonuçta geriye kalan birşey yok. Madem ki ölümün adım adım yaklaştığını hissediyorum. Ben de öleceğim ve mezarımda otlar bitecek!” demekten kendini alamamış, “İyice anladım ki hayatımın dayandığı şeyler kırılıyordu. Tutunabileceğim hiç birşey yoktu. Beni yaşatan şey şimdiden yok olmuştu. Artık ruhça yaşamayacaktım. Hayatım durmuştu” der olmuştu.
Aslına bakılırsa o kendi kendini bu duruma sokmuştu. Kâinatta hiç birşey anlamsız, hikmetsiz, lüzumsuz değildi. O ise her şeyi şuursuz tabiata, kör tesadüfe havale ediyor, inançsızlığın verdiği sıkıntılarla bunalımlardan bunalımlara düşüyordu. Geçmiş ve geleceği avucunun içine alan aklı ona bir türlü rahat yüzü vermiyor, için için kıvrandırıyordu. İntiharı dahi düşünecek uca gelmiş, tam o esnada kendine göre nice imkânsızlık ve yokluk içinde kıvranan milyonlarca insanın niçin intihara girişmediklerini düşünüp intihardan vazgeçmişti.
Her şeyin sahibi ve her şeyin dizginleri elinde bulunan, yaptığı her işte sayısız hikmet ve faydalar gözeten, sonsuz ilim, kudret ve rahmet sahibi bir yaratıcının varlığına inanabilseydi, kendini böylesine başıboşluğun seline atar mıydı?
Nihayet bu duygu ve düşünceler, bu sıkıntı ve ürperti, bu arayış o güne kadar yaptıklarını sorgulamaya götürdü onu. Kendi kendine, “Bütün bu yaptıklarım neye yarar? Yaşadığım gibi yaşamak niçin? Varlığımın anlamı ne? Ne yapmalıyım?” diye sormaya başladı.
Gerçekten neydi hayatın anlamı? Niçin yaşıyordu ve yaşamalıydı insan? Etrafta olup biten olaylar ne anlatmaktaydı?
Bir sonraki yazımızda inşaallah bunun üzerinde de duralım.
15.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
Neyle kundakladılar Hz. Mevlâna'yı? |
|
Makalemin bu ser levhasının sözleri bana ait değil. Bu sözler güçlü şair Arif Nihat Asya’ya ait. Büyük gönül sultanı Hz. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî Hazretlerinin dar-ı bekaya irtihalinin 733. sene-i devriyeleri, bu hafta başta Konya olmak üzere çok geniş bir yelpazede deruhte edilmektedir. Hz. Mevlânâ bir umman olduğundan, onun nâzenin ve yumuşak dalgaları, 7 milyarlık büyük dünya ailesinin gönül tellerine vurmaktadır. Bunun en büyük emâresi, vefat ayında çeşitli milletler ve devletler tarafından anılması ve kabul görmesidir. Asırlar boyu devam eden bu muhteşem inkişaf, her gün biraz daha artmaktadır. Milyonlar, Hz. Mevlânâ’ya çok şey yazmışlar, bunlardan bir tanesi Arif Nihat Asya’dır. Bugün onun şiirini okurken çok duygulandım. Onun şiiri ile başladım ve onu ser levha yaptım.
Yatırırken bu sedef kakmalı şimşir beşiğe,
Neyle kundakladılar Hazret-i Mevlânâ’yı?
Perdelerden taşırıp neyleri çığlık çığlık,
Neyle kundakladılar Hazret-i Mevlânâ’yı
Gece mehtabı elekten geçirip kirpikler
Ayla kundakladılar Hazret-i Mevlânâ’yı
Mesnevî’sinde bir altın lüleden nur akıtıp
Öyle kundakladılar Hazret-i Mevlânâ’yı
“Bu yürek durmayacaktır” dediler.. Esmadan
“Hay’la” kundakladılar Hazret-i Mevlânâ’yı
Ve açıp ağzını Nisan Tası’nın Besmele’ler
Suyla kundakladılar Hazret-i Mevlânâ’yı
Ulu Tuba’ların altında gönüller, eller
Böyle kundakladılar Hazret-i Mevlânâ’yı
(Arif Nihat Asya)
Uzun yıllardır, hayranı ve meftunu olduğum büyük sultanımız hakkında sayısız makaleler yazdım. Vermekte olduğum sayısız konferans ve seminerlerde ve bütün sohbetlerimde mutlaka ondan bir beyit, bir rubai ve bir hatıra nakletmişimdir. Etmediğim zaman bana da, dinleyenlere de hicrandır. Bahsettiğimde benim gönlüm inşirah bulduğu gibi, muhatap olduğumuz yüzlerce ve binlerce kişinin gönlünde de heyecan ve İlâhî aşk makes bulmaktadır. Çünkü onun sözleri ilhama mazhar sözler…
Şiir yazanların, makale yazanların, konferans verenlerin testilerinde, ibriklerinde hep sular bitiyor. Fakat Hz. Mevlânâ ve onun muhteşem 5 büyük eserinde sular kaynıyor ve nurlar inkişaf ediyor. Aynen bunun gibi, şiirler, yazılar, makaleler siliniyor, kayboluyor, fakat Hz. Mevlânâ’nın söz ve eserleri tazeliğini koruyor, kaybolmuyor. Buradan çıkacak “Neden?” suâline, en güzelini o veriyor ve verdiği cevap milyonları aydınlatıyor:
“Men bende-i Kur’ânem eger can darem / Men hak-i rehi Muhammed Muhtarem / Eger nakl-i küned cüz in kes güftarem / Bizarem ezü vez an sühan bizarem” (Canım var olduğu müddetçe Kur’ân’ın kölesiyim / Hz. Muhammed’in (asm) yolunun tozu toprağıyım. / Kim bu sözümden başka söz nakl ederse / O sözden de ve onu söyleyenden de şikâyetçiyim)
Kendilerini hayranlıkla ve gıpta ile izlediğim Şah-ı Geylânî Hazretleri, Yunus Emre Hazretleri ve Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî Hazretleri ve Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri ve emsâli zatların zirveye çıkmaları, gönüller üstünde taht kurmaları, bir çok mânevî sırların ve iltifatların dışında, insan sevgisi ve insanları kucaklamaları büyük merhaleler kat ettirmiştir. Eserleri de onu göstermiyor mu? Kendi kendime ve yakın dostlarıma derim; biz bunların neresindeyiz? Evet, neyle kundakladılar Hz. Mevlânâ’yı. Ruhları şad olsun.
15.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Nesilleri yakan ateş |
|
Urfa'ya doğru "ölüm yolculuğu"na çıkan (20 Mart 1960) Bediüzzaman Hazretleri, yanında bulunan talebelerinin şehadetiyle, birkaç kez tekraren şu ifadeleri sarf etmiş: "Kardeşlerim! Risâle–i Nur, bu vatana hâkimdir. Masonların, komünistlerin belini kırmıştır. Küfrün belini kırmıştır." (Bkz: Hüsnü Bayram, Bayram Yüksel ve Zübeyir Gündüzalp'in hatıraları.)
Evet, hakikaten bugün Risâle–i Nur ile rekabet edecek, muarazada bulunacak, yahut ona galebe çalacak herhangi bir cereyan görünmüyor.
Bu vatanda hükmeden bütün menfî cereyanların beli kırıldı. Nihayetsiz şükürler olsun.
Ancak, bellerinin kırılmasına, hatta bir kısmı kötürüm hale gelmesine rağmen, yine de yangın çıkarmaya, nesillerin iman ve ahlâkını yakmaya güç yetirebiliyorlar.
Evet, sakat ve kötürüm birisi, kolaylıkla yangın çıkarabiliyor.
Manevî, ahlâkî yangınların çıkartılması da, yine aynı kolaylıkla mümkün olabiliyor.
Hele hele, mânevî buhranın etrafı istilâ ettiği bir zamanda, bu fitne ateşi daha bir kolaylıkla körüklenebiliyor.
İşte, ne acıdır ki, tam da öyle dehşetli bir zamanda yaşıyoruz. Bu hususta, bakın ne diyor Hz. Bediüzzaman:
"Dünya büyük bir manevî buhran geçiriyor....
Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum."
Bu sözleri 1952'de yaptığı İstanbul seyahatinde Sebilürreşad mecmuasının sahibi Eşref Edib'e hitaben söyleyen Üstad Bediüzzaman, "Büyük kafaları gaflet içinde" gördüğünü ve çektiği derin ıztırabın ancak "umumî bir iman inkişafı" ile dinebileceğini ifade ediyor. (Bkz: Eşref Edib Fergan; Said Nur ve Nurculuk, s. 17, İstanbul 1963.)
Hülâsa, bugün nesilleri, hasseten gençleri açıktan açığa dinsizliğe, imansızlığa çağıran, yahut sevk etmeye çalışan adı–sanı belli ortada herhangi bir cereyan yok, denilebilir. Ancak, buna mukabil, nesilleri iman ve ahlâk cihetiyle yakan, örf ve an'ane itibariyle mahvetmeye çalışan türlü türlü telâkkiler, anlayışlar, alışkanlıklar ve hayat tarzları var. Bunlar, "gövdenin içine giren kurt" misali, bünyeyi kemirerek mahvediyor.
İşte bu vaziyet, en büyük bir "mânevî yangın"ın varlığını gösteriyor. Söndürmek için, nesillerin tâ çocukluk, hatta bebeklik yaşlarından itibaren iman nuruyla eğitilmesi, İslâm ahlâkıyla terbiye edilmesi, bugün için bir mecburiyet, hatta bir zaruret halini almıştır.
Kösteklemelere aldırış etmeden koşan ve nesilleri yakan bu dehşetli ateşi söndürmeye çalışan "itfaiye erleri"ne ne mutlu.
Günün Tarihi
Sarı Selim ve Kıbrıs'ın fethi
15 Aralık 1574: Sultan II. Selim'in vefatı.
"Sarı Selim" diye de tarihe geçen ve 50 yaşının içinde hayata vedâ eden II. Selim'in, hamamda düşerek vefat ettiği biliniyor.
Diğer Osmanlı Sultanları gibi, Sultan II. Selim de kendine has bazı özelliklere sahipti.
Bunların bir kısmını aşağıdaki başlıklar altında hülâsa edebiliriz.
Sancakbeyliğinden padişahlığa
Önce Konya’da, ardından Manisa’da ve son olarak da Kütahya’da sancakbeyliği yaptı.
1566'da babası Kànunî Sultan Süleyman vefat ettiğinde Kütahya'daydı. 23 gün sonra İstanbul'a geldi, hemen ardından babasının cenazesinin bulunduğu Belgrad'a giderek cülûs merasimi yaptırdı ve babasının yerine tahta geçti.
Yeniçeriler, gerek cülûs bahşişinin azlığı, gerekse şahsî dirayetsizliği sebebiyle, ilk kez bu padişaha karşı itaatsizlik belirtileri göstermiş oldu.
Ordunun başına geçmedi
II. Selim zamanında muhtelif memleketlere seferler düzenlendi, çeşitli savaşlar yaşandı. Meselâ, Yemen'e, Rusya'ya, Endonezya'ya, Kıbrıs'a, İnebahtı'ya...
Ancak, yeni padişah Kànunî'nin oğlu Sarı Selim, bu sefer ve savaşların hiçbirisine bilfiil katılmadı. Bu yönü itibariyle bir "ilk" sayılır.
"İnebahtı Bozgunu" onun zamanında yaşandı. Devletin çok güçlü olması hasebiyle, yakılıp yıkılan Osmanlı Donanması yeniden ve çok kısa bir sürede inşa edildi.
Kıbrıs'ın fethi
Sarı Selim zamanında yaşanan en mühim hadiselerden biri de Kıbrıs'ın fethidir.
Adanın fethi için, padişah ile üst rütbeli paşalar aynı fikirde ittifak içindeydi.
1571'de Şeyhülislâm'dan alınan fetvâdan sonra, Venedik Krallığının elinde bulunan Kıbrıs adası üzerine bir "Sefer–i Hümayûn" düzenlendi.
1 Ağustos'ta ada tümüyle fethedilerek Osmanlı'ya bağlandı.
Ne var ki, nüfuslandırma hususunda bazı hatalar işlendi. O tarihten itibaren Kıbrıs, adeta bir "sürgün adası" haline getirildi.
Selimiye Camii
Sultan II. Selim'in en hayırlı hizmetlerinden biri, belki de birincisi, Edirne'deki "Selimiye Camii"ni yaptırmasıdır.
Mimar Sinan'a inşa ettirdiği bu cami, eşsiz bazı özelliklere sahip olmasının yanında, koca mimarın da kendi ifadesiyle "ustalık eseri"dir.
15.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
İsrafın ilâcı, kalkınmanın lokomotifi: İman |
|
Medeniyetin sefih kısmının ekonomik yapısı, daha çok tüketim çılgınlığı üzerine kurulmuş. Bu ise, israfı bağımlılık haline getiriyor. Bu hastalığa yakalananlar, israf etmezse, âdeta krize giriyor.
Atomdan yıldızlara kadar varlıkların işleyişlerine dikkat edildiğinde, yaratılışta zerre miskal israfa, abesiyete yer olmadığı görülür. İnsan da kâinatın bir özetidir. Öyle ise, kâinatın işleyiş ve nizamına uymak zorunda. İsraf, kâinatın çarklarının dönüşüne ters hareket etmektir. Biz kâinatın bir nümunesi, minyatürü olduğumuza göre; israf ile, ruhumuzdan, duygularımızdan da bir şeyler koparıp götürüyoruz. İnsan israftan uzaklaşıp iktisada riâyet ettiği nispette rahat eder.
Diğer taraftan muhteşem bir fabrika olan kâinat, durmadan çalışıp mu’cizevârî, olağanüstü üretim yapmaktadır. İsraf bunun değerini idrâk etmemek, o çarkların aksine hareket ve şükürsüzlük etmek demektir. Şeriat, israftan men eder. Çünkü israf, ferdi de, âileyi de, toplumu da batırır.
İçtiğimiz sudan teneffüs ettiğimiz havaya kadar, günden güne azalan tabiî kaynaklar ve bunlara bağlı tüm üretim sürecindeki mal ve hizmetlerin, fütursuzca talan edilircesine tüketilmesi, haksız ve yersiz bir yok ediştir. Cenâb-ı Hak, dünyadaki yer altı ve yer üstü kaynakları ile, dünya üzerinde yaşayan nüfusa günü ve geleceği yaşanabilir kılmaktadır. Ne var ki, israf, çarpma ve çırpma ile heba ediliyor.
* Fıtratta/yaratılışta israf, abesiyet, fâidesizlik yoktur... Bütün kainâtın en önemli düsturu iktisattır.1
* İsrafın bu kötü neticelerini önlemek için İslâmî şuur ve ahlâkî duyarlılıkla hareket etmeli, “kanaat ve rızaya”2 alışmalıdır.
* İnsan, israf etmeyen en küçük varlıklardan başlayarak ders almalıdır. Aslında sosyal menfaat, refah ve kalkınmanın kaynağı iktisat ve israftan uzak kalmaktır. İsrafla mücadele, iman ile mümkün. Öncelikle, kâinattaki her şey Yaratıcı’nındır. Bizde emaneten duruyor.
İman, şükrü; şükür iktisadı gerektirir. Demek ki, kalkınmanın ve mutlu bir hayat yaşamanın esaslarından birisi israftan uzak kalmak; dolayısıyla iman esaslarını geliştirmektir.
Kur’ân’da, “Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz. Allah israf edenleri sevmez”3 emri verilirken, “Elini büsbütün açıp malını harcama ki, kınanıp açıkta kalmayasın”4 îkazında bulunulur. Kanaat ve iktisadın zirvesinden insanlığa seslenen yüce Peygamberimiz (asm), maksatsız ve faydasız harcamalar için, “Her israf edilen haramdır”5 buyurmuştur. “Evinizin önünden bir nehir aksa, abdest bile alacak olsanız, suyu ihtiyaçtan fazla kullanmayınız” tavsiyesi de Resûlullah’ın (asm). Bu öğüt, sadece suyun zayi olmasını engellemek için değildir şüphesiz. Böylece insan eğitilir, iktisat ve kanaate alıştırılır.
Dipnotlar: 1- Lem’alar 297.; 2- Mektubat 294.; 3- A’raf Sûresi: 31.; 4- İsrâ Sûresi: 31.; 5- Keşfü’l-Hafâ, 2:125.
15.12.2006
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kabirde hayat |
|
Antalya’dan Ali Demir: “Kabir hayatını anlatır mısınız? Hesap gününe kadar suâl ve hayat nasıl olacaktır?”
Kabir hayatı âhiret hayatının ilk durağıdır. Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, dünyadan başlayıp kabre, haşre ve ebede kadar uzanıp giden beşer yolculuğunun ilk istasyonudur.1
Kabir istasyonundan sonra yolculuk da devam ediyor, hayat da! Hayat devam ediyor; çünkü ruh bâkîdir. Kabirde insan ceset bakımından ölmüştür; fakat ruhen haydır, yani hayattadır, yani yaşıyor.
Kabir suali haktır. Kabir azabı haktır. Kabir saadeti haktır. Kabirden sonra ruhun cesetle birlikte yeniden dirilişi haktır. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: “İnsan diyor ki: ‘Öldüğüm zaman gerçekten diri olarak (kabrimden) çıkarılacak mıyım?’ İnsan düşünmez mi ki, daha önce o hiçbir şey olmadığı halde biz kendisini yaratmışızdır?”2
Kabirde azabı ruh çeker, saadeti de ruh görür. Fakat ceset hissesiz de kalmaz! Kabir hayatı açısından ceset ölmüştür; fakat ruha gelen darbelerin veya mutlulukların çok da uzağında değildir.
Çünkü günahlarda ruhun irade beyanı ve şer tercihi her ne kadar ön plânda idiyse de; cesedin fiilî rolü ve bizatihî iştiraki göz ardı edilebilir mi? Meselâ, koğuculuğu isteyen ve teşvik eden ruhî kuvveler ise de, bilfiil icra eden dil değil mi? Meselâ, hırsızlığa yönlendiren ruhî güçler ise de, hırsızlıktan fiilen beslenen ve faydalanan beden değil mi? Meselâ, içkiye sürükleyen ruhî temayüller ise de, içkiyi tadan, haram eğlenceden beslenen ve keyif alan beden değil mi?
Bunun aksi, sevap ve hayır noktasında da düşünülebilir. Hayra yönlendiren kalbin duyarlılığı ise de, hayır için çok çilelere katlanan bedenden başkası değildir. Meselâ, namaz için camiye gitmeye yönlendirdiğimiz ayaklarımızın hakkından geçebilir miyiz? Bir ihtiyaç sahibinin elini tutmakta kullandığımız ellerimizin hakkını görmezden gelebilir miyiz? Haramlardan yana sevk etmediğimiz ve helâl dairede terbiye ettiğimiz bedenimizin muhtelif organlarının, mükâfatı hak etmediğini söyleyebilir miyiz?
Hiç şüphesiz asıl cismânî lezzet de, cismânî azap da “ba’sü ba’de’l-mevtten” sonra, yani dirilişi müteakip kurulacak mizandan sonra, yani mahşerden sonra hayatın Cennet ve Cehennem şeklinde tecellîsi çerçevesinde görülecektir. Ve kabir hayatı genel itibariyle ruhânîdir. Fakat bir takım tecellîlerden cesedin de hissesini alacağı anlaşılmaktadır.
Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm (asm) şöyle buyurmuştur: “Kabir, âhiret konaklarından ilkidir. Eğer insan ondan kurtulursa, gerisi kolaydır! Şayet kurtulamazsa, gerisi daha ağırdır.”3
Ebû Hüreyre (ra) anlatmıştır: Resûl-i Ekrem Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm şöyle buyurdu: “Ölen kişi defnedildiği zaman ona siyah ve mavi gözlü iki melek gelir. Bunlardan birine Münker, öbürüne de Nekir denir.
Melekler sorarlar: ‘Bu zât için ne demiştin?’
Adam, ölmeden önce söylediğini aynen söyler: ‘O, Allah’ın kulu ve Resûlüdür. Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın O’nun kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet ederim.’
Melekler: ‘Senin bunu söylediğini esasen biliyorduk!’ derler.
Sonra onun kabri yetmiş metre kare olarak genişletilir, içi onun için aydınlatılır. Sonra ona: ‘İstirahat et!’ denir.
O da: ‘Aileme dönüp onlara haber vereyim mi?’ der.
Melekler: ‘Gelin-güvey gibi uyu’ derler. Onları, ailesinden en çok sevdiği kişi uyandırır! O kişi, Allah onu yatağından mahşerde kaldırıncaya kadar rahatça istirahat eder.
“Şayet ölen münafık ise, meleklerin sorusuna: ‘İnsanların ona Peygamber dediklerini işitirdim! Ve ben de aynı şeyi söylerdim! Fakat hakikat midir, bilemiyorum!’ der.
Bunun üzerine melekler: ‘Senin böyle söylediğini esasen biliyorduk!’ derler.
Sonra toprağa: ‘Onun üzerine eğil!’ denilir. Toprak onun üzerine eğilir. Yan kaburga kemikleri yerlerinden oynar. Ve Allah onu yatağından mahşerde kaldırıncaya kadar, böylece toprakta devamlı olarak azap içinde kalır.”4
Yâ İlâhenâ, Rabbimiz sensin. Bizi kabir azabından, âhiret azabından ve Cehennem ateşinden muhafaza eyle. Âmin.
Dipnotlar: 1- Sözler, s. 27 2- Meryem Sûresi, 19/66, 67 3- Tirmizî, Zühd, 3 4- Tirmizî, Cenâiz, 70
15.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Siyaset dersi |
|
“Güttünüz mü?
Neyi?
İki koyunu…”
Başbakan ile Cumhurbaşkanı arasında elbette ki böyle bir diyalog geçmedi.
Ancak dün Başbakan Erdoğan ile Cumhurbaşkanı Sezer arasında çok samimi ve sıcak bir görüşme olmadığı da belli.
AB’ye sunulan Kıbrıs teklifi ve erken seçim talebi Sezer ile Erdoğan arasında soğuk rüzgârların esmesine neden oldu
Bu haftaki Sezer-Erdoğan görüşmesini de kritik kılan işte bu iki olaydı. Erdoğan, Sezer’in memleketi Afyon’da, “Kıbrıs önerisi hakkında bana bilgi verilmedi” diyen Sezer’e, “Biz sözlü görüşmeler için de mi Çankaya’ya soracağız” diye sert bir çıkış yapmıştı.
Bu sözlerden sonra Sezer ile Erdoğan bir araya gelmediler. Cumhurbaşkanının MHP heyetini kabulünde erken seçim talebini dillendirmesi ise ikinci bir gerginlik konusu oldu. Erdoğan da, “Hayatlarında, affedersiniz iki koyun gütmemiş olanlar kalkıp diyorlar ki erken seçim” diye sert bir karşılık verdi.
Geçmişte kendini Çankaya’ya taşıyan Ecevit’e anayasa fırlatan, Almanya Başbakanı Merkel’in önünde Ali Babacan’ı fırçalayan ve Almanya Başbakanı ile tartışmaya giren Sezer’in, Erdoğan’a nasıl bir karşılık vereceği merak konusu olmuştu.
AKP’nin en büyük zamkı Sezer. Sezer ve medyanın hücumları partiyi bir arada tutuyor. Ayrıca AKP hanesine puanlar yazdırıyorlar. Erdoğan da böyle düşündüğünden olsa gerek, ilk bulduğu fırsatta Sezer’e ve medyaya yükleniyor.
Ancak her kavga iktidarın yönetebilme becerisi hakkında soru işaretlerine de yol açıyor.
Kavgaların, gerilimlerin iktidara yaramadığını Erdoğan da görmeli.
Muhalefet partilerinin erken seçim istemesinde yadırganacak bir şey yok. Seçim istemek muhalefetin en tabiî hakkıdır. Bunlar şükretsinler Demirel gibi bu muhalefetle karşı karşıya değiller. Burunlarından getirirdi.
Muhalefet erken seçim ister, sonucuna da katlanır. Bunda öfkelenecek bir şey yok. Kimin iradesi güçlü olursa, gündemi o belirler.
“Bize Cumhurbaşkanı seçtirmeyecekler” korkusuyla AKP eline geçen bu fırsatı kaçırmamak ve mümkün mertebe seçim sandığından uzak durmaya çalışıyor. Bu da bir strateji. Erdoğan, Çankaya olayını bir “seçim kazası”na uğratıp, “Anayasayı değiştirecek gücü olduğu halde Cumhurbaşkanı seçilemedi” dedirtmek istemiyor.
Önlerinde de iki örnek var.
Biri Mesut Yılmaz diğeri ise Devlet Bahçeli örnekleri bunlar.
Mesut Yılmaz 15 Haziran 1991’de ANAP genel Başkanı oldu. 5 Temmuz’da hükümet kurup güvenoyu aldı. Yaptığı ilk işlerden birisi erken seçim kararı almak oldu. Daha 15 ayı vardı. Mesut Yılmaz yeni bir rüzgârla seçimleri almayı hesap etti. Yeni bir irade ortaya çıksın, ülkeyi yönetsin diye ülkeyi seçimlere götürdü. Cemil Çiçek o sırada ANAP’taydı. Şimdi geriye dönüp, “Mesut Yılmaz’ı ilk iki günde ne kadar demokratik bir karar verdi diye alkışladılar. Sonra seçim meydanlarında bize 15 ay varken bırakıp kaçtı diye hücuma geçtiler” diye hatırlatıyor o günleri.
20 Ekim 1991 seçimlerine tek başına iktidar olarak gitti ANAP, muhalefet olarak geri döndü ve ondan sonra hiçbir seçimi kazanamayıp, tek başına iktidar yüzü görmedi…
Devlet Bahçeli ise koalisyon ortaklarına danışmadan 3 Kasım seçimlerinin kararını aldı. 3 Kasım iktidarın tümüyle silindiği bir seçim oldu.
AKP’nin önünde bu iki örnek duruyor.
Diyarbakır’da askerî lojmanda kalorifer kazanı patladı, yüreklerimizi yakan büyük acılar yaşadık.
Kazanın patlama nedeni olarak, vananın kapalı olması gösterildi. Vana kapalı olunca, altı yanan kazanda basınç birikip, koskoca binayı havaya uçurdu.
Demokrasinin de kendine has tahliye kanalları var. Basıncı biriktirmemek lâzım. Geçmişte biriken basınçtan dolayı birçok kazan vakası yaşadık.
Sezer’le kavga hükümete prim yaptırabilir, ama bir yerde tahliye musluklarını açıp, kazan basıncını düşürmek de hükümetin görevi.
Elbette ki daha büyük bir sorumluluk devlette uyumu gözetmesi gereken Cumhurbaşkanı Sezer’in de görevi.
27 Mayıs’tan sonra Cumhurbaşkanı Gürsel’in başkanlığında siyasî parti liderlerinin de katılımı ile “huzur toplantıları” yapılıyordu.
Demirel AP Genel Başkanı seçildikten sonra katıldığı ilk toplantıda, Başbakan İsmet İnönü’ye karşı sert eleştiriler yöneltiyordu.
İsmet Paşa, Demirel’e dönüp, “Bunun yeri Çankaya değil. Bul oyu, hükümeti Mecliste düşür” diyordu.
Toplantı bitiyor. Demirel, toplantıdan sonra Çağlayangil ile birlikte yürürken, “Adam haklı” diyor. “Gideceğiz Mecliste düşüreceğiz” diyordu.
AP Meclis’e gidiyor, İnönü hükümetinin bütçesine “kırmızı oy” veriyor, İnönü düşürülüyor.
Kavgayı da yerinde yapmalı, çareyi zemininde aramalı. Çankaya ya da asker muhalefet partilerinin lideri olmadığı gibi, bu sorunların çözüm yeri de Cumhurbaşkanlığı makamı ya da Genelkurmay karargâhı değil.
Kazanı patlatmadan meşru zeminleri zorlamak gerek…
15.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Hz. Mevlânâ'nın ‘düğün gecesi’ |
|
Son sözü en başta söyleyelim: Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî Hazretlerini hakkıyla tanıyıp, tanıtamadık. Onu tanıyıp tanıttığını iddia edenler de, Hz. Mevlânâ’yı sadece ‘sema gösterileri’yle sınırlı tutmaya çalıştı.
Oysa Hz. Mevlânâ, zamanının ‘müceddid’i, yani İslâmı günün şartlarına göre insanlara yeniden anlatmakla vazifeli büyük bir âlimdi. Biz ise, onu sadece bir iki ‘vecize’siyle bilmeyi ‘tanıma’ olarak anladık.
Hz. Mevlânâ’nın eserlerini Japonca’ya çeviren ve “(Hz.) Mevlânâ’ya saygı gösterilmesini istiyorum” diyen Yumiko Kase, şöyle demiş: “Japonya’da bildiğiniz üzere bundan 11 sene önce insanları ölüme götüren bir tarikat ortaya çıkmıştı ve büyük olay olmuştu. Eğer onun adı tarikatsa, Mevlânâ bir tarikat değil. Kötü insanları ayrı tutmak gerekir. Mevlânâ için gerçekten saygılı olmak, dikkat etmek gerekir.” (Haftalık, 7-13 Aralık 2006)
Japonya’dan “Şeb-i Arus”a (Her yıl 17 Aralık’ta kutlanan Hz. Mevlânâ’nın ölüm gecesi) ilgi olup olmadığıyla ilgili bir soruyu da cevaplandıran Kase, ilgililerin kulaklarını çınlatmış: “Var ama yapılan çağrılar yetersiz. Japonya’da bu seneki Şeb-i Arus için Mevlânâ Derneği binlerce poster göndermiş. Üzerinde yine Japonca sözler var. Ancak yine hata dolu. Çoğu saçma sapan ve anlamsızmış. Hepsini toplatmak zorunda kalmışlar. Neden kimseye danışılmadan, bir Japon’a gösterilmeden böyle işler yapılıyor? Çok özensiz hareketler bunlar, çok yanlış.”
Hz. Mevlânâ ile ilgili kitapların zaman zaman bütün dünyada ‘en çok satanlar’ listesinde yer aldığını düşünürsek, üzerimizdeki yükün belki farkına varabiliriz. Doğru tanıtmak için, önce doğru tanımak lâzım. Bu seneki “Şeb-i Arus” inşallah buna vesile olur...
*
Ekran temizliği mümkün mü?
Televizyonla haşir-neşir olanların da TV’lerden şikâyet ettiği bir dönemde yaşıyoruz. TV’lerden şikâyet edenler listesine spiker Saba Tümer de katılmış.
RTÜK’ün başlattığı ‘temiz ekran’ kampanyasına, reklâm veren firmaların da destek olması gerektiğini hatırlatan Tümer, “Reklâm veren firmalar bazı kararlar almalı. (...) Varoşları eğitmemiz gerekirken, bu programlar yüzünden biz varoş olduk. Zaten o reklâmların geri dönüşü olmuyor ki. Çünkü hedef kitle onlar değil. Onlar yine gidip pazardan alış veriş yapıyor. Reklâmı reytinge göre veriyorlar ama hedef kitlelerine ulaşmış olmuyorlar. Bence ekran temizliği kampanyasıyla aynı anda reklâm temizliği kampanyası da başlamalı ki gerçekten temizlik olsun. Marka sahiplerinin bu gidişe bir ‘dur’ demesi lâzım.” (Haftalık, 7-13 Aralık 2006)
“Ekran temizliği”nin mümkün olup olmayacağı ayrıca tartışılabilir. Ancak, reklâm veren firmaların; TV’lerdeki bazı programların yola gelmesi için millet menfaatine uygun kararlar alması mümkün ve gereklidir. Her ne kadar ‘gizli ürün reklâmı’nın yapılması yasak ise de, bazı dizilerle bu yola müracaat edildiği söylenebilir. Öyle olmasa bile, TV programlarının aldıkları ‘izlenme oranı nisbeti’ne göre ve buldukları sponsorlarla yollarına devam edebildikleri ortada. Bu bakımdan, ‘dürüst’ firma ve markaların; destek oldukları TV dizilerine çok daha fazla dikkat etmeleri beklenir.
Bazı ‘sabah programları’nın yayından kaldırılmasını, ‘ekran temizliği’nin başlangıcı sayalım ve devamını dileyelim. Bu arada, gerçek temizliğin, TV’leri ‘baş köşe’den ‘dip köşe’ye indirmek olduğunu da unutmayalım...
15.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|