Kara Kuvvetleri Komutanı Org. İlker Başbuğ Harbiyelilere verdiği derste “Türk devrimini tehdit eden irtica tehlikesi”ni anlatırken, M. Kemal’in şu sözlerini aktarmış:
“Biz büyük bir devrim yaptık. Memleketi bir çağdan alıp yeni bir çağa götürdük. Birçok eski müesseseleri yıktık. Bunların binlerce taraftarı vardır. Fırsat beklediklerini unutmamak lâzım. Devrimleri koruyacak tedbirlere çok muhtacız. Devrimin hedefini kavramış olanlar, daima onu koruyacak güçte olacaklardır.” (Cumhuriyet, 26 Eylül 2006)
Bu sözlerin üzerinden en az 70 yıl geçti.
Özellikle başlangıç aşamasında alabildiğine katı ve zecrî bir anlayışla uygulamaya konulan, sonraki süreçte de yine dayatmacı usullerle korunup gözetilen söz konusu devrimler, aradan bu kadar zaman geçmiş olmasına rağmen hâlâ mı tehdit altında?
Devrimlerle yıkıldığı söylenen eski müesseselerin “fırsat kollayan binlerce taraftarı” çoktan toprak altına girdi ve ardından üç-dört nesil geldi. Devletin eğitim başta olmak üzere herşeye “hakim” olduğu bu süreçte yeni kuşaklar “devrimlere bağlı” bir anlayışa sahip olarak yetiştirilemedi mi ki yakınıyorsunuz?
70-80 yıldır oturmayan devrim olur mu?
Eğer öyleyse bunun “kabahat”i kimde?
28 Şubatçılar, problemin kaynağını “1950 sonrasındaki iktidarların devrim ideallerinden uzaklaşması” olarak göstermişlerdi.
Başbuğ ise açık açık bunu söylemiyor, ama bugünkü durumun Türk devriminin başlangıcındaki durumdan çok farklı olmadığını soru kalıbında ifade ederek, “Devrimleri korumak yetmez, daha ileriye götürmek lâzım” mesajı veriyor. Ancak aşındırıldığından ve tehdit altında olduğundan şikâyet ettiği devrimlerin nasıl daha ileri götürüleceğinin izahını yapamıyor. Yapması da mümkün değil.
Çünkü tam da bu noktada ciddî bir ikilem söz konusu. Sosyal olaylar emir-komuta ile tanzim edilmez. Başbuğ’un söylediği şekilde eğer Atatürk devrimin korunmasını “bütün Türk ulusu”na görev olarak verdiyse ve 70 yıl sonra ortaya çıkan tablo bu ise iş çok zor.
Başbuğ, bir defa daha “irticaya karşı topyekûn mücadele” çağrısında bulunarak bu tabloyu değiştirebileceğini mi düşünüyor?
Halbuki, onun yerine, konuşmasını bina ettiği “devrim” olayını, yetmiş yıllık tecrübe ışığında serinkanlı ve bilimsel bir analize tâbi tutsa, çok daha mantıklı bir iş yapmış olur.
Ve böyle bir analiz, onu, ilk kez Menderes’in telâffuz ettiği, ardından Demirel’in tekrarladığı “halka mal olan ve olmayan devrimler” ayrımının ne kadar gerçekçi bir tesbit olduğunu kabul noktasına getirebilir; ve devamında, halka mal olmayıp tutmayan devrimlerde ısrarın ülkeyi gereksiz gerilimlere sürükleyip hem TSK’yı yıprattığını, hem de halkı incittiğini görmesini mümkün kılabilir.
Önemli bir nokta da şu: Başbuğ “irticanın odağı” olmakla suçladığı cemaat ve tarikatların, “saygılı ve dikkatli olmak zorundayız” dediği “dinine bağlı, mütedeyyin vatandaşlar”dan oluştuğunu bilmiyorsa, toplumu daha yakından tanımaya ihtiyacı var demektir.
28.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|