|
|
Mustafa ÖZCAN |
Kılıcı aforoz etmek |
|
Papa’nın ‘tarihî olduğu kadar tartışmalı’ açıklamaları üzerine basında ilginç yorumlar veya başlıklar yeraldı. Bunlardan birisi de La Repubblica gazetesindeki ilginç yorumdu: “Papa, Muhammed’in kılıcını aforoz etti”. Aslında, Papa’nın böyle bir yetkisi olmadığı gibi söyledikleri Hıristiyanlığın tarihi seyrü seferiyle de ters düşüyor. Zira Hazreti İsa’nın mesajı Musevilikten veya Musa Aleyhisselam’ın getirdiklerinden bağımsız değil. İsevilik ‘dini ahkâmda’ selefi Museviliği bağlı idi. Hazreti İsa muadil ve mükemmil olarak ahlâkî yönünü tamamladı. Yani Hazreti İsa Museviliğe dayalı hukuk üzerine ahlaka dayalı maneviyatı getirdi. Önceki fetret döneminde bu yönde bir boşluk oluşmuştu. Din manevi yönüyle indiras etmiş yani gurbete çıkmıştı, Yahudilik zamanla hukuk üzerinden zahirileşerek manevî yönünü ve oriantasyonunu yani kıblesini kaybetmişti. Din adına manevî dürüstlük gitmiş onun yerini hile-i şer’iyye düzeni almıştı. Din adamları dini ruhundan soyutlayarak zahirî ve katı bir şekilde yorumluyorlardı. Hazreti İsa mesajıyla manevi eksikliği gidererek dini aslına haline irca etmiş ve döndürmüş oldu. Dolayısıyla İsevilik bu manevî cephesiyle tanındı onun geçmişle hukukî bağlantısı unutuldu ve gözardı edildi. Bunda Pavlos’un da büyük etkisi var. Binaenaleyh, Papa, dinî hukuk (şeriat) itibarıyla kılıçla kaim olan Museviliğe bağlıdır. Regensburg’da İslâm ve kılıç bağlantısını ele alacağına pekala hahamların Temmuz’daki çocuklara da şamil olan kılıç fetvalarını ele alabilirdi. Zülfikarı aforoz edeceğine Hazreti Musa’nın veya Hazreti İsa’nın kılıcını aforoz etseydi daha iyi olurdu. Ama tâbi metbuunu nasıl afaroz edebilir ki!
İslâmda kılıcın yerine veya hakkına gelince. Çok şükür ki İslâmın genel çerçevesi içinde kılıcın yerini iyi tayin eden, denklemine oturtan Batılılar var. Aksine, İslâmın kılıçla yayıldığını ileri sürünler de var. Bu akımın en önemli temsilcilerinden birisi elbette ki Oxford hocalarından Edward Gibbon’dur. Latince kaynaklara dayanarak tezinde şunu kullanır: “Muhammed (asm) bir elinde kılıç, bir elinde Kur’ân, Hıristiyanlığı ve Roma İmparatorluğunu tarumar etti...”
Müslümanların Pers ve Roma İmparatorluğunu tarumar ettikleri doğrudur. Ama bunun nedeni kılıç değil, tam aksine Roma İmparatorluğunun zorbalığıdır. Yeni mesaja düşmanca mukabelesidir. Bu mânâda ilk Hıristiyanlıktan farklı olarak mesajını kılıçla da savunmuştur. Zorlama anlamında değil savunma anlamında... Kardavi’nin dediği gibi İslâm kılıçla değil, kılıca karşı zafer kazanmıştır. Bundan dolayı, Bizans İmparatorluğu idaresi altında yaşayan kadim Suriye ve Mısır halkları gayri müslim oldukları halde Müslümanları kurtarıcı gibi görmüşlerdir. Ve sadece devletin baskısı değil, aynı zamanda farklı mezheplerden olan bu topluluklara karşı dini ve mezhep ayrımı ve baskısı da yapılıyordu. Binnetice, yerel topluluklar önce mesajı bağırlarına basmasalar bile sahiplerini bağırlarına bastılar. Zamanla mesaja da sahip çıktılar. İspanya’nın 12 bin Müslümana teslim olmasının arkasında yatan sır onların uzun dönemden beri Ariuscu anlayış dolayısıyla baskıya maruz kalmalarıydı. Boşnakların Müslüman olmasının arasında da yine Begomillik vardı.
***
Edward Gibbon izinden giderek, I. Goldziher veya günümüzde Bernard Lewis gibi kimileri de İslamın kılıçla yayıldığına inanabilir. Ülgener Hoca, ‘Zihniyet ve Din’ adlı eserinde belirttiği gibi, ünlü müsteşrik Ignaz Goldziher de, tıpkı Max Weber gibi, "İslâm dininin ilk Mekke döneminin kapanık ve ibadete dönük bir inançtan başlayıp derece derece çöl muhariplerinden kuvvet ve destek alan bir din haline” dönüştüğünü iddia edenler arasındadır. Sanki bu ibare bir asr-ı saadet tablosundan ziyade Suudi devletinin oluşumundaki İhvan’ın muhariplerini anlatır gibidir. Bryan S. Turner de, ‘Max Weber ve İslâmda, şunları yazar: ‘Weber’e göre İslâma özgü bir görünüş ve kurumlar dizisini veren şey, ‘dünyayı fethetme peşindeki savaşçı’ idi. [Hz.] Muhammed’in tektanrıcı Kur’ân’ının savaşçı bir yaşam tarzının sosyo-ekonomik çıkarlarına adapte edilmesiyle birlikte kurtuluş arayışı, cihad (kutsal savaş) nosyonu aracılığıyla toprak arayışı için yeniden yorumlanmıştı. Sonuç, İslamı ‘ulusal bir Arap savaşçı dini’ne dönüştürmek oldu.’
Maalesef bu şablonu günümüzde seslendirenler hâlâ var. Sözgelimi, Türkiye’yi reddetmekle rafizî bir konuma düşen Papa’yı hem bu yönüyle, hem de kılıç iddiasında destekleyen İngiltere Katoliklerinin lideri O’Connor, ‘Kur’an’daki bazı âyetlerin şiddeti teşvik ettiğini kabul etmek gerekir’ demiştir. Batı’nın bu galat-ı meşhurunun başka kurbanları da var. Hem de içimizde. Sözgelimi, İsmet Berkan Akıl ve Vahiy başlıklı yazısında siyasal İslam’ı yorumlarken onların peygamber zamanına (kılıçla İslamı yayma) dönülmesini ve ancak bu yolla yeniden altın çağa dönülebileceğine inandıklarını yazar.
***
Bu anlamda, maalesef taassup yüzünden kimi kilise çevreleri insaf meydanında kimi solcuların bile gerisine düşmüşlerdir. Bu ibretlik bir tablodur. Buna mukabil Thomas Arnold başta olmak üzere günümüze birçok müsteşrik kılıç bahsinde İslâmın sahasını aklarlar. Bunlardan biri Alman İslamiyatçısı Prof. Reinhald Schulze’dir ve İslâmın şiddet dini olmadığını ortaya koymaktadır. Yine Alman oryantalist Prof. Thomas Naumann İslamın zorbalığı katiyyen menettiği görüşündedir. Herkesin İslâm hakkındaki yorumu aslında kişiliğinin aynasıdır.
28.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zafer AKGÜL |
İçinden irtica geçen ülke |
|
Bu ülkede her türlü tehdit ve tehlike biter, nedense irtica tehlikesi hiç bitmez. Her gelen irticayı devralır gelir, her giden irticayı emanet eder gider. Babadan oğula geçen kutsal bir emanet gibi, nesilden nesile aktarılır durulur. Ben kendi hesabıma bu ülkede aklımın dünyaya ayak bastığı yıldan itibaren—siz deyin ki ilkokul 5. sınıftan beri—bizi yönetenler, başımızdaki büyükler hep “irtica” uyarısında buluna gelmektedirler. Yaşım 47’lere merdiven dayadı hâlâ bu söylemlerle mevsimler, yıllar geçiyor. Allah bilir ya ben bir gün ölüp de mezara girdiğim gün, kimbilir hangi yüce büyüğümüz irtica konusunda nutuk çekiyor olacak.
Herkes gibi benim de dikkatimi çeken periyodlar var. Türkiye’de önemli kalkınma hamlelerinin, önemli teşkilât ve oluşumlara girme teşebbüslerinin, önemli dönemeçlere girme manevralarının arifesinde birden bire pıtırak gibi her yandan “irtica” uyarıları yükselmeye başlar.
Ne olmuşsa olmuş, irtica son günlerde gemi azıya almış, sabırları taşırır olmuş, memleket için en hayatî ve tehlikeli bir tehlike(!) haline gelmiştir. Artık tüm kurum ve kuruluşlar demeçler vermeye, eylemler yapmaya başlarlar. Medyada bir takım sakallı, şalvarlı resimler boy boy basılır, oruç/moruç, etek-metek, sakal-sinek alanında kimselerin görmediği saldırılar, barbarlıklar keşfedilir, 6-7 yaşlarındaki çocukların mahalle içindeki Kur’ân kurslarında nasıl gizli gizli örgütsel çalışmalar yapıldığı, beyinlerin yıkandığı falan otuziki kısım tekmili birden yayınlanmaya başlanır. Artık askerinden rektörüne kadar, müdüründen direktörüne kadar hemen her yönetici ve idareci irticaya karşı savaş açar. Silâhlı, silâhsız tüm güçlerle birlikte amansız bir savaş başlatılır.
İç ve dış düşmanlara karşı açılan bu tip savaşlardan sonra artık vatandaşın huzuru bozulur, rahatı kaçar. Bir an önce vatanın irtica denilen mikroplardan arınmasını bekler. Bir takım gelişmeler olur, hükümetler düşürülür, yürüyüşler, alayişler, nümayişler sonunda memleketin başına zinde güçler geçer ve irticanın köküne kibrit suyu dökülür. Yalnız bu arada uluslar arası arenada ve ulusal bazda birtakım anlaşmalar, ihaleler, sözleşmeler yapılır. Sözgelimi savaş uçakları alımı, tank tamirleri sözleşmesi, falanca ülkenin içinde bulunduğumuz pakta geri dönüşü için iyiniyet gösterisi olarak veto kaldırma kararı gibi sıradan(!) bir takım icraatlar da yapılır elbette ki. Sonra demokratik seçimler yapılır. Seçimlere girecek adaylar içinde irticaya bulaşmışlar ayıklanır. Hangi partilerin seçime gireceğine de karar verilir. Konsey’in kabul etmediği partiler kapatılır. İrticaya prim verme ihtimali partilerin tek başına iktidar olmaması için sağda iki, sol tek partiye müsaade edilecek kadar demokratik ve hukuksal ayarlar bile ihmal edilmez.
Neticede seçimler yapılır, istenmeyen parti veya zümreler iş başına gelince tekrar irtica söylemleri dillendirilmeye başlanır. Bu böylece bitmeyen bir hikâye gibi sürüp gider. Her on yılda bir tekrar gündeme getirilir. Demokrasiyle idare edilen ülkelerde siyasete bulaşması meslek olarak mümkün olmayan ve kınanan en küçük birimdeki memur veya müdür bile demeçler vermeye, irtica konusunda ithamlar üretmeye ve nutuklar çekmeye başlar. Daha büyükleri için özel gün ve yıldönümleri tarihleri beklenir. Onlar çok önemli, ama çok çok önemli(!) açıklamalarda bulunacaklardır. Onların her açıklaması önemlidir. Önemli şahsiyetler oldukları için en ufak açıklamaları bile önemlidir. Bu açıklamaların yapılacağı yer ve saat ilgililere önemli duyurulur. Hazırlıklı gelmeleri sağlanır. Ve günü gelince bu tanımı ve tarifi hâlâ belirlenmeyen irtica konusunda demeçler, beyanatlar verilir. Trenler geçer, tramvaylar geçer ve bir takım kişiler hâlâ irtica nedir, tarifi nasıldır, Menemen’deki gibi bir ne menem bir şey midir, bütün bunları anlamaya çalışır dururlar.
Yıllar geçer, bir türlü bu tehlike bitmez bitirilemez her nedense. Kısaca ömür biter, irtica tehlikesi bitmez.
28.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Kim tutar seni ‘Ertuğrul abi’ |
|
“Gülmekten öldük” diyen birisine,”Öldüysen, şimdi nasıl konuşuyorsun” diye karşılık vermek üzere hazır kıta bekleyen zevzeklerden oldum olası nefret ederim.
Bu yüzden “Ödeneksizlik, Türk mumyalarını çürütecek” haberini okurken, katıla katıla güldüm.
Ama aynı zamanda da sevindim.
Sevincim 7 bin 500 yıllık mumyaların çürümesine değildi elbette ki.
Hatta ne Amasya’yla, ne Amasyalılarla bir sorunumun olmadığı da kesin.
Hele hele 14. yüzyıldan kalma mumyalarla da bir alıp veremediğim yoktur.
Sevincimi eş, dost ve yakın çevremle paylaştıktan sonra, araştırmaya koyuldum.
Biz hangi yolu, ya da yöntemi bulmuş da, 7 bin 500 yıllık mumyaları çürütecek duruma gelmiştik.
Kafamı kurcalayan soru aslında tam da bu değildi. Ödenek olmaz, gerekli şartlar sağlanamazsa mumyalar çürüyecekti.
Onun bilinmeyen bir tarafı yoktu da, benim asıl merak ettiğim şuydu, sen 7 bin 500 yıllık mumyaları çürütecek yöntemlere sahip ol, ancak 70 yıllık mumya zihniyetini çözecek imkânı bulama...
Tenakuz burada...
Biraz daha açmak istiyorum.
Türkücü Alişan’ın oynadığı “Cennet Mahallesi” isimli dizide bir sahne vardı. Aslında “Darbikatör Baryam” tiplemesinden araklanan bir sahne bu.
Kafasını taşa vurup, geçici hafıza kaybına uğrayan Ferhat, kendisini kurtarıp arabasına alan bir kadının ”Senin adın Tankut” demesiyle birlikte, kendisinin Tankut olduğuna inanır.
Cennet Mahallesi sakinleri, Ferhat’ı bulurlar ancak o kendinin ”Tankut” olduğunda ısrarlıdır. İtiş kakış da sonuç vermeyince, Güllü’nün bulduğu formül devreye girer.
Bu aslında bir roman vatandaşın test edilmesi olayıdır.
Defler, dümbelekler, zurnalar çalmaya, “Cennet Mahallesi” ahalisi oynamaya başlayınca, Ferhat yavaş yavaş kıpırdanır, sonra da oynar. Tam bir roman gibi.
Böylece Tankut değil, Ferhat olduğu ortaya çıkar.
Bizim aydınlarımızın demokrat olup olmadığını test etmek için bu yöntemler geçerli değil elbette ki.
Ama test edip onaylanmış birkaç yöntem de yok değil hani.
Bunların başında dünyanın neresinde bir darbe olursa olsun, bizim aydınlarımız buna ilgisiz kalamazlar. “Bu çağda darbe olur mu?” ”21 yüz yılda bu kafa” filan diye tepki göstereceklerini sanmayın.
Örneğin Tayland’da bir darbe oldu.
Bizim aydınımız ne yapar? Tayland sopası ile Türkiye’deki sivillere gözdağı verir.
Aynen aşağıdaki Ertuğrul Özkök’e ait satırlar gibi:
“Tayland’da askerî bir darbe olmuştu.
Nedense kimse bu darbe hakkında bir şey söylemedi.
Yabancı gazeteleri de yakından izliyorum.
Onlarda da öyle büyük tepkiler yok.
Acaba neden?
Tayland, önemsiz bir ülke mi? Hayır.
Öyleyse?
Ben diyorum ki, askerî darbe üzerindeki bu sessizliğin ne anlama geldiğini hepimiz çok iyi değerlendirmeliyiz.
Türkiye’de modern hayatın gerilediğine dair işaretler üzerinde bu kadar hassasiyetle duran dünya medyasının, Tayland’daki askerî darbe üzerinde fazla konuşmaya ihtiyaç duymamasının analizini çok iyi yapmalıyız.”
Bu sözleri İlker Paşanın gerçekleşen uyarıları, Büyükanıt’ın beklenen nutku ile birleştirip yorumlamalı mıyız?
Ya da sadece 28 Şubat’ın en güçlü sivil aktörü olan Ertuğrul Özkök’ün zihniyetine mi vermeliyiz. Galiba her ikisine de.
Yeter ki bir düdük ötsün. Bizim aydınlar hemen esas duruşa geçer.
28 Şubat’ın,”Silahsız Kuvvetler”nin bundan sonra, artık rol kapma yarışına tanıklık edeceğiz.
İşte bu yüzden bizde bazı mumya zihniyetleri çözmek, İlhanlılar devrinden kalma Amasya’daki mumyaları çözmekten daha zordur. Çünkü bunlar her defasında kendilerini yenilerler.
Hani reklam da çocuk,”Turkcell’le bağlan hayata” diyor ya, bunlar da darbeyle bağlanıyorlar hayata.
Sezon açıldı kim tutar artık Ertuğrul Beyi. Koş Ertuğrul abi, koş... Tayland’a ne kaldı şurada...
28.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Devrimler |
|
Kara Kuvvetleri Komutanı Org. İlker Başbuğ Harbiyelilere verdiği derste “Türk devrimini tehdit eden irtica tehlikesi”ni anlatırken, M. Kemal’in şu sözlerini aktarmış:
“Biz büyük bir devrim yaptık. Memleketi bir çağdan alıp yeni bir çağa götürdük. Birçok eski müesseseleri yıktık. Bunların binlerce taraftarı vardır. Fırsat beklediklerini unutmamak lâzım. Devrimleri koruyacak tedbirlere çok muhtacız. Devrimin hedefini kavramış olanlar, daima onu koruyacak güçte olacaklardır.” (Cumhuriyet, 26 Eylül 2006)
Bu sözlerin üzerinden en az 70 yıl geçti.
Özellikle başlangıç aşamasında alabildiğine katı ve zecrî bir anlayışla uygulamaya konulan, sonraki süreçte de yine dayatmacı usullerle korunup gözetilen söz konusu devrimler, aradan bu kadar zaman geçmiş olmasına rağmen hâlâ mı tehdit altında?
Devrimlerle yıkıldığı söylenen eski müesseselerin “fırsat kollayan binlerce taraftarı” çoktan toprak altına girdi ve ardından üç-dört nesil geldi. Devletin eğitim başta olmak üzere herşeye “hakim” olduğu bu süreçte yeni kuşaklar “devrimlere bağlı” bir anlayışa sahip olarak yetiştirilemedi mi ki yakınıyorsunuz?
70-80 yıldır oturmayan devrim olur mu?
Eğer öyleyse bunun “kabahat”i kimde?
28 Şubatçılar, problemin kaynağını “1950 sonrasındaki iktidarların devrim ideallerinden uzaklaşması” olarak göstermişlerdi.
Başbuğ ise açık açık bunu söylemiyor, ama bugünkü durumun Türk devriminin başlangıcındaki durumdan çok farklı olmadığını soru kalıbında ifade ederek, “Devrimleri korumak yetmez, daha ileriye götürmek lâzım” mesajı veriyor. Ancak aşındırıldığından ve tehdit altında olduğundan şikâyet ettiği devrimlerin nasıl daha ileri götürüleceğinin izahını yapamıyor. Yapması da mümkün değil.
Çünkü tam da bu noktada ciddî bir ikilem söz konusu. Sosyal olaylar emir-komuta ile tanzim edilmez. Başbuğ’un söylediği şekilde eğer Atatürk devrimin korunmasını “bütün Türk ulusu”na görev olarak verdiyse ve 70 yıl sonra ortaya çıkan tablo bu ise iş çok zor.
Başbuğ, bir defa daha “irticaya karşı topyekûn mücadele” çağrısında bulunarak bu tabloyu değiştirebileceğini mi düşünüyor?
Halbuki, onun yerine, konuşmasını bina ettiği “devrim” olayını, yetmiş yıllık tecrübe ışığında serinkanlı ve bilimsel bir analize tâbi tutsa, çok daha mantıklı bir iş yapmış olur.
Ve böyle bir analiz, onu, ilk kez Menderes’in telâffuz ettiği, ardından Demirel’in tekrarladığı “halka mal olan ve olmayan devrimler” ayrımının ne kadar gerçekçi bir tesbit olduğunu kabul noktasına getirebilir; ve devamında, halka mal olmayıp tutmayan devrimlerde ısrarın ülkeyi gereksiz gerilimlere sürükleyip hem TSK’yı yıprattığını, hem de halkı incittiğini görmesini mümkün kılabilir.
Önemli bir nokta da şu: Başbuğ “irticanın odağı” olmakla suçladığı cemaat ve tarikatların, “saygılı ve dikkatli olmak zorundayız” dediği “dinine bağlı, mütedeyyin vatandaşlar”dan oluştuğunu bilmiyorsa, toplumu daha yakından tanımaya ihtiyacı var demektir.
28.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Ramazan “irtica”cıları |
|
Ramazan ayı’nda olduğumuz için “irtica” haberleri pek kimseyi şaşırtmadı.
“Oruç tutmadığı için dayak yiyen insan” haberleri gazete manşetlerini kirletmeye başladı yine.
Dizi filmlerde dindar insanların “terörist” gibi gösterilme çabaları da sürüyor.
E, daha ne olsun?
Burası Türkiye.
“Sağır Oda” (Kanal D) yine çok konuşulacak sahnelere imza attı.
Gonca Kuriş cinayetini hatırlatan bölümler “canlandırıldı.”
Halbuki dizide “kayıp altın meseleleri” anlatılacak diye bekliyoruz. Güya, Naziler, Yahudilerden topladıkları altını yoketmemiş, tam tersine bir depoda saklıyormuş.
Peki, konuyla dizide geçen karakterler arasında ne gibi bir bağ var, çözemedik.
Dizi film severler, ekranlarda bunu izlerken, haber izleyenler de, “Kara Kuvvetleri Komutanı”nın müthiş tesbitlerine şahit oluyordu.
Diyordu ki İlker Başbuğ:
“İrticaî tehdit, kaygı verici boyutlarda.”
“Aydınlanma mesajları” bununla sınırlı değil elbet.
“Vatandaşlık Tepkilerim” adlı kitabında Sümer’de yaşayan kötü kadınların “başını örttüğünü” söyleyen bir ilim kadınının talihsiz sözleri...
Dahası...
Dokuz Eylül Üniversitesi (İzmir) Rektörü Prof. Dr. Emin Alıcı’nın akıllara durgunluk veren konuşması da, mukaddes ay Ramazan’a yakışmayan türden. Bakın ne diyor sayın rektör?
*Fatih Sultan Mehmet çok iyi yetişmiştir, felsefe, tarih, yabancı diller bilir. Ne yazık ki ülkenin akıl ve bilimle değil de din yoluyla yönetilmesi tercihini yaparak, hem Osmanlı’nın kaderini, hem de dünyanın tarihini değiştirmiştir.
*Keşke o zaman Anadolu Müslüman olmasaydı. Ve arkadaşlar Anadolu’da Müslüman olmayan insanlarda okuma yazma süratle çoğalıyor, ama Müslüman olan Anadolu halkı okuma yazmadan nasibini alamıyor. Cumhuriyet kurulduğu zaman Anadolu’daki okuma yazma bilen kadın sayısı bin değil, biliyor musunuz arkadaşlar? (Vatan)
Dahası da var... Ama bu kadarıyla iktifa edelim.
Yani, Müslümanlar bu vatanda, üstelik mukaddes ayda, sanki azınlıkmış gibi, hem aşağılanıyor, hem hakarete uğruyor, hem de terörist muamelesi görüyor!
Peki, bu ülkede “ahlâksızlığa” karşı bir tedbir alınıyor mu?
Hırsızlığın bile “holding”leştiği dönemde, kim nasıl tedbir alıyor.
Eğitim yerlerde. Koskoca profesörlerimiz ne yapıyor?
Kapkaç, cinayet, yozlaşma...
Ramazanda Müslümanlara hakaret edenler, acaba yerine ne gibi değerler manzumesi koyuyor?
Bunu hiç düşünüyorlar mı?
28.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
O yine geldi.
Evlerimizi, çarşılarımızı, işyerlerimizi, camilerimizi ve herşeyimizi şenlendirdi.
Bunalmıştık, bir nefes arıyorduk.
O geldi, sefâ geldi, hoş geldi.
Bu milletin, dinine ne kadar ilgili olduğunu gösterdi.
Hazırlıklar çok öncesinden başladı.
Her yöreye göre yiyecekler ve içecekler büyük bir özenle hazırlandı.
“Üç aylar” dediğimiz mübarek günlerin son ayına geldik.
Şimdi oruçluyuz, dilimizle, gözümüzle, kalbimiz ile, samîmiyetimizle ve midemiz ile oruçluyuz.
Seksen yıllık bir ibadet kazancı ile karşı karşıyayız. Onu kaybetmemenin hassasiyeti ile günlerimizi geçiriyoruz. Bambaşka bir duygu, bambaşka bir hayat.
Onu Allah emretti. Mü’minler asırlar boyunca bu emre boyun eğdiler. Onun mükâfatını ise Allah veriyor.
Bu emre uymayan mü’minler ise hep aldandı.
Oruç vücuda faydalıdır. Bunu tıp da söylüyor.
Vücuda bir idmandır aynı zamanda. Çok yedik, çok içtik. Kâh Besmele çektik, kâh Besmele’yi unuttuk. Ramazan bize kimliğimizi hatırlattı.
Oysa biz mü’miniz, oysa biz Müslümanız.
İslâm âlemi ayrı bir his ve heyacan ile girdi bu mübarek aya. Camiler cıvıl cıvıl çocuk sesleri ve nefesleri ile doldu. Masum beli bökülmüş ihtiyarlar ön safta namaza durdular.
Minarelerden yanık sesli hâfızlar, selâ ve ezanlar ile kalbimizi mest ettiler. Bu hiçbir güvenlik kurulu ya da resmî gazetede yayınlanan bir emir ve kanun ile yapılmadı. Bu bir gönül işi idi.
28.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Dert havuzu |
|
Evlât yetiştirme, dolayısıyla insan yetiştirmeye dair "Düşünce havuzu" başlıklı yazımız, tahmin ettiğimiz gibi pekçok anne–babanın ilgisini çekti.
Konuya ciddiyetle, ehemmiyetle eğilenler oldu.
Ne var ki, bizi arayanların ekseriyeti daha çok dert yandılar.
Ve, bir de baktık ki, karşımızda büyük bir "dert havuzu" var.
Esasında biz bu dert havuzundan haberdardık. Onun içindir ki, sizlerin de iştirakiyle ondan daha büyük bir "düşünce havuzu" teşkil etmek istedik. Sizlere çağrıda bulunduk: Lütfen, sizler de pratiğe dönük düşüncelerinizi kısaca yazıp gönderin diye, musırrane davrandık.
* * *
Evet, zamane evlâtlarının düştüğü fecî halleri birçok ebeveynle dertleşerek konuştuk. Kimileriyle de, adeta gözyaşlarına boğularak halleşip dertleştik.
Yeni nesillerin durumu, hakikaten bir yandan ümit verici iken, bir yandan da çok vahim bir tablo teşkil ediyor.
Mütedeyyin, muhafazakâr ailelerin çocukları arasında, anne–babasını dahi geride bırakacak derecede takvâlı ve hizmette koşturanlar bulunduğu gibi, ne yazık ki, bunun tam tersi bir durumda olanlar da var.
Öyle ki, o kız ya da erkek çocuk, zamanla ailesiyle olan bağlarını adım adım zayıflatıyor. Başka bir dünyaya yelken açıyor. Zamanla, ailevî irtibat kesilme noktasına geliyor.
İşte, o noktadan itibaren, tehlike çanları zangır zangır çalmaya başlıyor.
Mütedeyyin çevreyi terk edenin gideceği yer neresi olabilir ki?
Aslında bellidir: Dışarıda hınzır, canavar, ejderha sürüsü ağzını açmış onu bekliyor.
Kaçanın yutulması an meselesi. Nasibi varsa kişinin, bir vesileyle kurtulabiliyor. Ancak, o da baştan ayağa yara bere içinde.
Zira, hariçte hiç de öyle masum bir dünya yok. En masum görüneni bile, en aldatıcı çıkabiliyor.
Maalesef, aldatılan ve acımasızca yutulan öyle çok evlâdımız var ki...
* * *
İşte, böylesine tehlikeli ve aldatıcı bir dünyaya adım atan gençlerin ebeveynleri, için için ağlayıp duruyor. Dertleşmek iyi, fakat ağlamak çare değil.
Gelin, o yakıcı dert havuzunu, serin ve selâmetli bir düşünce havuzuna dönüştürelim.
Evet, çocuklarımız dünyaya geldiği andan, tâ hayata atılacağı zamana kadar, hangi yaşta, hangi ortamda onlara neler kazandırmamız gerektiğini, onlarla nasıl bir diyalog seyri takip etmemiz gerektiğini kafa patlatırcasına düşünmek ve ona göre de davranmak durumundayız.
Çünkü, bu bizim en mühim ve en öncelikli bir meselemizdir. Öyle değil mi?
İktibas
Ben yazmadım; sinirlenmeden okuyun paşam
Sihirli bir değnekle tarikat ve cemaatleri ortadan kaldırdığınızı hayal edin. Sonuç ne olur biliyor musunuz? Kaos, terör, anomi (değerlerin kaybı) ve füze hızıyla yükselen suç sayısı.
Özetin özeti: Tarikat ve cemaatleri çeşitli yönleriyle kavramadan toplumsal ve siyasal dertlerimizi dindiremeyiz. (Emre Aköz, Sabah, 27.09.2006)
HABER
Mentollü sigara
ABD’de yapılan bir araştırmada, mentolün nikotinin etkisini arttırarak sigara bağımlılığını daha da güçlendirdiği ortaya çıktı.
Aralarında Alabama ve California üniversitelerinin de bulunduğu 6 eğitim kurumu tarafından yapılan çalışma çerçevesinde, 1500 erkek ve kadın tiryaki 15 yıl boyunca takibe alındı. Bu sürenin sonunda, mentollü sigara içenlerin yüzde 69’unun, mentolsüz sigara içenlerin ise yüzde 54’ünün sigara içmeye devam ettiği gözlendi.
Uzmanlar, iki tür sigaranın da aynı derecede zararlı olduğunu, ancak mentollü sigarayı içenlerin bu alışkanlıktan daha zor kurtulduğunu açıkladı. Kaynak: ABC (Vatan)
Günün Tarihi
İslâm dünyasına son çağrı
28 Eylül 1923: Mustafa Kemal, Meclis Başkanı sıfatıyla İslâm dünyasına yaptığı son çağrıda "Rumeli Müslümanlarının iskânı ile işgal ve istilâ kuvvetlerinin ülkede yaptıkları tahribatın tamiri için yardım" talebinde bulundu.
Bu beyanname, aynı zamanda M. Kemal'in İslâm dünyasıyla olan son temasının belgesi niteliğini taşıyor.
Zira, bu tarihten yaklaşık bir hafta sonra işgal kuvvetleri ülkemizi terk ediyor (6 Ekim İstanbul'un kurtuluşu) ve bir ay sonra da (29 Ekim) Cumhuriyet ilân edillmiş oluyor.
Dolayısıyla, Cumhuriyet'in ilân edildiği güne kadar da İslâm dini ve İslâm dünyası ile olan sıcak münasebet bir anlamda son buluyor. Bunun yerine, Batı dünyası ve laik rejimlerle çok sıkı ve sıcak bir dizi münasebetler kuruluyor. Din gerçeği de, böylelikle büyük ölçüde hayattan soyutlanmış oluyor.
Paralar İş Bankasına
O günlerde yayınlanan söz konusu beyannâme, en çok Hidistan'daki Müslüman topluluklar nezdinde mâkes buldu. Afgan ve Pakistanlı din kardeşlerimiz, hanımlarının altınlarını, bileziklerini toplayıp Türkiye'ye âcil yardım olarak gönderdiler. Bu paralarla, bilindiği gibi CHP'nin finans kaynağı durumundaki İş Bankası kurulmuş oldu.
NOT:
Dünkü "Günün tarihi"nde anlatılan Preveze Deniz Zaferinin doğru tarihi 27 Eylül 1538'dir.
28.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Zekâtı verilen mal, temiz maldır |
|
İzmir’den okuyucumuz: “Helâl mal, mal sahibini nasıl kirletir?”
Dünkü yazımızda helâl malın nasıl kirlendiğini açıklamaya çalışmıştık. Bu gün de maldan dolayı insanın nasıl kirlendiğini araştıralım.
Esasen, malı kirleten de, dengesiz ölçüsüz mal tutkusundan dolayı kendisi kirlenen de insandır. İnsanın emek verdiği malı belirli ölçüde sevmesinde bir sakınca yoktur. Fakat insan mal tutkusundan dolayı daha büyük şeyleri feda etmeye başlarsa, meselâ mal için, mal açısından daha geniş ve ebedî imkânlar içeren âhireti feda ederse, mal için maneviyâtı feda ederse, mal için hakkı feda ederse; böyle mal tutkusu, mal helâl dahi olsa, insanı kirletir, insana cüssesinden ağır bir mahşer yükü haline gelir. Nitekim Kur’ân, böyle bir kirliliğin mahşerde insana kaybettireceğini şöyle bildiriyor:
“Altını ve gümüşü biriktirip de onu Allah yolunda harcamayanları ise, acı bir azapla müjdele. O gün bu altın ve gümüşler, Cehennem ateşinde kızdırılır da, alınları, yanları ve arkaları onunla dağlanır. ‘İşte kendiniz için biriktirdiğiniz budur! Şimdi, biriktirdiklerinizin tadına bakın!’ denir.”1
Öyle ki, Bediüzzaman Hazretleri, “Eyvah, aldandık! Şu hayat-ı dünyeviyeyi sâbit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zâyi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur. Bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahî bir rüzgâr gibi uçar gider”2 diyor. Kezâ yine Bediüzzaman, “Fânîyim. Fânî olanı istemem. Âcizim. Âciz olanı istemem”3 diyor ve fani mala karşı dikkatlerin uyanık olmasını istiyor. Evliyadan Şakik Belhî Hazretleri de bir gün Bağdat’ta, görkem, debdebe ve saltanat içinde yüzen sultana “Sen zühd ve takva sahibisin” diyor. Sultan şaşırıyor:
“Çok şakacısın” diyor. “Bana iltifat ediyor olmalısın. Bu kadar debdebe ve saltanat içinde ben nerede, zühd ve takvâ nerede? Eyvah ki, biz o imtihanı kaybettik ey Şakik!”
Şakik diyor ki:
“Böyle deme. Cenâb-ı Hak, ‘Dünyâ serveti pek azdır. Âhiret ise takvâ sahipleri için daha hayırlıdır’4 buyurmuştur. Sen o aza kanaat etmişsin. Dünya bana yeter deyip, ahiretin ebedî ve çok malını istememişsin. Zâten zahid de, az mala kanaat eden demek değil midir?” deyince, sultan,
“Eyvah bana! Eyvah bana! Ben ne kadar aldanmışım! Az bir şeyi çok sanmışım!” diye dövünmeye başlıyor.
Malın kirletmesine ve maldan dolayı kirlenmeye karşı tek çare, tek arınma ameliyesi ise Kur’ân’a göre şunlardır:
1- Malı helâlinden kazanmak.
2- Helâlinden kazanılan malın zekâtını vermek.
Helâl malın zekâtı verilirse, hakkı ödenmiş olur, böylece insan mal ile ilgili bütün kirliliklerden de temizlenmiş olur.
Bir adam Peygamber Efendimiz’e (asm):
“Ya Resûlallah! Üzerimde zekâttan başka, maldan çıkarılması gereken bir hak var mıdır?” diye sorunca, Peygamber Efendimiz (asm):
“Hayır. Malda zekâttan başka hiçbir hak yoktur. Ancak nafile (kendi arzuna göre, fazladan) sadaka vermen başkadır” buyurmuştur.5
Anlaşılıyor ki, zekâtı verilen helâl mal, kirli mal değil, temiz maldır; sahibini kirletmez.
Dipnotlar:
1- Tevbe Sûresi: 34, 35
2- Sözler, s. 193
3- Sözler, s. 201
4- Nisâ Sûresi: 77
5- İbn-i Mâce, Zekât, 1788, 1789
28.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
İslâmın köprüsü |
|
Her toplumda zenginler ve fakirler bulunur. Eğer bu iki tabaka arasında uçurum varsa o toplumun huzuru kaçar. Zenginler fakirleri ezerlerken, fakirler de zenginlere karşı kin, düşmanlık ve kıskançlık duygularıyla dolup taşarlar. Bu uçurum bir köprü ile kapatılmazsa çarpışmalar, kavgalar, gürültüler ayyuka çıkar.
İşte İslâm birbirleriyle devamlı sürtüşme hâlinde olan bu iki tabaka arasında bir köprü kurar. Bu köprü zekâttır. Allah Resûlü (a.s.m.) “Zekât İslâmın köprüsüdür”1 buyururken bu gerçeğe dikkat çeker.
Zekât, belli bir zenginliğe ulaşan kimsenin Allah rızasını kazanmak maksadıyla malının belli bir kısmını fakirlere vermesidir.
Herşeyin kendine göre bir zekâtı vardır. Malın, zekânın, ilmin, gücün, bedenin, kısacası herşeyin. Hepsinin de zekâtı genellikle kendi cinsinden verilir.
Zeki olan, ilmi olan bunu insanların faydasına sunmak, öğretmekle yükümlüdür. Bedenin zekâtı da oruçtur.
Malı fazla olan bunun kırkta birini ihtiyaç sahiplerine verir. Fakirin zengindeki hakkıdır bu.
İslâm zekâtı emrederek zengini merhamete getirir, baskıcı, ezici havadan kurtarır, fakirlere destek elini uzattırır. Zenginden şefkat ve yardım gören fakire de hürmet ve muhabbet duyguları aşılar, fakir artık iyilik gördüğü zengine karşı duacı olur.
Bu köprüyü zekâttan başka bir şekilde kurmak mümkün değildir.
Zekât toplumun sigortası, huzur ve saadetin garantörü olduğu kadar, malın da sigortasıdır. Tıpkı Asr-ı Saadette meydana gelen şu olayda olduğu gibi. Birgün Peygamberimiz (a.s.m.), “Zekâtla mallarınızı koruyun”2 buyurmuşlardı. Oradan geçmekte olan ve bu sözleri işiten bir Hıristiyan, “Gerçi ben Müslüman değilim, ama malımı korumak istiyorum” demiş, zekâtını vermiş ve eşyalarını bir adama teslim edip başka bir şehre ticaret maksadıyla göndermişti. Bir süre sonra kendi eşyalarını taşıyan devenin de bulunduğu kervanın eşkıyalar tarafından soyulduğunu öğrendiğinde, “Nasıl olabilir?” diye sormak maksadıyla Peygamberimizin yanına gitmek üzere yola çıktı. Tam kapıdan girecekken malını teslim ettiği adam çıkageldi; kervanın eşkıyalar tarafından soyulduğunu, fakat onun malını götüren devenin rahatsızlığı sebebiyle bir konak geride kaldıklarını ve mallarının kurtulduğunu belirtti ve elde ettiği kârı teslim edince, adam sevinçle bu defa Peygamberimizin huzuruna Müslüman olmak için gitti.
Demek zekât hem toplumun huzurunun, hem de malın sigortasıdır. Sevap ayı Ramazan ise bunun için en münbit uygun zamandır.
Dipnotlar:
1- Keşfü’l-Hafa, 1:439.
2- A.g.e., 1:361.
28.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Aksiyon veya reaksiyon |
|
Zihin jimnastiği yapmaya ne dersiniz? Ezberimizi bozmak adına, biraz soru soralım kendimize.
Sığ gündemlerin sularında boğulmak mı, kulaç atmak istenilen denizlerde yol almak mı? Tercih bizim.
Muhalifine göre rotayı belirlemek mi, yoksa aksiyon çerçevesine göre kendi muharrik unsurunu harekete geçirmek mi? Kararı bize ait.
Muktedir olana göre pozisyonunu belirmek mi, tersine iç kaynaklarının gereğine uygun ilkeli ve kalıcı bir süreçte iddiayı sürdürmek mi? Muvaffakiyetin şuur farkı buna göre değişmektedir. İkisi de bizim mönü seçimimize göre değer kazanmakta/kaybetmekte.
Orkestraya eşlik etmek mi, tercihen beğendiğimiz parçaya orkestranın eşlik etmesini sağlamak mı? Talebimize değer katmak, ya da talep edilene göre servis yapmak mı? Biri iradî, diğer memurluktur.
“Batılı olacağım” diye kendi batışını seyredip, çöküşüne giden yabani bir entegrasyona girmek mi, yoksa Batının demokrasi, teknoloji ve sistem üçgeni ile barışık bir kültürel doku farkını gözeterek evrensel ortaklığın şuurlu bir üyesi olmak mı? Birincisi ezber, kopyacı, taklitçi ve sathî bir “aydın” tasavvurudur. Diğeri ise kendimize güven duymanın, ihtiyaçlarımıza uygun beraberliklerin içinde yer alıp, varlığımızı yüceltecek alt yapı desteğine kavuşmaktır.
Her gün olayları konuşup, tedavülden kalkmış metotların tartışmasını yapıp geleceği karartmak mı, prensiplerin gölgesine ışık verip ona göre hadiseleri yorumlayacak formüllere sahip olup denklem çözecek ve değişkenleri doğru kullanacak bir sistematik yaklaşım sergilemek mi?
Kişilerin kuvvetini aşan bir kudreti mübalağanın menfi/müspet tarafında tenzil/terfi düzleminde değerlendirmek mi, kurum bazlı ve genel yapı ruhunda bileşenleri değerlendirip daha kalıcı bir bakış yakalamak mı?
Ötekini suçlayan, ağyarını mani gören, sorumluluk dışı rahat beyanın tahrik edici cazibeli ve kısa metrajlı tesirine oynamak mı, farklı bir zaviyeden efradını cami kılacak, kendi nefis muhasebesini yapacak, öz değerlendirmesine açık bir iyileştirme idrakiyle hem kendine, hem de öteki kabul ettiğine bir mutabakat alanı sunmak mı?
Kapıya dayanan yumurtalara sepet aramak mı, sepetimizi alırken ne işe yarayacağını ve sepete girecek yumurtalarımızı önceden tahmin edecek bir hazırlık mı?
Çok ses çıkaran dere sularının akarken taşlara nispet çıkardığı şarıltı ve gürültü ile faaliyetinin cüssesine inanmak mı, okyanusun kenarında, dehrin derinliğinde, hacmin azametine sessiz asaletle sahip çıkmak mı?
Bulduğumuz bir kuşla kuş uzmanı kesilip, ona yuva aramak mı, yoksa yuva yapıp, yuvamıza kuş aramak mı, ararken de nitelik ve tercih hakkımızı doğru kullanmak mı?
Düşüncemizi doğru kabul edip kendi sınırımıza çekmek mi veya doğru olanı düşüncemiz kabul edip geniş bir kavrama ve kucaklama kapasitesine kavuşmak mı?
İşimizi yaparken başımızla ilgilenip uğraşmak mı, veyahut başımızdaki işlerle ilgilenip görevimizi ciddiyetle ifa etmek mi?
Kendimizi standart/ölçü kabul edip başkasının bizi kopyalamasını beklemek mi, yoksa ortak standartlara uyup ortak kabulün içinde iyi bir model ve örnek olmak mı?
Eğitirken sadece öğretici olmak mı yoksa öğrenci gibi öğrenip hazmettiklerini paylaşmak ve teşvik etmek mi?
Söyledikten sonra düşünmek mi, düşünüp söylemek mi?
Her konuda konuşmak mı, konuya göre temel prensiplerine uygunluğu ortaya koymak mı?
Kendimizi baz almak mı, baz kabul edilen yeni sonuçları dikkate almak mı?
Tercih; sizin, bizim ve herkesin en temel hakkı. İsterseniz yeni bir sentezde yapabilirsiniz.
Tercihlerimiz; bizi ya aksiyoner, ya da reaksiyoner yapar. İlki “müteharrik-i bizzat”tır, diğeri ise “müteharrik-i bil vasıtadır.”
28.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|