Baki ÇİMİÇ |
|
Niyet-i sadıka ve ihlâs |
Ameller niyetlere göredir.” 1 “Niyet bir rûhtur. O rûhun rûhu da ihlâstır." 2 “Ve keza, nazarla niyet mâhiyet-i eşyayı tağyir eder. Günahı sevaba, sevabı günaha kalb eder. Evet, niyet âdi bir hareketi ibâdete çevirir. Ve gösteriş için yapılan bir ibâdeti günaha kalb eder."3 Niyet; azîm, kasıt, kesin irâde; kalbin bir şeyi bilmesi; kalbin bir şeye karar verip, o işin niçin yapıldığını bilmesi anlamında bir kavramdır. Niyet kalbin yönelmesidir. Bir arzu ve duygudur. Kalbdeki mânâların veya tesirât-ı hâriciyeden tevellüd eden temâyüllerin yönünü belirlemede başlayan ve o müyûlâtın seyrinin devamında veya fiil hâline gelmesinden önceki arzu ve istektir. O fiil boyunca niyet devam eder. İhlâs ile o niyet hem kıymet kazanır, hem de Allah’ın rızasına ulaşır. Bedîüzzamân Hazretleri niyet için şu izahatları yapar. ”Evet, niyet öyle bir hâsiyete mâliktir ki, âdetleri, hareketleri ibâdete çeviren pek acîp bir iksir ve bir mâyedir. Ve keza, niyet ölü ve meyyit olan hâletleri ihyâ eden ve canlı, hayatlı ibâdetlere çeviren bir rûhtur. Ve keza, niyette öyle bir hâsiyet vardır ki, seyyiâtı hasenâta ve hasenâtı seyyiâta tahvil eder. Demek, niyet bir rûhtur. O rûhun rûhu da ihlâstır. Öyleyse, necat, halâs, ancak ihlâsladır. İşte bu hâsiyete binaendir ki, az bir zamanda çok ameller husûle gelir. Buna binaendir ki, az bir ömürde Cennet, bütün lezâiz ve mehâsiniyle kazanılır. Ve niyetle insan daimî bir şâkir olur, şükür sevabını kazanır.”4 Yine Mesnevî-i Nuriye’de gelen şu ifâdeler de niyeti izah etmektedir: “Hayrat ve hasenâtın hayatı niyetledir. Fesadı da ucub, riyâ ve gösterişledir. Ve fıtrî olarak vicdanda şuurla bizzat hissedilen vicdaniyâtın esası, ikinci bir şuur ve niyetle inkıtâ bulur. Nasıl ki amellerin hayatı niyetledir. Onun gibi, niyet bir cihetle fıtrî ahvâlin ölümüdür. Meselâ, tevâzua niyet onu ifsad eder; tekebbüre niyet onu izâle eder; feraha niyet onu uçurur; gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hâkezâ, kıyas et.”5 Niyetin ihlâs ile bir iksir ve mâye oluşu ne kadar mânidardır. Basit bir âdeti sünnet niyeti ile yapan kişi âdetini ibâdete çevirmiş olur. Niyet bir rûh ise o rûhun da rûhu ve özü ihlâstır ki ölü mânâları hayattar ve canlı hâle getiriyor ve nûrlandırıyor. Niyet ihlâs ile kıvama geliyor ve bizi Rabbimizin rızasına kavuşturuyor. Allah’ın rızası niyetin rûhu olan ihlâs hakîkati ile taçlanıyor ve kalbî ve fiilî ameli semeredâr hasenâta kavuşturuyor. Risâle-i Nûr Külliyatının hiçbir bölümünün girişinde “On beş günde bir okunmalıdır” ihtarı yapılmadığı halde İhlâs Risâlesi’nin girişinde “Bu Lem’a lâakal her on beş günde bir defa okunmalı” diye çok önemli bir ihtar ve uyarı yapılmıştır. Çünkü ihlâs bütün amelleri hem nûrlandırıyor, hem canlandırıyor hem de hayattar yapıyor. Bir nevî amellerdeki niyetlerin rûhunu ubûdiyetin rıza makamına çıkarıyor. Böylece ameller hayattar bir mânâ kazanıyor ve kul kalbî mi'raclarla evc-i âlâya doğru uruc ediyor. Üstad Bedîüzzamân On Yedinci Lem’a’da “Medar-ı necat ve halâs, yalnız ihlâstır. İhlâsı kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlâslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır. İhlâsı kazandıran, harekâtındaki sebebi sırf bir emr-i İlâhî ve neticesi rıza-yı İlâhî olduğunu düşünmeli ve vazîfe-i İlâhiyeye karışmamalı."6 şeklinde mükemmel bir tesbit yaparak ihlâs hakîkatini izah etmiştir. Böylece kurtuluşun sadece ihlâsla olduğunu, ihlâsı kazanmanın, muhâfaza etmenin ve mânilerini def etmenin çarelerini ise İhlâs Risâlesi’nde ayrıntıları ile açıkladığını görüyoruz. Bir fiillin bidayetinde müyûlat-ı kalbîye, tesirât-ı hâriciye ve niyet vardır. Ancak o müyûlat-ı kalbîye ve niyetin amel boyutunda Allah’ın rızasına kavuşmasının şartı ihlâs iledir. Çünkü ihlâs şartsız Allah’ın razı oluşuna bakar. Ya’nî ön şartsız olarak niyet edilen fiilin Allah’ın rızası aranarak yapılması ihlâs iledir. Yoksa o fiilin rûhu söner ve o niyette Allah rızası kaçar, nefsî ve dünyevî bir niyet ve amel olmuş olur. İhlâs karşılıksız olarak Allah’ın rızası için yapılan davranıştır. Sadece Allah’ın razı oluşuna yönelmek ve sadece O'ndan (cc) istemek ve rızası dairesinde itikad ve duruş yapmaktır. Bu duruş ve tavırdan sonra neticeyi düşünmemek hatta ve hatta amelini Allah’ın vazîfesine bina etmeden yapmaktır. Peygamber hayatlarında ve kıssalarında hep bu duruş ve niyetin ihlâs izdüşümlerini görürüz. Hz. İbrahim (as) ateşe atılırken Allah (cc) Cebrail'i (as) gönderip “Kulum İbrahim’e söyle benden bir isteği var mı?” Dediğinde Hz. İbrahim’in (as) duruşu ve sözü yine ihlâs sırrının zirvesini taşımaktadır. “Allah bize yeter; O ne güzel vekildir."7 sırrı ile Allah’ın rızasına göre duruş yapmak ve sadece O’ndan (cc) istemek ve sebeplerin de Allah’ın emri altında olduğunu bilmek ve öyle bir teslimiyet ve ihlâs ile kulluğun zirvesine çıkmak. Böylece eşyanın esmâ ile olan ilişkisini ve âlemlerin Rabbine olan îmân ve teslimiyetin sırrını aralamak ve anlamak. Yine Hz. İsmail’in (as) bıçak karşısında duruşu ve teslimiyetinde de aynı sırla karşılaşırız. Ön şartsız bir teslimiyet, îmân ve ihlâs sırrı ile zahirde kesen bıçak kesmez olur. O îmân ve ihlâs karşısında Yüce Allah kulu İsmail’i korumuş ve kesen bıçağa bu îmân ve ihlâslı duruşun karşısında kesmemesini emretmiştir. Böylece eşyanın emir ile şekil aldığı ve Allah’ın kudretine boyun eğdiği hakîkati zahir olarak ortaya çıkmış oluyor. Demek ki ihlâs öyle bir iksir ve rûh ki ateşin yakmamasına ve bıçağın kesmemesine giden yolun mukaddimesi olabiliyor. Çünkü bütün sır âlemlerin Rabbini razı edici duruşlar yapabilmekte ve öyle davranabilmekte. Ön şartsız bir îmân ve teslimiyet sırrı sanırım ihlâs hakîkatinde yatıyor. Ya’nî, Allah’ı razı edici duruşlar ve ameller yapabilmek. İnsanın aklı, kalbi, vicdanı ve rûhu mutmain olmak için kalbin ameli olan ihlâs sırrına muhtaçtır. Çünkü yapılan ameller Allah rızası için sırr-ı ihlâs ile mayalanıyor ve netice veriyor. Böylece aklın marifetullah mertebeleri, kalbin muhabbetullah neticeleri ve rûhun hayattan mânevî gıdaları ihlâs sırrı ile iksirleniyor ve latîfe-i rabbâniyemiz tam gıdalarını almış oluyor.
Dipnotlar:
1- Buharî, Bed’ü’l-Vahy: 1. 2- Mesnevî-i Nuriye, 2006, s: 112. 3- Mesnevî-i Nuriye, 2006, s: 84. 4- Mesnevî-i Nuriye, 2006, s: 112. 5- Mesnevî-i Nuriye, 2006, s: 318. 6- Lem’alar, 2005, 323. 7- Âl-i İmrân Sûresi, 3: 173. 22.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Huzurlu bir ömrün garantisi imândır |
Endişe, kaygı ve korkulardan uzak, huzûr ve mutlu bir ömür sürmenin yegâne garantisi imândır. İnsanın rûh/duygu ve bedenindeki cihaz ve âletlerin yapısıyla işleyiş tarzını incelediğimizde yaratılışın asıl ve en büyük gayesinin “imân ve ibâdet” olduğunu ve buna göre dizayn edilip programlandığını anlarız. Bu da yaratılış amacına uygun savunma mekanizmalarının zarûretini ortaya koyar. Yanlış da olsa, fıtrî olarak ortaya koyar. Meselâ, şu uçsuz bucaksız kâinatı yaratan ve yöneten sonsuz bir güce inanmak zorunludur. Aksi halde tesadüflerin ve unsurların oyuncağı ve düşmanı olunur. Aslında tapınma fıtratımıza konulmuş bir hakikattir. Tarih boyunca (bâtıl, yanlış, sapık da olsa) en ilkel toplumlarda bile, inanma, tapınma, ibâdet etme ve sığınmanın1 olagelmesi; insan rûhu için imân-ibâdet ve duâ; nefes almak gibi temel bir ihtiyaç olduğunu gösterir. Ancak, temiz hava ve su bulamayan pis ve kirlisiyle yetinir. Gerçeğe ulaşamayan, Allah’ın tanıyamayan, Onun vasıflarını maddeye, toteme, putlara taksim eder, yanlışa düşer. Kimi zaman da bu tapınma ihtiyacını; sevdiklerini, güçlü kabul ettiği şahsiyetleri yüceltme mekanizmasıyla putlaştırır ve “gizli şirke” düşer! İnsan sosyal bir varlık olduğundan ilgi görmek; yardım almak; hemcinsleriyle bir arada bulunarak yalnızlığın pençesinden kurtulmak ister. Oysa, hayat şartları, insan duyguları çoğu zaman bu ihtiyacı karşılayamaz. Karşılasa da çok pahalıya satabilir. Belki birçok sıkıntı ve problemleri de beraberinde getirir. İşte meleklere imân; bu fıtrî ihtiyacı çok ucuz ve yan etkisiz karşılamaktadır. Eğer, kâinatı dolduran ve tabiat hadiselerine nezaret meleklere imân olmazsa bu sefer, hayâlî uzaylılar icad eder ve onları yücelterek melekî özellikler atfeder. Ömrümüzün her saatinde, her gününde karşılaştığımız çeşitli sıkıntı, problem, hastalık, felâketler ve “ölüm” karşısında âcizimizi ortaya koyar. Onun baskısından kurtulmak için kaçış, aldırmama, unutma gibi mekanizmalar geliştirilir. Oysa, öldükten sonra dirilmeye imân, stres ve çâresizliklerimiz karşısında tam bir emniyet verir.2 Eğer hayatımız imânla yoğrulmazsa, ıztırap, sıkıntı, üzüntülere boğuluruz.3 İşte imân, dünyada dahi mânevî Cenneti temin eder ve ölümü Cennet tezkeresine çevirirerek4 gayr-i meşrû, palyatif ve zararlı savunma mekanizmaları geliştirmekten kurtarır. “Stres ve problemi” eyleme dökme arayışı, kuvve-i gadabiyenin muhtemelen fıtrî bir sonucudur. Meselâ, kızgınlık bir savunma mekanizmasıdır. Bunun, telâfisi imkânsız bir harekete dönüştürmek de ihtimal dahilindedir. Ancak, bu arayışa karşı insanlığı en güzel kıvamda yaşamış, yaratılanlar içinde en güzel örnek ve güzel ahlâkın mücessem timsali zatın (asm) teklifi, abdest almaktır. Abdest almakta hem eyleme vurmak şeklindeki savunma mekanizması müsbet bir yola kanalize edilmiş olacak, hem de “savunuyorum” düşüncesi ile bedene ve ruha verilen zararlardan uzak kalınmış olacaktır.
Dipnotlar:
1- Prof. Dr. Ünver Günay, Din Sosyolojisi, İnsan yay, İst, 1998, s. 222-223; 2- Sözler, s. 25; 3- Mektûbât, s. 450. 4- Hutbe-i Şâmiye, s. 75
22.03.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Risâle-i Nur ve rivayetler |
Erkan Bey: “Hiçbir vakit hak ona muhtaç olmayan mübâlâğalı tergib ve terhib ile, gıybeti katle müsâvî veya ayakta bevl etmek zinâ derecesinde göstermek veya bir dirhemi tasadduk etmek hacca mukabil tutmak gibi muvâzenesiz sözler, katl ve zinâyı tahfif ve haccın kıymetini tenzil ediyorlar.” (Muhakemât, s. 27) “Meselâ: ‘Gıybet katl gibidir’ demek, gıybette öyle bir ferd bulunur ki, katl gibi bir zehr-i katilden daha muzırdır.” (Sözler, s. 313) Üstad Hazretleri bir yerde muvâzenesiz söz dediği bir cümleyi Sözler’de hadis olarak verip izahını yapıyor. Îzah eder misiniz?”
Bedîüzzaman Saîd Nursî, İslâmiyet’i tebliğ ve temsil edenlerin mutlak sûrette dengeli, tutarlı, bilgili ve ölçülü hareket etmelerinin vazgeçilmez bir zaruret olduğunu, çünkü İslâmiyet’in ölçü, denge ve bilgi dini olduğunu; aksi takdirde faturanın dine çıkarılacağını, bunun da dine zarar vereceğini her fırsatta vurgular. Ona göre hatipler ve vaizler, bir hakikati nasılsa öyle ifade etmelidirler. Hakikati, kendi öz vasfından başka bir takım ilâve vasıflar ve nitelikler yükleyerek, yani mübalâğalı bir söylem kullanarak takdim etmek tahrifattan başka bir şey değildir. Hakikatin mübalâğaya ihtiyacı yoktur. Hadis rivayetleri döneminde bir kısım mübalâğacı râvîler veya nakilciler, ya cehillerinden, ya sözlerine rağbeti arttırmak arzularından, ya kendilerini bilgili göstermek isteyişlerinden, ya da Müslüman olmazdan önceki malûmatlarının da itibar görmesini istediklerinden; mübalâğa ve mücâzefe karıştırmak suretiyle, naklettikleri hadislerin ana metinlerine maalesef zarar vermişlerdir. Muhaddisler ve Hadis tenkitçileri de böyle ölçüsüz ve dengesiz rivayetlerin zayıf veya uydurma olduklarına hükmetmişler, bütününden vazgeçmişlerdir. Böylece bir takım rivayetler, üzerlerindeki tozuyla beraber günümüze kadar gelmiştir. Biraz dikkat edildiğinde bu tür rivayetlerin içerisindeki Peygamber (asm) sözünün ve hikmetinin nurunu görmek pekâlâ mümkündür. Buna açık bir misal olarak Bedîüzzaman, şakk-ı kamer mu'cizesine sonradan yapılan ilâveyi gösterir. Şöyle ki: Peygamber Efendimizin (asm) bir parmak işaretiyle ay’ı ikiye bölmesi; şüpheye mahal vermeyen, mütevâtir, parlak ve yüksek bir mu'cizedir. Bu mu'cizeye mücâzefe meyli ile, yani sözüne rağbeti arttırmak ve dikkat toplamak meyli ile sonradan yapılan; “ay’ın bölündükten sonra yeryüzüne indiği ve Hazret-i Peygamber’in (asm) cebine girip çıktığı ilâvesi düpedüz bir yalandır, bir uydurmadır, bir düzmecedir. Bu düzmece ilâve, o güneş gibi aydınlık mu'cizeyi Süha yıldızı gibi gizlediği ve ay gibi parlak Peygamberlik delilini perdelediği gibi, münkirlerin inkârlarına da kapı açmıştır.1 İşte, gıybeti katle eşit gören rivayet de böyle bir mücâzefenin kurbanı olmuştur. Bedîüzzaman Hazretlerinin Muhâkemât’taki eleştirisi—hâşâ—hadisin kendisine değil; hadisi mânâ olarak rivayet ederken, lâfızda muvazeneyi kaybeden, ölçüsüz sözlerini veya zanlarını da hadis metni içinde zikreden bir kısım râvîler zincirinedir. Çünkü hadislerin ve dinin yanlış anlaşılmasına sebep olmuşlardır. Nitekim Said Nursî Hazretleri, Yirmi Dördüncü Söz’de “On İki Asıl” ile hadis rivayetlerinin nasıl yorumlanması gerektiğini, rivayetlerden gelen bazı yanlışlıkların sebeplerini, hadise söz ilâve etmenin vebalini, bedelini, bu tahrifatın açtığı vahim yaraları ve bu ilâvelerden hadisleri ayıklama yollarını gösterir. Meselâ Üçüncü Asıl’da Sahabe zamanında benî İsrail ve Nasara ulemasından Müslüman olanların eski malûmatını da İslâmiyet’e taşıdıklarını, bazı tutarsız hikâyeleri eski bilgilerine dayanarak rivayet ettiklerini, bunun da zamanla İslâmiyet’in malı gibi zannedildiğini kaydeder. Dördüncü Asıl’da râvilerin bazı kavillerinin ve yorumlarının da hadis metni içine girebildiğini, bunun ise zamanla hadis telâkki edildiğini; oysa insanın hatadan beri olamayacağından, onların vakıaya muhalif yanlış beyanlarının, zamanla rivayetlerinin de zafiyetine hükmedilmesine sebep olduğunu beyan eder. Yedinci Asıl’da pek çok teşbih ve temsillerin zamanla ilmin elinden cehlin eline geçtikçe mânâlarının da yanlış anlaşıldığını kaydeder. Onuncu Asıl’da ise, her beşerî fiilde ve amelde harika bir fert bulunduğunu, fakat gizlendiğini; bunun, benzer fiillere numune teşkil ettiğini beyan eder. Bu çerçeveden bakıldığında “Gıybet, katl gibidir” rivayetinde bir hakikat payı vardır ve bu pay Peygamber Efendimize (asm) aittir. Fakat bu hadisteki muvazene, rivayet esnasında bozulmuştur. Bu hadisin doğru mânâsı: “Gıybette, katl gibi bir zehr-i katilden daha muzır bir fert vardır” şeklindedir ki; bu, gıybetin en aşağı derecesidir.2
Dipnotlar:
1- Muhâkemât, s. 27, 28. 2- Sözler, s. 313.
22.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Hazin bir değişim hikâyesi… |
Hazin hikâyemize nereden başlayacağımızı, biz de bilemiyoruz. Bir çoğunuzun eteğinden-ucundan da olsa bildiği şu kıssalardan oluşan hikâyeye başlayacağımız noktayı eksik görüp, geriye gitmek isteyenlerden şimdiden özür diliyoruz. Ne olup bittiğini bilmeden, Türkiye'nin hüznünü henüz göstermeyen sabahında uyandığımızda, o “gelenekçi-yenilikçi” kavgasının sesleri mahalleyi sarmıştı. Aynı mahalleli oldukları halde, bir kısım yaşları daha genç olanlar törelerine ve yaşlılarına isyan etmişlerdi. Kendilerine yenilikçi diyen; genç, üniversite mezunu veya akademisyen ve aynı zamanda Avrupa dili bilen ve teknolojiyi iyi kullanan bu yeni grup, kısa zamanda mahallenin sokak ve caddelerini tuttular. Yaptıkları ilk iş; güzel bir hamam safasından sonra berbere gitmek ve sonra da şehrin en lüks semtindeki bir mağazadan yeni urbalar ve gömlekler satın alarak, sitillerini tamamen değiştirmek oldu. Kısmen sakallar ve bıyıklar fora olurken, Avrupaî renk ve desenler bu “yenilikçiler de” hemencecik esas oldu. “Değişim” kelimesi o günden sonra en şanslı ve talihli zamanlarına kavuştu. Kürsülerde, ekranlarda, meydan nutuklarından ve hatta bu tempoya uyan üniversitelerde ağızlara tad verdi. Birisine herhangi bir meselede kızgınlığı olanlar bile “değişime direniyor! Değişimi durduramayacaktır!” silâhına davranıyorlardı. Bu yenilikçilerin arkalarını çok kuvvetli, zengin ve ağzı lâf yapar yerlere dayadıklarını; giyimlerinden, sofra ve bineklerinden anlıyordunuz. Aristokrasinin lokantalarına oturur ve direkt Paris ile bağlantılı moda evlerinden giyiniyorlardı. Düne kadar halkın içinde koşan, taşralı kimlikleriyle tanınmış ekibin birden bire sınıf atlaması, gömlek değiştirmesi ve şehrin lüks semtlerine taşınmaları ile zamanlarda mahallede öfkeye sebep olsa da, “Yenilikçilerin” ulaştıkları yüksek mevkilerden faydalanma duygusu ağır bastı… Zamanla serzenişler yerlerini yârenliklere terk ettiler… Rüyâlarında göremedikleri lüks hayatlara kavuşan yenilikçi ve değişimci kadro, dönüşümü kolaylaştırmak üzere ta varoşlara kadar bahşiş, hediye veya rüşveti eksik etmemeye çalıştılar. Yenilikçilerin başlattıkları değişim zamanla mahallerde de hissedilmeye başlandı. Önce kuaförler ve terziler yerlerini aldılar. Düne kadar ütüsüz pantolon, cübbe veya yakasız gömleklerle dolaşanların bazıları, lacivert takım elbiselerin içinde tanınmayacak kadar değiştiler… Mahallenin siyah çarşaflı hanımları da “değişim” dediler. Önce çarşafı indirdiler ve kısa bir süre sonra da pardüsüyü… Reis ve muhtar çıkaran mahalleli, efendilerin eşlerine bakarak eşlerini giydirdiler. Aristokrasiye biraz daha yanaşabilme uğruna kadınlara da “takım elbise” siparişi verildi… Başörtüleri ise küçüldükçe küçüldü… Bazılarında ise Paris türbanı sınırına çekildi, tesettür… Aristokrasinin sofralarına babalarıyla oturan küçük kızlar, dışlanmamak için başörtüsünü ileri bir zaman tehir ettiler. Tıpkı bedevîlerde çobanlık yapan kızların örtünmeyi evlilik sonrasına bıraktıkları gibi… Evlerdeki değişim de heyecan vericiydi… Yalnız yeni evlere taşınılmıyordu. Evin iç dizaynı da “dönüşüme” uygun hale getirilmişti. Mahallede iken evine müstehcen neşriyat girmesin diye bakkaldan gazeteden kese kâğıdı almayan babalar, incecik geniş ekranları misafir odasının başköşesine yerleştirdiler. Çocukların odalarında yine ekranlar ve internet bağlantılarıyla, şehrin en zengin ailesini arattırmayacak dekora özen gösterdiler… Mahallede değişim rüzgârını başlatanlar, meselenin yalnızca şekli ve fizikî değişimle hallolmayacağını hemencecik kavramışlardı. Mahalle hayatının bir bütün olarak değişmesi gerekiyordu. Meselâ aile ferdlerinin evdeki duruşları tebessüm, yürüme, konuşma, kominikasyon tekniğini kullanma masaya oturma ve muhatabının gözlerinin içine bakma tarzına kadar değişim kaçınılmazdı. Şarkın; mahcub, mütevazi, süklüm büklüm ve utangaç tipleri İkinci Avrupa Standarlarına uymuyordu. Avrupa ekranlarına, oradaki programların ve bilhassa filmlere bakıp, Hollywood aktristlerinden bile ders alınmalıydı. Bu köklü ve büyük değişim devrimini hisseden Amerikalı psikolog ve pedagoglar bunu fırsat bildiler. NLP teknikleri adı altında Avrupaî hayat tarzını müşahhas paketler halinde bizim mahalleye servis yapmaya başladılar. Azıcık güzel de oldu… Bizde bu sayede çok kişi kısacık sürede iş sahibi olup zengin oldular. Kariyer sahibi oldular. Şarkı garba monte projesi bir süre sonra sektör haline geldi. Mahallenin hocası, öğretmeni, muhtarı ve azası hep birlikte kişisel gelişim kurslarına iştirak ederek icazetnameler aldılar. Aristokrasiye yıllardır özenmiş taşralıya yükselme fırsatı veren o değişim hareketinin, dönüşüm ile sonuçlanması için, yenilikçilerin İkinci Avrupa ile dizdize omuz omuza çalışmaları tedirgin ediyorsa da, netice itibariyle bunlar mahallerimizin çocuklarıydı. Yani bizim çocuklar bize ihanet edecek değillerdi. Mahallerimizin gençleri bu “değişim” hareketine katılmadan önce çok tutucuydular. Bir yabancı gencin mahallenin kıyıcığından geçmesi, onların delikanlılığına yetiyordu. İffet, sadakat, hüsn-ü sîret, temizlik ve itaat gençlerimizin kadınlar için belirledikleri bir kimlikti. Fakat geçen zamanlarda, sözkonusu yerlerde de değişim yaşandı. İnce bir feminizmin hastalığı mahalleli kadınların seslerini habire yükseltti. Hanelerden artık erkek seslerine bedel kadın sesleri sokağa taşıyordu. Duyulan habere göre muhtarımızın muhterem eşleri, bu kadın hürriyetlerini İslâm ülkelerine de kabul ettirmeyi Avrupa meclislerinde üzerine vazife almış, bu şevk ile Arap çöllerine düşmüş, hanım efendi. Mahallemizdeki değişim ve dönüşümün hazin hikâyesini bir yazıda bitirmemiz mümkün olmayacak. Mahalle müezzinlerinin bütün camilere bir yerden ezan okumaları, çocukların ve kadınların gezindikleri sahilin çıplaklar plajına dönüştürülmesi, ortadereceli okullardaki kızlarımıza mini etek mecburiyetinin getirilmesi ve her mahallenin (dindarlar dahil) cebine bir adet banka kredi kartının konulması gibi yüzlerce değişimi şu daracık çerçevede nasıl hikâye edebiliriz ki… Bir gün yolunuz bizim mahalleye düşerse; önceki zamanların kapı önlerindeki akyaşmaklı annelerini göremedik diye üzülmeyiniz. Onlar o sırada mutlaka fitnescentrum'da fazla kilolarını atmakla meşgullerdir. Sokak aralarında topun ardı sıra koşuşturan yumurcakları merak etmeyiniz. Anneleri çalışan henüz okulda ve yuvada, diğerleri de odalarındaki ekranların başındadırlar. “Uzaktan dönüşüm” projesi çerçevesinde kimyasal değişimlerini yaşıyorlar. Meselenin en hazin tarafı da mahalleden çıkma muhtarımız ve reisimizin bu manzaradan çok mutlu olmaları bütün bu değişim manzaralarını gördüklerinde coşuyorlar ve işte modern Türkiye diyorlar… Avrupa'nın izindeki güçlü Türkiye!
22.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Yanlışı savunmaya devam mı? |
Özür dilerim, hukukçu olmadığım ve —ayıp değil— bilmediğim için soruyorum: Herhangi bir kişi hakkında düzenlenen ‘iddianame’yi kimler inceleyebilir? Daha doğrusu kimler, incelediği iddianame sonrası ‘hüküm’ verebilir ve suçlanan kişilerin suçsuz olduğunu dünya aleme ilân edebilir? Bilebildiğimiz kadarıyla hazırlanan iddianameler sonrası onu incelemek, sonrasında da hüküm ve karar vermek mahkemelere, hakimlere aittir. Başka herhangi bir ‘yetkili’nin bu konularda karar vermesi mümkün değil. Es kaza böyle bir hüküm ve karar verilmiş olsa bile bu hiç kimseyi bağlamaz. Ancak ve ancak mahkemeler ve hakimlerin verdiği kararlar bağlayıcı olur. Ergenekon tartışmaları sonrasında bu kurala pek de uyulmadığı görülüyor. Gerek siyasetçiler ve gerekse bazı silâhlı bürokratlar itham edilen kişilere en başta sahip çıkıp “Biz onlara kefiliz, onlar böyle şeyler yapmaz” diyor. İddiaların doğruluğuna ya da yanlışlığına ‘amir’ler ve ‘yöneticiler’ değil, hakimler ve mahkemeler karar vermeli. Suçlanan kişiler mahkemeye çıkmadan onları ‘suçsuz’ ilân etmek, bu konuda karar verecek olanları töhmet altına bırakmak anlamına da gelmez mi? Rütbeli kişilerin sözleri aynı zamanda ‘adil’ olması gereken yargıyı etkilemez mi? Bağışlayın, bir noktayı daha anlayamıyoruz: Eskiden beri gazetelerde rastladığımız ve Erzincan dâvâsıyla ilgili olarak yeniden gündeme gelen “TSK’nın köylere, muhtaçlara, fakirlere yardım yapması” meselesi var. “TSK şu kadar yadım etti, bu kadar yiyecek-giyecek dağıttı” türündeki haberler normal midir? Bilindiği gibi fakir fukaraya yardım etmek için devletin kurduğu özel vakıflar ve dernekler var. Meselâ, kısaca Fak-Fuk-Fon olarak bilinen “Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı” hemen her yerde kaymakam ve valiliklere bağlı olarak muhtaçlara her türlü yardımı ulaştırıyor. Daha doğrusu yıllar önce kurulan bu vakfın görevi, devletin imkânlarını muhtaç olanlara ulaştırmak. Anlamadığımız şey, ‘devlet’in Fak-Fuk-Fon aracılığıyla yaptığı yardımların askerler tarafından muhtaçlara ulaştırılması değil. Tamamen ‘kendi imkânlarıyla yardım yapması’yla ilgili haberleri doğrusu anlayamıyoruz. Netice itibarıyla TSK bir ticarî kuruluş olmadığına göre ‘kendi imkânlarıyla’ yardım yapabilir mi? Bilebildiğimiz kadarıyla TSK, ‘dış düşman’ı def etmek haricinde ‘sel ve afet’ gibi konularda devreye girer ve vatandaşa yardım eder. Yoksa un, tuz, şeker gibi yardım yapmasına pek şahit olunmaz. Bunca yaşımıza rağmen ne kendi köyümüze ne de komşu köylere bu şekilde bir yardım yapıldığını hiç görmediğimiz gibi, babalarımızdan da duymadık... Vatan’da yer alan uzun bir röportajda Genelkurmay Başkanı “TSK’da hiç kimse cami bombalayacak kadar alçalamaz” demiş. (Vatan g., 21 Mart 2010) Hatırlanacağı üzere, geçtiğimiz günlerde ortaya çıkarılan “Balyoz darbe planı”na göre bazı camilerin bombalanması ve bu şekilde darbeye zemin hazırlanmasının planlandığı iddia edilmişti. Bu iddiların da doğru ya da yalan olduğuna yine mahkemeler karar verecek ve vermeli. Elbette değil TSK’dan hiç kimsenin, hiçbir kurumdan hiç kimsenin cami bombalayacak kadar alçalması beklenemez ve beklenmemeli. Ancak aynı şekilde hiç kimsenin “pimi çekilen bombayı askerin eline vermesi” de beklenmez ve beklenemezdi. Maalesef dünya şahittir ki “beklenmeyecek” olan “pimi çekilen bombayı askerin eline verme” hadisesi gerçekleşti! İnşaallah, gerçekleşmemesi gereken hadiselerin tekraren gerçekleşmesine şahit olmayız!
22.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
AKP’nin ABD çıkmazı… |
Türkiye-Ermenistan “normalleşme protokolleri”ni âdeta ıskat eden Amerikan Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nin “soykırım isnadı”, sâdece “Ermeni açılımı”nı fiyaskoya dönüştürmekle kalmıyor. ABD’nin küresel ve bölgesel hegemonyası ve çıkarları üzerine kurulu “Ankara-Washington stratejik ortaklığı”nın ne denli kırılgan, sathî ve samimiyetsiz olduğunu su yüzüne çıkarıyor. Bilindiği gibi daha önce, “CIA’cı” David L. Phillips, “Türk resmî yetkilileri, Obama ile 7 Nisan’da İstanbul’da buluştuğunda, Ermeni açılımı’nda Dağlık Karabağ’ın statüsüne dair resmî herhangi bir ön şart olmadığı teminatını verdiler” demişti. Keza Komite’de konuşan ABD Dışişleri Avrupa ve Euro-Asya İşlerinden Sorumlu Bakan Yardımcısı Philip Gordon da, tıpkı Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan ve Dışişleri Bakanı Nalbantyan gibi “Protokollerle Karabağ işgalinin iki farklı süreç olduğunu” iddia etmişti. Artık herkesçe mâlûm ki Ermenice “büyük felâket” tabirini kullanan ve son günde Amerikan Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi’ye göstermelik telefonunun dışında “stratejik müttefiki” Türkiye lehine en ufak bir çaba göstermeyen Obama ve Amerikan yönetimi, açıkça “Ermeni tezi”ni destekliyor. Azerbaycan’ın yüzde 20’sini işgalle bir milyon Azerî kaçkını (göçmeni) yurtlarından sürüp perişan eden Ermenistan’ın yanında yer alıyor. “Yahudi lobisi”yle birlikte “tasarı”nın kabulüne çalışıyor. Beyaz Saray’daki “bir toplantı”dan dönen üyelerin son dakikada “evet” oyu vermeleri ve “tasarı”nın bir oyla geçmesi, bunun bâriz göstergesi…
ANKARA ALTTAN ALIYOR… ABD’nin takdir ettiği “Afrika ile stratejik ortaklık son turu”dan dönen Cumhurbaşkanı Gül’ün, “Her şeyi söyledik, Kafkaslar’daki durum ortada. Obama’yla artık bu meseleyi konuşmam, konuşacak neyim olabilir ki?” serzenişi bunun ifâdesi. Amerikan Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un Yardımcısı Gordon, şimdi de bir yandan “Türkiye, meselesini anlatması için Büyükelçisini Washington’a geri göndermeli” diyor. “Türkiye bizim için çok önemli bir ortak; Obama dış gezilerden ilkini Türkiye’ye yaparak bunun önemini gösterdi” diye konuşuyor. Diğer yandan, “Soykırım tasarısı”nın Temsilciler Meclisi’nde daha ileri aşamalara gidemeyeceği ile ilgili teminatlar doğru değil; Kongre bağımsız bir organ ve kararını kendi verir” örtülü tehdidini savuruyor. Yönetimin Kongre’ye karışmayacağı taktiğini güdüyor. Kısacası ABD, “model ortak” dediği Türkiye’ye karşı acımasızca reel-politik “Ermeni soykırımı” kartını oynuyor… Ne var ki Ankara Washington’a karşı kırılgan; arkadan hançerlenmeyi hâlâ alttan alıyor. Her fırsatta AB’ye rest çeken, ancak günaşırı en az 30-40 sivilin katledildiği Irak’ı ağzına almayan Erdoğan, krizi oylama biçiminin komediliğine birkaç üyeye indirgeyip yüklemekle kalıyor. Ve bütün bunlara karşı, Başbakan’ın AB’ye meydan okumasına seyirci kalan Devlet Bakanı ve AB Başmüzâkerecisi Bağış, Alman Der Spigel’e verdiği röportajda, “ABD’nin resmen soykırımı tanımasına tepkiniz ne olur? İncirlik Üssü kapatılabilir mi? NATO’dan çıkar mısınız?” sorusunu, “Bunu okurlarınızın hayal gücüne bırakacağım” cümlesiyle geçiştiriyor. Peşinden de “Irak’taki ABD askerlerine giden lojistik desteğin yüzde 70’i İncirlik Üssü’nden geçiyor” ikrarıyla Türkiye’nin Müslüman komşu bir ülkeye karşı “savaş ve işgal ortağı” yapıldığı itirafında bulunuyor…
“İNCİRLİK ÜSSÜ KAPATILAMAZ” MIŞ! Bağış’ın bu itirafı, Irak’ı işgale giden 65 bin Amerikan askerinin Türkiye topraklarında konuşlanmasına ve geçişine dair “tezkere”nin reddinin ardından Amerika’ya giden Millî Savunma Bakanı Gönül’ün Los Angeles World Affairs Council’deki konferansta “Irak savaşında ABD İncirlik’i kullandı ve buradan 4 bin 990 sorti gerçekleştirdi; ‘tezkere’nin açığını telâfi ettik” güvencesini hatırlatıyor. Keza Meclis’i by pass eden AKP hükûmetinin, CIA işkence uçaklarına Türkiye’nin hava sahasını ve havaalanlarını kullandırmasını gözler önüne seriyor. “ABD’ye destek hamûlesi”ni çıkarıp, havaalanları ve limanları Amerikan işgal güçlerinin savaş uçaklarına, mühimmat ve savaş malzemesine açılması”ndaki “Amerikan eksenli politikaları sözkonusu ediyor. Şu garabete bakın; Amerikan Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Duncan McNabb, İncirlik’in ABD için Irak ve Afganistan’a ikmaller açısından merkezi önemde bir üs olduğunu söylüyor. Buna mukabil Dışişleri Bakanı Davutoğlu, TBMM Dışişleri Komisyonu’nda ABD’nin “Ermeni soykırımı” bühtanına karşı misilleme olarak “İncirlik Üssü’nün kapatılması” teklifini, “Terörle mücadelede ABD bize çok yardım ediyor; bu üssü kapatmamız sözkonusu olamaz” cevabıyla peşinen reddediyor. NATO paravanında Afganistan’da cepheye sürülüp conilere kalkan edilen Mehmetçiğin geri çekilmesi sözkonusu bile edilmiyor. Sahi baştan beri terör örgütünü kollayıp her türlü lojistik destek sağlayan ABD, “terörle mücadele”de Türkiye’ye ne yardımı yapıyor? ABD’nin Türkiye’ye “soykırım” iftirası sözkonusu oluyor da, Müslüman komşu Irak’ı bombalayan Amerikan savaş uçaklarının havalandığı İncirlik Üssü’nün işgalcilere kapatılması neden sözkonusu olamaz? “Ermeni soykırımı” tasarısı, AKP iktidarının “Amerikan çıkmazı”nı deşifre ediyor…
22.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
Son üç gün |
Ticarî, ziraî, serbest meslek kazanç sahipleri, Menkul ve gayrimenkul sermaye iradı elde edenler, Birden fazla işverenden ücret alanlar, Prensip olarak ilgili vergi dairesine yıllık gelir vergisi beyannamesi vermeleri gerekmektedir. 2009 yılı kazançları için bildirim süresi 1-25 Mart 2010 tarihleri arasındadır. Bugün 22 Mart olduğuna göre son 3 gün kaldı. Doktor, avukat gibi serbest meslek erbapları ile tüccarlar zarar dahi etseler beyanname vermek zorundadır. Limited şirketten kâr payı, anonim şirketten ise temettü geliri elde eden gerçek kişilerin, bu gelirlerinin yarısı 22 bin lirayı aşıyorsa beyan edilecek. Ancak yıllık gayrisafi tutarı 239 bin lirayı geçmediği sürece bir vergi ödenmiyor aksine iade doğuyor. Hisse senedi kazançları ile vergisi kesilmiş faiz kazançları tutarı ne olursa olsun beyan dışıdır. Tek işverenden alınan ücretler yine tutarına bakılmaksızın beyana tabi değil. Birden fazla işverenden ücret alınması halinde birincisi dışındaki işverenlerden elde edilen ücret gelirinin yıllık tutarı 22 bin lirayı aşması durumunda tamamı bildirilecek. Esas üzerinde duracağımız gelir unsuru gayrimenkul sermaye iradıdır. Çünkü gayrimenkul sermaye irat sahiplerinin muhasebecisi veya malî müşaviri olmadığından daha çok bilgilendirilmeleri gerektiğini düşünüyoruz. Konut ve işyeri kirasını iki bölümde anlatmalıyız. A- Konut kirası: Sahip oldukları konutları kirayı verenlerin, 2009 ve geçmiş yıllara ait olup 2009 yılında tahsil ettikleri kira tutarı 2.600 lirayı geçiyorsa ikametgâhlarının bulunduğu yerin vergi dairesine 25 Mart akşamına kadar beyanname vermeleri mecburi. Ev sahibinin ticarî, ziraî veya meslekî kazancının bulunmaması şartıyla konut kirasının 2.600 lirası vergiden istisna. Bu istisna düşüldükten sonra yüzde 25 oranında götürü gider indirim hakkı mevcut. Bir örnek verelim: 2009 yılında 14.600 lira kira geliriniz olduğunu varsayalım. Önce 2.600 lira istisna olduğundan gelirden indirilecek. Kalan 12 bin liranın yüzde 25’i olan 3 bin lira götürü giderin düşülmesiyle safî kazanç yani matrah 9 bin lira bulunacak. Yazımızın sonuna eklenen tarifeye göre ödenecek vergi 1.365 liradır. Götürü gider yerine gerçek usul de seçilebilir. O takdirde; -Bakım, onarım, amortisman ve benzeri giderler, -Kendileri kiracı ise ödedikleri kira, -Kiranın elde edildiği gayrimenkul banka kredisi kullanmak suretiyle satın alınmış ise faizler, -Yeni ev satın alanlar 5 yıl süre ile satın alma bedelinin yüzde 5’i, Kira gelirinden indirilebilir. B- İşyeri kira gelirleri: Tevkifata tabi tutulmuş işyeri kira gelirinde beyan sınırı 22 bin liradır. Sınırın geçilmesi halinde 2.600 liralık istisna dikkate alınmadan tamamı vergileniyor. İşyeri kiralarında kiracı kira bedeli üzerinden yüzde 20 oranında stopaj yapmakla yükümlü. Meselâ, aylık kira 2.000 lira ise kiracı 400 lirayı stopaj vergisi olarak maliyeye yatıracak, kalan 1.600 lirayı gayrimenkul sahibine ödeyecek. Mal sahibi de stopaj vergisini kendi vergisinden mahsup edebiliyor. Stopaj vergisinin ödenmemesinden dolayı mal sahibinin sorumluluğu bulunmamaktadır. 2009 yılında 95 bin 600 liraya kadar işyeri kira geliri elde edenler beyanname verecekler, ancak vergi ödemeyecekler, tersine vergi iadesi alacaklar. Sebebi stopaj oranının yüksek olmasıdır. Hem konut hem de işyeri kira geliri olanlar; konut kira gelirinin istisna haddi 2.600 lirayı aşan kısmı ile stopaja tabi tutulan işyeri kira toplamı 22 bin lirayı aşıyorsa beyanname verecekler. Vergiler Mart ve Temmuz aylarında iki eşit taksitte ödenebilir.
2009 yılı gelir vergisi tarifesi: 8.700 TL’ye kadar % 15 22.000 TL’nin 8.700 lirası için 1.305 TL, fazlası % 20 50.000 TL’nin 22.000 lirası için 3.965 TL, fazlası % 27 50.000 TL’den fazlasının 50.000 lirası için 11.525 TL, fazlası % 35
22.03.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Irak'ın yeniden parlatılan karanlık politikacısı: Ahmet Çelebi |
Amerika’yı Irak’ı işgal etmeye ikna eden adamdı. Kendisi bunu önceki gün New York Times’a verdiği mülâkatta itiraf ediyor: “ABD’yi Saddam’dan kurtulmaya ikna etmek için herkesten fazla çalıştım.” Amerika’nın Saddam’ın kitle imha silâhlarına sahip olduğu yalanlarını dayandırdığı ‘sözde’ bilim adamlarını da o ayarlamıştı. Böylece onlara istedikleri bahaneyi sağlamış, karşılığında 1 milyon dolar almıştı. Aslında bu rakam onun başında olduğu Irak Ulusal Konseyi’ne Mart 2000’den Eylül 2003’e kadar ABD tarafından ödenen 33 milyon doların yanında küçük bir rakam. İşgal öncesi kurulan Irak Ulusal Kongresi’nin başına işgalden hemen sonra geçmişti. Bu yalanı ortaya çıkınca gözden düştü. Hemen taraf değiştirdi ve Şiîlerin savunuculuğuna soyundu. Bu arada Ürdün’deki bankasının içini boşalttığı için 22 yıl hapse mahkûm edildi; İsviçre onun bankacılık lisansını iptal etti. 2004 yılında Amerika’nın İran hakkındaki bütün sırlarını İran’a sattığı iddia edildi. Ama bir yolunu buldu ve 28 Nisan 2005’de Başbakan Yardımcılığı makamına getirildi. Aynı zamanda petrol bakanlığına vekâlet ediyordu. Ancak 2005 seçimlerinde hezimete uğradı. Böylece bakanlık koltuğunu kaybetti; ama hırsını kaybetmedi. 2007 yılında sekiz bakandan oluşan Bağdat’ın yeniden inşası komitesinin başına getirildi. Amerikalıların güvenini yeniden kazanmıştı. Zamanın Koalisyon Güçleri Komutanı General David Petraeus onu destekliyordu. 2009 yılı sonuna yaklaşıldığında Ahmet Çelebi bu kez saf değiştirdi. ABD güçlerinin Irak’tan çekilmekte olduğu, seçimlerin yaklaştığını gören Çelebi, bu kez Murtaza el-Sadr’ın Şiî koalisyonu içinde yer aldı. Amerikan karşıtlığını işlemeye başladı. Bağdatlı siyasal bilimler profesörü Hazım el-Nueymi Çelebi için ‘ülkede ve Ortadoğu’da Amerika’nın rolünün azaldığını gördü ve başka bir kazanacak karta yöneldi; İran kartına” diyor. Ancak bu Amerikan karşıtlığına rağmen ABD derin devletinin adamları Paul D. Wolfowitz ve Richard N. Perle ile yakın dostluğunu sürdürüyor. Öbür yandan da geçen hafta kendi kurduğu vakıfta protez yardımları yaptığı, savaşta sakat kalmış bir grup Iraklıyı topladığı törende, “Bu insanları Amerikan askerleri vurdu” açıklaması yaparak, yeni politik planını sürdürüyordu. İlginçtir ki; Amerikan karşıtlığına rağmen, daha önce ABD yandaşlığında birleştikleri Kürtlerin desteğini hâlâ almayı başarıyor. Bu arada seçim komisyonuna sızmayı da başararak, Baasçıları eleme bahanesiyle 500 Sünnî adayın yasaklanmasını sağladı. Amerika şimdi onun İran yanlısı olarak bu elemeleri yaptığını söylüyor. Görünen o ki, Malikî ve Allavî’nin çoğunluğu alamaması halinde, Çelebi’nin içinde yer aldığı Sadr grubu 40’tan fazla milletvekili ile kilit parti durumuna gelecek. Hatta bazıları aylarca sürecek pazarlıktan başbakan olarak bile çıkabileceğini söylüyor. İşte size tuhaf bir Iraklı politikacı portresi. Hiçbir ilkesi, sınırı olmayan Çelebi’nin tek hedefi kazanan tarafta olmak. Bunun için her şeyi yapabilecek kapasitede. Yaşının altmış beşe gelmesi içindeki hırsı azaltmamış. Umarız yeni dönemde bu hırsı aklını kör etmiş karanlık politikacı, Irak’ın kontrolünü ele geçirmez. Bunun ne Irak’a ne de ülkemize yarar getirmeyeceği açıktır.
22.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
Bediüzzaman haftası |
Bir Bediüzzaman Haftasına daha girdik. Evvelce hatırlattığımız üzere, bu sene Üstadın vefatının 50. yıldönümü. Anma programları, etkinlikleri ve yayınları bu çerçevede daha zengin ve kapsamlı bir çeşitliliği ihtiva edecek tarzda planlandı ve her sene olduğu gibi, İstanbul başta olmak üzere, Türkiye’nin birçok yerinde icra edilmeye başlandı. Bu programlarla ilgili duyuruları gazetede çıkan ilânlardan hep birlikte takip ediyoruz. Bunlardan biri olan ve geçtiğimiz Cumartesi-Pazar günleri yapılan “Çağımız sorunlarına çözüm arayışları ve Said Nursî modeli” konulu V. Ulusal Risale-i Nur Kongresi ile, önümüzdeki 28 Mart Pazar günü yapılacak olan “Said Nursî ve demokratik açılım” paneli, söz konusu programların İstanbul ayağını oluşturuyor. Mayıs’ta, gençliğe yönelik bir program olarak Ankara’da “Risale-i Nur ve gençlik şöleni” yapılacak. Bu iki merkezin dışında, İzmir, Şanlıurfa, Bursa, Tokat, Trabzon, Kırıkkale, Adıyaman, Eskişehir, Ordu, Çorum, Fatsa, İzmit, Kahramanmaraş, Viranşehir, Birecik gibi il ve ilçelerde yapılan veya yapılacak olan konferans ve panel gibi etkinliklerin duyuruları da gazetede yayınlanıyor. Önümüzdeki gün ve haftalarda bu listeye yeni yerler de eklenebilir. Bütün bunlar Türkiye çapında bir kez daha güçlü bir Bediüzzaman rüzgârı estirecek ve dikkatlerin Risale-i Nur gerçeğine yönelmesine vesile olacak İnşaallah. ««« Yeni Asya’nın 28 Şubat’ta, yani yarın vereceği “Aydınların gözüyle Said Nursî” eki, bu çerçevede özel bir misyon üstleniyor. Okuduğunuz zaman göreceksiniz. Medyanın popüler yorumcularından epeyce bir kısmı, çeşitli sebeplerle Said Nursî’ye uzak ve yabancı kaldığı için hayıflanıyor. Ve bunu ciddî bir kayıp olarak görüp, telâfisi için çalışacağı mesajı veriyor. Risale-i Nur’u ciddî şekilde incelemiş olanlar ise, gönderdikleri kısa veya hayli uzunca mesajlarla önemli noktalara dikkat çekiyorlar. Evvelce ifade ettiğimiz gibi, Said Nursî ve Risale-i Nur’la ilgili olarak yaklaşık 35 yıl önce yapılan “Aydınlar konuşuyor” çalışmasının küçük ölçekli de olsa güncel versiyonu niteliğindeki bu mütevazi, ama önemli çalışmaya katkı veren bütün aydınlara teşekkür ediyoruz. Titiz ve dikkatli bir takiple bu ekin oluşmasını sağlayan Lâhika sayfası editörümüz İsmail Tezer’le, katkıda bulunan Zübeyir Tercan, Umut Yavuz ve Tuba Gürsül'e de ayrıca tebrik ve teşekkürlerimizi bildiriyoruz. Ve bir teşekkür de, ekimizin sayfa dizaynını gerçekleştiren İbrahim Özdabak’a. ««« “Aydınların gözüyle Said Nursî” ekimiz, 50. vefat yıldönümünde Üstadı anma etkinliklerinde bolca dağıtılmaya lâyık bir çalışma. Aynı şey, geçen yıl yayınlanan “Said Nursî ve demokratik açılım” ve “Said Nursî kimdir?” broşürlerimiz için de geçerli. Bediüzzaman haftası kapsamında düzenlenen etkinliklerin önemli bir kısmının “Said Nursî ve demokratik açılım” başlığıyla gerçekleşecek olduğunu tekrar hatırlayalım. ««« Abone Servisimizin okur ve temsilcilerimize gönderdiği “Bir abone de sizden kampanyasıyla hedef 20 bin abone” başlıklı mektubu daha önce bu köşede yayınlamıştık. 23 Mart ve Bediüzzaman haftası hareketliliğinin bütün hızıyla ve artarak devam ettiği şu günlerde bu mektubu ve kampanyayı bir kez daha hatırlatmanın yararlı olacağını düşündük. İşte o mektuptan bazı cümleler: “Yeni Asya sevdalılarına durmak yakışmaz. “41. yılımızda biz Yeni Asya sevdalıları ve çalışanları, önümüze yeni bir hedef koyduk: “Tirajımızı iki katına çıkararak daha çok insana Yeni Asya’yı ulaştırıp, doğru ve gerçek haber almalarını, olayları isabetle yorumlamalarını sağlamak. “Gelin, bugün hepimiz bir yakınımızı daha sevgi ve bilgi deryası olan Yeni Asya ile tanıştıralım, onu gazetemize abone yapalım ve mutlu-bilgili insanlar arasına bir kişiyi daha katalım.” Çağrı ve gayret bizden... Netice Allah’tan...
22.03.2010 E-Posta: [email protected] |