Ali FERŞADOĞLU |
|
Peygamberler insanlığa ne kazandırdı? |
Ulvî duyguları geliştirmenin, olumsuz duyguları yönlendirip terbiye etmenin esaslarını vahiy belirlemiştir. Vahiy de, peygamberler vasıtasıyla gelir. İnsanlığın ferdî, sosyal, hukukî, hatta teknolojik, kısacası maddî manevî yükselmesi, Cenâbı Hakk’ın peygamberler aracılığıyla göndermiş olduğu hakikatler sayesindedir. Nübüvvetin (peygamberliğin) meyveleri birkaç maddede şöyle toplanabilir: Medeniyeti, nezaketi, nezaheti ve diyaloğu insanlığa ilk olarak peygamberler öğrettiler. Peygamberler “aklı kullanma” yolunu da açtılar. Dolayısıyla nice ilmî gelişmeye öncülük ettiler. Yaratılışın sebebi, hayatın sırrı, kâinatın mânâsı ve muamması ancak peygamberler sayesinde çözülür. Hayat onlar sayesinde boşluktan kurtulur, değer kazanır. Ayrıca insan-kâinat, yani eşya ve varlık münasebetlerini, aradaki koordineyi de peygamberler, dersleriyle sağlamaktadırlar. Peygamberlerin çizgisinde gidenler, Peygamber Efendimiz’in (asm) sünneti seniyyesine ittibâ edenler, hayatlarını denge içinde geçirirler; hem maddî, hem de mânevî rahatlığa kavuşurlar. Peygamber yolunda gidenlerin mutluluk ve huzuru ile; onun çizdiği çizgiyi aşarak taşkınlıklar içerisine giren, dolayısıyla da dünyası zindana dönenler her an gözümüz önündedir. Peygamberlerin gönderilmesinin diğer hikmetlerini, hayata ve insanlığa kazandırdıkları maddî manevî güzellikleri özetleyerek şöyle toparlayabiliriz: Maneviyât cephesinde olduğu gibi, maddî cihetten de insanlara rehber, önder ve üstad oldular. İnsandaki hayır ve kemâlâtın esası, insanlık âleminin kutup ve mihveri olan nübüvvet, evliyâ, asfiya, müdakkikleri, ağniyâ gibi sehavet ve keremdarları, adil hâkimleri ve melek gibi melikleri yetiştirdiler. İnsanların ihtilâfa düştüğü konularda hakka dâvet edip, Allah’ın rahmetini müjdeleyip azabından sakındırdılar. İnsanları kirlerden temizleyip aydınlattılar. Peygamberler, ilmi, hikmeti, yani tekvinî kanunları da ders verdiler. İnsanların hesap gününde itiraz edecek mazeretlerini ortadan kaldırdılar. 18.06.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Nejat EREN |
|
Gençlerimiz ve istikbalimiz |
Gençlik, Allah’ın insanlara verdiği büyük bir nimet. Bu nimeti değerlendirme hususunda yapılan birçok çalışma var. Aileden başlayan bu süreç birçok farklı durum arz ediyor. Gençlerin eğitimi başlı başına özel bir fikir, tatbikat, sabır, gayret ve mesai gerektiriyor. Bu konu oldukça girift ve muammalı bir saha. Aileler, kurumlar, cemaatler, devletler onlar üzerine büyük gayretler sarf ediyor, sorumluluklar alıyor, yatırımlar yapıyor, beklentiler içerisine giriyor, ümitler besliyorlar. Bütün bunlara rağmen sonuç, çoğu zaman istenilen gibi olmuyor, olamıyor. Bu alandaki dertler, yakınmalar, münakaşalar, acizlikler, umutsuzluklar maalesef çok ciddî boyutlar arz ediyor. Tabiî ki bunun birçok sebebi vardır. Araştırılması ve çok ciddî olarak da üzerinde durulması gerekiyor. Gerek dünya gençliği, gerekse ülkemizin gençliği pek fazla parlak bir görüntü vermiyor. “Genç nüfus potansiyeli” bakımından dünyada sayılı ülkelerden birisi olan ve dünya devletleri arasında çok önemli bir yeri olan Türkiye’nin bu konuda çok büyük mükellefiyeti olduğunun idrakiyle hareket etmesi lâzım. Her şeyi “devletten” veya “dışarıdan” bekleme hastalığından kurtularak ana-babaların ve kendisini “eğitime” adamış gönüllülerin bu konuda bir şeyler yapması lâzım. Bu alanda “gönüllülüğün” biraz daha öne çıkması gerekiyor. Bu, ülkemiz ve insanımız açısından önemli olduğu kadar, yüce dinimiz İslâmiyet ve insaniyet için de önemli bir konu. Ve bu konuda sorumlu olan herkesin çok ama çok kafa yorması gerekiyor. Aksi takdirde ‘piyasada kurulan tuzak’ gençlerimizi yutmakta ve dejenere etmektedir. Neticede de, bu tuzaklara kaptırdığımız her gencimiz, yitirilen bir “âlem” ve değerdir, büyük bir kayıptır. Bu da zaman ve zeminin hem onlar, hem de bizim aleyhimize işlemesi demektir. Çözüm nedir? Biraz da o konuda fikir beyanında ve teâtisinde bulunmaya çalışalım. En başta ebeveynlerin, çocuklarıyla küçükten bir “dostluk ve arkadaşlık” bağı kurmaları lâzım. Yaratılışı ve yaşının gereği; heyecan ve hislerinin tesirinde olan genç beyinlere yaklaşım tarzımızı “fıtrat kanununun” akışında tanzim etmeliyiz. Müsbet fenler lisanıyla “eğitim” olarak isimlendirilen ilmî gerçeğe mutabık hareket etme zorunluluğumuzu da unutmayalım. “Öğretim, beslenme, korunma ve barınma” alanlarının dışında, ek olarak, belki de onlardan çok daha önemli bir şekilde, gençlerin “eğitimine” de yatırım yapılmadığı sürece, netice çoğu zaman hüsran olacaktır. İşte bu hâldir ki, şimdiki manzarayı, genel fotoğrafı netice vermiştir. Böyle devam ettiği müddetçe de istikbalimizin “kara tüneli!” ve “kara noktasıdır!” Allah korusun! Onun içindir ki, gençlerimizle belli bir yaş ve seviyeye kadar fıtrata uygun, dengeli, tutarlı, sabırlı, ilmî yaklaşım, paylaşım ve arkadaş ortaklığı kurma zorunluluğumuzu idrak etmemiz gerekiyor. Bu hâlin belli ölçüler içerisinde hayatın sonuna kadar da insanî ve medenî münasebetler şeklinde devam ettirilmesi gerekmektedir. İşte ellerimizde yeni bir fırsat var! Şu yaz mevsimini iyi değerlendirip; çocuklarımızı, gençlerimizi kazanmak, onların manevî dünyalarını imar etmek için büyük bir fırsata çevirebiliriz. Kur’ân öğretimi başta olmak üzere, imanın temel şartlarının ve namaz konusunun tatbikî olarak işlenip sevdirilebileceği verimli bir mevsime girmiş bulunuyoruz. Camia olarak yıllardan beri çeşitli şekilde bu konuda güzel gayret ve faaliyetler yapıyoruz. Bunların güzel neticelerini de geçmişte aldık Elhamdülillah. Fakat bunlar kesinlikle yeterli değil. Bundan sonra daha geniş kapsamlı, planlı, programlı hizmetlere gençlerimizi teşvik etmeli, hazırlamalı ve onlara rehberlik etmeliyiz. Onları “yönlendirmeden” ziyade onlarla “paylaşımı” yaşamalı, birlikte müzakere ederek “ortak paydaları” bulmalıyız. Meselâ; ev içerisinde sıkmadan, onların da kabulleneceği ve tatbikatını onların zevkle yapacağı “kısa ders okumaları” günün ve haftanın belli saatlerine serpiştirilerek tesbit edilebilir. Ailece onları dinleyerek verimli bir ortam sağlayabilir, iyi bir “okuma alışkanlığını” birlikte kazanıp devam ettirebiliriz. Meselâ; onları, katılacakları “yaz ve kış okuma programlarında” sadece okumaya değil, amaçlı okumaya şevklendirip, belli bir zaman diliminde; belirlenen bir kitabı özetleyerek veya not tutarak okuyup bitirme hedefini birlikte temin edebiliriz. Meselâ; daha geniş çerçeveli bir plân olarak da; üniversiteye hazırlanan gençlerimizin, hizmetimizin ve camiamızın eksikliğini hissettiği “yabancı dil, uluslar arası ilişkiler, elektrik, elektronik, mütercimlik, radyo TV programcılığı, diplomasi, güzel san'atlar… vb.” önceden tesbiti yapılan alanlara, onların kabiliyetleri doğrultusunda tercih yapmalarını sağlayabiliriz. Gençlerimizin muhakeme ve yorum gücünü geliştirecek “projeler” hazırlayıp, boş zamanlarında onların bu sahada çalışmalarını ve kendilerini ifade etmelerini sağlayabiliriz. Bu misâller çoğaltılabilir. Bütün bunları ve daha ötesini; mahallinde ve Türkiye genelinde “eğitim sahasında” hizmet verme gayretinde olan erbabının nazarlarına arz ediyoruz. Yaz mevsiminiz hayırlarla dopdolu, amaçlı, projeli, bol okumalı ve hizmet planlı semeredâr olsun. Not: Mübarek Şuhur-u Selâsenizi (Üç Aylarınızı) ve geçmiş Regaib Gecenizi tebrik ediyor, şahsınıza, ailenize, milletimize, İslâm âlemine ve bütün insanlığa hayır ve rahmete vesile olmasını, Cenâb-ı Erhamü’r-Râhimîn’den niyaz ediyorum. 18.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Halil USLU |
|
Baharın çiçekleri ve Trabzon |
Hz. Bediüzzaman’ın yüz yıl önce Münâzarât eserinde söylediği “Acele ettim kışta geldim, sizler cennet âsâ bir baharda geleceksiniz, ekilen nur tohumları zemininizde çicekler açacaktır...” müjde ve tesbitleri ardı ardına devam edip gidiyor. Biz, bu ve buna benzer tesbit ve sözleri anlatır ve meydanlarda haykırırken, çok nadan insanlardan tenkitler aldım. O günlerde zor ikna ediyorduk, fakat şimdi şükürler olsun Kâinatın Sahib-i Hakikisine, âlem çarşısı bir bütün olarak ve yep yeni bir dünya haritası içinde, müjdelerin nasıl birbiri ardınca tecelli ettiğini görmektedirler. Anlatmakla bitiremediğimiz Hollanda’dan ve harika hizmetlerini saymakla bitiremediğimiz Rotterdam İslâm Üniversitesi’ndeki Bediüzzaman Hazretleri’ni anma programındaki konuşmamızın ardından ayağımızın tozu ile soluğu Trabzon’un Uzungöl beldesinde aldık. Türkiye’de ve dış dünyanın turizm rehberlerinde yer alan Uzungöl, bu Haziran ayında dahi müthiş serin ve yağmur-şimşek atmosferinde devam etmektedir. Üniversite talebelerine muhatap olduğumuz bu mekânda kaldığımız bir hafta müddetinde ancak bir gün pardösümüzü çıkarabildik. Aynen Avrupa’nın kuzeyindeki Hollanda gibi. Zaten buranın halkı, burası için “Türkiye’nin Davos”u diyorlar. Eğitim ve öğretim programımızın son gününde Karadeniz Üniversitesi’nden mezun kardeşlerimizle, Gümüşhane, Rize, Trabzon ve çevre ilçelerinden gelen ailelerle birlikte piknik düzenlendi. Yemekler, konuşmalar ve hayırlı hizmetler için istekler... Bize verilen zaman diliminde günün mânâ ve ehemmiyetinin ifadesinin dışında “Baharın çiçekleri“ başlıklı bir açık hava hitabında bulunduk. Aslında başta Avrupa ve Türkiye’de ve bütün dünya ülkelerinde gördüğümüz bahar çiçeklerinin maddî ve manevî cihetlerini misâl belge ve nakillerle dile getirdik. Deruhtesinde bulundukları hizmet bir bahar çiçeği. Bu hizmette alt yapı ve üst yapı düşüncesi bir bahar çiçeği. Hizmet alan ve birimlerini dolduran ve Uzungöl Camii imamını bile cezbeye getiren genç münevver kardeşlerimiz bahar çiçekleri. Hatta Av. Adem Şahintürk kardeşimizin gayretiyle, Yeşilyalı Kur’ân kursu mütevelli heyet başkanı muhterem Ahmed Özdemir Hocamızın himmetiyle ve Yeşilyalı Belediye Başkanı Hüseyin Fidan Beyin de salon izni ile verdiğimiz konferansta muhatap büyük kalabalık baharın çiçekleri idi. Araklı ilçesinde, Trabzon dershanelerinde, Yeni Asya bürosunda ve Ekrem Reis’in köşkünde ve Karadeniz’in sakinliğinde hitabeler hep bahar çiçekleri idi. Elbette her inkişaf ve müjdede gerçek “bahtiyar olmak ve şereflenmek“, şartların tahakkuku ve engellerin aşılmasıyla olacaktır. Oralarda da dedim: Hz. Mevlânâ diyor ki: “Dün, dünle gitti cancağızım, / Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım.” Bu itibarla, aşağıdaki satırlarda bahar çiçeklerinin bir şubesi olan gençlerin önünde sıralayacağımız büyük engeller ve çıkış yolları vardır. Elbette bunları da nazar-ı itibara almak elzemdir. Engellerin özeti: “Menfî çevre, menfî medya-müstehcen yayınlar, sağlıksız din eğitimi, kötü alışkanlıklar, öfkeye kapılmak, genel ahlâka aykırı davranmak, suç işlemek, menfî kişilik, kıskançlık, kin, intikam, cehalet, tembellik, gayesiz ve idealsiz bir hayat, macera hevesi ve özentisi, israf ve eğlence düşkünlüğü, karamsarlık ve isyankârlık, münakaşa ve kavga, suç işlemek... Hasılı, iman ve inanç zaafı...” 1948’de dakikada 100 tehlike, günah ve engel vardı. 2010 itibarıyla; 1000 tehlike, günah ve engel ile karşı karşıyayız. Çıkış için, Hz. Bediüzzaman tahlillerde diyor ki: “Bana, ‘Sen, şuna buna niçin sataştın’ diyorlar; farkında değilim, karşımda müthiş bir yangın var, alevleri göklere yükseliyor, içinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor, o yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum… Dar düşünceler, dar görüşler...” Ve yine 100 yıl önce “Vicdanın ziyası ulum-u diniye ve aklın nuru fünun-u medeniye” demişti. Bizler de bu şemsiye altında gönül tellerine vurduk. Emeği geçen bütün Temel ağabeylerimize binler şükranlar ve tebrikler... 18.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Hayatımızın önemli dönüm noktaları |
Salih Sütçüoğlu: “İnsan hayatının önemli dönüm noktaları hakkında bilgi verir misiniz? Hangi yaşlarda insan farklı evrelere girer? Bu evreler arasında teklif, ahlâk, edep, sorumluluk bakımından farklılıklar var mıdır?”
Kur’ân, insan hayatını bezm-i elestle başlatıyor. “Hani, Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulblerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?‘ demişti. Onlar da, ‘Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)’ demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü, ‘Biz bundan habersizdik’ dememeniz içindir.”1 Kur’ân bu âyette insanın başlangıcı ile nihayetini (Risâle diliyle mebde ve müntehayı) birleştiriyor. Yani insanın başlangıcı Rabbine şehadetten ve O’nu Rab kabul etmesinden ibarettir. Başlangıçtaki bu şehadet ve kabul, nihayetteki kıyamet günü için önemli bir delil olacaktır. Bediüzzaman’ın ibadet tanımında vurguladığı husus işte budur. Nitekim Bediüzzaman’a göre ibadet, “insanın yüzünü… müntehâdan mebde’ye çeviren bir hayt-ı vuslat, yahut mebde’ ve müntehâ ortasında bir nokta-i ittisâldir.”2 Yani birinci cümleye göre bulunduğumuz nokta münteha; bezm-i elest denilen, Rabbimize şehadet ettiğimiz âlem-i zerrâttaki ilk anımız mebde’dir, yani başlangıçtır. İkinci cümleye göre ise bezm-i elest mebde (hayatımızın başlangıcı); kıyamet günü ise müntehadır (şehadet ve sorumluluk durumuna göre hayatın son dönemecidir). Kulun namazı, başlangıçtaki ahd ve şehadeti ile kıyametteki hesap ve şehadetin birleştiği noktadır. Bediüzzaman Hazretleri hayat safhalarımız açısından önemli bir yere sahip olan başlangıç ve son üzerinde çeşitli vesilelerle durur: “Şimdi dahi hâlimiz ki mebde’ ve meâdı, hem Sâni’ ve hem haşri muvakkat unutmuşuz.”3 İnsan, Yaratıcı ile haşri her nasılsa dünyada unutuyor. Keza; “Acaba, hiçbir cihetten hiçbir teselli çaresini bulamayan o zavallı şahıs, mebde ile meâdı, Sani ile haşri itikad etmezse, onun o vaziyetinden Cehennem daha serin olmaz mı?”4 Hayatın başlangıcındaki şehadet ile nihayetindeki yargılanmaya inanmayan kişinin dünyada yaşadığı sıkıntı, Cehennemden daha perişan edicidir. Keza; “…hayat, kudret-i ezeliyenin en büyük ve en ince ve en acip bir mu'cizesidir ve bütün nimetlerden üstündür ve mebde ve meâdın bürhanlarından en zahir bürhandır.”5 Biraz dikkatle düşünen insan, başlangıçta yer alan şehadet ile nihayette yer alan yargılanmaya hayatın bir delil olduğunu anlar. Başlangıç (mebde) ile son (meâd/münteha) ortasında yer alan hayatımızın önemli dönüm noktalarına gelince… “İnsan bir yolcudur”6 diyen Bediüzzaman, yolculuk güzergâhını şöyle çiziyor: “o nefy ve yolculuk ise, âlem-i ervâhtan, rahm-ı mâderden, sabâvetten, ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, berzahtan, haşirden, Sırattan geçer bir uzun sefer-i imtihandır.”7 Bu güzergâhları sıralayacak olursak: 1- Âlem-i ervah: Bezm-i elestten ana rahmine düşünceye kadar geçen safhamız. Teklif yok, sorumluluk yok. 2- Rahm-i mader: Ana rahminde bulunduğumuz anlar. Teklif yok, sorumluluk yok. 3- Sabavet: Dünyaya geldikten itibaren âkıl ve baliğ yaşı da denilen teklif çağına kadar geçen ve kendi içinde bebeklik ve çocukluk gibi safhaları bulunan dönemimiz. Teklif yok, sorumluluk yok. Fakat teklife ve sorumluluğa hazırlıklar var. Bu dönem sıfır ile yaklaşık on beş yaş arası dönemdir. Eğitim, edep ve terbiye ile teklif çağına hazırlık bu dönemde yoğunlaşıyor. 4- Gençlik 8: Kendi içinde erken gençlik, gençlik ve yetişkinlik gibi safhaları bulunan uzunca bir dönemdir. Yaklaşık on beş ile kırk yaşları arasını erken gençlik ve gençlik; kırk ile yetmiş yaş arasını ise yetişkinlik safhalarına ayırmak mümkündür. Her üç safhada da giderek artan bir yoğunlukta teklif ve sorumluluk yükü vardır. İnsan imtihandadır. Bazen dünyayı sırtında taşır, bazen dünyanın yükü altında ezilir; ama yapıp ettiklerinin bütün mesuliyeti kendisinindir. Günahı da, sevabı da kendisi yüklenir. Her adımından sorumludur. Faydalandığı her nimet hesaba dönüktür. Bu dönem zor bir dönemdir. Provası yoktur. Bir defa yaşanır. Ahiret için ne lâzımsa bu dönemde devşirilir. Bu sebeple şeytan, insanı bütün duygularıyla bu dönemde avlamaya çalışır. İnsan bu dönemde şeytana yaptığı reddiyelerle, başka hiçbir zaman kazanamayacağı yüksek dereceler kazanır. 5- İhtiyarlık: Çilesi zordur, eziyetlidir; ama sabredilirse nurludur. Başta akıl oldukça teklif ve sorumluluk devam eder. İmanlı ihtiyarlığın farkı bu dönemde yaşanır. İnsan bu dönemde kendisini ahirete daha çok mâl eder ve ahirete daha çok hazırlanır. Gençliği iffet, edep ve ibadetle geçmişse, aynı sevabı–eziyetleri ve sıkıntıları dolayısıyla yapamasa dahi–bu dönemde de almaya devam eder. Gençliği gafletle geçenlerin, bu dönemde yaptığı tövbe ve istiğfar kendisini rahmete ve mağfirete daha çok yaklaştırır. 6- Ölüm, kabir ve berzah. Bedenle ruhun ayrıldığı noktadır. Teklif ve sorumluluk bitmiştir. Günah defterini kapatan, sevap defteri açık salih ruh, bedenin ağırlığını kabirde bırakıp uçmaya başlar. Salih ruh, dünyada bezm-i elestteki sözüne sadık bir yaşayışının huzurunu burada görmeye başlar. Salih ruh, müntehayı ve cennetin kokusunu burada hisseder. 7- Haşir: Ruh ve beden yeniden birleşmiş, diriliş gerçekleşmiş ve insan Allah’ın huzurunda kıyama geçmiştir. Burası meâd ve müntehadır; dönülüp gelinen son noktadır. Çetin hesap yeridir. Bezm-i elestte verdiği söze sonradan gösterdiği sadakat, burada serinlik, kolaylık, af ve mağfiret olarak kendisine döner. Pişmanlıkla, “Meğer peygamberler doğru söylemişler!” sözü burada söylenir. Rahmete, mağfirete ve şefaate susamışlık had safhadadır. Adalet tecellî eder. 8- Sırat ve ebed: Salih insanın kurtulduğu, felaha ve saadete erdiği ve yüzünün ilk defa kaygısızca güldüğü diyarlardır. Salih insan için gam ve keder artık kalmamıştır. Dipnotlar: 1- Araf Sûresi: 172. 2- Sözler: 327. 3- Sözler (Lemaat): 680. 4- İ. İcaz: 34. 5- İ. İcaz: 227. 6- Mesnevî-i Nuriye: 189. 7- Sözler: 35. 8- Mesnevî-i Nuriye: 189. 18.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Rifat OKYAY |
|
Bir an önce yapılacak, önemli iş... |
Tembelliğimizi ortaya koysak, muhakkak ki bigisizliğimiz, araştırmamamız bizi kollarında sallıyor olacaktır... Kötülük aranılıp bulunmaz. Köşe bucak belânın, felâketin adresi aranmaz... Bilmemek kadar öğrenip, bilmeye hükmetmek hakkımız hiçbir zaman istemezsek bizim için saklı tutulmaz ve ertelenmez... Önemli olan trene binmek değil, treni kaçırmamaktır... Elbette ki dünyada yaşadığımız belli olmalıdır. Zahmetler ve imtihanlar başkalarına, nebata ve hayvanlara veya üstün makamlı melaikelere değil, insanım diyen insanlara. Özellikle Müslümanlara göredir ve onlar içindir. İşte meydan! İmtihan, zahmet ve engeller. Kuvvetli bir imanın söylettireceği tek cümleye kulak ver: Aklını ve bilgini iman ile süsle.. Engeller karşısına bu ikilinin sunacağı İslâm ve ahiret bilgisiyle çık... Korkma! İslâm, iman ve bilginin düşmanları kötülüğe, inançsızlığa, cehalete ve tembelliğe; çalışmakla, öğrenmekle, imanî ve İslâmî bilgileri ile meydan oku ve inancın başarısını ilân et! Bilginin kime zararı olmuş ki mü’min ve muvahhid insanlara zararı olsun! Ancak ve ancak cehaletin derin derelerinde gezen, bunu ayrıcalıklı bir özellik olarak kabul eden ve bilmediği noktada bilgisizliğin atına binen ve bunun memnuniyetini hayatlarında sergileyenler hem dünyada, hemde ahirette olmuştur ve olacaktır... Şimdi eğri de otursak doğru olarak konuşmak lâzım. İyilikten, güzellikten, doğrulardan ve iman hakikatlarına sahip olup bu yolda olmaktan dem vururken... Tembellik etmemiz, bilgiyi çalışarak, okuyarak elde edemememiz kendimize ve başkalarına yaptığımız en büyük kötülük olacaktır. Kendimizi kandırdığımız noktalar daima nefis ve şeytanın kalelerini yükselten büyük birer taş olacaktır. Ne zaman ki iman kalesinin burçları iman hakikatlarını okumakla, anlayarak okuyup mütalâa etmekle yükselir, işte o zaman şeytanın vartaları ve tuzakları zir ü zeber olur. Önemli olan yeme içme alışkanlığı gibi okuma, mütalâa etme alışkanlığını elde etmemiz, bu tarz bir yola isteyerek ve gönülden girmemizdir. Bunun için dışarıdan müdahalenin ve herhangi bir gayretin ehemmiyeti ve tesiri yoktur ve olamaz da. Zaten içimizde eğer imanî ve Kur’ânî kuvvet ve kudret neşv ü nema bulup nuraniyetinin tesirini gösteremezse, bütünüyle her türlü olumsuzluğun sebebini kendimizde aramalıyız. Muhakkak bir surette bunu izale edip ortadan kaldırabilmeliyiz. Okumamanın ve çalışmamanın ilâcı yoktur. Hele bu kudsî hizmette, Kur’ânî hademelik de olacaksa hiç mi hiç yoktur. Zamanı ve ömrü boşuna geçirmeyelim. Hem mesuliyeti, hem de hesabı vardır. 18.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Ankara’nın “İsrail tavrı” |
Ankara, dokuz vatandaşının katledildiği Türk Bayraklı Mavi Marmara saldırısından dolayı İsrail’e karşı tutumu tartışıyor. Ne var ki üzerinden üç haftaya yakın bir zaman geçmesine rağmen hâlâ ciddî bir yaptırım ortaya konulmuş değil. İşin ilginç yönü, Başbakan’dan Dışişleri Bakanı’na kadar kamuoyunun önünde, medyada ve meydanlarda İsrail’i korsanlık, haydutluk ve devlet terörüyle şiddetle kınayan hükûmetin, hâlâ siyasî tavrını İsrail’in tutumuna bağlaması… Bakanlar Kurulu’nda, hükûmetin baştanberi izlediği, öncelikle İsrail’in taleplerine verilecek cevabın beklendiği ve bunların karşılanmaması halinde bazı tedbirlere başvurulacağı görüşünün tekrarlanması bunun ifâdesi… Ne var ki, Ankara’nın dünyaya duyurduğu sözkonusu “talepler”de çıtayı oldukça aşağıya çektiği görülüyor. İsrail’in savunmasız insanlara uluslar arası sularda insanî yardım götüren sivil gemilere baskın yapıp hunharca katletmesi ve yaralaması, yüzlerce sivili günlerce tutuklayıp işkenceyle sorguya tabi tutmasından bir nevi sarf-ı nazar ediliyor. Hiçbir hakka ve kurala sığmayan uluslar arası hukukun çiğnenmesinden bir nevî âzâde olarak, İsrail’le ilişkilerin sürmesi için bazı şartlar ileri sürülüyor! Ankara’nın beklentilerinin başında, İsrail’in “özür dilemesi” geliyor. Ancak baştanberi Telaviv, kat’iyyen özür dilemeyeceğini ilân ediyor. Üstelik Türkiye’yi “Gazze filosu”na izin vermekle suçluyor. Yardım gönüllülerini “terörist” olarak yaftalıyor.
İSRAİL, “TÜRKİYE’NİN TALEPLERİ”Nİ TAKMIYOR! Ankara’nın ikinci önemli talebi, “saldırı sorumlularının soruşturulması ve saldırganların cezalandırılması.” İsrail hükûmeti bu hususta da tam tersini yaptı, saldırganları ödüllendirdi. Saldırının ardından İsrail Başbakanı Netanyahu saldırının “tam arkasında olduğunu” açıkladı. Cumhurbaşkanı Peres ve hatta en “ılımlı” kabine üyesi Millî Savunma Bakanı Barak saldırıyı yapan askerleri ziyaret edip “tebrik” ettiler. Buna bağlı olarak Telaviv, Ankara’nın, “saldırıda ölenlerin âilelerine tazminat ödenmesi” talebini, âdeta alaya alıyor… Ankara’nın en önemli isteği olan, BM’nin önerdiği “uluslar arası komisyon”un kurulmasını ise, İsrail hükûmeti peşinen reddediyor. Bunun yerine, “saldırıdaki aksaklıkları ortaya çıkarmak amacıyla!” kendi içinde bir komisyon kurulması kararını alıyor! Yardım gemilerine el koyup, yüzlerce ton yardım malzemesini iâde etmiyor! Ve bütün bunlara mukabil hükûmet, “talepleri”nin karşılanmaması halinde, İsrail’le diplomatik münâsebetlerin maslahatgüzâr seviyesine indirileceği, ikili askerî ve ekonomik anlaşmaların iptal edileceği, istihbarat paylaşımı ve aktarımındaki sıkı işbirliğinin son bulacağı, eğitim işbirliğinin askıya alınacağı; Akdeniz’de yapılan hava ve deniz ortak tatbikatların iptal edileceğini bildiriyor. Oysa Ankara, kuru kınamalarla ve ilk gün askıya alınan üç askerî tatbikatın iptaliyle kalmamalı; “one minute”den sonra olmazsa bile, doğrudan Türk vatandaşlarını ve gemisini hedef alan saldırıdan sonra bütün bunları çoktan yapmalıydı. En azından “Alçak koltuk krizi”ne mâruz bırakılan Telaviv Büyükelçisi Çelikol’u salt “istişareler için çağırmak”la kalmamalı, geri çekmeli; yerine atanan Uras’ın kararnâmesini iptal etmeliydi. En azından Filistin’in Doğu Kudüs’teki Başkonsolosluğu Büyükelçilik seviyesine çıkarmalıydı. Türkiye’nin İsrail’e bir mecburiyeti yok. Pazar genişlemiş; Türkiye’nin mevcut konjonktürde ABD ve İsrail’in dışında birçok seçeneği bulunmakta. AKP hükûmetinin İsrail’le yaptığı silâh ihâleri, savunma sanayii ve ordunun modernizasyonuna dair anlaşmaların yerine birçok Avrupa ve Asya ülkesine işbirliğine gidilebilir… ANKARA, AB’DEN GERİ KALMAMALI… İsrail’le imzalanan, GAP ve KOP’u içine alan sulamadan tarım ve hayvancılıktan tohumculuğa, kimyadan enerjiye, telekomünikasyondan turizme, güvenlik ve çevre teknolojilerinden danışmanlığa kadar “ekonomik mutâbakat zabıtları” iktisadî işbirliklerini çoktan askıya almalıydı. Çünkü Ankara, daha önce bu denli doğrudan Türkiye’yi hedef alan saldırılara ve emr-i vakilere mâruz kalmadığı halde, rahatlıkla çok ilerisini yaptı. Amerikan Kongresi’nden seslendirilen, “İsrail’le ilişkilerin düzeltilmemesi halinde, Ankara’nın Washington’la ilişkilerinin bir bedelini olacağı ve Ermeni soykırımının yeniden gündeme geleceği” şantajına karşı AB, “saldırının cezalandırılması”nın önemini iletiyor. AB Parlamentosu, Gazze’ye ablukasının kaldırılmasını; Gazze limanı dahil Gazze’ye giden bütün geçiş kapılarının açılmasını ve âcilen tarafsız bir uluslar arası komisyonun kurulmasını barış için gerekli görüyor. AB’nin Ortadoğu politikasını gözden geçirmesi tavsiyesinde bulunuyor… TBMM’nin, “İsrail’le siyasî, askerî ve ekonomik ilişkilerin gözden geçirilmesi” kararı ortada. AKP hükûmeti, AB’den geri kalmamalı; İsrail’in tavrını beklemeden Meclis kararının gereğini yerine getirmeli… 18.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Çağ açan kriz |
Yeri geldiğinde musîbetlerin, nasihatlardan daha tesirli olduğunu hepimiz biliyoruz. Buna istinaden, “Bir musîbet, bin nasihattan tesirlidir” anlamında tecrübe damlayan sözlerimiz de vardır. Dünya ekonomisi son yılların en büyük krizinden birine yuvarlanınca, düne kadar ayakları yere basmayan insanlar dünyanın kaç bucak olduğunu idrak etmeye başladı. Bu vesile ile “Düşmez kalkmaz bir Allah”ın olduğunu da bütün dünya görmüş oldu. Ekonomik krizin sarsıcı etkileri geride kalmış gibi görünse de, dünya ekonomisinin düzlüğe çıktığı söylenemez. Bazı ülkelerin bile resmen iflâs ettiği bu kriz, komşumuz Yunanistan’ı da ağır yaralamış durumda. Tabiî ki dünya bir ‘köy’ haline geldiği için, komşuda pişen kriz, bize de düşüyor. Farklı değerlendirmeler yapan ekonomi uzmanları olsa da bu ‘küresel kriz’in temelinde ‘israf’ yatıyor. Türkiye’yi ve dünyayı idare eden yöneticiler, bu gerçeği görmek durumunda. Üretmeden tüketen, tükettikçe daha fazla tüketmek için birbiriyle yarışan insanlık, bilerek ya da bilmeyerek kendi kuyusunu kazmış oldu. Neticede insanlık yanlışta ısrar ederek bir anlamda ‘kriz duvarı’na dayandı. Epeydir ‘Krizden nasıl çıkarız?’ konusu tartışılıyor. Bu noktada da ‘ihtilâf’ olmakla beraber, en kestirme yolun ‘tasarruf’a sarılmak olduğu anlaşılıyor. Bu defa, krizden çıkışın ‘israf’ta değil, ‘tasarrufta’ olduğunu söyleyen bir ilahiyatçı değil. Kanada Merkez Bankası Başkanı Mark Carney, bütün dünyaya tasarruf çağrısında bulunmuş. Kanada’nın Charlottetown kentinde iş dünyası ile bir araya gelen Mark Carney, dünyada global üretimde 2015 yılına kadar 7 trilyon ABD doları tutarında azalma olacağının öngörüldüğünü söyleyerek, “Tam anlamıyla bir tasarruf çağının başlaması için bütün gereklilikler ortada. Global ekonomilerin yeniden şekillenmesi ve geleceğin dünyasına uyarlanması için karar vericilerin ve iş dünyasının cesur adımlar atması ve yürekli kararlar alması gerek” şeklinde konuşmuş. (AA, 17 Haziran 2010) Yıllardan beri “Aman israf etmeyelim” diyen hocalarımızı dinlemedik, bütün dünya krize sürüklendi. Şimdi ‘hoca’ değil de, ‘Kanada Merkez Bankası Başkanı’ kimliğiyle ‘Tasarruf çağı açılsın’ denildiğine göre İnşâallah bu çağrıya kulak verilir. ‘Modern ve çağdaş insan’ yıllardan beri devam eden “Faizden uzak duralım” çağrısını da dinlemek istemedi. Onlara göre faiz, ticaretin bel kemiğiydi ve gerekliydi. Ancak geçen zaman bu kanaatin kökten yanlış olduğunu ve faizin de krizlere sebep olduğunu ortaya koydu. Geçmiş yıllarda faiz aleyhinde konuşmak ‘ayıp’ sayılırken, şimdi en ünlü ekonomistler, en kıdemli öğretim üyeleri de faiz aleyhinde beyanat vermek durumunda kalıyorlar. Bütün bu gelişmeler İslâmın ‘fıtrat dini’ olduğunu bir defa daha anlamamıza sebep oluyor. Zerre miskal faizden de, zerre miskal ‘israf’tan da uzak duran kazanır. Çünkü israfta “Deccal’ın damına, tuzağına düşme tehlikesi” var! Dünyayı sarsan ekonomik kriz, yeni bir çağ açmış oldu: “Tasarruf çağı” hayırlı olsun! 18.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Dindarlarda psikoloji hastalığı |
Kâinat boşluk kabul etmiyor. Dindarlarımız öz kaynaklarından insanının problem ve dertlerine derman arayamayınca, bir boşluk oluştu Türkiye'de. Sivri zekâlı, şarlatan ve toplumun önünde görünmek isteyenler de Batı felsefesinin yapımızla taban tabana ters sistemlerini çocuklarımıza ve aile olarak bize tatbik etmeye başladılar. Dindar psikologlarımız ise, felsefe mahsulü bazı beşerî ilimlerin satır aralarına İslâm kaynaklarından iktibaslar serpiştirerek, ortaya çıkan bu yeni karışımı “İslâmî” veya en azından “İslâmiyetle barışık” diye pazarlamaya başladılar. Oysa bahsinde bulunduğumuz dinsiz psikoloji ile İslâm terbiyesinin kaynakları o kadar birbirinden uzak ki… İşin garibi bazı sivri akıllı dindarlarımız, felsefî cereyandan süzülen sisteme vahyi monte etmeye çalıştılar. Psikolojik eğitim sisteminin görünür yerlerine âyetlerden, hadislerden ve Risâle-i Nur gibi tefsirlerden alınmış levhalar asarak, hem aldandılar, hem de belki farkında bile olmadan aldattılar. Evet, felsefe Kur'ân'la barıştığı zamanlarda, ilmî barışlar gereçekleşmiş ve insanlık mutlu olmuştur. Ama felsefenin Kur’ân’a tâbi olması şartıyla. Aksi halde, insanın tarifi, maddî manevî duygularının tasviri, ihtiyaçlarını temin ve duygularını tatmin konularında birbirine zıt bu iki bakışı bazıları çorak dünyalarında birleştirseler de, hakikatte bu mümkün değildir. Herşeyden önce insanî değerlerde bir konsensüs oluşmamış. Birisinin beyaz dediğine ötekisi kara diyor. Cüz’î irade, hayatı anlama, hürriyet, temel ihtiyaçların tesbiti ve temini gibi hususlarda, yüz seksen derece birbirinden uzak düşünen bu iki zıt cereyanı teorik olarak zihinlerde birleştirmek mümkün olsa da, pratikte hakikat haricidir. Zira ortada, insaniyet ve İslâmiyetin pratiğini hayatın en ince ve küçük detaylarına varıncaya kadar yaşamış bir “Hz. Muhammed (a.s.m.) örneği” duruyor. Fıtratın bu yekta zirvesi burada dururken Müslümanlar felsefenin yanlışlarına yanaşmayacaklardır. Semavî dinlere zıt felsefe ile 12 Eylül sonrası içli dışlı olan bazı dindarlar, maalesef cazibesine kapıldılar. Avrupa teknolojisinin bizde yol açtığı “aşağılık kompleksi”ni de unutmamak gerekir. Dinsiz felsefenin mahiyetini her şuur sahibine haritasıyla takdim eden Risâle-i Nur da dinsizlerin çabalarıyla perdelenince, bazıları “felsefe hokkabazlığını” öğrenmeden sahiplendiler. Akılları sersem ve geveze eden dinsiz felsefe, zamanla onları da gevezeliğe alıştırdı. Nüvesiz, çekirdeksiz, embriyosuz ve hatta bazen fikirsiz ve mantıksız cümleleri peş peşe dizerek bolca konuşma ve yazmanın “psikolojik danışmanlık” olarak kabul gördüğü bir ortamda, maalesef onlar da bu hastalığa yakalandılar. Bu yazıyı okuyanlarda “psikoloji ilmi karşıtı bir yazı” vehmi uyanabilir. İnsanı tanımayan ve bilmeyenlerce size verilecek psikoloji dersine razı olur musunuz? Türkiye´de öğretilen psikoloji ve mümasili ilimlerin Avrupalı feylesoflara ait olduğunu biliyoruz. Kendi toplumlarında, henüz doğru teşhis koyamamış, ruhun mahiyetini inkâr eden ve bugüne kadar da müsbet bir netice elde edememişlerin düşüncelerini reddetmek, psikoloji ilmini reddetmek mânâsına gelmemeli. Kur'ân'dan habersiz ve Hz. Muhammed'i (a.s.m.) tanımayan psikologlar, elbette ki Avrupalı meslektaşlarını takib edeceklerdi. Bir derece mazurdular. Fakat Müslüman psikologların böyle bir özrü olamaz. Bilhassa son iki yüz sene zarfında materyalizm ve ahlâksızlık üzerine teorilerini inşa eden Avrupalı psikologların kalıp, alet ve terminolojisinin dindarlarca kullanılmasını, necis kaplarla hasta ruhlara zehirli şerbet sunmak olarak değerlendirmez miyiz? Kur'ân'ın insana sunduğu dünya, felsefeninkinden çok farklıdır. Sisli, soğuk, mat ve karanlık değildir. Ebedî güneşin şavkıyla herşeyin mahiyeti o kadar dostça ve güzel görünür ki… Ama doğrularını da yanlışları arasında kaybetmiş felsefe, başkalarının yanlışlarını göstererek doğrularına yer bulmaya çalışıyor. Avrupalıların taassupla tenkit ettikleri “tarikat ehlinden” daha mutaassıp olan felsefe şakirtlerin üstadlarının herhangi bir teorisine tenkit ile yaklaştığında, onları fevkalâde saldırgan göreceksiniz. Çocuklarımıza “psikolojik danışman” yetiştiren herhangi bir kürsüde, dinsizlerce şöhrete kavuşturulmuş feylesofların yanlış tezlerine hafifçe iliştiğinizde, onları ruhban veya ehl-i tarikati on defa geride bırakacak bir fanatizm içinde göreceksiniz. Doğrulara karşı bu denli dayanaksız ve tahammülsüz olan psikologlarımız bize okulda, evde, hastanede ve sokakta danışmanlık yapacaklar. Gönlünüz buna el verir mi? Dindar Müslüman psikologlar, günümüz psikoloji ilminin kaynakçasını önlerine koymalı, düşünürlerin hayat ve semavî dinler hakkındaki fikirlerini yeniden gözden geçirmeliler. Psikoloji ilminin ilgilendiği saha ve problemleri tesbit ettikten sonra, öz kaynaklarına yönelmeli. Metodik veya sistematik bilgileriyle başta Kur'ân-ı Kerim ve hadis-i şerifler olmak üzere, psikolojinin sahasına giren İslâmî kaynakları temin ederek yeniden “Bismillah!” demeli. Daha önce çözüm zannettiği ve hakikatte kendisi problem olan bilgileri, vahyin ışığında serpilen kaynakların yardımıyla zihninden temizlemeye çalışmalı. Şu olabilir: İslâmî kaynaklardan insanın fizyolojik, biyolojik ve psikolojik atlaslarını çıkarıp, psikolojinin eteklerine bile ulaşamadığı devâsâ dertlerin çözümünü bulduktan sonra, kontrollü bir şekilde felsefeye veya felsefenin psikolojiyi ilgilendiren düşüncelerine kuşbakışı yaklaşabilir. İnsanı en zayıf bir yönü olan “enaniyetten” yakalayan felsefe ile kafası allak bullak olmuş psikologların, hadiseleri berrak göremeyeceğini hepimiz biliriz. Yine biliyoruz ki, “aşağılık kompleksinin” kendisi de psikolojik bir rahatsızlıktır. Avrupalı psikologların karşısında teslimiyet içinde lâl u ebkem kalmanın İslâmiyetin ve insaniyetin izzetine yakışmadığını düşünüyoruz. İnsanı, mahiyetini, korku ve ihtiyaçlarını, hayâl ve beklentilerini fıtrî kaynaklardan öğrenen bir Müslüman psikolog, Ararat gibi muhteşem görünen dinsiz feylesofların balonvari teorilerini, bir hakikat iğnesiyle söndürüp, insanlığı o belâlardan kurtarabilir. Şu noktayı da vurgulamamız gerekiyor. Bizim itirazımız, ilim süsü verilmiş ve insanlığa zarardan başka birşey veremeyen dinsiz Avrupa filozoflarınadır. İnsanı bir bütün olarak inceleyen üniversitelerimizin yaptığı çalışmalar, bu itirazların hedefi değildir. Genellikle psikiyatri olarak adlandırılan, ceset ile ruh arasında köprü kurmaya çalışan ve ilâçlarla hastalıklara müdahale eden ilim adamları da, bu makalenin çerçevesindeki tenkitlere muhatap değillerdir. Onlar, “Her hasta ayrı bir dünyadır” prensibiyle insana yaklaştıklarından, insanlığı mümkün olduğu kadar maddî kalıplara dökmüyorlar. 18.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
AB rüyası bitti mi? |
Türkiye’nin AB süreciyle ilgili teknik hazırlıklarını koordine etmek için kurulan AB Genel Sekreterliğinin başındaki isim, Büyükelçi Volkan Bozkır geçtiğimiz günlerde yaptığı konuşmada şöyle demiş: “Bizim için AB rüyası artık bitmiştir.” Bu iddiası için Bozkır’ın gösterdiği gerekçe, şu günlerde birliği fena halde zorlayan ekonomik sıkıntılar. Hep birlikte takip ettiğimiz gibi, Yunanistan başta olmak üzere birlik üyesi bazı ülkelerin “iflâs” noktasında olduğu yönünde estirilen hava ve euro’daki değer kaybının devam etmesi, başından beri AB’den haz etmeyen kimi mahfiller tarafından “AB çöküyor, dağılıyor, artık iflâh olmaz” şeklinde sunuluyor. Bu mahfilllerin başını da yine Soros çekiyor. İki ay önce Soros’un da katılımıyla bir araya gelen uluslararası borsa spekülatörlerinin toplantısından çıkan sonuç, “Soros euro’yu ölüme mahkûm etti, euro'nun idam fermanı imzalandı” şeklinde duyurulmuştu. O günden bu güne euro’daki düşüş, hızlanarak devam ediyor. Böylece, AB’nin en önemli ve iddialı projelerinden biri daha çok ciddî bir sıkıntıya giriyor. Ulus devletleri tek şemsiye altında birleştirip her alanda ortak politikalara yönelten, millî sınırları kaldıran ve müşterek para birimine geçme adımını da başarıyla atan AB’nin süreç içinde bu tarz zorluk ve engellerle karşı karşıya gelmesi, aslında normal. Şimdi birlik, bu zorlukların en katmerlilerinden birinin muhatabı durumunda. Bakalım, atlatabilecek mi? AB Konseyi Başkanı Barroso’nun, Yunanistan, İspanya ve Portekiz için seslendirdiği “Eğer finans krizini aşamazlarsa demokrasileri de tehlikeye girer” endişesi, meselenin ciddiyetini daha farklı bir boyutuyla gözler önüne seriyor. Üç ülkenin ortak özelliği, yıllarca askerî dikta rejimleriyle yönetildikten sonra demokrasiye geçmiş ve bu durumlarının AB üyeliğiyle pekişmiş olması. Ama gelinen nokta, demokratikleşme açısından kat edilen onca mesafeye rağmen eski dikta rejimlerine dönüş riskinin hâlâ tam olarak ortadan kalkmadığına işaret ediyor ki, son derece önemli bir tehlike bu. Peki, kör-topal demokrasisiyle beş buçuk yılı aşkındır AB yolunda ayak sürümeye devam eden Türkiye, bazı birlik üyelerindeki ekonomik sıkıntıları gerekçe göstererek, “İyi ki AB’ye girmemişiz, yoksa bu dalga bizi de götürürdü” deme lüksüne sahip mi? Bize göre değil, ama böyle diyenler var. Buna karşılık, ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan’ın, küresel finans krizinin bazı Avrupa ülkelerinde yoğunlaşması öncesindeki dalgasıyla ilgili olarak, “AB reformları bizi krizden korudu” dediğini hatırlıyoruz, ki doğru olan değerlendirme bu olsa gerek. Ancak, eksik ve yarım haliyle dahi bizi krize bir ölçüde dayanıklı kılan reformlardaki “rehavet, tavsatma ve sürüncemede bırakma” politikalarının izahı çok zor. Bu noktadan Bozkır’ın beyanına dönersek: Volkan Bozkır “AB artık yeni üyelere para sağlayan bir yer olmaktan çıkmış, kendi üyelerinin sorunlarıyla uğraşmaktadır” diyor. Peki, Türkiye’nin AB üyeliğine talip olurkenki birinci hedefi birlikten para almak mıydı, yoksa AB kriterlerinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti standartlarını yakalayıp, sonrasında bunun ekonomik yapıya da getireceği pozitif kazanımlardan yararlanmak mı? Ayrıca, birlik üyesi olmanın gerektirdiği hukuk ve demokrasi kriterlerine uyumda isteksiz, hattâ dirençli bir tavrı ısrarla sürdürürken, AB’nin bazı üyeleri ekonomik açıdan sıkıntıya girdiğinde, “Artık oradan bize para gelmez, bu yüzden AB rüyası bizim için bitmiştir” diyen bir yaklaşımın etik değerler ve samimiyetle izahı mümkün mü? Temennî edelim ki, Bozkır’ın sözleri eksik ya da yanlış yansıtılmış olsun ve düzeltilsin. Aksi halde, Türkiye’yi AB üyeliğine hazırlamakla görevli bir kurumun, fırsat kollayan AB karşıtlarına teslim edildiği yönündeki algılama daha da kuvvetlenir. Bozkır’ın seleflerinden, 20035’te aynı görevi üstlenmiş olan Murat Sungar, “O dönemde ‘Bırakalım bu siyasî kriterleri, daha teknik gidelim’ diyordum” itirafıyla, bu algıya ciddî bir katkı vermiş ve biz bunu “Vahim bir itiraf” diye nitelemiştik (Yeni Asya, 13.1.10). Bozkır’ınki daha da vahim... 18.06.2010 E-Posta: [email protected] |