Sami CEBECİ |
|
Bediüzzaman’ın fikrî cephesi ve hedefleri |
Asya Nur Kültür Merkezi’nin bu haftaki konuğu İslâm Yaşar Beydi. “Bediüzzaman Beşlemesi” adıyla Üstadın hayatını roman hâline getiren ve kırk civarındaki hacimli eserleriyle, ülkedeki yazarlar içinde haklı ve önemli bir yere sahip olan İslâm Bey, bir buçuk saat boyunca bir kitaba ancak sığabilecek konusunu özetleyiverdi. Bediüzzaman, daha çocukluk yıllarındayken fikrî cephesinin alt yapısı oluşmaya başlamıştı. Annesi ona hamileyken abdestsiz yere basmıyor, doğduğu zaman da onu abdestsiz emzirmiyordu. Babası ise, haram lokma yenmesin diye hayvanlarının ağzını uzak tarlalardan getirirken bağlıyordu. Küçük Said, gece kelebekleri lâmbanın ateşinde yanmasın diye babasından bir kafes örmesini istediğinde bu istek kırılmıyor ve örülen kafesle kelebekler ateşte yanmaktan kurtuluyordu. Bu fikir daha sonraki yıllarda, insanların cehennem ateşinde yanmaması için Risâle-i Nur Eserleri şeklinde ortaya çıkacak, âdetâ tahkikî imandan örülen mânevî bir kafes ile nice insanların ateşte yanması engellenecektir. Çok hareketli bir hayat yaşayan Bediüzzaman’ın büyük hedefleri vardı. “Şu Akdamar Adasında on yıl kalsam ve elli adam yetiştirsem, onlarla İslâm’ı dünyaya hâkim kılarım” diyordu. Onun için Van Kalesinin eteğindeki düzlükte bulunan Horhor Medresesinde adam yetiştirmeye başlamıştı. Ama, onların eğitimi için Kur’ân-ı Kerim’i çağın anlayışına göre izah eden altmış ciltlik bir tefsir yazılmalıydı. Bu maksatla İşârâtü’l-İ’câz tefsirini yazmaya başladı. Fakat bir cildini yazabildi. Diğer bir hedefi, Doğu vilâyetlerinin en büyük ihtiyacı olan ve fen ilimleriyle din ilimlerinin birlikte okutulduğu ve adının “Medresetü’z-Zehrâ” olmasını istediği bir İslâm Üniversitesi’ni devlet eliyle kurdurmak idi. Fakat, 1914 yılında patlak veren 1. Cihan Savaşı ve esaret yılları sebebiyle bu hedef de yarım kaldı. Şeyh Said İsyanı bahanesiyle Batı Anadolu’ya sürülen Bediüzzaman, bu hedeflerinden hiç vazgeçmedi. Akdamar Adası yerine, dokuz seneye yakın kaldığı Barla’da yetiştirdiği elli-altmış talebesiyle bir iman ordusu kurdu. Bu çekirdek kadro zamanla çoğalarak dünyanın yedi kıt'ası ve iki yüze yakın ülkesinde hizmet vermeye başladı. Yeni Said döneminde gerçi altmış ciltlik bir tefsir yazmadı. Fakat, insanlığın en çok muhtaç olduğu iman derslerini içine alan Nur Risâlelerini telif etti. Din ilimleriyle fen ilimlerinin birlikte okutulacağı Medresetü’z-Zehrâ isimli İslâm Üniversitesinin devlet eliyle kurulması gerçekleşmedi. Lâkin, bütün bir ülke açık bir üniversite hükmünde olarak, Risâle-i Nurların okunduğu her ev, her dershane o üniversitenin şubeleri hâline geldi. O üniversite projesi de, bir gün devlet eliyle İnşâallah gerçekleşecek ve inşâ edilecektir. Üçüncü Said dönemi olan 1950-1960 yılları arasında da Bediüzzaman’ın üç büyük gayesi vardı. Bunun birincisi, on sekiz yıl kanun zoruyla susturulan Ezan-ı Muhammedî’yi (asm) aslıyla okutulmasını sağlamaktı. Merhum Adnan Menderes bu isteğe müsbet cevap verdi. Başbakanlık makamını ve hükümeti riske atarak, meclisten ilk kanun olarak Ezan maddesini çıkarıp aslıyla okunmasını sağladı. Böylece, bu milletin Müslüman olduğu ve ebediyete kadar Müslüman kalacağı resmen tescil edildi. İkinci hedefi, Risâle-i Nurların devlet eliyle basılmasını temin etmekti. Bununla devletin mânevî kimliğinin de Müslüman olduğu temin edilecekti. Merhum Menderes bunu da kabul etti ve Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki’ye kesin talimat verdiği halde, başka engellerle bu gerçekleşmedi. Halbuki, devlet eliyle Risâle-i Nurların basılması, doğru İslâmiyetin öğretilmesine ve dosdoğru yaşanmasına vesile olacak ve radikal İslâm gibi sair yanlışların önü alınacaktı. Ama olmadı ve yaptırmadılar. Devlet resmen bu vazifeyi yerine getirmeyince Nur Talebeleri devreye girdi. Ağır baskılar ve yokluklar içinde basılmaya başlayan Nur Risâleleri, on yayınevinden daha fazlasıyla basılmaya devam ediyor. Kur’ân’dan sonra en çok satılan ve okunan kitaplar listesinin en başında yer alıyor. Üçüncü büyük hedefi, İstanbul fethinin sembolü olarak kiliseden camiye dönüştürülen Ayasofya’nın açılmasını ve müze olmaktan çıkarılıp tekrar ibadethane olmasını temin etmekti. Demokrat Partililere ezanı ilân etmekle on defa kuvvet kazandıkları gibi, Ayasofya’nın açılmasıyla da yirmi defa daha fazla kuvvet kazanacaklarını haber veriyordu. Vefatından az bir zaman önce bu maksat için Ankara’ya gelmiş, fakat Gölbaşı ilçesinden bu tarafa geçememişti. Halbuki, Ayasofya’nın devlet eliyle cami haline getirilmesi çok önemliydi. Zaten millet öyle olmasını istiyordu. Devlet de bu isteği gerçekleştirseydi, millet ve devlet olarak Müslüman kimliğimizi bütün dünyaya ilân etmeye vesile olacaktı. İnşâallah bu çok önemli hedef de bir gün gerçekleşecek ve cesur demokratlar milletten bol duâ alacaklardır. Seminer bittiğinde, Pursaklar ilçesinden ve çevre semtlerden gelen gönül dostları, fikir yoğunluğu ve derinliğinden fevkalâde memnun olmuşlardı. 01.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Açık diplomasi mi, yoksa... |
Daha evvel Irak ve Afganistan’la ilgili yüz binlerce Amerikan belgesini kamuoyuna taşımasıyla ismini duyuran WikiLeaks adlı internet sitesi, şimdi de ABD’nin 250’den fazla ülkedeki büyükelçiliklerinden merkeze gönderilen 250 bini aşkın diplomatik yazışmayı seçilmiş bazı gazetelere servis yapmak suretiyle tüm dünyada gündemin ilk sırasına oturdu. Şu aşamada dikkat çeken bazı noktalar: Belgelerin nasıl ele geçirildiği veya sızdırıldığı noktasındaki soru işaretleri henüz cevap bulmuş değil. Bu iş, söylendiği gibi, 52 yıl hapis talebiyle yargılanmak üzere hapiste tutulan ABD’li askerin yalnız başına yaptığı birşey olabilir mi? ABD Dışişleri Bakanlığının, bir kısmı yüksek derecede “gizlilik” kaydı konulan şifreli yazışmalarına bu kadar kolay ulaşmak mümkün mü? Acaba bu hadisede, “açık toplum” sloganını bayrak yaparak faaliyet gösteren ve “şeffaflaşmaya hizmet” adı altında başka fitneler tezgâhlayan küresel organizasyonların dahli var mı? Bakıyoruz; bir taraftan “saydamlık” deniyor; diğer taraftan, söz konusu belgeler, çoğu siyonist ideolojinin güdümünde olan beş gazeteye servis ediliyor ve dahası, aylar öncesinden, 120 “uzman gazeteci”nin süzgecinden geçiriliyor. Belgelerden hangilerinin ne zaman ve içeriklerinin ne kadarıyla yayınlanacağına karar veren bu 120 kişilik heyet kimlerden oluşuyor? Ve bunlar hangi kriterlere göre tercih yapıyorlar? İlk etapta yayına verilenler içinde İran’la bazı önde gelen Arap ülkelerini veya Türkiye ile Azerbaycan’ı karşı karşıya getirebilecek iddiaların öne çıkarılması, fitne kuşkularını güçlendiriyor. Türkiye’nin iç siyasetine ve devlet içi gerilimlere dair yazışmalarda devirlere ve büyükelçilere göre değişen, zaman zaman da çelişen değerlendirmelerde, bilinenlerin dışında fazla sürpriz yok. Ama özellikle AKP’nin içine yönelik ve bilhassa yolsuzluk eksenli iddialar, konu sıkıntısı çeken muhalefete yeni malzemeler sunabilir. Nitekim CHP işin bu cihetinin üzerine gitmeye hazırlandığının işaretini şimdiden verdi. Türkiye’nin seçim atmosferine girmeye başladığı süreçte kayda geçirilmesi gereken bir husus. Belgelerde siyasete yönelik ordu ve yargı kaynaklı müdahalelerin, Ergenekon ve Balyoz gibi operasyonların, kamuoyunda hakim algı ve yoruma paralel ifadelerle yer alması dikkat çekici. Bunu, söz konusu gelişmelerde dış dinamiklerin rolünü gösteren bir işaret olarak da görebilir miyiz? (Balyoz operasyonu ilk patlak verdiğinde ABD Dışişleri’nin “Bizim için sürpriz bir gelişme değil” mesajı verdiğini hatırlayalım.) Dikkat çeken bir diğer nokta, “diplomasinin 11 Eylül’ü” nitelemelerine konu olan bu geniş çaplı “belge sızdırma” olayı ile ABD’nin “karizma”sı bir kez daha çizilir ve Washington, belgelerde adı geçen ülkelerle ilişkilerinde oluşması muhtemel hasarı olabildiğince asgarîye indirme telâşına düşerken, İsrail’in sergilediği rahatlık. WikiLeaks’e ulaştırılıp 120 kişilik bir heyetin denetim ve sansüründen geçirildikten sonra yayına verilen ilk belgeler, şunu da düşündürüyor: Bilhassa zamanlama ve içerikler, Obama yönetimini ve bu dönemde ABD’nin diğer ülkelerle ilişkilerini zora sokmak; buna ilâveten, global ölçekte belirlendiği anlaşılan hedefler kapsamında, ayrım gözetmeksizin, aralarında Berlusconi ve Merkel gibi siyonist projelere doğrudan veya dolaylı katkıda bulunmuş isimler de dahil olmak üzere birçok dünya liderini provoke ederek ABD ile karşı karşıya getirmek gibi hesapların söz konusu olabileceğini akla getiriyor. Bu noktada, belgelerde imzası bulunan farklı konumlardaki diplomatların kimlik analizleri de konunun aydınlanmasına katkı sağlayabilir. Nitekim Türkiye’ye dair en provokatif raporları, eski Ankara Büyükelçilerinden Eric Edelman’ın yazmış olması, bunun ilginç bir örneği. Görünen o ki, bu hamur çok su götürür. Süreci dikkat ve temkinle izlemek gerekiyor. 01.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Milleti derede boğmayın! |
Ne zaman ki ‘devlet’e bir işiniz düşer, yanlışlarla yüz yüze gelirsiniz; ancak o zaman başkalarının yaşadıkları sıkıntıların da farkına varırsınız. Yakın zamanda iki ayrı iş için bizim de ‘devlet’e işimiz düştü ve basit hatalar dolayısıyla yaşanan sıkıntılara şahit olduk. Fıkrayı hepimiz biliriz: Merhum Nasreddin Hoca damdan düşmüş. Komşuları etrafını sarmış ve “Hocam ne oldu, neren ağırıyor?” diye sormuşlar. Hoca da, “Bana daha önce damdan düşen birini getirin. Ancak benim halimi o anlar” demiş. Aynen onun gibi, anlatacaklarımız, ancak daha önce ‘devlet’e işi düşenler için bir anlam ifade eder. Son yıllarda ‘e-Devlet’ uygulamaları başlatılarak bürokrasi kısmen düzeltildi, ama halen ‘devlet’e işi düşüp de şikâyetçi olmayanların sayısı yok gibidir. Vatandaş, karşılaştığı sıkıntıların kendince çözümünü de bulur; teklif eder. Ama dinleyen kim? Geçenlerde ‘çipli’ pasaport için internet üzerinden ‘devlet’e müracaat ettim. Sıra ‘harç’ yatırmaya gelince işler zorlaştı. Şöyle ki: Bazı emniyet müdürlüklerinin bünyesinde, pasaport müracaatlarında kolaylık olsun diye Maliye Bakanlığının ‘vezne’si vardır. Pasaport ücreti ve harç yatırmak niyetiyle bu ‘vezne’lerden birine gidince ‘sürpriz’le kaşrılaştım. Bu vezneler, sadece eski pasaportları uzatanların işine yarıyordu. Yeni tip (çipli) pasaport alanların harcını da alıyor, ama pasaport defter parasını alamıyordu! Yani işin yarısını yapıyor, diğer yarısını yapamıyordu. Bunun için yetkili olan ise sadece Ziraat Bankasıydı! Bir gariplik de şurada: Diğer bankaların neredeyse tamamı pasaport harcını almaya yetkili iken, pasaport defter parasını almaya da sadece Ziraat Bankası yetkili kılınmış. Pratikde bu durum, “İşinizi sadece ZB’de görebilirsiniz” anlamına geliyor. Öyle ya, yatırılacak paranın bir kısmını bir bankaya, diğer bir kısmını başka bir bankaya yatırmanın bir anlamı var mı? “İyi ya, ne şikâyet ediyorsun? Tamamını ZB’ye yatır” demek çare değil. Bankalardaki kuyruklar malüm... Ayrıca niçin sadece bir banka yetkili olsun? Randevu alarak bir hatfada yeni pasaport almak mümkün, sistem iyi işliyor; ama harç yatırma noktasında bu şekilde gereksiz bir uygulama var. Çözüm, bütün bankararın ya da Maliye Bakanlığı veznelerinin bu konuda ‘yetkili’ olmasında... Geçtiğimiz Pazartesi günü de “Dünya Kültür Başkenti” olan İstanbul’u yöneten belediyenin bir birimine, İETT’ye işimiz düştü. Basit bir iş, ama sanki ‘meydan muharebesi’ne şahit olmuş gibi olduk. Yaklaşık bir ay önce internet üzerinden çocuğumuzun ‘paso’sunu almak için müracaat etmiştik. Evraklarımız tamam bir şekilde İETT’nin Topkapı’daki ‘paso dağıtım merkezi’ne gittik. Gittik ve maalesef tam bir kargaşa ile karşılaştık. Normalde bizim pasomuzun/kartımızın hazır olması lazımdı. Ama hazır olan kartlar bile dağıtılamıyordu! Biz gittiğimizde öğle sonrasıydı, ama çoğu kişi sabah 08’den itibaren orada beklediğini söylüyordu. Kısa keselim: Derdiğimizi anlatmak için orada bir ‘yetkili’ aradık ve “Genel Müdürlüğü arayın” cevabını aldık. Öyle yaptık ve verilen telefon numarasını aradık. Kendimizi tanıtarak, kısaca Topkapı’daki kargaşadan bahsettik ve “Hazır olan kartlar bile dağıtılamıyor. Bu nasıl iş diye?” sorduk. Gürültülü bir ortamda konuştüğumuz için ‘yetkili’nin ismini öğrenemedik. “Tamam, ben orayla bir konuşayım” dedi. Tabii konuşmamıza etrafta bulunanlar da şahit oldu. Aradan 10 dk. geçti, geçmedi ortalık dalgalandı. Yeni ‘vezne’ler açıldı ve önceden müracaat edenlerin hazır olan kartları hızlıca dağıtılmaya başlandı! Kısa sürede en azından hazır olan kartlar dağıtılmış oldu ve etraf sakinleşti. Tabiî ki problem bununla bitmiyor. İnternet üzerinden müracaat eden ve kartları hazır olanlar da uzun kuyruklar oluşturuyor. Bunun çok daha kolay bir yolu olmalı. Bir defa, kart dağıtan birimin mesai saatinin 16,00’da bitmesi kabul edilemez. Hazır olan kartların dağıtımı gerekiyorsa ‘tam gün’ devam etsin! Yaşlısı var, emeklisi var, sakatı var... Uzak yerlerden binbir sıkıntı ile kart almak için gelenlere “Bugün git, yarın sabah erken gel” demek çözüm olabilir mi? İETT’nin Topkapı kart dağıtım biriminde yaşananlar (belki başka birimler de öyledir) “denizi geçip, derede boğulmak” gibi bir şey... Kolaylıkları kendimize zorlaştırmakta ne kadar da mahiriz! Sayın başkan ve yöneticiler, bu iş çözülmeli... Hem de bir günde! 01.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Wikileaks belgeleri”nde gizli kirli savaş…(2) |
“Wikileaks belgeleri” arasında Türkiye ile ilgili olanlar çok önemli yer tutuyor. Hatta 8017 belgeye kaynaklık eden “ifşaat depreminin merkez üssü” Washington’dan sonra 7918 belgeyle en çok Ankara kaynaklı belgeler bulunuyor. Dikkati çeken bir diğer husus, Amerikalı diplomatların Amerikan işgali altındaki Bağdat’tan fazla Ankara’dan gönderilen “gizli kriptolar”ın ancak binde üçünün deşifre edilmiş olması. Bu bile ortalığı karşılaştırmaya yetiyor. Daha ne çıkacağı da belli değil… Her ne kadar iktidar partisi sözcülerince “dedikodu” olarak yorumlanıp geçiştirilmeye çalışılsa da, kritik durum, “resmî gizli yazışmalar”ın peşpeşe açıklanmasıyla ortaya çıkıyor. Meselâ, bizzat “onayı”yla Washington’a çekilen telgrafta, Amerikan Savunma Bakanı Gates’in Ankara’daki muhataplarına “İsrail’in İran’a saldıracağı ve Türkiye’nin bu çatışmanın dışında kalamayacağı”nı söyleyip, “Şâyet Türkiye Füze Kalkanı radarlarının konuşlanmasını kabul etmezse Güneydoğu bölgesi korumasız kalır!” tehdidinde bulunduğu yazılmış… Diğer yandan Amerika’nın bir diğer eski büyükleçisi James Jeffrey’e göre, “hiçbirinde sonuca ulaşılmayan handikaplarla dolu dış politika açılımları”nda AKP hükûmetinin “komşularla sıfır sorun” söylemli bölgesel politikasının Amerikan dış politikasına da uygun olabilecek ilerlemeler sağladığı”nın belirtilmesi, oldukça ilginç. Bir diğer ilginç değerlendirme, Amerikalı yetkili Philip Gordon’ın “Türkiye’nin AB üyeliği konusunda gerekli reformları yapmadığı”ndan hareketle, “Ankara AB’ye inanmıyor, gerekli reformları tamamlamıyor ve ilerleme durdu” tesbiti. Ancak Amerikan yönetimi, “gizli belgeler”in açığa çıkmasını mühimsemiyor. Amerikan Dışişleri Bakanı Clinton, sâdece açıklanmasından rahatsızlık duyarak “gizli belgeleri açığa çıkaranları” suçlamakla kalıyor. Bütün dünyanın önünde övdüğü diplomatlarına toz kondurmayıp, âdeta “sırlar aramızda kalmalıydı” diye yakınmakla geçiştiriyor. Daha da çarpıcısı, sözkonusu belgeleri red ya da inkâr etmeyip ABD’nin “küresel rolü”ne bağlıyor… Bu bakımdan öncelikle Türkiye’nin itibarı adına, Ankara’nın iddiaları ciddî bir biçimde sorgulaması ve Washington’dan “izâhât” istemesi gerekiyor. Ne var ki AKP siyasî iktidarı, içinde hoşuna gitmeyen ifşaatlardan olsa gerek, peşinen belgeleri basitleştirip örtme peşinde. Çok yönlü uluslar arası ilişkileri tahrip eden “kontrollü” ya da “kontrolsüz” manipülasyon maksatlı maskeli komploları görmezden geliyor. Başbakan, iddiaları zaman yaymaya, “Hele Wikileaks eteklerindeki taşları döksün, sonra bunların ne kadarı ciddî ne kadarı gayrı ciddî” diyerek istifham uyandırmaya uğraşıyor. Cumhurbaşkanı, “Bunlar tahmin ettiğimiz şeyler; bakalım arkasından neler gelecek” diye önemsizleştiriyor. Dışişleri Bakanı, hiçbir şey olmamış gibi davranıyor. Türkiye’ye hakaret sınırlarını aşan onca karalama ve aşağılamalara rağmen Bayan Clinton’un “raporların Amerikan yönetimini bağlamadığı” savunmasını aktarmakla iktifa ediyor. “Tüm diğer ülkelerin de arşivleri açılsa Türkiye bundan gocunmaz” deyip, “Türk dış politikası 27 Kasım’da neyse 30 Kasım’da da o olacaktır” bigâneliğini sergiliyor. Gerçekten her fırsatta AB’ye rest çekip meydan okuyan AKP iktidarı, ABD kaynaklı bu iddialara neden bu denli ürkek ve çekingen? Yoksa buna dair de “gizli belgeler” mi var? 01.12.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Yunanistan ve İrlanda’dan sonra sıra kimde? |
Avrupa’daki mali kriz bir türlü sona ermiyor. Yunanistan’ı 110 milyar avro ile kurtarmaya çalışan Avrupa Birliği üyesi ülkeler, şimdi de 85 milyar avro düşük faizli kredi ve hibelerle İrlanda’yı kurtarma derdine düştü. İrlanda iflas eden bankaları, yüzde 13’e yükselen işsizlik oranı ve çöken gayrimenkul sektörüyle tam bir iflas hali yaşıyor. Geçen on yılın en hızlı büyüyen AB üyesi ülkesi, bu hızlı ve ölçüsüz büyümenin bedelini şimdi ödüyor. Geçen Cuma günü İspanya ve Portekiz devlet tahvillerini panik içinde satan yatırımcılar, bu ülkeleri de iflas sırasına soktu. Geçen on yıl boyunca aşırı borçlanan ve aşırı harcayan bu ülkeler, şimdi cari açıklarını nasıl kapatacaklarını bilemiyorlar. Sürekli borçlanma ihtiyacı içinde olan Portekiz, faizlerin yükselmesi yüzünden yeni para bulamaz hale düştü. Hemen bütçe kesintilerine gittiler. Ancak kesintilerin kısa süre içinde işe yaraması beklenmiyor. Bu yüzden şimdiden AB ve IMF’nin kapısını çalıyorlar. Ancak ortada bir sorun var. Acil durumlar için oluşturulan 1 trilyon dolarlık AB ve IMF fonu, tükenme riskiyle karşı karşıya. Özellikle de Yunanistan, İrlanda ve Portekiz’in toplam ekonomilerinin iki katından daha büyük bir ekonomiye sahip İspanya’nın ekonomisini çeviremez hale gelmesi durumunda, yüz milyarlarca dolara ihtiyaç olacak. Böylece AB artık avroyu ve ortak ekonomiyi sürdüremez hale gelecek. Bütün bu gelişmeler elbette bizi de etkileyecek. İhracat ve turizm gelirlerinde önemli düşüşler yaşanabilecek. Zira Avrupa ülkeleri özellikle son küresel krizle birlikte, Çin pazarından yüksek miktarlarda mal alamayan Avrupa ülkeleri için yakın ve cazip pazar durumuna gelen Türkiye, mal satmakta zorluk çekebilir. Avrupa’da ise işsizliğin artması, vergilerin artıp, harcamaların azaltılmasının neden olacağı sosyal kriz, Avrupa Birliği’nin geleceğini tehdit edecek boyutlara ulaşabilir. Bu ülkeleri finanse etmek zorunda kalan Fransa ve Almanya ciddi kaygılar taşıyor. Bir yandan kendi halklarını, başka ülkelerin hükümetlerinin hatasının bedelini ödemeye ikna ederken, öbür taraftan düşen avronun oluşturduğu mali krizle baş etmeye, riskin kendi ülkelerine de sıçramasını önlemeye çalışıyor. Dünyanın endişesi, daha yeni çıkmaya başladığı küresel krize, Avrupa ülkeleri yüzünden yeniden düşmek. Böyle bir durum özellikle gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkeler için çok büyük acılara neden olabilir. Biz de “teğet geçen” önceki kriz kadar rahat atlatamayabiliriz ikinci saldırıyı. Bu felaket senaryolarının gerçekleşmemesi, alınan tedbirlerin sonuç vermesi en büyük temennimiz. Zira küreselleşen dünyada her türlü kriz artık tüm dünyayı etkiler hale geldi. Kimsenin bana dokunmayan yılan bin yaşasın deme lüksü kalmadı. Ayrıca 3,5 milyon Müslüman Türkün yaşadığı Avrupa’daki kriz Türkiye’ye doğru bir göçü de başlatabilir. Umarız bu kötü ihtimaller gerçekleşmez ve Avrupa yeniden toparlanabilir. 01.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Suna DURMAZ |
|
Yemen’deki terörizme karşı Amr Halid savaşacak |
“Dinde aşırılığa gitmekten sakının. Çünkü sizden öncekiler dinde aşırı gitmekle helâk oldular.” Hadis-i Şerif
Görsel ve yazılı medya dikkatle incelendiğinde; güncel siyaset ve ekonomi haberlerinden sonra, cinayet, hırsızlık, yolsuzluk ve dedikodu haberlerinin önemli haber olarak sunulduğu, toplum için çok önemli olan ve bir çok hayra delâlet eden haberlerin ise değersiz kısa bir haber olarak verildiği görülür. Bu durumu bildiğimden, gazetelerin arka sayfalarına atılmış veya köşelere sıkıştırılmış olan haberleri okumaya özen gösteririm. 25.11.2010 tarihli Kuveyt el-Vatan gazetesini okurken, köşeye sıkıştırılmış bir haber dikkatimi çekti. Haber “Amr Halid Yemen’de el-Kaideye karşı başlattığı projeye ‘Beldetün tayyibe’ adını verdi” başlığını taşıyordu. Habere göre, Mısırlı modern vâiz Amr Halid, Yemen Sivil Toplum Kuruluşları ile ortak çalışarak bir taraftan Hûsi isyanı, diğer taraftan el-Kâide terörü içinde sıkışıp kalan Yemen’de, müsbet hareket (vasatiyye) fikrini yaymaya çalışacak. Yemen Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih’in de desteğini alan “Beldetün tayyibe” adlı projenin ana gayesi dinde aşırılığa (ğulüv) gitmenin Yemen gençleri arasında yayılmasını önlemek olacak. Proje kapsamında, Kur’ân ve Sünnete uygun prensip olan “müsbet hareket” fikrini yayabilecek kız-erkek gençlik liderleri yetiştirilecek. Yemenli gençler projeye büyük ilgi göstermiş olacaklar ki, projeye katılmak için şimdiye kadar 5 bin aday baş vurmuş. Ancak bu adaylar arasından 70 genç seçilecekmiş. Seçilen gençler eğitim için 1 yıllık kampa alınacakmış. Eğitimi bitiren gençlik liderleri, Yemen’in çeşitli bölgelerine dağılıp gençlere yönelik sosyal hizmetler yapacaklarmış. Yemen hakkında bir çok Hadis-i Şerif mevcut. Buhari’de geçen bir hadiste, Efendimiz “Allah’ım Şam’ımızı (Şam) mübarek kıl. Yemen’imizi mübarek kıl” diyor. Müslim’de geçen bir başka hadiste ise, Efendimiz “Size Yemenliler geldiler. Onlar ince ruhlu ve yufka yürekli insanlardır. İman Yemenlidir; hikmet de Yemenlidir. Küfrün başı şark cihetindedir” diye buyurmuştur. Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselam’ın duâsına ve övgüsüne mazhar olan Yemen; zenginlik ve ilim menbâı olması gerekirken, ne yazık ki fakirlik, cehâlet ve ihtilaf musîbeti içindedir. Üstad Bediüzzaman’ın düşman olarak vasıflandırdığı bu hastalıklarla mücâdele, Üstad’ın dediği gibi ancak “san’at, marifet ve ittifakla” olabilir. İşte Amr Halid’in yetiştirdiği gençler bu üç silâha sarılıp, Yemeni içten içe çökerten terörizm ve cehâlet ve fakirlik düşmanı ile mücâdele edecekler. İslâm âleminin acılarına reçeteler sunan Bediüzzaman, “Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır. Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz...” “Evet, meselâ seksen bir hatâsını mahkemede ispat ettiğim bir müdde-i umumînin yanlış iddiaları ile aleyhimizdeki kararına karşı, bedduâ dahi etmedim. Çünkü asıl mesele bu zamanın cihad-ı mânevîsidir. Mânevî tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dahilî âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, âsâyişi muhafaza etmek içindir” diyerek müsbet hareketin önemine dikkat çekmişti. (Emirdağ Lâhikası, s. 455) Her geçen gün, Risâle-i Nurların sunmuş olduğu reçetelerin Arap âleminin dertlerine de fayda vereceğini ortaya koymuş bulunuyor. Geçtiğimiz yıllarda, Amr Halid’in gençler arasındaki popülerliğinden ürken Mısır Hükmeti, kendisini sınır dışı etmişti. Ancak zamanla görüldü ki, Amr Halid’in siyasetle ilgisi yok; bu konuda herhangi bir beklentisi de yok. Tek arzuladığı şey, gençleri Allaha yaklaştırmak onları ataletten kurtarmak, üretken olmalarını sağlamak böylece ülkeyi ileri ülkeler seviyesine yükseltmek. Son olarak şunu ilâve etmek istiyorum: Bundan bir kaç yıl öncesi idi. Kuvey’te yapmış olduğu bir ziyarette tanışmış olduğumuz Amr Halid’e, Risâle-i Nurlardan bir kaç kitapçık hediye etmiştik. Kitapları büyük bir mumnuniyetle alan Amr Halid “Ben de bunları arıyordum” demişti. Bu sözden Amr Halid’in Bediüzzaman’ın tavsiye ettiği “Müsbet Hareket” metodunu izlediğini müşahade etmiştik. 01.12.2010 E-Posta: [email protected]@hotmail.com |
Süleyman KÖSMENE |
|
Kader kaleminin cızırtısı |
Konya’dan okuyucumuz: “Buhari’deki bir rivayete göre Peygamber Efendimiz (asm) miraçta kader ve kader kaleminin cızırtısını işitiyor. Kader ve kaza daha önce yazılmamış mıydı? Bu rivayeti değerlendirir misiniz?”
Peygamber Efendimiz’in (asm) Mi'racda kader kaleminin cızırtılarını işittiği haberi sıhhatli kaynaklardan geliyor. Bu haberi Peygamber Efendimiz (asm) İsra ve Mi’rac olayını anlattığı bir hadisinde bildiriyor. Ezelde kaderin yazılmış olması demek, olacaklar bilgisinin Allah’ın ilminden Levh-i Mahfuz’a yazılıyor olması demektir. Bu, ezelî bir olaydır. Burada ezelden maksat, yaratılmış zaman dilimlemelerinden münezzeh bulunan Allah’ın ilmidir. Yoksa Allah’ın ilmini zaman dilimlemeleri arasında var sayarak, bilinmeyen geçmişe kadar inip, kaderin orada yazıldığını düşünmek, başka bir ifadeyle, Allah’ın olacakları bilinmeyen bir geçmişte yazdığını var saymak doğru değildir. Böyle düşünmeyi Allah’ın Kadim ismi, Ezel ismi, Ebed ismi, Bâkî ismi, Hâlık ismi, Muhalefetün lil havadis sıfatı kabul etmez. Çünkü Allah’ın bu isimleri, Kendi Zât-ı Muallası açısından zaman mefhumunu reddeder. Zaman bizim için, yani yaratılmışlar için söz konusudur. Öncelik ve sonralık bize göre vardır. Dün ve yarın bizim kayıtlarımızdır ve bizi kayıtlandırır. Geçmiş ve gelecek bizi çepeçevre saran zincirlerdir. Mazi ve müstakbel bizi bağlayan çelik halatlardır. Bu zincir ve çelik halatların hükmü hiçbir şekilde Allah için geçerli değildir. Çünkü Allah maddenin de, mekânın da, zamanın da yaratıcısıdır. Maddeden de, mekândan da, zamandan da münezzehtir. Maddenin, mekânın ve zamanın kayıtlarıyla Allah kayıt altına alınmaz. Dolayısıyla, “Allah, olacakların yazısını zaman bakımından geçmişte yazdı” denilmez. Fakat “Allah, olacakları, oluşumuna hükmederken bilir ve takdir eder” denilir. Çünkü olacaklar için; olduğu an da, olmadan önce de, olduktan sonra da yaratılmış hallerdendir. Her “an” Allah’ın ilmi ile kuşatılmıştır. Her oluşum Allah’ın bizzat tasarrufudur. Allah’ın ilmi dün ile bugünü bir görür, bugün ile yarını bir kuşatır. Bu kuşatışta zaman söz konusu olmaz. Şehadet âleminden giden Peygamber Efendimiz (asm), Mi'racı esnasında gayb âleminin birçok olayına şahit oluyor. Bu doğrudur. Elbette şahit olacaktır. Yoksa Mi'racın bir mânâsı olur muydu? Bu gaybî olaylardan birisi de, Allah’ın emriyle olacakları yazan meleklerin kalem cızırtılarıdır. Demek, hiçbir şeyde tesadüf yoktur. Demek, her şey bir İlâhî Plânın yürürlüğe girmiş hâlidir, ayrıntısıdır, parçalarıdır! Allah, varlıklarla ilgili emir ve tasarruflarını, takdir ve plânlamasını yürürlüğe koymak üzereyken yazdırıyor. Nitekim Bediüzzaman Hazretlerine göre, atomların hareketleri de, Allah’ın ilim ve emirlerinin imlâsı hükmünde, kudret kelimelerini yazıp çizmekten gelen hareketler, titreşimler ve sarsıntılardan ibarettir, yani varlıkların gayb âleminden şehadet âlemine geçişlerinin titreşimi, ilim hâlinden kudret haline intikallerinin sarsıntısı hükmündedir.1 Bu itibarla, gayb olaylarını şehadet olayları hükmünde görüp değerlendirmek isabetli olmaz. Eğer sıhhatli kaynaklara dayanıyorsa bildirilenle yetinmek, bildirilene itimad etmek bizi daha doğru sonuca götürür. Gaybî olayların her ayrıntısını kavramakla değil, iman etmekle yükümlüyüz. Kaynak soruşturması yapalım; fakat temelde bu yükümlülüğümüzü unutmayalım.
DUÂ Ey Mukaddir-i Hakim! Nasibimi hayırdan yaz, helâlinden yaz, marziyâtından yaz! Beni hayra yönelt, helâli sevdir, marziyatına sevk et! Zerre kadar da olsa hasenatımdan vazgeçme! Dağlar kadar da olsa günahlarımı bağışla! Seyyiâtımı hasenâta tebdil eyle! Beni, annemi, babamı ve bütün ehl-i imanı mağfiret eyle! Âmin!
Dipnotlar: 1- Sözler, s. 505. 01.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Açık-saçıklığın psikolojisi ve aile içinde tesettür |
Giyim ve kuşamın psikolojisi vardır. Her davranışın olduğu gibi, giyim-kuşamın da psikolojik derinliklerinde yatan sebepler olmalıdır. Kadınlar neden iyice örtünürler, daha doğrusu örtünmek zorundadırlar? “Malûmdur ki, insan sevmediği ve istiskal ettiği adamların nazarından sıkılır, müteessir olur. Elbette açık saçıklık kıyafetine giren güzel bir kadın, bakmasına hoşlandığı nâmahrem erkeklerden onda iki üçü varsa, yedi sekizinden istiskal eder. Hem tefahhuş ve tefessüh etmeyen bir güzel kadın, nazik ve serîü’t-teessür olduğundan, maddeten tesiri tecrübe edilen, belki semlendiren pis nazarlardan elbette sıkılır. Hattâ işitiyoruz, açık saçıklık yeri olan Avrupa’da çok kadınlar, bu dikkat-i nazardan sıkılarak, ‘Bu alçaklar bizi göz hapsine alıp sıkıyorlar’ diye polislere şekvâ ediyorlar. Demek, medeniyetin ref-i tesettürü (tesettürü kaldırması) hilâf-ı fıtrattır (yaratılışa terstir). “Hem kadınlarda ecnebî erkeklere karşı, fıtraten korkaklık, tahavvüf var. Tahavvüf ise, fıtraten, tesettürü iktiza ediyor... “İnsan, hemşîre (kız kardeş) misilli mahremlerine karşı fıtraten şehvânî his taşıyamıyor. Çünkü mahremlerin simaları, karâbet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i meşruayı ihsas ettiği cihetle, nefsî, şehvânî temâyülâtı kırar. Fakat bacaklar gibi şer’an mahremlere de göstermesi caiz olmayan yerlerini açık saçık bırakmak, süflî nefislere göre, gayet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir. Çünkü mahremin siması mahremiyetten haber verir ve nâmahreme benzemez. Fakat meselâ açık bacak, mahremin gayrıyla müsâvîdir. Mahremiyeti haber verecek bir alâmet-i farikası olmadığından, hayvânî bir nazar-ı hevesi, bir kısım süflî mahremlerde uyandırmak mümkündür. Böyle nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir!”1 Müslüman ahlâkı; giyim, kuşam, elbise, örtünme/tesettüre nasıl bakmaktadır? Kur’ân’ın giyim konusundaki âyetleri, birçok hadîs ve Asr-ı Saadet’teki uygulamalar ışığında örtünme şöyle tesbit edilmiştir: İslâmiyet, tesettürün temel prensiplerini vaz’ eder, şekil ve renge karışmaz. Onu örf, gelenek, coğrafya, iklim, şart ve imkânlara bırakır. Erkeklerde tesettür, göbek ile diz kapağı arasıdır. Kadınlar, el, yüz ve ayak topukları hariç, bütün vücudu, mahrem, yabancı erkeklere göstermemeli. Yüz, eller ve ayak topukları hariç, bütün vücûdu örtmeli. Elbise, tenin rengini gösterecek kadar ince olmamalı. Erkek elbisesine benzememeli. Vücûd hatlarını belli etmemeli. Dikkatleri çekecek kadar süslü, renkli olmamalı; cezbedici koku sürülmemeli.
Dipnotlar: 1- Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, s. 198-199. 01.12.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Gizli sırlar ifşâ ediliyor |
Wikileaks'ın diplomasiye dair doküman ifşaatı, bütün dünyanın dikkatini üzerine çekmiş görünüyor. Kontrolleri altındaki dokümanların henüz binde birini ifşâ ettiklerini söylemeleri ise, milyonlarca insanı meraklı, hatta kimilerini tedirgin edici bir bekleyişe sevk etti. "Acaba devamında neler var? Deşifre edilecek diğer dokümanlarda acaba ne gibi sırlar ortaya dökülecek? Bunlardan kim, ne derece etkilenecek?" gibi sorular, pekçok kimsenin uykusunu şimdiden kaçırmışa benziyor. Bunlar gibi merak edilen daha birçok sorunun cevabı, herhalde önümüzdeki günlerde ortaya çıkacak. Şahsî ve mahrem bilgilerin dışında, ortaya ne çıkarsa çıksın, hiç korkmamak ve endişeye kapılmamak lâzım. Çünkü, sanal âlemde ifşâ edilen/edilecek olan bilgi ve belgelerin doğruluk derecesi şüphelidir, tartışmalıdır. Birçoğu da "diplomatik dedikodu"dan ibarettir. Bilgi ve belgelerin hangisi doğru, hangisi yanlış olduğu henüz bilinmediği gibi, bilinmesi de kolay olmayacaktır. Zira, görüldüğü kadarıyla, bu iş kontrol altında ve belli bir strateji dahilinde yürütülmeye çalışılıyor. Yani, yegâne maksat dünya insanlarını bilgilendirmeye ve sadece gizli sırları açıklama hizmetine matuf olarak görünmüyor. Öyle olsaydı şayet, meselâ ABD'nin en fazla irtibatlı olduğu, hatta gereğinden fazla içli–dışlı bulunduğu İsrail ve İngiltere ile ilgili diplomatik sırlar ifşâ edilecekti. Oysa, bu ülkeler şimdilik en geride tutuluyor. Hatta, onlarla ilgili sırlardan hemen hiç söz edilmiyor. Buna mukabil, Türkiye ve diğer bazı İslâm ülkeleriyle alâkalı olarak tomarla bilgi sızdırılıyor. Bu bilgilerle ilgili olarak da, toptancı davranmaktan kaçınmak gerekiyor. Bunların ne kadar doğru, ne kadarı dedikodu, yahut manipülasyondan ibaret olduğu, bizlerin meçhûlüdür. Bizler, sade vatandaş olarak "hikmet–i hükûmet"i bilmediğimiz için, ortaya saçılan veya saçılacak olan bilgiler hakkında ahkâm kesmek de doğru olmasa gerek. Bütün bu olup bitenlerden alınacak en tesirli ders–i ibret ise şudur: Günümüz dünyasında, artık hiçbir şey gizli–saklı kalmıyor. Kim ne dese, kim ne yapsa, bunlar günün birinde ortaya çıkabilir; en gizli sırlar dahi deşifre edilebilir. O halde, attığımız her adımın, ağzımızdan çıkan her sözün başkası tarafından da bir şekilde bilindiği, yahut takip ile kayıt altına alındığı düşünce ve kanaatiyle hareket etmeliyiz. Netice itibariyle, günün birinde mahcup düşebileceğimiz, yahut hesabını veremeyeceğimiz herhangi bir söz ve davranışta bulunmamalıyız. Bu düşünce ile hareket edenler, kendilerinden emin olabilirler. Aksi yönde gidenler ise, tedirgin yaşamaktan kolay kolay kurtulamazlar.
Tarihin yorumu 1 Aralık 1928
Osmanlıca yasak, Latince mecburi
Kasım ayı başlarında Meclis'e kabul ettirilen ve hemen yürürlüğe konulan Latin harfleri, 1 Aralık'tan (1928) itibaren kullanım kapsamı genişletildi ve yazıyla ilgili bütün alanlara mecburi hale getirildi. Buna göre, kitap, dergi, gazete, levha, tabela ve her türlü ilânâtın Latin harfleriyle yapılması şartı getirildi. Aksi yönde hareket eden, yani eski yazı denilen Arapça ve Osmanlıcayı kullananlara ise, cezaî müeyyide uygulanacağı ilân edildi. Yasak, aynı anda ve bütün şiddetiyle uygulamaya konuldu. Öyle ki, çocuklara Kur'ân dersi veren kimseler dahi takip ve tarassut altında tutuldu; hizmetine devam edenler en acımasız şekilde cezalandırıldı. Meselâ, o dönemde Siirt'in Tillo beldesinde çocuklara gizliden Kur'ân dersi veren Molla Halil isimli hocaefendi, jandarma tarafından defalarca vilayet merkezine götürülerek işkenceden geçirildi. Bazı şahitler, halen hayatta. Bizzat o görgü şahitlerinden dinledik. Halil Hocanın ellerini kelepçeledikten sonra, atların arkasına bağlıyorlar ve o haliyle dereden tepeden sürükleye sürükleye Siirt'e kadar götürüyorlar. Götürdükten sonra, ayrıca orada işkence çektiriyorlar. Fakat, o muhterem hocayı bu hizmetinden bir türlü vazgeçiremiyorlar. Bugün yaşı altmışı geçkin olan Tillolu (Aydınlar) hocaların ve hafızların çoğu, rahmet–i Rahman'a kavuşmuş olan Molla Halil'in rahle–i tedrisinden geçmişlerdir. 01.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Muzaffer KARAHİSAR |
|
Bir kayıp hatırası |
Peygamber Efendimizin (asm) Ravza’sındaki misafirliğimiz sona ermişti. Milyonlarca insanların temiz, nezih ve mukaddes hatırlarını süsleyen Mekke’ye, Kâbe’ye doğru yolculuğumuz başladı. Yolumuzun sağında ve solunda haşmetli dağların, kayalıkların haricinde bitki, ağaç ve yeşillik namına hiçbir şey görünmüyordu. Onca mahrumiyet, yokluklar, sıkıntılar ve çöl sıcaklarını düşününce insan, Efendimizin (asm) İslâm dinini insanlık âlemine tebliğ ederken zorluklar ve güçlükler karşısında gösterdiği sabrı, tahammülü ve metaneti tahayyül ediyoruz. Ona olan bağlılığımız hayranlığımız ve muhabbetimiz bir kat daha artıyor. Kâbe’yi ilk defa görmek için Harem-i Şerife başımızı önümüze eğmiş vaziyette girdik. Beytullah’a bakmadan önce hocamız, duâ etmemizi, bu yapılan duânın Allah katında makbul olduğunu söyledi. Duâlarımıza: “Allah’ım Kâbe’de yaptığım ibadet ve duâlarımızı kabul et” diye eklememizi tavsiye etti. Kalp çırpıntısı, gözyaşı ve heyecan ile başımızı kaldırıp baktığımızda maddî ve manevî bütün heybetiyle Kâbe karşımızda duruyor, etrafında Allah’ı zikrederek tavaf eden, vecd ile dönen insanları görüyoruz. Birden kendimizi o insan selinin içerisinde bulduk ve Nur yüzlü insanların sevgiyle, ihlâsla yaptıkları ibadet halkasına dâhil olduk. Bir kardeşimiz de tavaf esnasında gözlerimizi Kâbe’ye çevirmenin faziletini hatırlattı. Cenâb-ı Hakkın mukaddes mekânında, onun misafiri olmanın şuuru ile umre ziyaretinde Peygamber Efendimiz (asm) gibi yaşamak, ona tabi olmak, onun sünnetini yerine getirmek düşüncesi ile her adımda onun sevgisi ile yolundan gitmek niyeti ve gayreti içerisindeydik. Peygamber Efendimizin (asm) sıcaklarda tuttuğu oruçları düşünerek Temmuz sıcağında oruca niyetlenmek için, çantamızı koyduğumuz az miktar yiyecekle geceyi Kâbe’de geçirmeye karar verdik. Gecenin ilerleyen saatinde hiç aklıma gelmeyen ve hesapta olmayan bir durumla karşılaştım! İçinde paralarımın, nüfus cüzdanımın ve cep telefonumun kartlarının bulunduğu cüzdanımı kaybetmiştim. İnsan olarak kısa süre bir tedirginlik telâş, korku ve üzüntü yaşadıktan sonra, orada da imtihanın devam ettiğini hatırlayarak “bunda da bir hayır ve hikmet vardır” diyerek toparlandım. Cenâb-ı Allah’ın evinde, onun huzurunda misafiri olarak bulunuyordum. Böyle bir durumda O’na telsim olmanın, O’na tevekkül etmenin en doğru yol olduğuna nefsimi ikna ettim. Belki de vermediğimiz zekâtların, yapmadığımız hayırların ya da kazancımıza karışan haramların çıkıp gittiğini düşündüm. Artık olan olmuştu. Üzüntümle bir maddî kaybı binler manevî, uhrevî kârlara ve kazançlara çevirmek için bana verilmiş bir fırsat olarak değerlendirmem gerekiyordu. Gündüz tutacağım oruç için sahurda bir şeyler atıştırıp bütün acizliğimi, fakirliğimi, çaresizliğimi ve yaşadığım musîbeti vesile ederek O’nun kapısına yöneldim, Kâbe’de tavafa başladım. Bir musîbete uğramıştım ve mağdur bir insan olarak bulunuyordum. O gece Kâbe’yi tavaf ederken içinde bulunduğum durumdan hiç şikâyet etmeden, rıza ve teslimiyet göstererek Cenâb-ı Hakka el açıp, O’na yalvardım: “Ey Allah’ım şu anda Senin huzurundayım ve Senin evinde misafirinim. Senin rızan için oruç tutmaya niyet ettim. Biliyorum aciz, fakir ve günahkâr bir insanım. Biliyorum ki sen musîbete uğramış, mağdur ve mazlûmların duâsını kabul eder, günahlarını affedersin, çünkü sen affedicisin, affı seversin. İsmi Azam, Esma-i Hüsna, Peygamberimiz (asm) Kur’ân-ı Kerim… hürmetine... Benim ve bütün Müslümanların ve Nur Talebelerinin, dostların, kardeşlerin günahlarını, kusuratlarını, kebairatlarını affediver, mağfiret ediver. Senin rahmetin, rahimiyetin, keremin, ihsanın, lütfun, şefaatin, şefkatin, merhametin ve mağfiretin boldur. Sana el açanları boş çevirme.” Bu mahiyetteki duâlara, istiğfarlara, yalvarmalara gözyaşlarımı ve yüreğimdeki pişmanlıklarımı da katarak O’ndan istemeye devam ettim. “Allah’ım bizi bu zamanın cazibedar fitnesinden, şerrinden, belâlarından, maddî ve manevî musîbetlerinden, kötü insanların, şeytan, nefis, deccal şerrinden, zalimlerin zulmünden, günahlardan, kusurattan, kebairattan muhafaza eyle. Günahlarımızı affet. Bizi Kendine kul, Habib’ine ümmet, Üstada talebe olma şerefine nail eyle. Hizmet-i Kur’ân ve imaniyede son nefesimize kadar istihdam et. Kabre imanla ve günahsız olarak girmemizi nasip eyle. Bütün Müslümanları, ehl-i imanı, Nur Talebelerini Risâle-i Nurlarla zalimlere, kâfirlere, zındıklara, dinsizlere ve deccaliyete karşı galip eyle. Dünya Müslümanlarının kalplerini birleştir. Bizlere dünya ve ahiret saadeti, mutluluğu, bereketi ver. Diplere yatırıp kapılara baktırma, bizleri muhanete muhtaç etme. Ne verirsen kendi kapından, kendi hazinenden, kendi rahmetinden ve bereketinden ver…” O gece ve ertesi gün duâlarımıza, ibadetlerimize devam ederken Sevgili Efendimizin (asm) Temmuz sıcağında tuttuğu orucu fiilen tefekkür ediyordum. Bu sebeple iftarımı da bir parça kuru ekmek ve zemzemle açmak istiyordum. Ancak istediğim ve planladığım gibi kuru ekmekle iftar etmek nasip olmadı. Çok sevdiğim ve samimî olduğum bir iş adamı arkadaşımın dâveti üzerine cemaat olarak düzenledikleri akşam yemeğine misafir edildik. Soframız o kadar bereketliydi ki sadece kuşun sütü eksikti. Yemekler yendi, Risâle-i Nurdan dersler yapıldı, Peygamberimizden (asm) hatıralar anlatıldı. O mukaddes beldelere, Mekke’ye veda edinceye kadar Cenâb-ı Allahın misafiri olduğumuzu unutmadan, O’nun verdiği rahmet, bereket ve nimetlere binlerce hamdler, şükürler, tesbih ve tazimler ederek ibadetlere, duâlara ve istiğfara devam ettik. 01.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Banu YAŞAR |
|
Duygularını değil, davranışlarını kısıtlayın |
-Anne kardeşimi kıskanıyorum. -İnsan hiç kardeşini kıskanır mı? -Anne arkadaşıma çok kızgınım, ondan nefret ediyorum. -İnsan arkadaşı için hiç öyle düşünür mü, çok ayıp, bir daha senden böyle şeyler duymayayım. Günlük hayatta ne çok duyarız bu kelimeleri ya da ne çok söyleriz. Çoğunlukla ne yapacağımızı ve ne söyleyeceğimizi bilemediğimiz, nasıl cevap vereceğimizi kestiremediğimiz zamanlarda bu tip cümleler kurarız. Duyguları kapatıp örtersek yok olacaklarına ve kaybolacaklarına inanırız. Kardeşini ya da arkadaşını kıskanan bir çocuğun söylediklerini dinlersek önünü alamamaktan ve kontrol edememekten dolayı endişeleniriz. Bu sebeple de daha ifade edilmeye yeni başlanmışken, hemen kapatmaya, yokmuş ve öyle değilmiş gibi çevirmeye çalışırız. Oysa ifade edilmeyen duygular kaybolmaz ve yok olmazlar sadece bastırılırlar. Farklı zaman ve durumlarda üstü örtülü öfke davranışlarına dönüşerek ifade edilmeye yönelirler. Kardeşini kıskanan bir çocuğa, insan hiç kardeşini kıskanır mı demek, söylediğin çok kötü ve söylenmemesi gereken bir duygu, mesajını verir. İçinde bu hissi yaşamaya devam eden çocuk anne babaya fark ettirmeden kardeşine zarar vererek bu duyguyla baş etmeye çalışır. Kaza süsü verilmiş, sanki yanlışlıkla olmuş görüntüsünde davranışlarla anne babaya olan öfkesini kardeşinin canını acıtarak çıkarmaya çalışır. Aslında kardeşini çok sever, ona kimsenin dokunmasına izin vermez, fakat içinde yaşadığı duygudan da kurtulamaz. İki uçtaki duygu arasında gider gelir. Hem sever, hem de kıskanır. Çevresi kıskançlığın çok kötü bir şey olduğu mesajını verdiği için, suçluluk hisseder. Bu durum onu hırçınlaştırır ve öfkeli davranmasına yol açabilir. Söylenmesine izin verilmeyen, üstü örtülen masum duygular, zamanla gereksiz öfkeli tepkilere yol açabilir. Kendini ifade edebilen, duygularını güzel bir dille söylemeyi öğrenen bir çocuk öfkeyi yüreğinde büyütmemeyi de öğrenir. Bu duyguları yaşayan bir çocuğa, -Seni anlıyorum, hem kardeşini çok seviyorsun, hem de onu kıskanıyorsun. Bu gayet normal bir şey... O küçük olduğu için bakımı ve ilgilenilmesi gereken bir yaşta. Onunla son zamanlarda daha fazla vakit geçiriyor olmamız senin böyle düşünmene yol açmış olabilir. Birçok çocuk kardeşi olduğunda bu duyguyu yaşar. Ben seni çok seviyorum. Sen benim hediyemsin. Allah’a seni bana verdiği için şükrediyorum. İyi ki seni bana vermiş ve iyi ki benim çocuğum olmuşsun. Böyle olduğu için çok mutluyum biliyor musun? Şeklinde bir konuşma yapmak, birlikte oyun oynamak ve resim yapmak gibi faaliyetler, bu durumun sağlıklı olarak atlatılmasında yardımcı olacaktır. İşte bu sebeple, çocuklarımızın kısıtlayacağımız yönü duyguları değil, olumsuz davranışları olmalıdır. Ne zamanki, davranışları karşısındakine zarar verecek bir nitelik kazanırsa, işte o zaman engellenmeli ve sınır konulmalıdır. Vurmaya çalışan bir çocuğun elleri tutulabilir, davranışına engel konulabilir… Fakat duygularını söyleyen bir çocuğa ifade etmesi için fırsat tanınmalı, açıcı cümlelerle anlatmasına izin verilmelidir. Çoğu zaman ifade edilen duygular, olumsuz davranışlara ve öfke tepkilerine dönüşmeden halledilmiş olur. 01.12.2010 E-Posta: [email protected] |