|
|
Nejat EREN |
Nur talebelerinin özellikleri |
|
Nur talebeleri, her türlü şart ve durumda metanetin, sabrın, celâdetin, meşrûiyetin, muvaffakiyetin, nezaketin temsilcisidirler.
Onların içlerinde öyleleri var ki, “herbiri yüze mukabil bu hizmet-i nuriyede muvaffak olmuş adi bir adam ve yirmi otuz yaşında iken, altmış yetmiş yaşındaki velilere tefevvuk etmişler var.” (Kastamonu Lâhikası, s. 192)
Onlar, nizamlı, temiz, her zaman ve zeminde kesin irade ortaya koyan, Cenâb-ı Hakk’ın inayet-i hassasına nail olan, Risâle-i Nur’un hakikatlerine bağlılığını her şartta devam ettiren isimsiz kahramanlardır.
Onlar, devamlı hayırlı işler, duâlar ve mânevî kazançlarda hissedâr olan ve bu alanda hissedarları çoğaltmaya gayret eden ve bunu hiç hatırdan çıkarmayan bir hasbihâl camiasıdır.
Onlar, binler, yüz binler, milyonlar kardeşlerin meydana getirdiği bir daire içerisinde bulunan, Nur talebelerinin ve gerçek inançlı Müslümanların duâlarına duâ katarak mânevî kazançlarını ve hisselerini devamlı yükseltip, yüceltmeye çalışan fedakârlar ordusudur.
Onlar, Risâle-i Nurların her türlü menfî akım ve fikir karşısında kat’iyen mağlûp olmayacağına öyle inanırlar ki, onun için Risâle-i Nurları hayatlarının gayesi ve hedefi yaparak bütün mesailerini ona harcamaktan asla vazgeçmeyen istikamet ve sebat erleridir.
Onlar, Risâle-i Nur’un âlem-i İslâm’da ve bütün dünyada neşir ve intişarı adına her şeyi ve bütün mânileri bertaraf etmek için, daima barışçı ve musalâhakârâne vaziyet alarak sabır ve metanetle hizmetlerine devam eden bahadırlar topluluğudur.
Onlar, her şeyini, haysiyetini, enerjisini, maddesini, mâneviyâtını ve enaniyetini bu dâvâ, bu millet, bu vatan, bu topraklar, bu bayrak için fedâ etmeye hazır ve âmâde isimsiz alperenlerdir.
Onlar, her an ve dem, ikram ve inayet-i İlâhiyenin gölgesinde ve himayesinde olmanın şuur ve idrakiyle hareket eden salihlerdendir.
Onlar, minnettarlığın, nezaketin, istikametin, uyanıklığın, yardımseverliğin en güzel timsâli ve örneğidir.
Onlar, yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslâha çalışmazlar, aksine, bin seneden beri bu dine, bu dâvâya, bu kültür ve inanca saldıran müfsitlerin dehşetli plânlarına karşı kuvvetli bir siper olarak mânevî mücahedelerini devam ettirirler.
Onlar, toplumun yaralanan kalbinin, derinden rahnelenen hissinin, kamuoyunun, özellikle avâm-ı mü’minînin sarsılan ümit ve hayallerinin tamir ve desteklenmesini sağlayan isimsiz erlerdir.
Onlar, ihmâle uğrayan İslâmî esasları, şeâir ve gelenekleri, bozulmaya yüz tutan umumî vicdanı, Kur’ân’ın i’câzıyla ve imanın ilâçlarıyla tedavi etmeye çalışan kahraman tabiplerdir.
Onlar, yalnız, Kur’ân-ı Hâkîm’in bu zamanda bir mû’cize-i mâneviyesi olan Risâle-i Nur’a tasdikkârâne teslimi ve irtibatı şâkirâne kabul ederek bir kudsî dâvânın temsilciliğini yapmaya gayret eden hasbî nur erleridir.
Bu tariflere uyan insanlar olma dilek ve temennisiyle...
10.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kabirle ilgili sorular |
|
Mahmut Bey: “1. Kabirde sorgu suâl kabre ilk
girildiğinde mi veya ruh alındığında mı başlar? Günlerce ruhu alınıp da bekletilen kişiler için sorgulama nasıl olur? 2. Yeni vefat etmiş kişinin ruhu bulunduğumuz şehadet âlemine gelmesi mümkün mü? Meselâ ölmüş baba geride bıraktığı çocukları, annesi... Yakınlarının üzüntüsünden haberdar olur mu? 3. Ölü için kabir ile evde Kur’ân okuma sevap fazileti açısından bir fark var mı? 4. Kabir başında özellikle okunması gereken duâ ve sûreler nelerdir? 5. Kabirde ölünün ayakucunda durup da Kur’ân-ı Kerim okurken ölü bundan haberdar olur mu? 6. Ölü için yas tutanların sesli ağlamasının ölüye zararı var mı? 7. Komşu kabirlerde bulunanlar birbirinden haberdar olurlar mı? 8. Kabirde zaman nasıl işler?”
1- İnsan öldükten sonra, insan ruhu âlem-i berzaha gider. Berzah âleminde kişi sorgu meleklerinin sorularıyla gözünü açar. Yani kabirde sorgu ve suâl insan öldüğü anda başlar. İnsan öldüğünde cesedi her ne kadar kabre defnedilmekte geciktirilmiş olsa da, insan ruhu âlem-i berzaha girmiş olur ve cesediyle ilişkisiz olarak sorguyla muhatap olur.
2- Vefat etmiş kişinin, geride bıraktığı yakınları ile aralarında mânevî hatlar kesik olmaz. Meselâ rüya mânevî bir hattır. Kimi zaman ölmüş kişilerin ruhlarının evine geldiği, geride bıraktığı çocuklarının üzüntüsünden haberdar olduğu şeklinde yaşanmış vakalar anlatılmıyor değil. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri de, “Ehl-i cennet ruhları berzah âleminde yeşil kuşların cevflerine girerler ve cennette gezerler” hadisinin işaret ettiği Cennet kuşlarından tâ sineklere kadar bazı hayat sahibi cisimlerin içine Allah’ın izniyle kimi ruhların girdiğini ve o cisimlerdeki göz ve kulak gibi duygularla şehâdet âlemini temâşâ ettiklerini ifade etmiştir.1
3- Ölü için kabirde Kur’ân okuma ile evde Kur’ân okuma arasında sevap ve fazilet bakımından fark yoktur. Fakat kabir başında Kur’ân okurken ahireti daha çok hatırlayarak aldığımız ibret sebebiyle daha fazla hüzünlenip, daha fazla ihlâs içine girebiliriz. Kur’ân’ı hüzünle ve ihlâsla okumak ise daha çok sevaptır. Peygamber Efendimiz (asm): “Hüzünlü insanlar Allah’ın himayesindedir” 2 buyurmuştur.
4- Kabir başına varıldığında kabristanda yatanlara selâm verilir. Bu sünnettir. Selâm şöyle verilir: “Esselamü aleyküm ehle’d-diyari mine’l-Mü’minine ve’l-Müslimin. Ve innâ inşaallahü biküm lâhikûn. Es’elüllahe lenâ ve lekümü’l-âfiye.” (Meâli: Allah’ın selâmı burada yatan Mü’min ve Müslümanların üzerine olsun. Bizler de İnşallah size katılacağız. Allah’tan bize ve size âfiyet dilerim.”
Ölenlere selâm cümlesini dikkatle incelediğimizde ölenlerin yaşıyor olduklarını, bizimle ilgili bulunduklarını ve bizi işittiklerini anlamak hiç de zor değildir.
Ölenlere selâm verdikten sonra duâ okuyarak onların bağışlanmalarını, azapları varsa kaldırılmasını veya hafifletilmesini Cenâb-ı Allah’tan dileriz. Üç ihlâs ve bir Fatiha-i Şerife okunabileceği gibi, zamanımız kısıtlı değilse Yasin Sûresi veya Mülk Sûresi de okunarak bağışlanabilir. Peygamber Efendimiz (asm): “Yasin Kur’ân’ın kalbidir. Bir kimse Yasin’i okur ve Allah’tan ahiret saadeti dilerse, Allah onu bağışlar. Yasin Sûresini ölüleriniz üzerine okuyunuz” 3 buyurmuştur.
5- Ölen kişinin kendisini ziyaret edenleri görebileceği ve kendisi için okunan duâlardan ve Kur’ân’dan manevî feyiz noktasında hissedâr olabileceği şeklinde rivayetler vardır.
6- Ölen kişi eğer kendisi için yas tutulmasını istemişse, kendisinden sonra tutulan yasla ilgili rahatsız olur ve azap görür. Fakat böyle bir vasiyeti yok idiyse, sadece yas tutan kişi kendisi günahkâr olur. Ölü bundan zarar veya azap görmez. Çünkü ölünün bunda bir kusuru yoktur.
Ölü için isyansız ve teslimiyet içinde gözyaşı dökmekte ve gizlice ağlamakta ise bir sakınca yoktur. Çünkü Peygamber Efendimiz’in de (asm) ifadesiyle, kalp hüzünlenir, göz yaşarır. Bu ölüme karşı kalbin ve insan ruhunun fıtrî bir hâlidir. Bunda günah yoktur. Şüphesiz bu durumda da faziletli olan, bu gözyaşını ve kalp rikkatini şükre ve tefekküre çevirebilmek ve dünyanın faniliğini ve ölüm hakikatini derinliğine düşünüp ders almaktır.
7- Âlem-i berzaha gidenler komşu kabirlerde olmasalar da salih kimseler ise birbirleriyle görüşebilirler. Kabirde salih kimselere sıkıntı veren herhangi bir zorluk veya darlık söz konusu değildir.
8- Âlem-i berzah ebedî hayatın bir parçasıdır. Orada zaman, dünya zamanı ile ölçülmeyecek ve kıyaslanmayacak derecede farklıdır.
Konuyla ilgili âyet ve hadisleri İnşaallah yarın ele alalım.
Dipnotlar:
1- Sözler, 29. Söz, Mukaddime, s. 466
2- İbni Ebi’d-Dünyâ
3- Müsned, 5/256
10.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Dostluğun, dünyaya sığmayan kolları |
|
Dostlara ne kadar muhtaçtır insan. Candan dostlar vücudumuzun âdetâ birer parçası olmuş kimselerdir. Gören gözlerimiz, işiten kulaklarımız, düşünen akıllarımız olmuşlardır âdetâ. Montaigne onların kollarının dünyanın bir ucundan diğer ucunu kucaklayabilecek kadar uzun olduğunu söyler.
Daha öte onların kolları dünyaya da sığmaz. Değerli dost, hizmet ehli kardeşimiz A. Kanıbir’in Üstaddan aktardığı mesajda onların kollarının daha da uzun olduğu ne güzel anlatılır: “Mabeynimizdeki münasebet ve uhuvvet, İnşaallah halis ve lillah için olduğundan, zaman ve mekânla mukayyet olmaz. Bir şehir, bir vilâyet, bir memleket, belki küre-i arz, belki dünya, belki âlem-i vücut iki hakikî dost için bir meclis hükmündedir. Böyle dostluk ve kardeşliğin firakı yok. Hep visaldir. Fani, mecazî, dünyevî dostluklar sahipleri firakı düşünsün.”1
Evet, böylesi hakikî dostlar hayat bahçemizin solmayan gülleri, şakıyan bülbülleridirler. Neşemizi, tasamızı paylaşan, bizim gibi düşünen, bizim gibi gören ve bize benzeyen dostlar, vazgeçemeyeceğimiz insanlardır. Onlar gerçek zenginliğimiz, onlardan mahrumiyet ise gerçek yoksulluktur.
Kâinatın Efendisi (asm) böyle içten, samimî, Allah için olan dostları miske benzetir. “Faydalı güzel dost, misk satan kişiye benzer; sana birşey vermese bile kokusundan istifade edersin” buyurur. Geçici, sağlam temellere oturmayan, menfaat çarkı üzerine dönen dostluklar ise tehlikelerle doludur. Böyle dostları ise körükçüye benzetir, “Ya o senin elbiseni yakar, ya da onun çıkardığı pis kokudan rahatsız olursun” buyurur. Bunun içindir ki, “Kişi dostunun yolu üzerindedir. Onun için herkes seçeceği dosta iyi baskın!” buyurarak gerçek dostlar kazanmaya yöneltir. Allah Resûlü (asm), vazgeçilmez dostların özelliklerini de öğretir bize. Bir gün kendisine, “Dostların hangisi hayırlıdır?” şeklinde sorulan bir soruya şu cevabı vermiştir: “O kişidir ki onu görünce Allah’ı hatırlarsınız. Konuşması sizi gayrete getirip işinizde verimli olmaya iter. Yaptıkları da size âhireti hatırlatır.”
Ne güzel dostlardır böylesi dostlar!
Gerçek dostluk, dostluk göstermekle başlar. Hz. Ali, “Birçok kimseye dostluk gösterdim. Onlardan hiçbir dostluk da göremedim. Ama dostluktan da vazgeçmedim” diyor. O, dostluk kucağını o kadar geniş açar ki, “Dostlarımın dostlarını da severim” der. Dilimizde dolaşan, “Dostun dostu dosttur,” “Bir göz hatırı için çok gözler sevilir” gibi sözler Hz. Ali gibi büyük insanların armağanıdır. Mevlânâ da dostluğa büyük önem verir. Çok dostlar edinmeli ona göre. “Çünkü” der, “Kervan ne kadar kalabalık ve halkı çok olursa, yol kesenlerin beli o kadar kırılır.”
Demek dostluk bu kadar önemli. Bir o kadar da onların seçimi.
Dipnotlar:
1- Barla Lâhikası, s. 143.
10.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Bir günde medenî olmak |
|
Bundan seksen üç yıl evvelki yakın tarihimizin sislerle kaplı sayfaları arasında şöyle kısacık bir gezinti yapmaya çalışalım...
M. Kemal, bir süre sonra Meclis'te görüşülecek olan "Şapka ve Kıyafet İnkılâbı"nın alt yapısını hazırlama mahiyetindeki yurt gezilerine devam ediyor. 10 Ekim (1925) günü gittiği Akhisar Türkocağında şu konuşmayı yaptı: "Muhterem ahali! Birbirimizi aldatmayalım. Medenî cihan çok ileridedir. Buna yetişmek, o daire–i medeniyete dahil olmak mecburiyetindeyiz. '...Şapka giyelim mi giymeyelim mi?' gibi sözler mânasızdır. Şapka da giyeceğiz, Garb'ın her türlü âsâr–ı medenisini de alacağız. Efendiler! Medenî olmayan insanlar, medenî olanların ayakları altında kalmaya mahkûmdur. Meserretimi, şükrânımı tekrar ederim."
M. Kemal'in Türkocağı'nda hitap etmiş olduğu Akhisarlılar'a bu derece teşekkür etmesinin en önemli sebebi, onların hemen oracıkta başlarına şapka geçirmesiydi.
M. Kemal'in "şapka inkılâbı seyahatleri" çerçevesinde Akhisar'a da geleceğini önceden haber alan CHP İlçe Başkanı Murat Bey, Türkocağı Başkanı Dr. Şemsettin Bey ve Belediye Başkanı Emin Bey, bu maksatla biraraya gelerek, en az bir kamyon şapkayı Akhisar'a getirtmeye karar verirler. Bu iş için de Boncuklu Ahmet Efendi isimli şahsı vazifelendirirler.
Derhal İzmir'e giden Boncuklu Efendi, gece vakti olmasına rağmen şapka satan dükkânları açtırarak bir kamyon dolusu şapkayı Akhirasa getirir.
Kànundan evvel yapılanlar
Şapka giyme mecburiyeti ile sarık ve cübbe gibi dinî kisveleri giyme yasağına dair kànunların yürürlüğe girmesi, 28–30 Kasım (1925) günlerine rastlar.
M. Kemal'in bu maksadı hasıl etmeye yönelik yurt seyahatleri ise, Çankırı yoluyla Kastamonu ve İnebolu'ya gitmek üzere Ankara'dan hareket ettiği 23 Ağustos günü başlıyor.
O gün, başında Panama şapkası var. Kastamonu ve İnebolu'da ise, vatandaşların başında ilk kez olmak üzere İstanbul'dan vagonlarla getirtilen Vakko mamulü şapkalar görülüyor. (Vitali Hakko, ileriki tarihlerde şapka imalatı sâyesinde zengin olduğunu itiraf etti.)
İnebolu Türkocağı'nda konuşan M. Kemal, elindeki şapkayı göstererek şunları söyledi: "Bunu çok açık söylemek isterim. Bu serpuşun ismine şapka denir. Redingot gibi , bonjur gibi , smokin gibi, frak gibi, işte şapkamız. Buna câiz değil diyenler var. Onlara diyorum ki: Çok gafilsiniz ve çok cahilsiniz." (Nakiller için bkz: TTK, Atatürk Kronolojisi, s. 440; H. R. Soyak, Atatürk'ten Hatıralar–I, s. 266.)
Altı günlük Kastamonu ve ilçelerindeki ziyaretten sonra, Eylül ayında da Bursa taraflarına giden M. Kemal, şapka inkılâbını benimsemediklerini seslendiren binlerce vatandaşa hitaben şu konuşmayı yaptı: "...Hep beraber takip ettiğimiz yol doğrudur. Bu yol bizi saadete eriştirecek." (Age, s. 442.)
O günlerde yayınlanan hemen bütün gazeteler de, sarık–cübbe gibi İslâm ve Osmanlı kıyafetine yasak getirilmesinin ve şapka–smokin gibi Avrupaî kıyafetleri giymenin zaruretinden dem vuruyordu. Hep bir ağızdan "Bunları yaptığımız takdirde, kısa süre içinde medenî bir toplum olacağımızı ve bütün millet olarak tez zamanda saadete kavuşacağımızı" ilân ediyorlardı.
Şapka Kànunu, 25 Kasım 1925'te kabul edildi ve üç gün sonra da resmen yürürlüğe girdi.
O günlerde, şapka giyer giymez sür'atli bir şekilde medenileşip medenileşmediğimiz ve millet olarak saadete erişip erişmediğimizi tam olarak bilemiyoruz.
Ancak, gayet iyi bildiğimiz bir husus var ki, o da şudur: Şapka giyme mecburiyetinin gündeme geldiği andan itibaren, yurdun muhtelif merkezlerinde birtakım reaksiyonlar yaşandı ve yer yer protesto gösterileri yapıldı. Meselâ: Erzurum, Rize, Sivas, Maraş, Bursa, Giresun, Kırşehir, Kayseri, Tokat, Amasya, Çorum, Samsun, Trabzon, Uşak, Muş ve Gümüşhane gibi yerlerde.
Hapis ve idam cezaları
Vaktiyle "vatana ihanet" suçunu işleyenleri cezalandırmak maksadıyla kurulan İstiklâl Mahkemeleri, Ekim 1925'ten sonra daha çok şapka muhalifleri ile sarık giyen vatandaşları cezalandırmaya yöneldi.
Bu mahkemeler, sayısı bilinemeyecek kadar çok vatandaşı ya hapse attırdı, yahut da idam sehpasına yolladı.
Zira, hâlâ yürürlükte olan söz konusu kànuna göre, şapka giymemenin cezası üç ay iken, karşı gelmenin veya şapkayı protesto etmenin cezası doğrudan idam şeklinde tatbik edildi.
Ne tuhaf değil mi? Söz konusu kànun hâlâ yürüklükte olduğu halde, resmî memurlar bugün şapka giymiyor, giymeyi de düşünmüyor. Üstelik, onları ne hapse atan var, ne de idamlarını isteyen.
Devir mi değişti, insanlar mı, yoksa şartlar mı?
Seksen küsûr senede bakın nereden nereye geldik?
Son bir suâl ile bitirelim: Kılık–kıyafet gel–gitleriyle millet olarak ne ölçüde medenileştik, yahut ne kadar mesut ve bahtiyar olduk?
Bu suâlin cevabını, yukarıdaki bilgiler ışığında varın siz bulmaya çalışın.
Şapka İnkılâbına dair konuşmaların hemen tamamı, muhtelif şehirlerde şubesi bulunan Türkocakları'nda yapıldı. Bu ocağın en etkili kurucularından olan Kırım kökenli (anne tarafı Yahudi olan) Akçuralı Yusuf, daha sonraki yıllarda
Türk Tarih Kurumunun başına getirildi.
10.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
ABD halkı, hakkı bulacaktır |
|
Yönetim biçimi: Federal Cumhuriyet. İdarî bölümler: 50 eyalet ve 1 bölge. Başşehri: Washington. Resmî dili: İngilizce. Dini: Hıristiyanlık.
Amerika Birleşik Devletleri, 4 Temmuz 1776’da kuruldu. 1787’de ilk anayasası hazırlandı ve George Washington ilk cumhurbaşkanı seçildi. 1790’da ilk sayım yapıldığında bu genç devletin nüfusu 4 milyondan az olup, çoğu doğu kıyısında yaşıyordu. Bugün 300 milyondan fazla nüfusu var (2008). Okul ve üniversitelere kayıtlı öğrencilerin sayısı 60 milyon kadar. 4 bin üniversite var ve bunun 85’i bayan üniversitesidir.
ABD ve din: Kendi ibadethanesini ve dinini seçme ve kendi vicdanına göre ibadet hürriyeti her Amerikalının hakkıdır. Birleşik Devletler Anayasası’nda yapılan ilk değişiklik şöyledir: “Kongre, belirli bir dinin mecburî olması için veya ibadet hürriyetini yasaklayan bir yasa yapamaz.” Her eyaletteki Amerikalılar aynı ibadet hürriyetine sahiptir. Bütün ülkede 219 mezhebe bağlı 331.000 yerel kilise ve grubu vardır. Dünyadaki bütün bâtıl inançların merkezi bu ülkedir. İslâm, Budist, Rus Ortodoks ve Yunan Ortodoks dahil, yeryüzündeki belli başlı dinlerin tamamı Birleşik Amerika’da temsil edilmektedir.
Dünya haberleri arasında takip ettiğimiz son gündem maddelerinden birisi Türkiye’deki karakol baskını ve şehitlerimizin dışında, ABD’nin maddî krizi olmuştur. ABD’nin dakikada 1 milyon dolar artan millî borcu 9.13 trilyon dolara ulaştı, yani 10 trilyon YTL. Bunun ulusal güvenlik sorunu olduğunu belirten uzmanlar Çin’in ABD tahvili almaktan vazgeçmesini felâket senaryosu olarak yorumluyor. Bu yıl ABD’nin millî borcunun dakikada 1 milyon dolar artmasını kaygı verici olarak nitelendirirken, uzmanlar bu miktarın her Amerikalı için ortalama 30 bin dolar borç alması anlamına geldiğine dikkat çekti. Özetle; ABD’nin toplam borcu 10 trilyon dolar. Ekonomik krizin muhtemel sonuçları, her 10 Amerikalı’dan 8’ini korkutuyor. Her 10 kişiden 8’i, ülkenin yüksek borçluluğunun, çocuklarının ve torunlarının sırtına yük oluşturacağını düşünüyor.1
Bütün bu maddî sıkıntıların dışında ABD’nin sosyal hayatı da tahrip olmaktadır. 2008 itibariyle ABD’de 150 milyon ruhsatlı silâh, 10 milyon ruhsatlı tabanca taşıyan kesim meydana gelirken, 20 milyon uyuşturucu bağımlısı insan ve AIDS mikrobunu taşıyanların çoğalması ve 50 milyon işsiz kişi ve her 15 dakikada öldürülen insanlar topluluğu... ABD nüfusunun ekseriyeti akşam karanlığında ve geceleri sokağa çıkmaya korkmaktadır... Bu itibarla, Amerika’nın münevver halkı ve akl-ı selim sahipleri var gücüyle kurtuluşu arıyor.
Çağımızın büyük İslâm mütefekkiri Hz. Bediüzzaman yıllar önce bir Kadir Gecesinde Rabbine ilticâda kalbine gelen bir ihtarda bugüne bakarak diyor ki: “..Amerika’nın Din-i Hakkı arayan ehemmiyetli cemiyeti gibi, rûy-i zeminin geniş kıt'aları ve büyük hükûmetleri, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’ı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklardır. Hakikat noktasında, katiyen Kur’ân’ın misli yoktur ve olamaz; ve hiçbir şey bu mu’cize-i ekberin yerini tutamaz.”2
Gördüğümüz kadarıyla, ABD’de İslâmî ve Kur’ânî açıdan her yeni yıl bir evvelkinden daha muhteşem olacaktır. Bunlar birbirini takip edecektir. İşaretler ve gelişmeler onu göstermekte ve tefsir etmektedir. “Hakikatı anladıktan sonra bütün ruhu canıyla sarılmanın” yolunu aramaktadır. Yani bakarak değil, her cihetle muhâkemesini yaparak. 2008 itibarıyla 24 milyon Müslüman, 3 bin cami ve 400 İslâm okulu bir mânâ ifade etmektedir kanaatindeyim. Bu ışık bize de, ABD’nin münevver halkına da yetecektir ve hakkı, hakikati bulacaklardır. Ayrı bir mânâda deriz ki; bizler “doğru İslâmı yaşayacağız, onlar da doğru İslâmı bulacaklardır” İnşaallah...
Dipnotlar:
1- Dünya Basını, Ekim-2008; 2- Sözler, 13. Söz, B. S. Nursî
10.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şükrü BULUT |
PKK, yalnızca Türkiye’nin meselesi değil... |
|
Şemdinli’deki sınır karakoluna hainlerce yapılan saldırı, önemli bir yaramızın kanamakta olduğunu bir kez daha gösterdi. Bin seneden beri Kur’ân’ın bayraktarlığını yapan bu millet, milyonlara varan şehidiyle geçmişte ağladığı gibi, bugün de Aktütün’deki on yedi şehidiyle derin bir hüzne boğuldu. Her ne kadar milletçe yasa büründüysek de, ateş düştüğü yeri yakıyor. Anne-baba, eş ve evlâtları yandıran korlara paralel, göz göre göre kurban verilen bu çocukların korunmasındaki ihmal de, içimizde millî feveranlar doğuruyor. Günlerdir köşe yazarlarımız soruyorlar: Neden? Niçin? Nasıl? Çocukların ebeveynlerini haberdar ettikleri bir çatışmayı Genelkurmay nasıl olur da duymaz, bilmez? Şüphenin kahredici soruları... Tıpkı 12 Eylül öncesi gibi. Her gün on-onbeş gencimiz vuruluyordu sokaklarda. Komutanlarımız toplanıp-toplanıp dağılıyorlardı. Hükümet her türlü techizat, mühimmat ve silâh imkânı sağladığı halde Ankara’nın göbeğinde Kara Kuvvetleri Komutanlığına yüz metre mesafede silâh sesleri işitiliyordu. Türkiye olarak beş binin üzerinde gencimizi kaybetmiştik. O günkü komutanlarımız gayet pişkindi. Pişkinliklerinin hikmetini 12 Eylül’den sonra öğrenecektik. Hâlâ esrarını çözemediğimiz hikmetler, ihtilâlin başının sekreterinin itiraflarında bulunuyordu.
Bedreddin Demirel’in itirafları korkunçtu: “İhtilâl olgunlaşsın diye epeyce bekledik. Bu arada epeyce de insanımız gitti.” Kudretli generallerimiz Evren’in Demirel hükümetine yazdığı o meşhur mektupla, ihtilâli mayalanmaya almışlardı; bekletiyorlardı, olgunlaştırıyorlardı... Tabiî ki iğfal edilmiş kamuoyu dört elle “kurtarıcılara” sarılsın. Dezenformasyonla hâlâ 12 Eylül'e, Özal hükümetlerine ve o ahlâksız ihtilâle “kurtarıcı” nazarıyla bakanlarımızı sakın kınamayınız.
Dağlıca, Aktütün ve Şemdinli gibi hadiseler ister istemez 12 Eylül öncesindeki “olgunlaştırma” mevsimlerini hatırlatıyor.
Yalnız bu defa olgunlaştıranlar içeride değil. Zeyno Baran’ın, neoconların ve yeni liberallerin bildiği gibi daha çok dışarıda işliyor tezgâh. 12 Eylül çekirdeğinin çeperinde olgunlaştırılan sinsi, kanlı ve hainane ihtilâllerin yöresellikten çıktığını bilmek zorundayız. Dünya küçüldü ya... Orta Asya, Pakistan, İran, Kafkasya ve Arabistan coğrafyalarında kanın revanına, zulmün devamına ve hadiselerin iğrenççe cereyanına çalışanların hedefinde yalnızca Türkiye yok. Dünyayı hegemonyasında tutmaya çalışan modern bolşeviklerin, ayağa kalkmasını istemediği coğrafyaların hepsi hedeflerinde...
PKK denilen global nifak hareketinin ilk olarak 12 Eylül’ün hapishanelerinde ve bilhassa Diyarbakır Cezaevinde mayalandığında Türkiye kamuoyu hemfikir. Dikkatli yazarlarımızın 12 Eylül’le ilgili köşe yazılarının ortak düşüncesi olan bu fikri, Yeni Asya tam çeyrek asırdır seslendire geliyor. Amerikalı neoconların şu son ihanetiyle 12 Eylül ihtilâli de yalnızca bize ait olmaktan çıkmış oluyor. Dünya efkâr-ı ammesi evvelâ 12 Eylül ihtilâlinin ve daha sonra da PKK’nın mahiyetini öğrenmeye başlıyor. Coğrafî olarak bu nifak hareketleri bölgemizde cereyan etmiş olsa bile; tesir ettikleri sahalar, hedefledikleri milletler ve kolonileştirmeye çalıştığı ülkeler itibariyle, PKK’nın arkasındaki cinayet şebekelerinin İran, Türkistan, Kafkasya, Pakistan ve Arabistan’ı listesine aldığından kimseciklerin şüphesi olmamalı. Neoconların Afganistan ve Orta Asya aşkını, Soros ve ekibinin Kafkasya sevdasını, Pakistan’da peş-peşe patlatılan cinayet bombalarını, İran üzerinde dolaşan kara bulutları ve hâlâ kanlar içinde yüzen Irak’ı Aktütün saldırısıyla aynı çerçevede tahlil ettiğimizde, daha sağlam, kalıcı ve doğru sonuçlara ulaşma imkânı buluruz.
Dinsiz, zalim ve saldırgan ikinci Avrupa'nın bölgemizdeki taşeronu PKK örgütünün bizimle ilgili en önemli ciheti, panzehirin bizde olması. Bildiğiniz gibi domuz dövüldüğü kapıya gidermiş. Dünya barışını bozan, İslâm âlemini ateşe veren ve Hıristiyan Batı dünyasının muhtaç olduğu barış ve düzeni engelleyen bu münafıkane hareketin ilâcı bizde olmasaydı, yiğitlerimiz nihal gibi kırılmazlardı. Burada hadiseyi anlamamazlıktan gelen idarecilerimiz, siyasetçilerimiz ve komutanlarımız hakikati kabullenmekte gecikirlerse, yalnızca Aktütün’de çocuklarımız düşmez, Anafartalar’da, Güngören’de birçok insanımız vefat ettiği gibi, ülkenin—Allah göstermesin—daha kalabalık noktalarında, daha yoğun kayıplara uğrayabiliriz. Yaranın tedavi şeklini, ihtiyaçları ve etraf-ı erbaasını Bediüzzaman Hazretlerinin 1958 yılında Cumhurbaşkanı ve Başbakana yazdığı mektuba havale ederek yalnızca burada şu hususları dikkatinize arz ediyoruz.
- Hiçbir medenî ülkede yüz bulamayan ırkçılığın Türkiye’de son bulması (Atatürk milliyetçiliği, Türk milliyetçiliği ve Türk-İslâm sentezleri de buna dahil).
- Dünya barışına hasret medenî İsevî dünya ile İslâmî kimliğimizle küresel işbirliğine gitmemiz.
- Başta Türkiye olmak üzere, İslâm âlemindeki eğitimin düzeltilmesi. Din ilimleri ile fen ilimlerinin birlikte okutulması... Felsefî ilimlerle Kur’ân'ın barışını sağlamak.
- Teröre muhatap İslâm ülkeleriyle âcilen işbirliğine gitmek...
Bir insanlık, medeniyet ve barış projesi olarak AB'ye ciddî taraf olmak ve millî bünyemizi sarsmayacak şekilde yükümlülüklerimizi yerine getirmek...
10.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Rifat OKYAY |
Kışı görmeden ilkbahara… |
|
Sonbahar, sarı yapraklar, sert esmeye başlayan rüzgârlar ve artan yağışlar… Beyaz saçlar, değişmeyen huylar ve artan yaşlar…
İnsan çocukluğunu ilk yaşlarında değil de son yaşlarında daha iyi yaşayabilir. Eğer orta yaşlarında çocukları ve ihtiyarları daha iyi anlayabilirse.
Ömür bir çizgi üstüne gitmediği için her zaman kantarın ibresinin az ya da çoğa doğru değişmesini bekleyebiliriz.
Müslüman için her halükârda ibrenin faydaya, iyiliğe, doğruya ve güzele doğru gösterilmesi esas olmalıdır.
Sevenin sevmeyene göre artılarını kim eksik bir şekilde anlatabilir ki? Daima gülümseyen, gülen ve gülenleri arzu eden adamı kim ağlıyor diye tasvir edebilir ki?
Öyle ya sonbahar gelmişken kim bunu ilkbahar diye anlatabilir ki? İnsanlık sonbaharını yaşadığı gibi, mükevvenât ve zaman da sonbaharını, son zamanlarını yaşıyor.
Bize düşen sonbaharımızı, ilkbahar bereketinde ve neşvesinde yaşamak, yaşayabilmektir. Herkesin alkışlarına ve alkışladıklarına herkes gülebilir. Biz biraz da alkışlanmayanlara ve somurtanlara bakarak iyi niyet ve güzel bakışla gülmeye ve güldürmeye çalışalım.
Meyve; bu zamanın sonbaharında kucaklamakla, gülümsemekle, samimiyetle, elden tutmakla ve gönülden bir dil ile alınabiliyor…
Sarı, kırmızı çürümüş renkli yapraklar herkesin kolayca ulaşabileceği bir uzaklıktadır. Önemli olan biraz uzağı, biraz zoru ve biraz gülerek yakınlaşmayı, yaklaşmayı gerçekleştirebilmektir.
Zaman; zamanın şimendiferi tren gibi mahall-i maksuda, gideceğimiz yere yaklaştık diye bütün hadisât verileriyle düdüğünü çalmaktadır… Kulağını kapayan ve kapatan ancak kendisini sonbaharın kahverengi silüetleri içinde oyalanır olarak bulabilecektir, yerinde saymaya devam edecektir.
Ümit, aşk ve şevk dolu bir ilkbahara kıştan sonra geçilir. Kimse bunu inkâr edemez. Gelin bu kış kendimizi sabır, çalışma ve meyveleriyle sarıp sarmalayalım… Ne nefsimize ne de gayrına zarar gelmeden yolumuza selâmetle devam edelim…
Bu sonbahar mevsiminde dileğimiz o ki kışı görmeden ilkbahara kavuşmak dileğiyle.
10.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Üniversitelerden ne haber? |
|
Üniversitelerin eğitime başlamaları sebebiyle düzenlenen ‘resmî açılış törenleri,’ garip konuşmalara sahne oluyor. En köklü üniversitelerden biri olan İstanbul Üniversitesinin açılış töreni de bunlardan biri.
“Rektör Parlak’tan laiklik uyarısı” başlığıyla gazetelere yansıyan haberde şöyle denilmiş: “İstanbul Üniversitesi’nin 2008-2009 eğitim yılı açılışında veda konuşması yapan Rektör Prof. Dr. Mesut Parlak konuşmasının büyük bölümünü türban ve laiklik tartışmalarına ayırdı. (...) Açılışa siyasilerin katılmadığı gözlenirken öğrencilerin de okula giriş çıkışının yasaklandığı dikkat çekti. Sorunların çözümünün geçmişin kalıpları arasında arandığını belirten Parlak, ‘Giyim kuşamdan davranışlara kadar uzanan bir çizgi üzerinde geçmişe ilişkin bir özlem var’ dedi.” (Akşam, 9 Ekim 2008)
Binlerce öğrencinin eğitim gördüğü bu üniversitenin acaba başka bir ‘derdi’ ve sıkıntısı yok mu? Her ihtiyaç tamamlandı ve sıra türban ve laiklik tartışmalarına mı geldi? Aslında tartışılan ‘türban’ değil. Zaten tartışma da yok. Kanuna dayanmayan bir uygulama ile, başörtülü öğrencileri üniversiteye almamak, onların eğitim hakkını engellemek var. “Türban ve laiklik tartışması”yla eğitimdeki sıkıntılar sona mı erecek? Açılış konuşmalarını bu konulara ayıranlara göre, üniversitelerin başka bir ihtiyacı yok mu?
“Kışlaydı üniversite oldu” başlıklı bir üniversite haberi de Malatya’dan: “Malatya İnönü Üniversitesi’ne devredilen askeri kışlada eğitim gören öğrenciler, askerî kışla görünümündeki okulda eğitim görmekten mutlu olduklarını söyledi. (...) Battalgazi İlçesi’ndeki Tacan Kışlası, Genelkurmay Başkanlığı tarafından eğitim amaçlı kullanım için 2007 yılında İnönü Üniversitesi’ne devredilmişti. (...) Eski kışlanın bazı binaları, eğitim sınıfları ve laboratuvar olarak kullanılırken, bazı binalar ise hâlâ askeri nokta görünümünde bulunuyor.” (agg.)
Haberde belirtildiği gibi, gerçekten de “Öğrenciler, askerî kışla görünümündeki okulda eğitim görmekten mutlu olduklarını söyledi”ler mi? Haberde böyle bir ‘vurgu’ya niçin ihtiyaç duyulmuş olsun?
Gerek üniversitelerde ve gerek diğer eğitim kurumlarında ‘gerçek’ler öğretilmelidir. Bunu da yasaklarla yapmak mümkün değil.
Bu arada, dünkü gazetelerde yer aldığı üzere, Genel Kurmay Başkanlığı Aktütün karakol baskını ile ilgili yeni bir açıklama daha yaptı. Buna göre, bütün Türkiye geçen Cumartesi sabahı 9.30’da 15 (sonradan 17 olarak açıklandı) askerin şehit edildiği haberiyle çalkalanırken ‘golf oynayan paşa’ bu haberi ancak akşam saatlerinde duyabilmiş. (Vatan, 9 Ekim 2008)
Son açıklama, bundan önceki tartışmaları bitirmeye yeter mi? Yoksa tartışmaların üzerine tuz-biber mi eklemiş olur? Dünyanın duyduğu bir hadiseyi, bir ‘paşa’nın duymaması mümkün mü? Üstelik aynı gün, sabah saatlerinde Genel Kurmay tarafından ‘resmî’ açıklama yapılmışken...
Belki ‘açıklama’yı izah etmek için de yeni bir açıklama yapılır...
10.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Tezkere geçti ama… |
|
Bayram sonrası yaşanan terör olayları Türkiye’nin canını yakmaya devam ediyor. Hem Aktütün karakolunda 17 askerin, hem de önceki gün Diyarbakır’a polis okulu öğrenci servisinde düzenlenen saldırı da 6 kişinin şehit edilmesi gündemin birinci sırasına yerleşti.
İki terör olayının da TSK’ya verilen sınır ötesi operasyon yetkisinin 17 Ekim’den itibaren 1 yıl daha uzatılmasını öngören Tezkere’nin görüşmeleri öncesi ve sonrasında gerçekleştirilmiş olması manidar bulunuyor ve “mesaj” olarak nitelendiriliyor.
Tezkerenin 497 kabul oyuna karşılık 18 ret oy gibi rekor oyla kabul edilmesi sırasında Diyarbakır’dan gelen saldırı haberi Meclis Genel Kuruluna bomba gibi düştü. Oylamada, AKP, CHP ve MHP tezkereye tam destek verirken, DTP karşı oy kullandı. Meclis, 1950’den bu yana yurt dışına asker göndermek için 22 kez izin vermiş oldu.
Tezkere ile Türkiye’ye yönelik olarak devam eden terörist saldırılar ve tehdide karşı, terörizmle mücadelenin bir parçası olarak uluslar arası hukuk çerçevesinde gerekli tedbirleri almak üzere, “hudut, şümul, miktar ve zamanı” hükümetçe belirlenecek şekilde, TSK’nın, Irak’ın kuzeyinden Türkiye’ye yönelik terör tehdidinin ve saldırılarının bertaraf edilmesi amacıyla, sınır ötesi harekât ve müdahalede bulunmak üzere, Irak’ın PKK teröristlerinin yuvalandıkları kuzey bölgesi ile mücavir alanlara gönderilmesi ve görevlendirilmesi için hükümete yetki verilmiş oldu.
* * *
Siyasî partilerin tavırları, oylama öncesinde yapılan konuşmalara yansıdı. Geçen seneki tezkerede olduğu gibi partilerin görüşlerini yine aynı isimler anlattı. CHP ve MHP’nin görüşlerini eski diplomatların açıklaması dikkat çekiciydi. Görüşmelere Aktütün karakolu ile ilgili iddialar damgasını vurdu. CHP’li Şükrü Elekdağ, karakolun yerinin değiştirilmesinin inşaat zorluklarına ve malî imkânlara bağlamanın geçerli bir mazeret olamayacağının altını çizerken kamuoyunun bunun cevabını beklediğini vurgulaması önemliydi. Geçen seneki tezkerenin “blöf” olmaktan ileri gitmediğinin son hadiselerde de görüldüğünü söyledi.
Tıpkı genel başkanı Deniz Baykal gibi Genelkurmay eski Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın “PKK artık ayağını denk alsın. Unutmasın ki bizim için PKK’nın oradaki kampları ve hareketleri BBG evi gibidir. Yeter ki gidip vurabilme imkânı sağlansın. Oraları artık elimizin, avucumuzun içi gibi biliyoruz” sözlerine atıfta bulunarak, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Kuzey Irak’taki PKK hedeflerini BBG evi gibi görme imkânının kesinlikle olmadığını, TSK’nın, Amerika’nın neyi göstermek isterse sadece onu gördüğünü, neyi vurdurmak isterse sadece onu vurduğunu söylemesi de hayli dikkat çekiciydi.
MHP adına konuşan Deniz Bölükbaşı ise askerî operasyonların terör örgütüne ağır darbeler vurmasına ve çok önemli kayıplar verdirmesine rağmen, nihaî amaca ulaşmada tek başına yeterli olmayacağını sınırlı askerî müdahaleden öte, geniş çaplı bir askerî harekât yapılmasının gerektiğinin altını çizerken, Barzani’ye bedel ödettirilmesini istedi.
Hükümet adına konuşan Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, eleştirileri cevaplarken, tezkerenin Türkiye’nin yararına en etkin şekilde kullanılacağını, terörle mücadelenin de demokrasi ve hukukun içinde kalınarak yapılacağını söyledi. Çiçek’in en çarpıcı sözleri ise “hükümetin Genelkurmay’a yeterli kaynağı vermediği” haberi ile ilgili oldu. Haberin doğru olmadığını söylerken, TSK’nın ihtiyaçlarının karşılandığını bildirirken, “Terörle Mücadele Yüksek Kurulu’nda Maliye Bakanının da bulunması terör uzmanı olduğu için değil para aktarılması içindir. Maliye Bakanının ihtiyaçlarını sorması üzerine sayın komutan ‘Hiçbir ihtiyacımız yoktur, teşekkür ederiz’ demiştir. Hükümet sanki para vermiyormuş tarzı yorumlarda iyi niyet yoktur” açıklaması görüşmelere damgasını vurdu.
* * *
Tezkere görüşmelerinde ortaya özetle şu sonuç çıktı. Sınır ötesi harekâtlar tek başına bir çözüm değil. Terörün bitirilmesi için köklü çözümler tartışılmalı. Artık herkes askerî çözümlerin meseleyi çözmediğini söylüyor. Geçen seneki tezkerenin kabul edilmesinden sonra 29 hava, bir de kara harekâtı yapılmasına rağmen terör bitirilemedi. Elekdağ’ın deyimi ile bu sadece “dal budamak” anlamına geldi. Dalları budadıkça daha etkin bıçkın veriyor. Bu yüzden de dalları kötünden budamak gerekiyor. Terörü bitirmek için ekonomik, siyasî, diplomasi, dağa çıkmayı önleme, sosyal çözümler gibi birçok tedbir konuşulmalı. Bu konuda terörü desteklemedikçe, düşünceden korkmadan herkesin görüşüne başvurulmalı. Hürriyetlerin temini için azamî gayret gösterilmeli. Artık, askerî çözümlerin yanında sivil çözümleri de tartışma vakti geldi. Terörizmle mücadele ederken, demokrasi içinde kalarak, askerî ve siyasî tedbirler sağduyu ile hareket ederek uygulanmalı.
10.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Bir arpa boyu bile... |
|
AKTÜTÜN saldırısı sonrasında yapılan açıklamalar içinde en çok tartışılanlardan biri, Genelkurmay İkinci Başkanı Org. Hasan Iğsız'ın, saldırıya uğrayan karakolları taşıma işinin gecikme sebeplerine dair beyanları oldu.
Özellikle parasızlık gerekçesi hiç inandırıcı bulunmazken, daha başka tartışmaları tetikledi.
Üst düzey komutanlara beş yıldızlı otel kalitesinde hizmet veren orduevleriyle, turistik yerlerde aynı standartlarla kurulan askerî kamp tesislerine, golf sahalarına ve gerçekten gerekli olup olmadığı tartışma konusu olan silâh-teçhizat alımlarına milyar dolarlar giderken, TOKİ Başkanına göre toplam maliyeti 5 milyon YTL’yi geçmeyecek yeni karakol inşaatlarına mı para bulunamıyordu?
Derken, Genelkurmay bütçesinden hatırı sayılır bir meblağın harcanmadan yeni bütçeye intikal ettiği haberi işe ayrı bir boyut kazandırdı.
Başka bir zamanda farklı bir konjonktürde gündeme getirilecek olsaydı, “Bakın, öteden beri bütçeden aslan payını almakla eleştirilen asker, harcamalarında ne kadar hassas ve tutumlu” söylemlerini pompalamak için gayet elverişli bir malzeme oluşturacak nitelikteki bu haberin Aktütün saldırısından sonra ortaya çıkması tam tersi bir netice verdi.
Şimdiye kadar onlarca şehit verdiğimiz karakolları daha güvenli yerlere taşıma işinin niye bu kadar geciktiğinin gerekçesini parasızlık olarak gösteren izahları iyiden iyiye açığa düşürdü.
Buna ilâveten, Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Aydoğan Babaoğlu'nun tam da Aktütün saldırısının gerçekleştiği günlerde Antalya-Serik’te golf oynarken çekilen görüntülerinin yayınlanması, işin tuzu biberi oldu.
Konuyla ilgili haberlerde belirtildiğine göre, komutan saldırının ertesi gün de öğle saatlerine kadar oyununa devam etmiş. (Genelkurmay açıklamasına göre, saldırıyı ancak o gün akşam saatlerinde öğrenmiş.) Ve bir gün sonra Serik’te namazı kılınacak olan Aktütün şehidinin cenazesine katılmadan ilçeden ayrılmış.
Ama Cumhurbaşkanının da katıldığı Eskişehir’deki cenaze merasimine iştirak etmiş.
Farklı bir adreste gerçekleşen bu gecikmeli katılım, Serik’teki golf alanından yansıyan görüntülerin millete verdiği acıyı telâfi edebilir mi?
Havacı komutanın dokuzuncu sırada tamamladığı golf turnuvasının yarışmacıları arasında, onun gibi görüntüleri yayınlanmasa da, Harp Akademileri Komutanı da varmış ve onun derecesi daha başarılıymış: Beşinciliği kazanmış.
Org. Başbuğ’un da basının akrediteli kesimiyle yaptığı iletişim toplantılarında fırsat bulup da golf oynama özlemini dile getirdiği hatırlanırsa, yeni dönem komuta heyetinde bu merakın oldukça yaygın olduğu anlaşılıyor.
Ama İngiliz aristokrasisi başta olmak üzere Batılı zenginlerin eğlencesi olarak bilinen bu oyunun üst düzey komutanlarımız arasında böylesine yaygın olduğunun ortaya çıkması, bütün bir milletin yüreğinin Aktütün’den ve sonra başka yerlerden gelen şehit haberleriyle tekrar dağlandığı bir döneme rastlıyor.
Aynı günlerde bir AKP’li milletvekilinin, oğlu için stadyumda yaptığı şenlikli, halaylı sünnet düğünü görüntüleri de bu tabloyu tamamlıyor.
Ve bu tablo, 2008 Ekim’inde devlet-millet ilişkilerinin ne durumda olduğunu resmediyor.
AKP Meclis Grup Başkanvekili Elitaş’ın sözleri ise, karakol taşıma işinin gecikmesi olayında iktidarla TBMM’nin düşündürücü pozisyonunu bir diğer boyutuyla gözler önüne seriyor:
“Türk Silåhlı Kuvvetleri ne kadar bütçe talep ettiyse verilmiştir. Millî Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığının hazırladığı bütçeler TBMM’ye gelir ve görüşülür. Plan ve Bütçe Komisyonunda hiçbir değişikliğe uğramadan ittifakla kabul edilir. Ancak bu paranın nerelere harcandığını iktidarın ve TBMM’nin bilmesi mümkün değildir.”
Bu beyanlar, Sayıştay denetçilerinin garnizon kapılarından geri çevrilmesi haberleriyle birlikte mütalâa edildiğinde durum iyice netleşiyor.
AB ve demokratikleşme sürecinde epeyce yol aldığımızı zannediyorduk. Görünen o ki, bir arpa boyu dahi ilerleyememişiz. Aksi olsaydı böyle tablolarla ve askerin OHAL’e geri dönüş talepleriyle karşı karşıya olur muyduk?
10.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
İran’ın yerini Pakistan mı alıyor? |
|
BAE’DE yayınlanan Beyan gazetesinin 5 Ekim 2008 tarihli nüshasında; yazarlarından Celal Arif ‘İran’ın yerini Pakistan mı alıyor?’ diye soruyor. Aslında başlığı sorudan daha net.
"Evdau Pakistan: Hel takrabul mesafe Beyne Amerika ve İran?"... Bölgede bir denklem ve denkleme uygun olarak satranç tahtası var. Bu satranç tahtasını iyi anlamak için ABD’nin İran’ın bu satrançtaki yerine bakışını iyi anlamak lâzımdır. Ve yine neden zayıf Irak halkasından başladığını ve sıranın hâlâ İran’a gelmediğini. Elbette sıra hiçbir zaman İran’a gelmesin ve gelmeyebilir de. Ama denklem zaten buna göre kurulmamış. Nüfuz paylaşımına gidemezlerse İran’ı vurmak elbette bir seçenek olarak her zaman masada duracaktır. En azından kısa vadede. Ama bu seçenek Irak ve Afganistan’ı vurmak kadar kesin değil. ABD’nin İran’a bakışını anlamak için ilk önce İranlıların da akil adamlar olarak tanımladığı şahsiyetlerin duayenlerinden olan Kissinger’in tahliline bakalım. Kissinger, 11 Eylül’den itibaren İslâm âlemine yönelik olarak başlatılan soğuk savaş ikliminde İslâm dünyasını iki kutba ve parçaya ayırıyor. Sünnî çoğunluk ve Şiî azınlık. Bu denklemde Şiî azınlığı Sünnî çoğunluğu zayıflatmak için manivela aracı olarak görüyor. Bunun için Sünnî çoğunluğa karşı Şiî azınlık ve onu temsil eden İran’la işbirliğini savunuyor. Bu bağlamda, 1971 sonrasında Çin ile SSCB sarkacında Çin’e açılma politikasının İran’a yönelik olarak da uygulanmasını salık veriyor. Komünist dünya ile soğuk savaş bitti ve onun yerini İslâm dünyası ile soğuk savaş aldı. Öyleyse eski denklemde Çin’in konumunu ve yerini İran niye almasın? Esasında bu bakış açısıyla ilgili uygulamaları fiiliyatta 11 Eylül’den sonra berrak olarak Afganistan ve Irak işgallerinde görüyoruz. Bu siyaset resmî hâle gelemedi zira iki taraf da istedikleri hâlde anlaşmayı tam olarak kotaramadılar. 180 derece manevra yapmakta zorlandılar. Bunun ipuçlarını İran ile daha yakın ilişkileri savunan David Ignatius’un yazılarında da görebiliyoruz. ‘Tehran Definite Maybe’ başlıklı yazısında (July 10, 2008, Washington Post) bunun ipuçlarını veriyor. Rusya karşısında Çin ile ABD anlaşmasının brokeri olan Kissinger benzeri bir yapılanmayı ve ilişkiyi İran ile ABD arasında da tahayyül ediyor. Bu karşılıksız da kalmıyor. Kissinger 1974 yılından itibaren benzeri bir yakınlaşmayı dolaylı olarak Suriye-İsrail arasında kotarmıştı. Suret-i haktan görünen ve Arapların desteğini de alan Hafız Esad, Kissinger’in arabuluculuğu ve İsrail’in onayıyla Lübnan’a girmişti. Bugün de Beşşar Türkiye üzerinden yürütülen dolaylı görüşmeler ve ardından gelecek doğrudan görüşmeler üzerinden Lübnan’a dönebilmek için benzeri bir muvazaaya varmak istiyor. Elbette faturası var...
***
Ignatius’un görüştüğü ‘bazı ılımlı İranlılar’ (kim olduklarını söylemiyor) ABD ile İran arasında, 1971 yılında Çin ile ABD arasında geliştirilen ilişkiler türünde bir ilişki türünün kurulmasını istemişler. Muttaki buna mukabil ihtiyatlı bir iyimserlik içindeymiş ve "belki ile evet" arasındaki yolun epey mesafeli olabileceğini söylemiş, ama diplomatların ilk öğrendikleri ve öğrettikleri kelimenin de uzlaşma olduğunu hatırlatmış. Burada İran’ın politikası tamamen kendisini belli ediyor. O da nükeeler programında olduğu gibi belirsizlik politikası. Netleşmek İran’ı bozar. Bundan dolayı da bıçak sırtı olarak ‘haevet’ politikasını sürdürmesi gerekir. Bu politikanın da içi İranlıları, dışı sempatizanlarını yakar. Lâkin Ignatius’un yazdığı sıralarda (Temmuz ayı) İran ile ABD neredeyse ilk önce CNN’in haberi doğrultusunda diplomatik temsilcilik açıyorlardı. ABD Tahran’da maslahatgüzarlık açıyordu. İkinci bir emre kadar talik edildi. Muttaki ve Nejad bununla igili açıklamalar yaptılar. Ancak daha sonra bu arayış kemale eremedi. Onun nedeni de Bush’un emri vaki ile gelecek liderin İran politikasını belirlemek ve tayin etmek istemeyişi. İlişkilerin geleceğini ve tayinini gelecek idareye bırakmak arzusu. Özellikle bunu yaparak McCain’in elini kolunu bağlamak istememiş.
***
ABD ile İran arasındaki ilişkilerin geleceğini bölgesel gelişmelerin karakteri belirliyor. Esasında İranlıların Ziya ül Hak’ın Batıcılığını nazara vermek istedikleri hâlde Amerikancılığına değinme gereği bile duymadıkları Müşerref iktidarda kalsaydı objektif olarak İran’a karşı ABD’nin daha şahince politikalar izlemesi mümkündü. Pakistan’da iktidar değişimi ABD'nin elini kolunu bağlıyor. Şu anlamda: Gerçekte Benazır’ın dul kocası Asıf Ali Zerdari Müşerref’ten daha ziyade Amerikan yanlısı olsa da Müşerref’e göre daha zayıf ve kırılgan. Pakistan’ın bu durumda İslâmcıların kucağına düşmesi daha belirgin bir ihtimâl. Pakistan’ı dizginlemesi güç. ABD alenen Hindistan’la nükleer alanda işbirliği yaparken Pakistan halkından, ABD’ye dostça bakması beklenemez. Amerikan düşmanlığı veya karşıtlığının aynı şekilde ordu ve istihbarat saflarında da artması kaçınılmaz. Bundan dolayı ABD İslâmî cepheye ve cenaha kayma ihtimali karşısında İran meselesini arkaya atar ve öteler. Celal Arif de bunu yazmakta. Ya da biraz daha yalın söylemek gerekirse nasıl Taliban ile ABD geriliminden ve sürtüşmesinden ve keza Saddam ile Bush sürtüşmesinden İran kazanmışsa Pakistan’ın İslâmî cenaha kayma ihtimalinden de birinci ve evveliyetle İran kazançlı çıkacaktır. Netice itibarıyla Pakistan’da iktidarı zorlayanlar ABD’nin Afganistan’da devirdiği Taliban’ın uzantıları ve müttefikleri. ABD ile aralarında kan dâvâsı var. Bugün Şiî-Sünnî meselesi, sadece teorik bir mesele değil aynı zamanda bölgesel paylaşım meselesinin merkezinde olan bir meseledir. Satrancın bir tarafını oluşturmaktadır. İngiliz Komutan Mark Carleton, Afganistan’da kesin bir zafer kazanamayacaklarını açıkladı. Ve Irak’ta direniş sönmeye yüz tutarken Afganistan’da daha da alevleniyor. Peki sebebi ne ve niye? Hizbullah direnişi diye yeri göğü inletenlerin bununla ilgili bir cevapları var mı? Hayır. Afganisan’da müttefiklerin Irak’ta ise direnişin bozguna uğramasının nedeni Şiî denklemidir. Yani Kissinger’in kurguladığı denklemin sonuçlarıdır. Afganistan’da direniş yekpare hareket ederken ABD, Irak’ta Şiî-Sünnî ikileminden yararlanarak Sünnî direnişçileri enterne edebilmeyi başarmıştır.
Dediklerimizin ispatı The Independent gazetesinin Irak uzmanı yazarı Patrick Cockburn’un yazdıklarıdır. Elbette inanmayanlar için şunu söylemek mümkün: Sünnî gözüyle değil, uzman gözüyle yazmıştır.
Konuyu, 14 Eylül 2008 tarihli BBC-Türkçe basın özetlerinden takip edelim: ‘Irak’ta zafer kazanılmadı’. Independent on Sunday’ın dış haber sayfalarında, deneyimli Irak muhabirleri Patrick Cockburn’un imzasını taşıyan bir haber var. “Irak’ta şiddet azaldı—ama ABD asker sayısını arttırdığı için değil” başlığını taşıyan bu habere göre şiddetin azalmasının sebebi, Irak’a artık Şiîlerin ve İran’ın hakim olması. Ayrıca İran’ın, 2006’da göreve gelmesinde önemli rol oynadığı Nuri el Maliki hükümetini yüzde 100 destekleme kararı alması da, şiddetin azalmasında etkili oldu. İran, güçlü Şiî lider Mukteda es Sadr ile Irak hükümeti arasında ateşkes sağladı. “Son haftalarda ABD’nin, İran’ı pek eleştirmemesi dikkat çekici” diyen Cockburn’e göre bunun sebebi Rusya ile yaşanan gerginlik kadar, Irak’taki Amerikan güvenliğinin büyük ölçüde İran’a bağlı olduğunun anlaşılması.
Yazar bu noktaları anlamayarak “Irak’ta zafer kazandık” propagandası yapan ABD başkan adaylarından John McCain’in iktidara gelmesiyle, Irak’taki savaşın yeniden alevlenebileceği uyarısında bulunuyor…” Yani Irak’ta Amerikalılar için bir zafer varsa bu, böl-parçala ve yut zaferidir. Sonuç: Vahid Abdulmecid’in dediği gibi İran’ın amacı direnç değil direnç oyunu üzerinden paylaşmada elde edeceği paydır (El Ahram, 7/10/2008).
10.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|