S. Bahattin YAŞAR |
|
“Okuma oranı düştükçe, vak'a sayısı artar” |
NT kitap Şanlıurfa şubesinde okuyucularımızla buluştuk. Doğrusu üç kitabımız olmasına rağmen, ilk kez bir imza programımız oluyordu. Okuyucu yazar buluşmasını da ilk kez bu kadar sıcak yaşıyorduk. Geçtiğimiz hafta Cumartesi günü NT kitap mağazasındaki imza programımızda ilginç enstantaneler vardı. Daha çok camiamızın dışındaki insanlarla yaptığımız bu imza programında, halkın nabzını tutma, birbirinden farklı sosyal hayattan kesitler görme imkânı buluyorduk. Öğrenci, öğretmen, esnaf, memur, asgarî ücretle çalışan, büro elemanı gibi farklı sınıflardan okuyucuların, hayatı nasıl yaşadıkları dikkatimi çekti. Orta yaşlardaki hanımefendinin soru soruş tarzı ve aramızda geçen diyalog görülmeye değerdi. -Bu kitap ne anlatıyor, bana anlatır mısınız? -Hayatın pozitif penceresine dikkatleri çekiyor. -Ya yaşananlarda pozitif bir durum yoksa?! -Böyle bir şey olamaz. Yaşananlardaki pozitifliği görememek, perdeleri çekmek demektir. Pozitifliği görememek, insanın pozitiflik programını bozması demektir. Programı kullanamamak, kullanamayan için geçerli bir durumdur. İşte bu kitap, pozitif perdeyi aralayanlardandır. -O zaman imzalayın lütfen! Mailinizi falan da yazın! -İlginize teşekkürler. *** Oduncular pazarı esnaflarından olan Demirpençe, Takı ve Varlık soyadını taşıyan beyefendilerin imzalattıkları kitapların ilginç bir özelliği vardı. Bu imzalatılan kitaplar ablalara, ağabeylere, kardeşlere ve esnaf arkadaşlarına hediye ediliyordu. Konum bu da değil, asıl dikkat çekmek istediğim ve çok önemsediğim ise, sayın beyefendilerin kulağıma eğilip söylediği cümlelerdi. Sanki bir sosyolog gibi yapılan tesbit, insanlarımızın olaylara nasıl imanlı nazar ettiğinin bir göstergesiydi. Yani insan ne kadar imanlı ise, olaylara bakışı ve olayları yorumlaması o nispette sağlıklı oluyordu. İşte bir taraftan kitap imzalarken, diğer taraftan kulağıma fısıldanan cümlelere bir bakın: “Hocam, toplumda yaşananlara karşı bir bütün halinde hepimizin duyarlı olması lâzım. Esnaf komşumun mutluluğu/huzursuzluğu beni de ilgilendiriyor. Komşudan duyduğum güzel cümle beni de olumlu; negatif bir cümle ise, beni de negatif etkiliyor. Onun için ben de bu pozitif kitapları komşularıma hediye olarak imzalatıyorum.” Bir başka okur, Halis öğretmenin cümleleri bize birer ders niteliğinde idi; “Hocam dikkatimi çeken şey, toplumların okuma oranlarına baktıkça, toplum içerisinde meydana gelen olaylar dikkat çekiyor. Dünyada hangi ülkede okuma oranı yüksekse, o ülkede meydana gelen vakıa sayısı azdır. Ama hangi ülkede de vakıa sayısı yüksekse, o ülkede veya bölgede okuma oranı ciddî boyutlarda düşüktür.” Doğrusu insanların ne okuduğu da önemli, ama her halükârda okuma oranları konusundaki yorum oldukça dikkat çekici. Bu gözle, ülkeleri, bölgeleri, şehirleri gözden geçirdiğimizde, olaylarla okuma oranları arasındaki bağlantı tam isabetli bir yaklaşım içeriyordu. Bir diğer dostumuz ise, “Hediye deyince ne bir çiçek, ne de bir kap kacak düşünüyorum. Benim hediye deyince aklıma kitap geliyor. Onun için ben de, oğlumun sınıf arkadaşına, onun adına bir kitap imzalatıyorum.” diyordu. “Okuma oranı düştükçe, vakıa sayısı artar; okuma oranı yükseldikçe, vakıa sayısı azalır.” Bu, hayatın ta orta yerinden gelen bir derin tesbit idi. O zaman ne yapıp etmeli, bireysel ve toplumsal uyanışlar için kitaba dönüşü hızlandırmalıyız. Kitaba dayanmayan bir yükseliş yoksa, kitapsız yükselişler beklemek abestir. Düzenlenen kitap okuma kampanyalarının bir rüzgâr gibi esip geçmesi değil, en az beş yıllık bir zaman dilimindeki ayakları düşünülmelidir. Hiç değilse, kampanya tertip eden ilgililerin, yetkililerin kampanya noktalarındaki hareketi, geri dönüşümü, kimlerde, nasıl bir değişim meydana getirdiğini görmekte fayda var. Bizzat kendimin gözlemlediği bir valilik kitap okuma kampanyasında, sorularımız muhatapsız kalıyordu. İlgilinin odasındaki göstermelik kitaplar, adeta hüzünlü duruşu ile göstermelik süreçlerin arka planındaki yalnızlıklarını fısıldıyorlardı. Kitapla, kampanyası ile ilgilenenlerin; kitapla ilgilenen kişilerden seçilmesi gerekir. Kitabın içinden gelenin, kitabın işinden anlayacağı açıktır. Kitaba karşı biraz daha saygılı ve samimî tavırlar taşımak lâzımdır. Artık modern dünyalarda, insanların, toplumların kalitesi, okudukları kitapların sayısı ile ölçülüyor. Toplumlar okudukları kitaplara göre değerlendirmeye alınıyor. Nitekim insanların bir ruhu ve bilinci olduğu gibi, toplumların da bir ruhu ve bilinci vardır. Bugün şikâyetçi olduğumuz bütün problemler, toplum ruhunun bir göstergesidir. Toplum ruhunun bozulması ise, birey ruhunun bozulmasından geçmektedir. O zaman yeniden kitaplara bir sefer başlatılmalıdır. Medeni dünyayı yakalayabilmek için, başka kazanılacak cephe kalmamıştır.
21.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Banu YAŞAR |
|
Babalara dair... |
Baba kelimesi, her insanın hafızasında farklı hatıraları canlandırır. Çoğu zaman çocukluk yıllarına dair olanlar, en kalıcı olanlardır. Babası olanlar, babasını hiç tanımamış olanlar ve babası olup da yokmuş gibi yaşayanlar için, aslında bu kısacık kelime çok uzun anlamlar taşır. Kız ve erkek çocuğun büyüme serüveninde, babanın rolü de en az anne kadar önemlidir. Kız çocuğu, babanın duygusal dünyasını açığa çıkarır. Şirin tavırları ve davranışlarıyla adeta babayı çözer, sert kalıplarını kırar, onu rahatlatır. Erkek çocuk beş yaş öncesinde anneye daha düşkündür. Kendi cinselliğini fark etmeye başlayınca babayı taklit etmeye, onun gibi olmaya çalışır. Babayla oynadıkları hareketli oyunlar, onu erkeklerin dünyasıyla tanıştırır. Baba kelimesi; gurur, sevgi, emniyet, aidiyet, korku ve özgüven gibi birbirinden oldukça farklı duyguları içinde barındırır. Babamızdan korkarız, ama onun varlığı bize kendimizi güçlü hissettirir. Babasıyla ilişkisi ve iletişimi iyi olan çocuklar toplum içinde daha özgüvenlidir. Baba, çocuk için dış dünyayı temsil eder. Çocuk, hayata ve insanlara güven duymayı, kendini ve duygularını korumayı bu ilişki içinde öğrenir. Dışarıdaki hayata bir penceredir baba…. Savaşmak kadar, sevmek için de o pencereden bakmak gerekir. Ne zaman güçlü olmaya ya da görünmeye ihtiyacımız olsa babamız camın ardından beliriverir... Her insan için babanın anlamı bu kadar net ve bu kadar rahatlatıcı olmayabilir. Kimileri için bu kelime boğazlarında bir türlü yutamadıkları bir düğüm gibi yıllar yılı kalır. Olmamışlık, yarım kalmışlık ve söylenmeyen onca şey, kaybetme korkusuyla birleşince ifade etmek daha da güçleşir. Babalarına kırgın olan, yeterince sevilmediğini ya da daha az sevildiğini düşünen her yetişkin, gidiş gelişler yaşar zihninde… Ona çok yakın olma isteği ve kırgınlığı arasında nice yollar kat eder. Babamızı bu hayattan uğurlamadan önce, ona bütün duygularımızı söyleyebilsek, saatlerce oturup, konuşabilsek keşke…. Aradaki bütün duvarları ve perdeleri kaldırıp ona sıkı sıkı sarılabilsek…. Doğru ya da yanlış, bilerek ya da bilmeden yaptığı bütün davranışlarını bir kenara koyup, sadece babamız olduğu için, özleyeceğimiz günler için başımızı göğsüne koyup, geçmiş ve ertelenmiş onca yılın acısını çıkarsak...
Psikolog&Psikoterapist
21.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Selim GÜNDÜZALP |
|
Sevmek yürek ister |
İlk gençlik yılları… Yokuş yukarı tırmandığımız zorlu günler... Göğsümüzde çarpan o şeyin sadece bir et parçası olmadığını fark ettiğimiz heyecan dolu anlar… Varlıklardan Allah’a doğru geçişin çetin sınavı… Duygularımızla nasıl baş edeceğimizi bilemediğimiz ve sürekli içine doğru çekildiğimiz bir anafor bu… Kimsenin uyardığı yok tabiî. “Kalbin varsa seveceksin.” diyen çok. “Kimi? Neyi? Neden?” sorularına doğru dürüst cevap veren yok. Sevmek yürek ister, diyen yok. Takıldık deli gönlün peşine, gidiyoruz işte… Her şeyin bir ölçüsü, bir sınırı vardır; sevmenin yok mu? Her şeyin bir helâli, bir haramı vardır; aşkın yok mu? Ne okuduğumuz kitaplarda ve romanlarda, ne de seyrettiğimiz filmlerde pek izine rastlamadık. Önüne ne koyulsa silip süpüren ile önüne çıkanı sevenin birbirinden pek farkı yok. Birinin mide fesadından başı derttedir, diğeri de söz dinlemeyen gönlünden şikâyetçidir… Sıkıntı da zaten burada. İnsanın öyle bir duygusu var ki; ölçüyü ve sınırı aştı mı, derhal bildiriyor ona. Vicdan denen o hassas terazi, devreye giriyor hemen. Ama kalp yine baskın çıkıyor… Aşkın peşinden sürüklenip, gidiyor ve yitiyor insan… Akılla vicdan, kalple sevgi arasında insan. At mı götürüyor, yoksa binicisi mi? Belli değil iplerin kimin elinde olduğu… Nefsin, şehvetin, daha pek çok duyguların gıdalandığı, şeytanın da epey malzeme topladığı ve inanılmaz kayıpların ve acıların yaşandığı bir dünyanın içindeyizdir o an. Karşı cinse karşı duyduğumuz o tertemiz ve masum duyguların kendi içimizde, pek kimseye açılmadan, korka korka ama engel olunamadan yaşandığı o ilk dönem… Bu dönem, pembe - beyaz baharlar gibidir... Hayatımızda yaşadığımızı hissettiğimiz böyle anlar belki de çok azdır. Vücudunun hemen her yerinin gücünü, dayanıklılığını deneyebilir, ölçebilir insan. Yorulunca durur, acıkınca yiyebilir. Bir sınırı vardır her şeyin. Peki, sevmenin bir kuralı, bir sınırı yok mudur? Nerede başlayıp, nerede bitmelidir? Aşk denilen bu şiddetli ve karşı konulmaz duygunun peşinden insan nereye kadar gitmeli ve nerede durmalıdır? Bir şeyler söyleyen yok tabiî. Öyle olunca kalbimiz, Rabbimiz ile sevdiklerimiz arasında sıkışıp kalıyor. İçimizdeki yangının ne olduğunu, hiç kimse görmedi, bilemedi o yıllarda. Rabbimiz hariç… Sadece O bilebilirdi zaten… Sevgisiz yürekler, tık diye durmuş saatlere benzer. Bir de ‘ha’ demeden hayran olan, her şeye el atan, gördüğüne âşık, görmediğine bulaşık bir yanımız da çeker, sürükler bizi. Sevmenin de bir ölçüsü var mı? Helâli – haramı var mı? Ne kitaplarda, ne de romanlarda bulamadık. Filmlerde de cevabı yoktu. Şarkılar, türküler mi dediniz? Tuzlu bir denizdi, geçiniz.. İçtikçe susatan tuzlu bir deniz... Susuzluğumuzu gideremedi hiçbir şey… Ne kadar şaşkındır bu durumdaki bir gencin yüreği. Doğru ile yanlış arasında mekik dokur. Sorular kemirir içini. Sevmenin de bir ölçüsü, helâli - haramı var mıdır? Yoksa aşk başa bir belâ mıdır? Kimsenin hâlimize bakıp, aldırdığı yok tabiî. Hâlden anlayan anneyi ya da babayı, gönlünün açılabileceği, derdini dillendireceği bir ağabeyi, bir ablayı ya da bir yakın dostu çok arar insan o sıralar. Ruhumuza yabancı birtakım sesler, “Bu kalp senin değil mi? İstediğini seveceksin.” derler. “Bu hayat senin değil mi? İstediğin gibi yaşayacaksın. Hayatına hiç kimse karışamaz…” derler. Birtakım aklıevveller, nefsimizi coşturtan nice kem sözler söylerler. Buldular ya bir garip şaşkını, hırpalayıp dururlar aşkını. O yıllarda bu gelgitleri sanırım hepimiz yaşadık. Ve karşımıza adam gibi bir adam çıkıp da bu duyguların niçin verildiğini, bunları nerede ve nasıl kullanmamız gerektiğini maalesef söylemedi bize. Yalnızdık... Bir rehber yoktu, bir yol gösterici bulamadık. Delicesine sevdik, duygularımızın peşinden sürüklendik. Aşklara, dahası kara sevdalara tutulduk. Yediğimizi, içtiğimizi unuttuk. Günlerin ve gecelerin nasıl geçtiğinden habersiz yaşadık. Arşınladığımız sokakların sayısını da unuttuk. Biz de geçtik o yollardan, biz de yaşadık o duyguları. Hani bir şarkı vardı, hatırlarsınız: “Biz de tozpembe görürdük dünyayı on sekiz yaşımızda.” Evet, tam da böyleydik işte. Efsunlu, cazibeli bir ortam bu. Yolu aşka uğramayan, kalbi sevgiden geçmeyen bilemez. Her şey hem bellidir, hem de perdelidir. Göz önündekini görmek kadar, zor bir şey yoktur. Çok duyarız: “Sen hayatında hiç âşık oldun mu? Hiçbirini sevdin mi?” diye sormaları, soruşturmaları. Bilinçaltına kazınır bu telkinler. Bir gün denemeye bile kalkarız. “Eh, madem yürek var, sevelim bari.” deriz. Aşk, kaçırılmaması gereken fırsata dönüşür birden. Hatalar zincirleme gider. Kolay değil! Sevmek yürek ister. Kıyısından köşesinden aşkı tatmadan yine duramaz insan. Elimizi değdirmekle kalsak iyi. Elini veren, kolunu kaptırır. Aşk bir deli rüzgârdır. Bir dev dalgadır aşk; insanı içine çeker, götürür. Garip bir şey. Seven de memnun görünür. Dilinden içli bir şarkı dökülür: “Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben hâlime…” *** Kalbin gıdası sevmekledir. Ama kimi ve neyi? Gençlerin elinde, aşkın çekim gücüne karşı koyacak ve duygularını frenleyecek güçleri de yoktur o yıllar. Kimseye söylemeden, uzaktan uzağa ve kalpten sevmek, belki de en doğrusu ve duyguların en masumudur. Yaklaştıkça, sevdiğini yakından tanıdıkça, aşkın içine aşktan başka her şey girince, sırrı bozulur, tadı kaçar aşkın… Kalbimiz bir şeylerin yanlış gittiğini hisseder, ama ne olduğunu da tam anlayamaz. Vicdanın ilk uyarısı kalbe ulaşır: “Sevmenin sınırı buraya kadardır. Dikkat et, tehlikeli bölgedesin.” “Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında gök, yıldızlarıyla beraber içine girip gark oluyor. Hardal gibi küçük kuvve-i hafızanda, senin sahife-i a’mâlin ekseri ve sahaif-i ömrün ağlebi içine girdiği gibi, çok cüz’î küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder.” (Mesnevî-i Nuriye, Zühre, 148) Bu ifadeleri Bediüzzaman Hazretleri’nin Mesnevî-i Nuriye adlı eserinde ilk okuduğumda, “İşte aradığımı buldum” demiştim. Sonra; ‘Asa-yı Musa’ ve ‘Gençlik Rehberi’ yetişecekti imdadıma. Hele Gençlik Rehberi’ndeki o cümle: “Haram sevmekte, bir kıskançlık elemi ve firak elemi ve mukabele görmemek elemi gibi çok ârızalarla o cüz’î lezzet zehirli bir bal hükmüne geçer.” diyordu ya, yetiyordu. Bir rehberim, bir pusulam vardı artık elimde. Seksen yılı aşkın ömrü boyunca hiç evlenmemiş bir insan, bize kalbimizi ve sevgimizi anlatıyordu. Dostça ve arkadaşça bizi, bize anlatıyordu. “Sizi anlıyorum” diyordu, “Yaşadıklarınıza saygı duyuyorum. Duygularınızı yakından tanıyorum. Sizi yaratanın, sizi çok iyi bilen ve tanıyanın ölçüleriyle size bakıyorum. Kırık aynalarda bütün aramıyorum. Yaratanın gösterdiği o muhteşem bütünlük içerisinde… Sizi olduğunuz gibi kabul ediyorum. İzninizle dünyanıza misafir olabilir miyim?” diyordu adeta. Ve biz de, bu ruhu genç insana kalbimizin kapılarını çekinmeden açıyorduk. Çünkü: “Kim olursa olsun, bütün gençlere karşı daima kardeş nazarıyla bakıyorum.” (Emirdağ L., 411) diyordu bu zat. Bizi tanımadan, dinlemeden hüküm vermiyordu. Arkadaş dediğin, dost dediğin böyle olurdu… Bediüzzaman Hazretleri, kalbimizin sırlarını biliyordu ve önüne bir süzgeç koyuyordu: “Sevginiz Allah için olmalı ve onu şöyle şöyle kullanmalısınız” diyordu. Otuz İkinci Söz, Gençlik Rehberi, Üçüncü Lem’a ile sevginin Allah için olması gerektiği yolunda o kadar güzel dersler veriyor ve açılımlar sunuyordu ki, hayran kalıyorduk, huzur buluyorduk. Duygularımız sakinleşiyordu. Deli akan su, yatağını buluyordu. Herkesin farklı bir sebebi olur Risâleleri okumak ya da Bediüzzaman’ı sevmek için. Bu duyguları yoğun yaşadığımız yıllarda bizi bilen ve gerçekten anlayan tek insan oydu. Yaralı kalplerimize devayı onda bulduk. Kaçırmıyor, ürkütmüyor, korkutmuyordu Bediüzzaman. Kur’ân’a mahsus hikmetli ve şefkatli bir yol bulmuştu. Bu asrın biz çılgın gençlerine, kalbinin peşine takılmış, doludizgin gidenlere dostça, arkadaşça el uzatıyordu. “Gelin” diyordu. “Kaçmayın, uzaklaşmayın. Sizi biliyorum, anlıyorum ve her hâlükârda sizinle beraberim.” diyordu adeta. Allah’ı öyle seviyor ve sevdiriyordu ki, mest oluyorduk. Sevilmesi gerekenleri ise kalbimizde yerli yerine koyuyordu. Sevginin ne denli yüce bir erdem olduğunu bize bir bir anlatıyordu. *** Hayatımda ilk defa kalbimin olduğunun farkına vardığım birkaç yer vardır. Biri de Nurlarla tanıştığım o andır. Bu ânı ve bu duyguları yıllar sonra tekrar hatırlamak ve yaşamak ne güzel… Bizi bu çılgın ortamda yalnız bırakmayan, anlayan ve duygularımızı cevapsız bırakmayan Üstadımıza vefa borcumuz var. Rabbim izin verirse bu konuya devam edeceğiz İnşallah.
21.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
|
Şefkat Kahramanları (9) |
Fatma Aydoğdu Ural
Risâle-i Nur’dan Sözler kitabını Ankara’da Lâtin harfleriyle türlü zorluklar içinde basılmasında büyük emekleri geçen merhum Atıf Ural’ın kıymetli eşi. Bizim Aile dergisinin Mart 1995 sayısında Kastamonu Nur Talebelerinden Saniye Çolakgil ile yaptığımız bir röportaj yayınlamıştık. Atıf Ural ile ilgili bölüm üzerine kendisinden bazı dokümanlar ve bir mektup gelmiş, bu şekilde tanışmıştık. Üstad Hazretlerinin Mustafa Sungur Ağabeye yazdırdığı Osmanlıca mektup da gönderdiği dokümanlardan biriydi. Atıf Ural ile hatıralarını büyük bir muhabbet ve hürmetle sık sık anlatan rahmetli babam bu mektubu Lâtin harflerine hemen çevirmiş ve derginin Ağustos 1995 sayısında yayınlamıştık. Şefkat Kahramanları dizisine başladığımızda kendisiyle tekrar görüştük. Aşağıda okuyacağınız hatıralar kendisinin kaleme alıp gönderdiği bir çalışma. Değerli kızı Binnur ve damadı Mehmet Beye yardımları için teşekkür ediyoruz…
Hatıralarım… 1935 doğumluyum… Çocukluğumun bir kısmı Kastamonu’nun kazası Daday’da geçti. Üstad Hazretlerini de ilk orada duymuş ve çok hayret etmiştim. Büyüklerimiz aralarında konuşuyorlardı: “Kastamonu’da mübarek bir zat varmış, evinin kapısında bekleyen kişilere görüşmek istemediği için görünmeden çıkar gidermiş.” Ben 10 yaşlarında iken babam Kastamonu’ya tayin oldu. Üstad Hazretleri ise 2 sene önce Denizli’ye nakledilmişti. Babam Üstad Hazretlerinden çok bahsederdi. Okulda iken Bediüzzaman Hazretleri babamlara ders verirmiş. “Öyle heybetli, öyle azametli duruşu vardı ki, hele hele gözlerine hiç bakamazdık” diye anlatırdı. Üstad Hazretleri Kastamonu’da ekseri günler dağlara gidermiş. Bir ablamız anlatırdı: Dağa giderken o ablamızın okuduğu ilkokulun önünden geçermiş. Öğretmenleri “Çocuklar taş toplayın atın şu deliye!” diye Üstadı taşlattırırmış. Ablamız ise Üstadı kesinlikle taşlayamazmış. O ise “Taş atan elleriniz ekmek tutsun!” diye dualar edermiş. Seneler geçmiş o ablamız merak etmiş, Üstadın dua ettiği çocukları araştırmış. Hepsinin de ellerinin ekmek tuttuğunu hayırlı kişiler olduklarını öğrenmiş. O öğretmen ise emekli olduktan sonra delirmiş. Çarşılarda münasebetsiz davranışlarla herkese rezil olmuş. Bediüzzaman Hazretleri yine bir gün dağa giderken bakmış 3-5 adam oturmuş içki içiyorlar. Önlerinden geçerken dönüp onlara selâm vermiş. İçlerinden biri, “Bu Bediüzzaman değil mi?” diye sormuş. Ötekiler de “Ta kendisi!” demişler. O adam “Yahu biz ne yapıyoruz, bu zat bize selâm verdi!” diyerek kadehini yere vurup kırmış. Ötekiler de kadehlerini atmışlar ve tövbe ederek bir daha içmemişler. Üstadın kaldığı evin altında oturan Hacer Teyze de ona yardımcı olabilmek için Üstad Hazretlerine gidip çamaşırlarını istermiş. Üstad Hazretleri vermek istemezmiş, ama Hacer Teyze yalvararak, alır yıkarmış. Bu hatıralarını bize sevinerek anlatırdı. Hacı Zehra Teyze (Kastamonu’da ona âşık Zehra derlerdi) bize sık sık gelir, Üstad Hazretlerini anlatırdı: “Mahşer günü Peygamberimiz (asm) sancağını açacak, Üstadımız Hazretleri de sancağını açacak, bütün Nurcular o sancağın altında olarak Peygamber sancağının altında toplanacak” derdi. Ben çok duygulanırdım. Üstad Hazretleri Kastamonu’da iken, başına şapka giymiyor diye valiye şikâyet ediyorlar. Vali hemen Üstadı çağırtıyor. Üstadla yalnız kalınca, sarığı çıkarıp şapka giymesi gerektiğini söylüyor. Üstad öyle hiddetleniyor ki gözleri şimşekler çakarak işaret parmağını valiye doğru uzatarak “Mithat Mithat, bu sarık bu başla beraber çıkar” diyor boynunu göstererek. Vali öyle bir dehşete kapılıyor ki, “Alın götürün bu adamı!” diye bar bar bağırıyor. Mehmet Feyzi Efendi de Üstad Hazretleri gibi Karadağ’a giderdi. Bazen yolda bir atın yularını tutan bir genç ve atın üzerinde başı sarılı mübarek bir zata rastlıyordum. Sonradan öğrendim ki, adı Mehmet Feyzi evliyadan çok mübarek biriymiş.
Kardeşimle birlikte Nurlara yöneldik… Kardeşim Mehmet Günay çok yaramaz bir çocuktu. Hemen hemen her gün babama şikâyet gelirdi. “Hakim Bey, bugün sizin çocuk bisiklet üzerinde ve bir kamyonun arkasından tutmuş gidiyordu” tarzında. Bir başka gün bisikletle dere kenarındaki parmaklıklara çarpıp dereye düşmüş. Bir gün de kapıyı çabuk açamadığımız için kapıyı öyle yumruklamış ki, kapının üzerindeki geyik boynuzu başına düşmüş, kanlar içinde hastaneye yetiştirdik. Annem (Hikmet Günay) çok dindar bir kadındı. Aşık Zehra Teyze sık sık annemi görmeye gelirdi. Bir gün annem Zehra Teyzeye, “Bu oğlumun hali ne olacak, bu çocuk nasıl uslanacak?” diye üzüntüsünü anlatmış. O da, “Sen onu Mehmet Feyzi Efendiye gönder, bak nasıl değişecek” demiş. Kardeşim iki arkadaşı ile Mehmet Feyzi Hazretlerine gittiler ve bir daha ayrılamadılar. Risâle-i Nur, Arapça ve Farsça dersi aldılar. Günler geçti kardeşim bambaşka bir insan oldu. Evimizin üst katında tek bir oda vardı. Onun odası oldu. Başında sarığı ve cübbesiyle namazını orda kılar, o iki arkadaşı ile orda otururlardı. Mehmet Feyzi Efendiden aldığı Nur derslerini eve gelince bize tekrarlardı. Ondan işittiğim ilk ders Haşir Bahsi idi ve beni çok etkilemişti. Çünkü cahil olduğumdan öldükten sonra dirilişi bir türlü çözemiyordum. Her baharda ağaçların, nebatların canlandığını gördüğüm halde Haşire bir misal olduğu hiç aklıma gelmiyordu. Kardeşim ve iki arkadaşı liseyi bitirdikten sonra iki sene Mehmet Feyzi Efendiden devamlı ders aldılar. Bu arada aklıma takılan meseleleri kardeşim vasıtasıyla Feyzi Efendiye sorduruyordum. Bir seferinde üç sual sormuştum. Kardeşim gittiğinde bakmış, başka yerlerden gelen zatlara ders yapıyor. Çünkü başka şehirlerden de ziyaretine gelen çok olurdu. Döndüğünde kardeşim, “Abla kapıyı açtığımda baktım ziyaretçileri var ve Mehmet Efendi onlara ders yapıyor. Hemen kapının yanına oturdum sualleri bir türlü soramıyordum, ama o ders arasında 1. ve 2. suallere cevap verdi ve bakisine yarın devam ederiz İnşallah” dediğini söyledi. Daha sonra kardeşim ve iki arkadaşı yüksek tahsil için Üstad Hazretlerine sormaya gitmişler. Üstad, “Ankara’daki abilerinize sorun!” demiş. Onlar da Ankara’daki abilere sormuşlar. Atıf Bey, “şimdiki aklım olsa idi öğretmenliği tercih ederdim” demiş. En sonunda İlahiyat’ta karar kıldılar ve İlahiyat’a kayıt oldular. Ulucanlardaki dersanede kalıyorlardı ve Sözler’in ilk Lâtin alfabesiyle basılmasında çok emekleri vardır. Geceleri 1-2 saat uyuyup kalkıyorlarmış. Hizmet geri kalmasın diye başlarının altına kalın bir şey koyuyorlarmış. Sözler’in ilk baskısını Üstad Hazretlerine götürdüklerinde, Üstad çok sevinmiş ve dualar etmiş. Sözler’in ilk baskısında, “Neşreden Hukuk Fakültesi talebesi Atıf Ural” yazılıdır. -Devamı Haftaya-
21.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin GÜLTEKİN |
|
Dünyalık makam-mevki, şan ve şöhretler |
“İnsanda, ekseriyet itibarıyla hubb-u cah denilen hırs-ı şöhret ve hodfüruşluk ve şan-ü şeref denilen riyakârane halklara görünmek ve nazar-ı ammede mevki sahibi olmaya, ehl-i dünyanın her ferdinde cüz’i-külli arzu vardır.” (Mektubat, S. 401)
Makam-mevki tutkunu olmak, şan-şeref, şöhret meftunu olmak, insanların medih ve övgülerini beklemek... Riyakârane hep önde görünme iştiyakında bulunmak... Hepsi de insanı tarık-ı Hak’tan alıkoyacak çirkin alışkanlıklar. Tehlikeli tuzaklar, çıkmaz sokaklar... Dünyalık insanlarda bu gibi çirkin hasletlerin bulunması belki kabul edilebilir. Dünya için çalışan, dünyayı hedef ittihaz eden insanlar için böyle hoş olmayan haller belki geçerli olabilir. Geçici bu dünya getirmeyen ötesini düşünmeyen, ahireti hiç hatıra getirmeyen insanlar için de böyle kötü ve sonu nedamet olan huyların müptelâsı olmak belki normal karşılanabilir. Ama asıl olan ahiret yurdunu düşünen ve orası için çalışıp çabalayan insanlar için... Bu dünyanın fani ve geçiciliğini bilen; kalıcı ve ebedî hayatın geleceğini düşünen insanlar için. Bu dünyaya, ahiret hayatını kazanmak için geldiklerini, bundan ötesinin boş ve malayani meşgaleler olduğunun farkında olan insanlar için... Evet böyle düşünen ve buna göre hayatlarını tanzim eden insanlar için, bu dünyaya bakan makam-mevkilerin, şan-ü şereflerin, iltifat ve taktirlerin bir kıymet-i harbiyesi olur mu? Bir kıymet-i harbiyesinin olmadığını bildiğimiz bu çirkin his ve duyguların bir çok ahlâk-ı seyyienin menşei olduğunu; ehl-i dini dâvâsından vazgeçirip, yoldan çıkarmak için, ehl-i dalâletin mü'minlerin bu damarından istifade etmeye çalıştıklarına Bediüzzaman işaret ediyor ve bu konuda ehl-i dine ikaz ve ciddî uyarılarda bulunuyor. Yine Bediüzzaman, insanlarda bulunan hırs-ı şöhret, makam-mevki düşkünlüğü gibi alışkanlıkların her insan için zayıf bir damar olduğuna dikkatleri çekiyor, bu gibi tuzaklara karşı talebelerinin dikkatli olmaları gerektiğini ifade buyuruyor. Bu tuzak ve aldatma plânlarına dikkatleri çeken Bediüzzaman tedbir ve çare noktasında da şöyle diyor: “Evvela rıza-ı İlâhî ve iltifat-ı Rahmanî ve kabul-i Rabbanî öyle bir makamdır ki, insanların teveccühü ve istihsanı, ona nisbeten bir zerre hükmündedir. Eğer o teveccüh-ü rahmet varsa yeter. İnsanların teveccühü, o teveccüh-ü rahmetin inikası ve gölgesi olmak cihetiyle makbuldur; yoksa arzu edecek bir şey değildir. Çünkü kabir kapısında söner, beş para etmez.” (Mektubat, s.401) Görülüyor ki kabir kapısında sönen ve beş paraya değmeyen dünyalık makam ve mevkiler, şan ve şerefler hemen her insan için tehlikeli olmakla beraber, bilhassa bir kudsî dâvâya gönül veren insanlar için daha da ciddî bir tehlikedir. Böyle ulvî bir dâvânın hadimleri için asıl olan rıza-i İlâhi, İltifat-ı Rahmanî ve kabul-u Rabbanî olmalı. İnsanların dünyaya bakan takdir ve iltifatlarının zararlı olduğunu aklından çıkarmamalı. Bu noktada İmam-ı Gazali’nin de şöyle bir tesbiti var: “Toplum hayatında yaşanan huzursuzlukların temel sebeplerinden biri olarak, mevki tutkusu ve dolayısıyla insanın bencil arzularını gerçekleştirme meylidir.” Makam-mevki tutkusunun altında yatan asıl gayenin “bencillik meylinin” olduğuna işaret eden Gazali; “Mevki elde etme ihtirasında olan kişi, sahip olduğu veya sahip olduğunu zannettiği ya da öyle gördüğü meziyetler dolayısıyla kendisi hakkında hayranlık uyandırarak hayranlarını kendine bağlar. Hürleri kendine köle yapar” diyor. Şan-şöhret, makam-mevki ihtirası içinde bulunmanın beraberinde getirdiği ciddî tehlikeleri çok iyi fark eden Bediüzzaman’ın, kendine sunulan o cazip makam-mevkileri, o köşkleri, sarayları niçin tereddüt etmeden reddettiğini bugün daha iyi biliyoruz. Efendimizin (a.s.m.); “İleride sizler idareciliğe çok düşkün olacaksınız, fakat ahirette bundan dolayı pişmanlık duyacaksınız” ikazını nazara almalı, bilhassa ehl-i din için günümüzdeki makam-mevkilerin, ahirette pişmanlıklara sebep olacağını unutmamalıyız.
21.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Tefekkür dersleri |
Merve Hanım: “Mesnevî-i Nûriye’deki şu cümleleri izah eder misiniz: 1- ‘Sen bazı vecihlerden fenaya gittiğin zaman Hâlıkı Rahmanı Rahim’in ilminde, meşhudunda, malûmunda baki kalmaklığın senin bekan için kâfîdir’ (s. 206) 2- ‘Hem de, âfâkî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur; içine dalma boğulursun.’ (s. 125)”
1- “Sen bazı vecihlerden fenâya gittiğin zaman Hâlıkı Rahmânı Rahîm’in ilminde, meşhûdunda, mâlûmunda bâkî kalmaklığın senin bekân için kâfîdir”1 İnsan fânîdir. Dünya hemen her bakımından insanı yiyip söndürmeye hazır bir potansiyele sahiptir. Üzerindeki fenâ damgası insanı durmadan hırpalamaktadır. İnsan âcizdir, yalnızdır, kimsesizdir. Oysa “Allah’a Îmân” gibi bir güç ağı ve kudret bağı insanın yanı başında hazır durmaktadır. İnsan el verdiğinde elinden tutacak, gönül verdiğinde gönlünü sonsuz şekilde kavrayacak bu îmân aydınlığı kendisine şah damarından daha yakındır. İnsan bir tek yönelişle, tek bir niyetle, hâlis bir teveccühle, katıksız bir samimiyetle bu devâsâ aydınlığa kavuşabilir ve artık fenâ rüzgârlarının can yakıcı darbesine mâruz kalmaktan kurtulabilir. Aksi takdirde, geleceğin yokluk, ölüm ve ayrılık taşlarıyla örülü yolları, insanı her gün yıkmakta, her gün soldurmakta, her gün bitirmekte, her gün ölmeden öldürmektedir. Varlıktan kopma düşüncesi dayanılmaz bir keder halinde insanoğlunun her gün gözünü karartmakta, her gün yüreğini yakmaktadır. Oysa insan îmânda ne yüksek varlık olduğunu, Allah’a yönelişte ne sonsuz hayat müjdesi gizlendiğini, Allah’ın rızâsında ne erişilmez saadet bulunduğunu bir bilse, bir bilse, bir bilse... Hiç îmâna karşı öyle kayıtsız kalabilir mi? Hiç Allah’a karşı böyle duyarsız davranabilir mi? Hiç Allah’ın emirlerine karşı böyle umursamaz olabilir mi? Hiç Allah’ın rahmetine karşı böyle ilgisiz bulunabilir mi? Öyle ki ölümle insan fenâya, yok olmaya, mahv olmaya, çürümeye, erimeye, bozulmaya, dağılmaya gitmiyor. Ölüm hiçbir şekilde dağılmak ve bozulmak değildir. Dünyadan ayrılmak hiçbir biçimde yok olmak ve mahv olmak değildir. Unutmamalıdır ki insan cisim itibariyle her sene değişmekte, her sene başkalaşmakta, her sene vücudunun yapı taşı olan hücrelerini bir yandan atarken, diğer yandan tazelemektedir. Bu bir yok oluş süreci değil, bir yenilenmek ve tâzelenmek sürecidir. Yaratılış faaliyetinin devam edişidir. Kudretin insanı ilmek ilmek işlemesi ve yeni hayatlara mazhar kılmasıdır. Bir gün gelip vücud elbisesi birdenbire ruhumuzdan boşanırsa veya ruhumuz bir et ve kemik kafesten ibâret olan cisim yuvasından çıkar giderse, yani ölüm dediğimiz şey başımıza gelirse biz yok mu olacağız? Fenâ mı bulacağız? Cismimizin çürüyüp dağılması bizim de dağılmamız, çürümemiz ve hayatı terk etmemiz demek mi olacak? Yoksa hayat yeni bir tarz ve biçimde devam mı edecek? İşte Üstad Bedîüzzaman Hazretleri bu sorulara cevap veriyor. Diyor ki: Sen bazı yönlerden fenâya gittiğin zaman, Hâlıkı Rahmânı Rahîm’in ilminde, görüşünde, bilgisinde yok oluyor değilsin, fenâ buluyor değilsin. Allah’ın ilminde ve görüşünde var olman ve bunu îmân cihetiyle hissetmen, sana varlık ve bekâ olarak yeter. Nitekim, Hâlıkı Rahmânı Rahîm ezelî ilim Sahibidir, ezelî görüş ve bilgi Sahibidir. Bundandır ki, insana ebediyeti ve bekâyı vaad etmiştir. 2- “Hem de, âfâkî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur; içine dalma, boğulursun”2 Âfâkî tefekkürden maksat, insanın dış dünyaya, yani tabiata, dünyanın yapısına, yıldızların şekline ve şartlarına, zerrelerin ve kürelerin özelliklerine, yani kâinâtın maddî olarak varlığına çokça dalması ve kendini unutması; kendini ve iç dünyasını ihmal ettiği için dış dünyadaki bulgularını inanç dünyasıyla birleştirmeksizin kuru bir bilgi yığını haline getirmesidir. İnsan bütün dış bilgilerini îmânıyla ve Tevhid inancıyla birleştirmelidir. Allah’ın isimlerinin bir bütün olarak tecellî ettiğini görmeli ve îmân etmelidir. Üstad Hazretlerinin bir diğer ifâdesiyle, Kadîr ve Hâlık isimlerinin tecellîlerini inkâr edemediği için gören, fakat bu tecellîleri Alîm ismiyle birleştiremeyen, yani bu tecellîlerin arkasında bilen bir yaratıcı olduğu hakîkatine îmân etmeyen insan, gaflet ve dalâlet bataklığına düşer.3 Daha çok iç âlemine dönen, kendisini tanımaya gayret eden, dış âlemden aldığı bilgileri kalbî tefekkürüyle birleştiren ve doğru yorumlayan insan ise, Allah’ın varlığı ve birliği inancını rahatlıkla kavrar. Aksi takdirde dış âlemdeki çokluklar ve dağınık bilgiler insanın fikrini dağıtacak, insana evham verecek, enâniyetini ve benlik duygusunu kalınlaştıracak ve gafletine kuvvet verecektir. Bu çiğ ve kuru bilgiler tabiat bataklığına düşmesini kolaylaştıracaktır. İşte insanı dalâlete götüren çokluk yolu budur.
Dipnotlar:
1- Mesnevî-i Nûriye, s. 206. 2- Mesnevî-i Nûriye, s. 125. 3- Sözler, s. 301.
21.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Akıbeti hayrola… |
Sivil bir anayasa yapmak iddiasıyla yola çıkıp, 12-13 maddelik “mini değişikliğe” varan yolculuk nihayet sona erdi. Başbakan Erdoğan, parti kurmaylarını toplayıp 4,5 saat görüştükten sonra bir paket ortaya çıktı. Paket önce Meclis içi ve dışı partiler ile sivil toplum kuruluşlarına gönderilecek. Muhalefet partileri ile görüşmeler yarın yapılacak. İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın, “İçinde 1-2 sürpriz var” dediği pakette nelerin olduğu zaten haftalardır söyleniyordu. Sürprizlerden birisinin 12 Eylül dönemi yöneticilerinin yargılanmasını sağlayacak geçici 15. maddenin kaldırılması ortaya çıkarken, diğer sürprizinde milletvekili dokunulmazlıklarının sınırlandırılması olduğu tahmin ediliyor. Hükümet, paketteki sürpriz düzenlemelerin “uzlaşma” için muhalefete sunulduktan sonra açıklanacağını söylemişti. Burada dikkat çeken husus, bu iki maddenin de Deniz Baykal’ın gündeme getirdiği konular olması. Bu durumun da CHP’nin tutumu göz önüne alınarak pakete konulduğu anlaşılıyor. Amaç CHP’nin pakete desteğini almak ya da tepkisini en aza indirmek. Eğer bu olmazsa da kamuoyu nezdinde CHP’yi köşeye sıkıştırmak için sürprizlerin kullanılacağı da akıllara geliyor. Getirilen değişiklik belki anayasanın üzerinden 12 Eylül ruhunu kaldırmayacak, ama demokrasinin, hak ve özgürlüklerin genişlemesi için bir adım ileri götüreceği için olumlu değişiklikler. Paketin önümüzdeki haftanın gündemini oluşturacağı muhakkak. Şimdilik, anayasa değişikliği ile ilgili olarak AKP’nin meseleye bakışını göstermesi açısından TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu’nun şu sözü ile konuyu kapatalım. “Anayasa değiştirme konusu Meclis’in elinde hukuken var, ama fiilen yok. Anayasa ile ilgili 10-12 maddelik bir paket düşünülüyor, muhalefet destek vermiyor. O zaman referanduma gidilecek. Değişiklik referanduma gitse de Anayasa Mahkemesi’nin denetimine tabi. Bu durumda yapacağımız paketin de akıbeti hayrola…” Yola bu sözle başlandı, bakalım değişikliğin akıbeti ne olacak?
MEĞER NELER OLMUŞ NELER 28 Şubat postmodern darbesinin 13. yıldönümünün geçmesinin ardından basındaki ifşa devam ediyor. O dönemde gazete ve televizyon sahipleri ile yine o dönemde gazete yöneticiliği yapanların birbirlerini suçladığı yazılarından o süreçte milleti aldatmak adına gazetecilik kılıfı altında neler yapıldığını gözler önüne seriyor. Kirli ilişkiler, kirli çamaşırlar bir bir ortaya saçılıyor. O dönemin içinde yer alanlar, bir diğerinin ipliğini pazara çıkarma yarışına girdi. Hesaplaşmada ağza alınmayacak sözler söylüyorlar. Aynı gazete çalışanları bile birbirlerine burada yazamayacağız ağır hakaretler sarf ediyorlar. İtiraflarda öyle şeyler ortaya çıkıyor ki, “bu kadar da olmaz” dedirtiyor. Adeta insanın ağzını açıkta bırakıyor. Meğer o dönemde ajanlık yapanlardan geçilmiyormuş! Bunu kısmen biliyorduk da, ispat etmesi zor olduğu için kimse yazıp çizemiyordu. İtirafların ardından kamuoyu kimlerin gazetecilik, kimlerin de gazetecilik adı altında ajanlık, provokatörlük yaptığını görmüş oldu. Öyle görülüyor ki. O döneme destek veren basın kuruluşları basının etik kurallarına hiç uymamışlar. Aslında “gazetecilik” de yapmamışlar. Basın ilkeleri adına da hiç de iyi sınav vermemişler. Bu tür gazetecilik yapanların şimdilerde halktan özür dilemeleri gereklidir. Yoksa şimdiki duruşlarının samimiyeti kuşkulu olur. Samimî olduğunuzu göstermek için yanlışlarınızı bir bir ortaya koyun. Millet de sizi belki affeder. Haydi milletin karşısına çıkın özür dileyin. Hem unutmayın ki, özür dilemek erdemliliktir.
OLUR, OLUR… İki haftadır Başbakan Erdoğan yurtdışında olduğu için partisinin grubunda konuşamıyor. O konuşamayınca Salı günleri Meclis’te sessizlik hâkim oluyor. Erdoğan bir süre önce mecbur kalmadıkça Bahçeli ve Baykal’ın adını ağzına almayacağını söylemişti. Bu tarihten sonra da milleti bıktıran üslûpsuz tartışmalar da son bulmuştu. Böyle olunca da üslûpsuz tartışmaların yerini şarkılı diyaloglar almaya başladı. Baykal, Erdoğan’ın bir vesileyle söylediği şarkı sözünden alınan “olur olur, bal gibi olur” sözüne nazire yaparak, şiirlerle cevap verdi. “Ben, Başbakan’a, Özdemir Asaf’ın bir şiiriyle cevap vereyim: “İnsansız adalet olmaz/Adaletsiz insan olur mu?/Olur, olmaz mı?/Ama olmaz olsun...” Şimdi Başbakan, ‘olur olur bal gibi olur’ diyor. Olur olur da nasıl olur, Habur kapısında yaptığın gibi olur. Olur olur, yaparım dediğinde, yapacağın da gene Habur hukuku olur” diyerek bir nebze olsun olması gereken muhalefetini yapmış oldu. Bir diğer nazire de Bahçeli’den geldi. Erdoğan sık sık muhalefeti “Sivas’tan öteye gidemiyorlar” diye tenkit ediyordu. Bahçeli’de Erdoğan’ı yanıltırcasına önümüzdeki hafta (27 Mart) Şanlıurfa’da “Bin yıllık kardeşliği yaşa ve yaşat” mitingi yapacaklarını açıkladı. Siyasette olması gereken diyaloglar yapılmaya başladı. Bakalım ne kadar devam edecek?
21.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Nevruz ateşi... |
İlk “Nevruz ateşi” Yüksekova’da yakıldı. “Yeni gün-Nevruz” kutlamalarının provokasyonlara âlet edilmesi, “demokratik açılım”ı daha baştan tıkamakta… Bilindiği gibi geçen günlerde önce sınır ötesi terör operasyonları, ardından terörist başının hücresinin öncekinden 17 santim dar oluşu, penceresine sineklik takılması ve “DTP’nin kapatılması” üzerine Güneydoğu il ve ilçelerinden Batı’ya uzanan sokak eylemleri yapılmıştı. Sokak aralarında araba yakmalarla ortalık ateşe verilmişti. Daha sonra kısa adı “KCK” olan PKK’nın “şehir yapılanması” tutuklamaları gerekçe gösterilerek aynı tahriklere devam edildi. BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, Nevruz öncesi İçişleri Bakanı Atalay’a yaptığı Nevruz ziyaretinden sonra “Nevruz’un huzur içinde gerçekleşmesi için plânlama yaptık, teşkilâtımıza bu yönde genelgeler gönderdik, tedbirleri bu yönde aldık” demişti. Gerçi son mitingde Demirtaş, “Muhatabın BDP olduğunu” bir cümleyle de olsa dile getirdi. Ancak Meclis’in “açılım” adına yasal düzenlemeleri tartıştığı bir süreçte, “Nevruz Bayramı” bahane edilerek “ayaklanma provaları”na âlet ediliyor. Gelinen noktada, aynı oyunun yeniden sahnelendiği görülüyor. Kâinatın şenlenişi, tabiatın yeniden diriltilmesi ve dirilişi olan ve tarih boyunca bütün Doğu toplumlarında bir bahar bayramı olarak kutlanan Nevruz, inadına bazı provokasyonlarla kargaşa ve kaosa istismar ediliyor.
TERÖR ÖRGÜTÜNÜ “KÜRT KİMLİĞİ”NE İNDİRGEMEK! Yine çocuklar kullanılıyor, yaşlılar, kadınlar öne sürülüyor; dünyanın gözünde bir tür “intifada” gösterisiyle “isyan” provası deneniyor… Yine terör örgütünü özgürlük ve barış için “adres” gösterme yanlışına sapılıyor. Meydanlarda, 40 bin insanın ölümünden sorumlu terörist başının posterleri ve terör örgütünün flâmaları altında örgüt lehine sloganlar atılıyor. Yine “Habur şovu” tekrarlanıyor; Kandil’den “örgütün tâlimatıyla ve önderliğin emriyle geldiklerini” ve “asla pişman olmadıkları”nı söyleyen ve il il gezdirilen PKK’lılar platforma çıkarılarak tahrikkâr sözlerle yakılan Nevruz ateşi “fitne ateşi”ne dönüştürülüyor. Bunun sebebi, bin yıldır beraber yaşamış, omuz omuza cihâd etmiş ve yanyana şehid olmuş Türklerle Kürtleri birbirinden ayırma tezgâhının “politik ambalaj” içinde sunulması... Milletin ferâsetinin köreltilmek istenmesi... Asla ayrılıkçılığı istemeyen bölgedeki mâsum vatandaşların hissiyatlarını tahrikle, “demokratik hak ve özgürlükler” paravanında tefrika fitnesi ateşinin alevlendirilmesi... Heyecanı sönen ve statikleşen “Kürt açılımı”nın “demokratik açılımı”ın önünü tıkama taktiğinin güdülmesi… Ve DTP’nin olduğu gibi, yerine ikame edilen BDP’nin de siyasî irâdesini terör örgütünün eline vermesi... Kürtleri temsil iddiasını PKK’nın uhdesinde görmesi... İmralı’daki terörist başını ve Kandil’deki terör örgütü elebaşlarını “Kürtlerin temsilcisi” olarak lanse etmeye çalışması... Kısacası kutlamalarda DTP eski milletvekili Tuğluk’un açık açık, “PKK’yı terörist ilân edelim’ dediler, kimliğine, kişiliğine ihânet ettiler” çarpıtması, bunun açık ikrarı…
“AÇILIM”IN ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK ENGEL… Amaç, asırlardır bu ülkede birlik ve bütünlük içinde bütün unsurlara örnek sadâkat ve kardeşlik timsali olmuş Müslüman Kürtlerin kimliğinin sahneye sürüldüğünden bu yana ecnebi ifsad politikalarının âleti olmuş Marksist terörist örgütüne indirgenmesi… Aynen DTP’de olduğu gibi, BDP eski-yeni eşbaşkanları ve sözcüleri de hâlâ “açılım”ın asıl muhatabının “Kandil, PKK ve Önder Apo!” olduğunu kitlelere karşı ilân ediyor. “Öcalan’sız ve PKK’sız bir ‘açılım’ı istemiyoruz, bu ne ‘açılım’ ne de barış olur!” nutukları çekiliyor. Nevruz mitinglerinde sık sık “Sınırın bir tarafında Türk gençleri, diğer tarafında Kürt gençleri ellerinde silâh tetikte bekliyorlar” diye konuşmalar yapılıyor. Terör örgütünün ve Öcalan’ın “yol haritası”nın esas alınmadığı bir “açılım”ı istemediklerini söylüyorlar. BDP Eşbaşkanı Demirtaş, terör örgütünün yuvalandığı Kandil’i “barış anıtı” olarak lanse ediyor. Açık açık “Öcalan muhatap alınmalıdır” diye konuşuyor. Aksi halde daha önce olduğu gibi, “kargaşa olacak!” diye tehdit savuruyor. “Açılım”a karşı terörü bir koz olarak kullanıyor… Her fırsatta terör örgütünün kontrolünde olduğunu ele veren BDP’nin son hali ve “Nevruz ateşi”nin kavmiyetçi fitne ateşine ve terör örgütünün propagandasına dönüşmesi, “demokratik açılım”ın temelini teşkil eden “Kürt açılımı”nın önündeki en büyük engel… Önce bu engelin aşılması gerekiyor…
21.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
İhtilâl ürünü kanunları da görelim |
Millete zorla kabul ettirildiği günden bu yana 12 Eylül darbesinin ürünü olan 1982 Anayasası’ndan kurtulmak istiyoruz. Bu uğurda yüzlerce belki de binlerce toplantı yapıldı. Hemen her parti değişik tarihlerde ‘anayasa taslağı/teklifi’ hazırladı ve kamuoyuna duyurdu. “Bu defa darbe anayasasından kurtuluyoruz” diye sevindiğimiz günlerde bir bahane ile bu imkân kalmıyor. Ya irtica ya da ‘sivil darbe’ tartışmaları sebebiyle değişiklik umudu rafa kalkıyor. Çeyrek asırdır gündeme gelen anayasa değişikliği ya da sivil ve yeni bir anayasa hazırlanması çalışmaları yine gündemde. Umalım ki bu defa çalışmalar neticeye varsın ve değişiklik teklifleri rafa kalkmasın... Tabiî ki biz 12 Eylül darbe anayasasının değiştirilmesini talep ederken, çok daha önemli olan bir konuyu unutuyoruz. O da, yürürlükteki mevcut ‘önemli kanunlar’ın neredeyse tamamının en az kurtulmaya çalıştığımız anayasa gibi öz be öz darbe ürünü olduğu gerçeği... Anayasa Mahkemesi eski Raportörü Doç. Dr. Osman Can, Bursa’da yaptığı bir konuşmada bunu hatırlatmış. ‘’Türk siyasal ve toplumsal hayatının en önemli yasalarına baktığımız zaman, yüzde 80’i demokratik platformun ürünü değildir, darbelerin ürünüdür’’ diyen Can, 1961 Anayasasıyla birlikte Türkiye’de yargı ile toplum arasındaki ilişkinin neredeyse bütünüyle koparıldığını, 1980 darbesiyle de hakimler ve yargıçlarla toplum arasındaki ilişkinin mutlak suretle kapatıldığını hatırlatmış. Doç. Dr. Can, hadiseyi şöyle özetlemiş: ‘’1961 Anayasası’nı bu halk yapmadı, 1971 değişikliklerini halk yapmadı. 1980 darbesiyle Danışma Meclisi oluşturuldu. Millî Güvenlik Konseyinde kaç tane önemli zevat olduğunu hepimiz iyi biliriz. 1982 Anayasası’nı yapanlar beş kişiydi. Bu beş kişi nasıl istediyse, anayasa öyle oldu. Beş kişi bu anayasanın nasıl yürürlüğe girmesini istediyse, o şekilde girdi. Bu beş kişinin iradesi altında biz hâlâ biz hayatımızı devam ettirmeye çalışıyoruz. Danıştay, Yargıtay, Askerî Yüksek Yargı Mahkemesi Yasası, Askerî Yargıtay Yasası, Hakimler ve Savcılar Yasası, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Yasası... Bütün bunların hepsi, darbecilerin yani beş generalin onayladıkları yasalardır. İçinde iyi şeylerin olup olmaması ayrı bir tartışmadır.” (AA, 20.03.2010) Mevcut ihtilâl anayasasından kurtulmaya çalışırken, yürürlükteki diğer ‘darbe ürünü kanunları’ unutmamamız lâzım. Bu tartışmalar esnasında akla şu da geliyor: Anayasayı değiştirmek ‘zor’ olsa da, şimdiye kadar; yürürlükteki onlarca ‘darbe kalıntısı kanun’u değiştirmek mümkün değil miydi? Demokrasi yolunda adım atarken, işe kanunları düzelterek başlanamaz mıydı? Siyasî parti kapatma dâvâlarına da değinen Anayasa Mahkemesi eski Raportörü Doç. Dr. Osman Can, bugüne kadar hiçbir siyasî parti kapatma dâvâsının demokrasiye hizmet etmediğini de söylemiş. Bu tesbiti, hayatın gerçekleri de doğrulamıyor mu? Hangi parti gerçek anlamda kapatılabildi? İnsanların gönlünden silinmeyen partilerin, ‘kâğıt üstünde’ kapatılması çare olabilir mi? Doç. Dr. Can şunu da söylemiş: ‘’Demokrasi ve özgürlüklerle çatışan partiler hakkında bugüne kadar herhangi bir dâvâ açılmış değildir. Bunun altını çizelim. Türkiye’de kapatılan tüm siyasî partiler 1935 CHP tüzüğüne aykırılıktan kapatılmıştır. Bunu kimse bilmez. Kapatma kararını verenler de bu düşüncede değildir. Ama tarihi okumakta yarar vardır. Yoksa Anayasa’da yer alan demokrasi, insan hakları, hukuk devletine aykırılıktan kapatılma hiç yaşanmadı.’’ “Vitrin”deki anayasayı değiştirmeye çalışırken, “heybe”deki demokrasi düşmanı kanunları değiştirmeyi unutmayalım...
21.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Suna DURMAZ |
|
Otuz sekiz bin yürek Allah! Allah! dedi |
Buhari’de yer alan bir Hadis-i Kudsi’de Allah Teâla şöyle buyuruyor: “Ben kulumun Bana olan zannının yanındayım. Beni andığında hatırladığında, Ben onun yanındayım. Beni içerisinde anarsa hatırlarsa, Ben de onu içerimde anarım. Eğer beni topluluk içerisinde anarsa, Ben de onu onlardan daha hayırlı bir topluluk içerisinde anarım. Eğer bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir kol yaklaşırım. Eğer bana bir kol yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç yaklaşırım. Eğer bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak gelirim”. Türkiye’nin her tarafında etkin konferanslar düzenleyen “Namaz Gönüllüleri Platformu” gibi Kuveyt’te de iman, namaz ve güzel ahlâkla ilgili paneller ve konferanslar düzenleyen gönüllü teşekküler var. Bu teşekküllerden biri olan “Rikaz” hareketini bir yazımıza konu edinmiş, hareketin faaliyetlerinden bahsetmiştik. Kuveyt’te başlayıp diğer Körfez ülkelerine kadar yayılan Rikaz hareketi; insanları İslâm’a, iyiliğe ve güzelliğe dâvet etme konusunda teknolojiden istifade ederek eskilerin “usûl ed-Da’ve” dedikleri “Dine çağrı Yöntemleri”n de yeni bir çığır açtı. Bir başarı diğer başarıları doğurur kaidesince, Rikaz hareketinin dâvet konusundaki başarıları istikbaldeki başarılara da zemin hazırlamış oldu. Bu başarılardan biri, Kuveytli genç imam Mişâri el- Harrâz’ın Kuveyt tarihinde bir ilk diye kabul edilen 38 bin kişinin katıldığı “Allah’la beraber olmak” adlı konferansıdır. Yukarıdaki Hadis-i Kudsi’de müjdelenen mutluluğu yakalamak isteyen kadın-erkek, çoluk-çocuk 38 bin Kuveytli, Mişâri el-Harrâz’ın Mescidi’l Kebîr de yaptığı konferansa katıldı. Konferans sonunda kılınan yatsı namazını değerlendiren katılımcıların % 95 i “Kıldığım yatsı namazı hayatımda kıldığım en tatlı yatsı namazıydı” dediler.. Her hayrın başı ihlâstır. İhlâsı tam elde eden başarılarıda elde eder. Kişi islâh işine kendi nefsiyle başlaması lâzım; nefsini terbiye eden başkalarını da terbiye edebilir. İşte bu düsturlarla hareket eden Mişâri el-Harrâz, halkın ve basının gösterdikleri yüksek ilgi dolayısıyla, Kuveyt Evkaf Bakanlığının tekrar edilmesini istediği konferansın tarihçesini 17 Mart 2010 tarihli Kuveyt el- Vatan gazetesine anlatmış. “İki arkadaşla beraber yaptığımız ‘Namazdan nasıl lezzet alabiliriz? Huşu rızıktır; ona nasıl ulaşabiliriz?’ seri sohbetleri sonunda hayatımızda bir takım değişikliklerin olduğunu gözlemledik. Sohbet yakın arkadaşlarımızın katılımıyla genişleyip 15 kişiye ulaştı. Onlar da aynı duyguları hissetmeye başladılar. Halka daha da genişleyip 80 kişiye ulaşınca, bu tatlı duyguları daha çok insan hissetsin istedik. Kadın erkek akrabalarımızın katılımıyla 800 kişiye ulaştık. Sohbeti duyan katıldı, duyan katıldı derken 3000 kişi oldu. Yerimiz dar olduğundan bu kadar insana aynı anda ders yapmak zor olacaktı. Bu yüzden yakınımızda bulunan spor salonuyla anlaştık. Sohbeti büyük ekranlar vasıtasıyla spor salonuna taşıdık. İki kişiyle başlayan sohbet halakamız 6000 kişiye ulaştı Altı bin katılımcı olduğunu duyan Evkaf Bakanlığı aynı konferansın Mescid-i Kebir de yapılmasını istedi. Hamd olsun 38 bin kişiye ulaştık. Bir televizyon kanalı aracılığıyla Allahla beraber olma hazzını daha büyük kitlelere taşımak istedik. Bu fikrimizi MBC televizyonuna teklif ettik. Yapılan anket sonucunda bizim programımızın dizi filmlerden daha fazla izlendiği ortaya çıktı. Konferansın şöhreti diğer Körfez ülkelerine de ulaştı. Dubai hükümetinden almış olduğumuz teklif üzerine orada yaptığımız konferansa da 20 binden fazla kişi katıldı.” Mişâri el-Harrâz televizyon programlarından elde edilen gelirin nasıl değerlendirileceği sorusuna da şöyle cevap vermiş: “Yıllardır fakirlere somut bir yardım yapmayaı hayal ederdim. Babamın ve dedemin tavsiyesi üzerine televizyon programlarından elde edilen gelirler fakirlere dağıtılacak.” İnsanoğlu âciz ve zayıf olarak yaratılmış. Bu zayıflığından dolayı kolaylıkla günah işleyebiliyor. Günah işledikçe, ibadetlerde huşû denilen o güzel nimeti çoğu zaman yakalayamıyor maalesef. Bu yüzden, Rabbimizle beraber olmanın tatlı duygularını yakalamak için iman hakikatlerini anlatan derslerden uzak kalmamalıyız. Zâriyât Sûresi 55. âyette “Sen yine de öğüt ver; çünkü öğüt mü'minlere fayda verir” diye buyruluyor. İmanî konuların işlendiği toplu dersler ve konferanslar bizler için birer nasihattırlar. Âyette de belirtildiği gibi nasihatta bizler için büyük fayda var.
21.03.2010 E-Posta: [email protected]@hotmail.com |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
50 yıl sonra |
Üstad Bediüzzaman Hazretleri bir Ramazan gecesi Şanlıurfa’daki bir otel odasından berzah âlemine intikal ettiğinde, biz henüz bir yaşımızı dahi doldurmamıştık. Aradan yarım asır geçti. Şimdi ortayaş dönemine intikalin eşiği sayılan 50 yaşı geride bırakıp, dünyadaki zamanı hızla azalanlar arasına girdik. Artık Üstadın “40'tan sonra kabir tarafına nüzul başlar” sözünü hakkalyakin yaşayanlardanız. 2000 yılında kaç yaşında olacağımızın hesabını yaptığımız çocukluğumuzda, 40 yaş çok uzak bir menzil gibi görünüyordu bize. Oysa şimdi o dönemeci aştık ve üstüne on bir yıl daha ekledik. Sonsuz şükürlerle kaydetmemiz gereken husus, biz henüz daha emekleme çağına dahi gelmeden bu dünyayı terk eden Üstadın, elli yıl sonra dahi hayatımızı şekillendirip istikamet veren eserleriyle tanışmamız ve haşir neşir olmamız. Ve aynı durumda olan milyonlarca insan var. Müellifi yarım asır önce Hakkın rahmetine kavuşmuş bir eser külliyatının bu müessiriyeti, hiç şüphe yok ki, bu özelliğini, kaynağı olan Kur’ân-ı Hakîmden alıyor. Mukaddes kitabımızdaki derin mesaj, mânâ ve sırlar, nurlu tefsirine de yansıyor. Âyetül-Kübra’da Kur’ân’ın insan ve toplum hayatındaki muazzam tesirleri anlatılırken dikkat çekilen son derece önemli hakikatlerden biri: * Kur’ân, insanların hem nefislerinde, * hem kalplerinde, * hem ruhlarında, * hem şahsî, içtimaî ve siyasî hayatlarında öyle bir inkılâp yapmış ve idame ve idare etmiş ki, On dört asır boyunca, her dakikada altı bin altı yüz altmış altı âyeti, büyük hürmetle en az yüz milyonu aşkın insanın dilleriyle okunuyor; * insanları terbiye, * nefislerini tezkiye, * kalplerini tasfiye ediyor; * ruhlara inkişaf ve terakkî, * akıllara istikamet ve nur, * hayata hayat ve saadet veriyor. (Şualar, s. 216) Aynı mânâlar, Kur’ân’ın bu çağa ders ve mesajı olarak telif edilen Risale-i Nur’da da mevcut. Risale-i Nur da, okuyanlarının nefis, kalp, ruh ve akıllarında; şahsî, içtimaî ve siyasî hayatlarında aynı tesirleri meydana getiriyor. İspatı, tek tek her bir Nur talebesinin hayat serencamı ve toplumsal, siyasî hayatımızda ulaştığımız nokta. Geniş dairede gerek ülkenin, gerek dünyanın geldiği aşama, hayatın her safhasında Risale-i Nur’taki tesbit ve tahlilleri tasdik ve teyid ediyor. Şahsen külliyatı 1973’te okumaya başladık ve aradan geçen 37 yıl içinde birçok kez devrettik. Bu okumalar bize çok şey kazandırdı. Ve ondan da önce, pek çok eksiğimizi tamamlayıp, fıtrî ve mizacî sınırlarımızı aşan hizmetlerde görev almamızı mümkün kıldı. Gerek iç dünyamızda, gerekse dış âlemde ardı arkası gelmeyen zorluk ve engelleri Risale-i Nur’un verdiği moral ve enerjiyle aştık. Halen de öyle devam etmekteyiz. Risale-i Nur, teslimiyet ve sadakatle kendisini mütalâa eden her okuruna sağlam ve sarsılmaz bir iman kazandırıp nazarları asıl hayat olan ahiret hayatına çevirir, ama dünyaya da ahiret ve din için çalışma şevki verirken, Yaratıcının fıtratına koyduğu kabiliyetleri keşfettirerek, gurura dönüşmeyen bir özgüven veriyor. Böylece silik ve sönük mizaçları dahi hizmet şuuruyla ateşliyor. Şimdi, külliyatı çok daha fazla okuma ihtiyacı hissediyoruz. Ve her okuyuşumuzda, eserlerdeki derin şifre ve mesajlar arasında yeni yeni keşifler yapmanın engin manevî lezzetini hissediyoruz. Geçen asırların manevî temsilcilerinin “helâket ve felâket çağı” olarak niteledikleri ahirzamanın tehlikeli tuzaklarına muhatap insanlar olarak, Risale-i Nur gibi doğrudan Kur’ân’a dayanan bir rehberle tanışma nimet ve mazhariyetine sahip kılındığımız için ne kadar şükretsek az. Bu şükrün gereği, herşeyden önce, bu paha biçilmez eserlerle dinamik ve sürekli bir “okuma” ilişkisi içinde olmak. Ve bu okuma ilişkisi üzerinde yükselen şahs-ı manevî havuzunda erimek.
21.03.2010 E-Posta: [email protected] |