Görüş |
VEDA HUTBESİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
“Dünya manevî bir buhran geçiyor,” sözleriyle üzüntüsünü dile getiren asrın Bedîi, “garb cemiyeti içinde doğan bir hastalığın ‘bir veba, bir taun felâketi’ gibi yeryüzüne dağıldığını” ifade ederek değinmişti insanlığın sorunlarına. Bundan hissesini alan bizlere hitaben de sığınılacak güvenli bir kaleye olan ihtiyacın gün geçtikçe arttığını yinelemişti her seferinde. Sünnet-i seniyenin mahiyetini bizlere bu tanımla anlatan Said Nursî, aslında ötelerden yankılanan sesi hatırlatma çabasındaydı. Zira Peygamberimiz (asm) bizlere veda ederken, bıraktığı iki emanete sahip çıkıldığında hiç şaşırmayacağımızın garantisini vermişti. Bizse şu an garb cemiyetinden yayılan bulaşıcı hastalığın kıskacında Kur’ân ve sünnet-i seniye gibi iki önemli emanete sahip çıkma nispetinde kendimizi muhafaza ederken, “mim”siz medeniyet sunduğu hayat şekliyle bu emanetlere duyulan ihtiyacı yeterince ispatlamakta. Kıldığımız her namazda Benî Âdem’i arkasına alarak yaptığı sırat-ı müstakim duasına “âmin” derken öğrenmek istemiştik sırat-ı müstakimin ne demek olduğunu. Zulümlerin yürekleri sızlatmaya devam ettiği günümüzde hakkını muhafaza etmenin ifrat mertebesinde kolumuzdan tutarak “Ne zulmedin,” tefrit mertebesinde vasata çekerek “Ne de zulme uğrayın” demişti. Sırat-ı müstakimi hayata geçirmiş Sahabeleri bunun en güzel örneğini teşkil etmekte ve ibadetin kul hakkı boyutunun göz ardı edilmemesi gerektiğini yaşayarak bizlere ulaştırmaktaydılar. Bu hassas düsturun nasıl bir önem arz ettiğini bizlere tercüme eden Bediüzzaman, “Salih amel ise maddî-manevî hukuk-u ibada tecavüz etmemekle beraber, hukukullahı îfâ etmekten ibarettir” ifadeleriyle asr-ı ahirde gelinen noktanın sebebini anlatmak istemişti. Bizse şu an maneviyata yabancılaşmaya başlayan ruhlarımızla kul hakkı boyutunu çoğu zaman nazar-ı dikkate dahi almamakta, bazen de salih amel kavramını hukukullah boyutunda yeterli görme gafletiyle “ezilme ya da ezme” anlayışından yola çıkarak, hayatı felsefenin kabul ettirmeye çalıştığı cidal kavramıyla bütünleştirmekle yüz yüzeyiz. “Cahiliyeden kalma tüm âdetler ayağımın altındadır” diyerek devam etmişti mübarek sözlerine. “Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönmeyin” diye de tembihlemişti. Getirdiği medeniyetle hicret ettiği Yesrib’i, “medeniyet”in bütün güzelliklerini içine aldığını anlatan “Medine”ye çevirmiş, yaşanılacağı takdirde mutluluk veren İslâmiyetin güzelliğine insanlığın zirve noktasında durarak değinmişti. Bu medeniyetin güzelliğine atıfta bulunan Goethe, “Biz Avrupa milletleri, büyük medeni imkânlarımıza rağmen, Hz. Muhammed’in son basamağına varmış olduğu merdivenin daha ilk basamağındayız” itirafını yaparak hayranlığını dile getirmiş; medeniyetin maddiyat ve dış görünüş olarak algılanmaya başladığı günümüzde, kabul ettirilmeye çalışılan bu hayat şeklinin Peygamberimizin (asm) ayağının altına aldığı ilk basamakta olduğunu ispatlamıştı sanki. Bizse şu an denizin içinde olduğumuzu unutur vaziyette, maneviyat eksikliğiyle susayan ruhlarımızı ferdî, ailevî ya da içtimaî hayatta yaşadığımız maddiyatla tatmin eder gibi gibiyiz. Sanki nasihatlerini çoğu zaman unutacağımızı fark ederek, “Sözümü iyi dinleyin!” diye başlamıştı veda konuşmasına... Aile yaşantısı için sunduğu altın niteliğindeki formüller ahir zaman ümmetinde yuvaların çatırdadığı zamana değin önemini bir an olsun kaybetmedi. Hanımın beyi üzerindeki haklarını dile getirmiş; erkeğin eşinin bakımını üstlenmesine, kadınınsa beyine itaati noktasında özen göstermesini istemişti. “Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınlarınızın da sizin üzerinde hakları vardır” şeklindeki altın prensiplerine göz yuman günümüz insanının sözüm ona “eşitlik” felsefesiyle karşı çıkarak kadına yüklediği ağır rollerin bedelini bugün, maalesef en fazla çocuklar yaşamakta. Peygamberimize (asm) kulak tıkayan modernizmin kadına sözde değer vererek sunduğu alternatifin neticesinde; ekonomik özgürlüğünü elinde bulundurmak için kendince ayakta kalmayı öğrenmeye çalışarak aslî vazifesini unutan biz kadınların bu nasihatlerle hayatlarına yeni bir kimlik kazandırmalarına bugün ne de çok ihtiyaç var... Hâlbuki dönemin kapitalist rejimine şiddetle karşı çıkarak Hz. Muhammed’i (asm) kahraman olarak nitelendiren İskoç asıllı yazar Thomas Carlyle, “İnsanlar her şeyden daha fazla Muhammed’e kulak vermelidir. Diğer bütün sözler, onun karşısında boş sözlerdir” diyerek anlatmak istemişti Peygamberimizin (asm) nasihatleri karşısında önümüze sunulan modernizmin boş bir safsatadan ibaret olduğunu. Bizlere veda ederken üstüne vurgu yaparak yinelediği hakikatler noktasında bizim gaflet göstereceğimizin bilinciyle söylediği “Kur’ân ve sünnetime sahip çıkarak kendinizi muhafaza edebilirsiniz” sözünü tutmamanın neticesinde yaşadığımız sorunlardan biri de, kadının ilim noktasındaki niyetinin yön değiştirmesi değil mi? “Müslüman Müslümanın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştir” diyerek devam ettiği konuşmasını açıklamış; bu yüzden Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi, kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerine bir üstünlüğünün olmasının imkânsız olduğunu belirtmişti. Üstünlük ancak takvada idi, Allah’tan korkmakta idi; bu yüzden Allah’ın kitabıyla idare ettiği takdirde, azası kesik siyahî bir köleye itaat edilmesi gerektiğini dile getirmişti. Kendi milletlerine gösterilen ayrımcılık karşısında ırkçılığa tepki göstererek tarihte derin izler bırakmış Mahatma Gandhi ve Martin Luther King gibi önemli şahsiyetlerin tarihte millî kahramanlar olarak yer almaları, bu tavsiyeleri bilerek ya da bilmeyerek hayata geçirmiş olmaları değil mi? Düşmanlarının dahi, dile getirmese de, hayranlığını gizleyemediği çağın eşsiz güzelliğini söylemeye gerek var mı bilmem? Kendi içimizdeki kır(dır)ılmaların, bir adım ötede dünya üzerinde yaşanan kaos ve anarşinin neticesinde; insanlar acımasızca öl(dürül)ürken, sunulan bütün alternatifler bu sorunları çözmede yetersiz kalırken “İnsanlığın sorunlarının üst üste yığılarak neredeyse çözülemez bir noktaya geldiği günümüzde Hz. Muhammed’e (asm) her zamankinden çok ihtiyacımız var. Eğer o aramızda olsaydı, bütün bu sorunları oturup bir kahve içme rahatlığı içinde çözerdi” diyen Bernard Shaw; onun getirdiği düzenin garantisini vermişti. Bizse şu an enaniyetin tavan yaptığı yerlerde milliyetçilik damarıyla adaveti körükleme yolundayız. “Dikkat edin!” diye seslenmişti, bizden yapmamamız gerekenler konusunda teminat alırken. Allah’a ortak koşmayacaktık, Allah’ın haram kıldığı, canı haksız yere öldürmeyecektik, zinadan uzak duracak ve hırsızlık yapmayacaktık. Bir çırpıda okunan bu sözler biraz derince düşündüğünüzde ruh boyutunda sizde ne gibi çağrışımlar bırakıyor? Etrafında bulunan Sahabelere hitaben, asırlar sonralarına ithafen bir veda konuşmasıydı yaptığı. Dile getirdiği sadece bir konuşmaydı belki, bütün Müslümanlara hitaben buyurduğu bir sesleniş, bir hasbihal, belki de bir ikazdı. Bir anlığına günümüz toplumunda ya da ailelerde ya da birey hayatında bu tavsiyelerin kısa bir müddet uygulandığını farz edin. Siz de benim gibi medeniyeti hissettiniz, değil mi? (Bizim Aile, Mart 2010)
NESİBE BOZ
*************************************************************************************** |
22.03.2010 |
Tokat’ta Bediüzzaman rüzgârı esti
20 Mart 2010 Cumartesi günü akşam saat 20.00’de Tokat Büyük Otel konferans salonunda Bediüzzaman Said Nursî’nin vefatının 50. yıldönümü vesilesiyle bir toplantı düzenlendi. Risale-i Nur Enstitüsü ve Tokat Yeni Asya temsilciliğinin organizasyonu sayesinde, bir gecemiz televizyonun esaretinden kurtuldu, hayırlı bir gün geçirdik. Sebep olanları tebrik ediyorum. Salon hınca hınç dolu idi. Civar ilçelerden; Turhal ve Zile’den de toplantıya katılanlar olmuştu. Güzel ve sıcak bir atmosfer vardı. Açılış, Tokat Ali Paşa Camii imam hatibinin aşir ve Kur’ân tilâveti ile başladı. Okunan metnin ve mealin perdeye aksettirilmesi, tefekkürî açıdan harika idi. Açış konuşmasını eski vaiz ve müftülerimizden Ömer Demir yaptı. Konuşmasını güzel üslûbu ile okuduğu, Üstad’la ilgili şiirleri ile süsledi. Bediüzzaman Said Nursî’nin Cehalet, zaruret ve ihtilâfla; san'at, marifet ve ittifak silâhıyla nasıl mücadele ettiğini, dâvâsı için yaşadığını beyan etti. Van Kalesi’nden düşerken dahi, başkaları gibi, ‘eyvah’ demeyip, aksine ‘davam’ diyerek haykırışını ve mu'cizevari bir şekilde kurtuluşunu dile getirdi. “Eddai” adlı şiiri ile nasıl 40 yıl öncesinde vefat tarihini ve mezarının yerinin bilinmeyeceğini kerametvari haber verişini hatırlattı. Okunan ilâhiler ve şiirler de anma faaliyetine çeşni kattı. Eğitimci Yazar Nejdet Pehlivanlı ise Bediüzzaman Said Nursî’nin daha 1908’lerde meşrûtiye-i meşruaya, hürriyetçi demokrasiye sahip çıkışını anlattı. Doğudaki aşiretlere telgraflar çekerek gerçek meşrûtiyetin İslâmda bulunduğunu beyan ettiğini hatırlattı. Hürriyetin genel bir tarifinin ’Başkasına zarar vermeden, kendin ne yaparsan yap’ olarak anlatıldığını beyan etti. İslâma göre hürriyet anlayışının ise ’ne kendine, ne de gayrına zararın dokunmaması’ olduğunu söyledi. Ki bu tarif ve uygulamanın insanları rahat ettireceğini belirtti. Ayrıca Asr-ı Saadetten, Hazreti Ömer’den misallerle, devlet yöneticisinin nasıl olması gerektiğini güzel örneklerle anlattı. Dört halifenin, Hulefa-i Raşidinin nasıl seçimle iş başına geldiğini beyan etti. Demokrasinin sadece devlette değil, aile ve aile bireyleri arasında da hakim olması icab ettiğine dikkat çekti. Son olarak da, Peygamberimizi Veda Hutbesindeki mesajların “İnsan Hakları Bildirgesi”ne kaynaklık ettiğini sözlerine ekledi.
CİHAT ERDOĞ
*************************************************************************************** |
22.03.2010 |
Baharı Bursa’da solumak…
Baharı Bursa’da solumanın adıydı, Bursa’daki Bediüzzaman Mevlidi… Gönüller, baharın başlangıcı olan Nevruz Gününde Nur doluydu… Muhteşem bir kalabalığı bağrına basan Bursa Ulu Camii, yüzleri gibi kalpleri de gülen güzel insanların mekânı olmanın saadetiyle dolu doluydu… Bir başka güzellikteydi o günü Bursa, Bediüzzaman mevlidiyle… Baharın ilk günü, Nevruzî havanın soluması ve solutması vardı… Ehl-i imanın Ulu Cami'de okutulan mevlid vesilesiyle muhabbeti, kat kattı… Muhabbet fedailerinin kucaklaşması, ümit ve heyecanla birlikte bir bahar gününde daha nice baharları fısıldıyordu kalb ve gönüllere… İstikbale ait müjdelerin raksı vardı Bursa’da… Saadet nağamatları etrafı sarmış, gönüllerde bayram etmişti. Hamza’lar, Said’ler, Ömer’ler, Osman’lar ve diğer Nur Kahramanlarının lisan-ı halleri… “İstikbalde en hakikî gür sâdânın İslâmın sâdâsı” olacağının müjdelerini pek zâhir ilânatıyla kalplere perçinleştiriyordu… Yeni Asya Bursa Derneğinin düzenleyip organize ettiği Bediüzzaman Mevlidi, Bediüzzaman’ı ve onun o muhteşem eserlerine muvafık, müsbet hareket tarzını solutturuyordu ruhlara… Engin fikirler ve muhteşem hakikatler etrafında kenetlenerek, Nur’dan bir halka olan bahtiyar insanların ihlâs, sadakat ve istikamet içinde, iman ve Kur’ân dâvâsına hizmet aşkıyla yurdun dört bir yanından gelerek nur halesi içinde pervaneleşmeleri, kudsî bir dâvânın bütün insanlığa vesile-i necat olacağının dersini de veriyordu Bursa Mevlidi… 5 Nisan 2009 tarihinde Bursa Ulu Cami’de Bediüzzaman Mevlidiyle bir ilke imza atan Bursa Yeni Asya Derneği, bu yıl da geleneğini bozmadı ve bir bahar günü, baharın güzelliğini Nur’un baharıyla mecz ettirerek hizmette bir şahlanışı daha yaşattı insanlara… Yani, baharı Bursa’da solutturdu… Nur’un baharıyla birlikte… Tebrike şayan müsbet faaliyetiyle… Ümit dolduk huzur bulduk, Nur’un hazzını yaşadık. Çok güzel intibalardı bunlar. Emeği geçenlerden Allah razı olsun. Daha nice güzel hizmet yüklü mevlidlere…
MUSTAFA ÖZTÜRKÇÜ
*************************************************************************************** |
22.03.2010 |