|
|
Murat ÇETİN |
Haritadan korku beğen |
|
Aranızda karanlıktan korkanlar vardır. Belki bu korkuyu kendilerine bile itiraf edemiyorlardır.
Kimisi yüksekten korkuyordur, kimisi kapalı bir yerde kalmaktan.
Köpeklerden korkanlar da, böceklerden korkanlar da vardır.
Bunlar sizden başka kimseyi pek ilgilendirmez. Durup dururken aklınızı başınızdan alan, sabahlara kadar uyutmayan korkular da değildir. Ya karanlıkta kalmalısınızdır, ya yükseğe çıkmalısınız, ya bir köpekle, böcekle karşılaşmalısınızdır.
Kimi korkular konusunda ise yalnız değilsinizdir ve her an korkunuzla yaşarsınız.
İşsiz kalmaktan, zaten işiniz yoksa hiç iş bulamamaktan korkarsınız.
Muhtemel bir krizden korkarsınız. Borcunuz zaten çoksa, korkunuz da o kadar artar.
Depremden korkarsınız. Deprem için alınması gereken tedbirleri acı bir gülümsemeyle dinlersiniz.
Kimileri bunu politik kurgu bir romanın konusu olarak görse de, savaştan korkarsınız. Ama Amerika’nın Türkiye’yi işgal edeceği korkunuzda da yalnız kalmazsınız.
Nükleer felâketlerden, küresel ısınmadan korkarsınız. Bu korkularda da yalnız değilsinizdir.
Bu korkular bütün hayatınızı etkileyebilir. Sizi geceleri uyutmayabilir. Gündüzleri kafanıza takılıp, dikkatinizi dağıtabilir.
Ve belki aranızda İran, Suriye, Cezayir, Malezya, Endonezya, Bahreyn, Güney Afrika Cumhuriyeti, Haiti, Myanmar, Avustralya, Çek Cumhuriyeti, Suudi Arabistan olmaktan korkan da vardır.
Benim tanıdıklarım arasında yok. “Bizim bi arkadaş var, Polonya olacağız diye korkuyo çocuk. Geceleri uyuyamıyormuş. Psikoloğa gitmiş, ilâç vermiş. Adam kafayı yiyecek” diye anlatan birine de rastlamadım çevremde.
Sokakta, “Allah’ım Nijerya olacağız” diye ağlayan bir meczubla ise hiç karşılaşmadım.
Ama eminim vardır. Eminim aranızda, “Abi geçen gün yolda bi zenci gördüm. Kesin Bangladeş olacağız. Demedi deme” diyen birileri vardır.
Eminim, dost sohbetlerinde bakışları aniden donup taş kesilen, sorduklarında ise, “Hissediyorum, Solomon Adaları olacağız. Ya abi kesin olacağız bak, zaten üç tarafımız denizlerle çevrili. Bir taraf kalmış. Orayı da açarlar yakında” diyen birileri de vardır.
Şüphesiz, uykusunda “Hayır, hayır” diye sayıklarken eşi tarafından uyandırılıp, “Hayırdır?” sorusunu, “Rüyamda Ekvador Ginesi olmuşuz. Zaten bu yaz çok sıcak geçecek diyorlar. Olur mu olur” diye cevaplayanlar da vardır.
Vodafone reklâmında oğlunun Afrika’ya gideceğini öğrenince sadece “Çok uzak” diyen annenin sanki bir şeyler biliyormuş gibi davranmasıyla başladı şüphelerim.
İtiraf etmeliyim ki, ben de zaman zaman Paraguay, Sri Lanka, Zimbabve, Vanatu olacağız diye çok korkuyorum, ama kimselere söyleyemiyorum.
Kimi okuyucularımın ise, Sierra Leone, Orta Afrika Cumhuriyeti, Mikronezya, Kiribati olmaktan korktuklarını tahmin ediyorum.
Evet, belki bunlar sadece birer korku. Ama siyaset de korkular üzerine değil midir biraz? (Yoksa kaygılar üzerine miydi? Yok yok salgılar. Hayır buldum: Algılar üzerineydi.)
11.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şükrü BULUT |
Papa’ya selâm, tahribe devam |
|
Dünya siyasetine hakim olmaya çalışan bunca sihirbaz ve artistle insanlığın başı derde girdi. Okumanın, düşünce ve muhakemenin önünü müfsid aletlerle kapatan “tahripkâr cereyanların“ aktörlerinin işleri bu sayede kolaylaştırılıyor. Gırtlaklardan aşağıya inmeyen ve iz’an coğrafyasına varamayan duyumlarla konuşan, karar veren ve icra eden insanların çoğalmasıyla, zavallı dünyanın işi iyice zorlaşıyor.
Nikolai Sarkozy´nin Papa´yı ziyareti ve orada sarf ettiği birkaç cümle üzerine bazı gazetelerdeki değerlendirmeler, Bediüzzaman Hazretlerinin bir mektubundaki manidar iki cümlesini hatırlattı: “Bu asrın acip bir hassası (özelliği) bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri de âlicenâbâne affetmesi ve bir tek haseneyi (iyiliği) , binler seyyiatı (kötülüğü) işleyen ve binler manevî ve maddî hukuk-u ibâdı (kul haklarını, insan haklarını) mahveden adamdan görse, ona bir nevî taraftar çıkmasıdır. Bu suretle, ekall-i kalîl (küçücük bir azınlık) ehl-i dalâlet ve tuğyan (isyankâr, tahripkâr), safdil taraftar ile ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüp eden musibet-i âmmenin (umumî musibetin) devamına ve idamesine, belki teşdidine (yâni musibetin şiddetlenerek devam etmesine) kader-i İlahiyeye fetva verirler; ‘Biz buna müstehakız’ derler...”
Bu muhteşem tesbiti hem Türkiye´deki safderunların farkında olmadan destekledikleri zulümler ve hem de dünyanın başka coğrafyalarındaki manzaralar için ölçü alabiliriz.
Türkiye´de, Bediüzzaman´ı dinlemediklerinden yanlış cenahta, neocon ve neoliberallerin yanında yer alanlar, Sarkozy ve yoldaşlarından böyle güzel beyanatlar ve vaziyeti kurtaracak hareketler bekliyorlar. Bizim safderunların veya menfaatleri uğruna yanlış dolmuşa binmişlerin tahripkâr cereyanlardan bekledikleri birkaç söz ile birkaç hareket neticeyi değiştirebilecek mi?
Chirac´ın, koynunda besleyerek Fransa siyasetinin zirvesine taşıdığı ve genç sayılan başkanın geçmişini nazara almadan, el’an devam ettirmekte olduğu “tahribat projelerini” hesaba katmadan, Fransız Katolik dünyasını teskin istikametinde söylediği üç-beş cümle ile Sarkozy´yi dindar göstermeye kalkışanların ya samimiyetlerinden veyahut muhakemelerinden şüphe etmek gerekir.
Önce Sarkozy´nin, siyasette ayağı zemin gördükten sonraki icraatlarını hatırlatmakta fayda var:
* İçişleri bakanı iken Yahudi ibadethane ve mezarlıklarına saldırı düzenledi, Şaron ile ortaklaşa Tel Aviv´e “göçmen Yahudi” uçağı kaldırdı.
* Maliye bakanı olmuş, etrafına “genç işadamlarını toplayarak” Yahudi sermayesinin arkasında olduğu imajını verdi.
* Tekrar içişleri bakanı oldu, başörtüsü yasağı kanununu düzenlemiş ve yasağın ortamını hazırladı.
* Yine içişleri bakanı iken Müslümanları zabt u rabt altında tutmak üzere dinî hizmet veren cami ve dernekleri devletin “mutlak kontrolü” altına aldı.
* İslâmî sembolleri yasaklama hususunda El-Ezher´i alet etti.
* Ve en önemlisi, Türkiye´deki “hanedan” ile ittifak kurarak, hem Avrupa´da ve hem de Kemalistler aracılığıyla içeride dehşetli bir AB düşmanlığı başlattı.
Aile yaşantısı ve hareketleriyle “semavî ahlâk anlayışına” da neocon ve neoliberaller ile birlikte karşı çıkan Sarkozy´yi günlük siyasî makale, değerlendirme ve haberlerin ışığında anlamak mümkün değildir. Evvelâ Bediüzzaman Hazretlerinin “Ahirzaman hadiseleri atlasına” dikkatlice göz atmak ve bu bilgiler ışığında Büyük İhtilâlden bu yana Avrupa´da gelişmekte olan “dinsiz cereyanların mahiyetlerini” incelemekle Sarkozy gibi sihir, hipnotizma ve cerbeze ile zihinleri aldatan siyasetçilerin asıl kimlikleri ortaya çıkar.
Baba tarafından “dinsiz feylosofların toprağı,” ana tarafından ise sefahetin coğrafyası ile buluşan Sarkozy´yi Fransa laikliğini sorgulayan kişi olarak değerlendirenlerdeki “bilgi eksikliği” de dikkatimizi çekiyor.
Sarkozy´nin icraatlarında “herkesi şaşırtmasının” kuralsızlık olduğunu, yani 19. yüzyıl Avrupa´sının kargaşa ve kaosuna meyil olduğunu da unutmamak gerekiyor. Zira hedefi gelenek, düzen ve kuralları tahrip ile kendisini göstermektedir. Ne Fransa halkına, ne AB´ye ve ne de dünyaya hiçbir faydası dokunmayan bugünkü ırkçılık fitnesinin fitilini ateşleyen ve sömürge dönemindeki zulümlere hasret bir adamı “üç-beş” tatlı cümle ve “makyajlı beyanatlarla” değerlendirmeye tâbi tutanların; tarihi, hâdiseleri ve dünya şartlarını bir tablo içinde beraberce görmelerini tavsiye ediyoruz. Yoksa Vatikan´a uğrayıp Papa´ya selâm verirken, hiçbir tahribat projesinden geri kalmayan Nikola´yı tanımakta gecikmiş olacağız.
11.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
En büyük pişmanlık |
|
Nice pişmanlıklar yaşarız ömrümüz boyunca. Ya kasten, ya hataen, ya ihmal sonucu düşmüşüzdür bu yanlışlıklara.
Yanlıştan dönme; güzeli, mükemmeli yakalama kaygısında olan insanlar böylesi yanlışlıklara tekrar düşmemek için gerekli tedbirlerini alırlar. Hatadan dönmek fazilettir. Yanlışta ısrar etmek ise felâkettir. Mahveder insanı.
Akıllı, ileri görüşlü; güzeli, iyiyi, mükemmeli bulma sevdasında olan insan, “Sonunda pişman olacağın şeyi yapma” hakikati gereği aynı hatalara düşmemek için elinden gelen herşeyi yapar. Mükemmeli yakalama yolunda koşup durur hep o. Dünya ve ahireti için yararı olmayan şeye dönüp bakmaz bile. Peygamberimiz (a.s.m.), “Kişinin lüzumsuz şeyleri terk etmesi Müslümanlığının güzelliğindendir”1 buyurmuyor mu?
Lüzumsuz şeyleri bile terk etmeyi alışkanlık hâline getiren bir insanın pişmanlık dolu bir duruma düşmekten ne kadar kaçınacağı açıktır.
Bütün bunlara rağmen insan yine hatalar yapamaz mı? Elbette yapabilir. Hata yapmak bize mahsus. Ama hatada ısrar etmek akıl kârı değil. Hele hele bu hata din ve dünyamız için zararlı ve telâfisi mümkün olmayan zararlara sokacaksa.
Günahları bağışlayan rahmeti, mağfireti sonsuz olan bir Rabbimiz var. Ona iltica için her gün, her saat en uygun bir fırsattır. Bütün samimiyet ve içtenliğimizle Rabbimize yönelir, geçmişe bir sünger çeker, kendimize yeni bir hayat çizmeye karar verirsek kaybettiklerimizi yeniden elde etmeye çalışırız.
Hayatımızı şöyle bir gözden geçirelim. “Şunları şunları yapmasam. Mutlaka şunları şunları yapmam lâzım” dediğimiz hususlar vardır şüphesiz. Peki, ya ahirete gidip oradan dünyaya baksak, hayatımızı gözden geçirme fırsatı bulsaydık sıralamada bunların hangilerine öncelik verirdik? Âdetâ Kâinatın Efendisi (a.s.m.) oradan bakıp bizim en çok neden pişman olacağımız bir hususa şöyle dikkat çekmişler: “Kıyamet günü insanlar arasında en büyük pişmanlık duyacaklardan biri, dünyada iken ilim öğrenme imkânına sahip olduğu halde ilim öğrenmeyen kimsedir.”2
İlim illâ okulda öğrenilecek diye bir kural yok. Öğrenmek için beşikten mezara kadar her yer, her zaman en uygun zemin ve atmosferdir. İnsan istese otobüste giderken, işyerinde boş otururken bile kitap okuyabilir. Yine istese televizyondaki lüzumsuz programları izleme yerine; akıl, ruh ve kalbini doyuracak, dünya ve ahireti için fayda sağlayacak kitaplarla dostluklar kurabilir. “Vakit bulamıyorum” demek bir bahane. Bektaşi’nin, “Niçin namaz kılmıyorsun?” sorusuna, “İstek yok” diye karşılık vermesi gibi, arzu ve istek olduktan sonra neler yapılmaz ki?
Bütün mesele okumayı sevmek ve nefsi zorlamak. Başta acı ilâç gibi belki zor gelecek, ama alışıp sevdiğimizde bırakamayacağız.
Dipnotlar:
1. Tirmizî, Zühd: 9.
2. Kenzü’l-Ummal, 4:29.
11.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Ortak paydamız: Demokrasi, hak ve hürriyetler |
|
Hem ülkemiz, hem İslâm coğrafyası, hem de dünya olarak ortak paydamız din değil; hürriyet/demokrasidir. Yani, hak ve hürriyetlerdir. Zira, Hakim-i Mutlak Rabbimiz, dünyayı bir imtihan meydanı; imtihanı da cüz’î irade, yani, serbestlik, hürriyet üzerine kurmuştur.
Herkesin dini, inancı, düşüncesi, ibadeti kendisinedir. Müslüman; tebliğden, yani, güzelce ve hikmetle anlatmaktan başka bir yola sapamaz… Dolayısıyla ister dindar, ister ateist, ister laik, ister anti-laik kim olursa olsun; herkesin hak ve hürriyetlere saygı duyması insanlığın en asgarî şartlarından birisidir. Bu aynı zamanda aklî, vicdânî ve dahi insanî bir görevdir.
Bu çerçevede temel problemlerimizi de şöyle özetleyebiliriz:
* İnsan hak ve hürriyetleri, demokrasi, şeffaflık; fert, aile ve toplum olarak temel problemimizdir.
* Tevekkül ve kanaati yanlış anladığımız gibi, hürriyeti de başıboşluk sandık... (Tevekkül, sebeplere müracaat ettikten, Yaratanın tabiata koyduğu kanunlara uyduktan sonra sonucu O’ndan beklemektir.)
* Entelektüelimiz, hatta mütedeyyin ilim ehli bile, hürriyetin imanın bir özelliği olduğunu tam bilmiyor, İslâmın getirdiği şahane hak ve hürriyetlerden bîhaber.
* Bir kesimimiz demokrasiye hâlâ küfür rejimi diye bakıyor. Şimdi bir devlet büyüğümüz olan bir beyefendi ile 1980’lerde tartışırken, “Senin ne işin var demokrat misyonun peşinde, demokrasi küfür rejimidir!” demişti. Hâlen o zihniyette olanlar zaman zaman boy göstermeye devam ediyor.
1998 yılında muhterem bir fikir adamı ve gazeteci, Pakistanlı Prof. Hurşid Ahmed “İslâmî demokrasi olabilir, gelin bunu tartışalım!” diyordu. Oysa Bediüzzaman, 100 sene önce, meşrûtiyetin, hürriyetin, demokrasinin İslâmın, imanın bir gereği olduğunu söylemiş, yazmıştı.
* Bâzı çevreler, Kur’ân ve Sünnet baştan aşağı insan hak ve hürriyetleri, demokrasi, şeffaflık iken; İslâmı diktatörlüğe müsait zannediyor!
* Ve en nihayet, Batılı bazı çevreler, “İslâmiyet demokrasi ile bağdaşır mı?” endişesi içinde. Asıl, “İslâmiyet demokrasi ile değil, demokrasi İslâmiyetle ne kadar bağdaşır?” sorusunu sormak lâzım. İngiliz filozof Bernard Shaw’ın dediği gibi; “Demokrasimizin bir adım ötesi İslâmiyettir.”
Özellikle çağımız, hak ve hürriyetler devridir. Bediüzzaman’ın muhteşem tesbiti şudur:
İnsanlık beş sosyolojik devir geçirmiş: Vahşet ve bedeviyet, memlûkiyet (kölelik), esâret, şimdi dahi ecîrdir, başlamıştır, geçiyor. Malikiyet ve serbestiyet devri geliyor.1
Marks da dördüncü maddeye kadar aynı tasnifi yapar. Son devir olarak, “sosyalizm, mülkiyetsizlik, kollektivizmi/ortak yaşamı” öngörür ve kaybeder. Bediüzzaman ise, “malikiyet ve serbestiyet” devri diyerek, “hürriyet, mülkiyet ve serbest piyasa ekonomisi” devri olacağını öngörmüştü.
İşte bugün, işçi, hisse senedi ve bonolarla, çalıştığı fabrikanın veya şirketin ortağıdır. Ve verilen mücadele de, hak ve hürriyetlerdir. Ve bir kısım vicdanı bozuk müstebitler ve sistemden beslenen asalaklar müstesnâ, herkes hak, hürriyet ve şeffaflık peşindedir.
Dipnot: 1-Sözler, s. 650.
11.02.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Hasmı kadar meddahı da çok Sultan Abdülhamid'in |
|
Otuz üç yıl (1876–1909) padişahlık yapan Sultan II. Abdülhamid, ikamet ettiği Beylerbeyi Sarayında vefat ederek Hakk'ın rahmetine kavuştu.
Vefatının hemen ertesi günü (11 Şubat 1918) Topkapı Sarayına getirilen cenazesi, büyük bir askerî merasim ve halktan mahşerî bir kalabalık eşliğinde, Divanyolu'nda bulunan Sultan II. Mahmud Türbesi'nde defnedildi.
Cenaze merasiminde, Sultan Reşad ile Başkumandan Enver Paşa da hazır bulundu.
Vefatının 90. yıldönümü
Sultan Abdülhamid vefat edeli 90 yıl oldu. Bugün, ebedî istirahatgâhına tevdi edilişinin tamıtamına 90'ıncı yıldönümü.
Dolayısıyla, oldum olası tartışmaların odağında yer alan bu mühim şahsiyetin hayat ve hizmet safhalarına dair tartışmalar, ihtimaldir ki bugünlerde had safhaya çıkacak.
Bize ulaşan bir habere göre, Sultan II. Abdülhamid, İstanbul'da 90 tarihçinin içinde yer aldığı büyük bir organizasyonla anılacak ve bu siyaset dahisi bütün yönleriyle ele alınarak, üzerinde çeşitli müzakerelerde bulunulacak.
Bakalım bu kez Sultan Abdülhamid olduğu gibi anlatılabilecek mi, yoksa yine eskisi gibi peşinhükümlü "meddahlık ve düşmanlık" ekseninde gidilip gelinecek mi?
Biliyoruz ki ve inanıyoruz ki, bu zıt kutuplu peşinhükümlülerin ülkemize ve milletimize şimdiye kadar hiçbir faydası olmamış. Aksine çok zararlar vermişler.
En büyük zararı şudur ki: Sultan Abdülhamid'in 33 yıllık saltanat müddeti, Osmanlı'nın mukadderatında olduğu kadar, Meşrûtiyet ve Cumhuriyet tarihi üzerinde de pek büyük bir tesir icra ettiği halde, "düşmanlık ile meddahlık" kısır döngüsü sebebiyle, bu tesirler büyük ölçüde perdelenmiştir. Hakikatin gerçek yüzü, yeni nesillere hakkıyla gösterilememiştir. Yakın tarihin en çarpıcı gerçeklerinden mahrûm bırakılan nesiller ise, ne yaşadığı zamanı kavrayabilmiş, ne de geleceğine projektör tutabilmiştir. Bu elim vaziyetin sebebiyet verdiği tahayyür ve şaşkınlık hali, nesiller için en büyük bir zarar değil de nedir?
Dileriz ve umarız ki, şimdi ve bundan sonraki süreç içinde, Sultan Abdülhamid'in şahsî ve siyasî hayatı birbirinden tefrik edilerek, ayrı ayrı şekilde ele alınır ve öyle de değerlendirilmeye çalışılır.
Aksi halde "Eski tas, eski hamam"la yola devam edilmiş olunur.
Şahsî ve siyasî hayatı
Kiminin "Kızıl Sultan", kimininse "Ulu Hakan" diye yâdettiği 34. Osmanlı Padişahı Sultan II. Abdülhamid, 21 Eylül 1842'de dünyaya geldi.
Babası Sultan Abdülmecid, amcası ise, darbecilerin zulmüne mâruz kalmış olan Sultan Abdülaziz'dir.
10 yaşında iken annezi Timujgan Sultanı kaybetti. Amcası Sultan Abdülaziz'in 1867 yılında çıktığı Avrupa seyahatine katıldı. Dokuz sene sonra ise (1876), amcasının hem tahttan indirilmesine, hem de şüpheli/şaibeli şekilde katledilmesine şahit oldu.
Ayrıca, ruhî buhran geçiren büyük kardeşi V. Murat'ın kısa süreli saltanatına da şahit olduktan sonra, 31 Ağustos 1876'da kendisi Osmanlı tahtına geçerek padişah oldu.
Aynı sene içinde I. Meşrutiyet ilân edildi, anayasa (Kànun–i Esasî) yürürlüğe girdi, iki heyetli (Ayan ve Mebûsan) Meclis ihdas edildi.
Bir sene sonra (1877) patlak veren "93 Harbi" ise, hemen herşeyin değişmesine sebebiyet verdi. Tayinle gelen ve ciddî bir fonksiyon icra etmeyen Ayan Meclisi dışındaki herşey kaldırıldı, herşey eski vaziyetine döndürüldü. Yani anayasa askıya alındı, meclis kapatıldı, dolayısıyla I. Meşrûtiyet lağvedilmiş oldu.
1878'de şekillenen bu siyasî tablo, tam 30 sene aynı minval üzere devam etti.
1908'in Temmuz ayına gelindiğinde, II. Meşrûtiyet'in ilânı kaçınılmaz oldu. Anayasa ve Meclis, faaliyete kaldığı yerden devam etti.
Ne yazık ki, 30 yıl sonra yeniden açılan hürriyet çiçeklerinin yanında daha dehşetli bir istibdadın dikenleri yeşerdi. On yıl içinde hemen herşey altüst oldu.
33 yıldır perde altında biriken kin ve iğbirar, öylesine gürültülü bir sadâ ile patladı ki, 1909'dan sonra 600 yıllık Osmanlı'nın maddî saltanatını parça parça ederken, 1924'ten sonra ise maddî–mânevî hemen herşeyi de zirûzeber etti.
27 Nisan 1909'da tahttan indirilen Sultan Abdülhamid, Selânik'e gönderildi. 1912'deki Balkan Harbi sebebiyle, oradan Beylerbeyi Sarayına getirildi ve 10 Şubat 1918'de vuku bulan vefat tarihine kadar burada gözetim altında tutuldu.
* * *
Diyebiliriz ki, 1877'den 1950 yılına kadar yaşanan yıkım ve tahribatın içinde Sultan Abdülhamid'in şahsiyetinin değil de, belki siyasetinin elbette ki payı vardı.
Zira, hayır–şer demeden konuşan, yazan hemen herkesi sürmeye, yahut bir şekilde susturmaya çalıştı. Böylelikle, etrafındaki meddahların, yalakaların sayısı kadar, belki daha fazla düşmanın, muhalifin teşekkülüne de sebebiyet verdi.
En hazini şudur ki: Kendisine muhalif olanların kısm–ı âzamı, bilvesile İslâma da düşman kesildiler. Zira, o kendince "devletin kuvvetiyle İslâm siyaseti" güdüyordu.
Oysa, İslâmiyetin—zayıfça da olsa—istibdada hiç, ama hiç ihtiyacı yoktu. Evet, dinin hak ve doğruluk veçhesi, herşeye kâfidir, vâfidir.
* * *
Herşeye rağmen, şahsiyeti itibariyle Sultan Abdülhamid'in gayretli, şefkatli, iyiniyetli ve dindar bir padişah olduğuna inanmak durumundayız.
Aksine bir iddia söz konusu olmadığı gibi, onu yakından tanıyanların şehadeti de, bize bu mânâda tam kanaat veriyor.
İşte, kızı Ayşe Sultan'ın babası hakkındaki müşahadeye dayanan bir mülâhazası: "Babam doğru ve tam dinî itikada sahip bir Müslümandan başka biri değildir. Beş vakit namazını kılar, Kur'ân–ı Kerîm okurdu. Daima camilere devam ettiğini, Ramazanlarda bilhassa Süleymaniye Camiinde namaz kıldığını, o zamanlar camide açılan sergilerden alış veriş ettiğini bize hikâye tarzında anlatırdı. Babam herkesin namaz kılmasını, camilere devam edilmesini çok isterdi. Sarayın hususî bahçesinde beş vakit Ezân–ı Muhammedi okunurdu." (Ayşe Osmanoğlu; "Babam Sultan Abdülhamid"den.)
Vasat yol
Sultan Abdülhamid'in şahsî hayatı ile siyasî tatbikatını birbirinden ayırmayanlar, iki zıt kutup halinde ayrıştılar.
Bir kısmı, varsa yoksa düşmanlık ile saldırganlık üzere giderken, diğer bir kısmı Sultan'ın herşeyine sahiplilik ile meddahlık çizgisinde yürüdü.
Yani, biri ifrat, diğeri de tefrit çemberinde debelendi durdu.
Vasat yol ise, Padişah'ın bu iki yönünü birbirinden ayırarak bakmaktır. Ki, bu bakış açısını özellikle Bediüzzaman Said Nursî'de görmekteyiz.
Nursî, Sultan Abdülhamid'in şahsiyetini veli derecesinde ve şefkatli bir padişah olarak görürken, "hafif istibdad"a dayanan siyasetine ise, şiddetle çatmış ve bu tarz bir siyasete "Her nerede rastlarsam sille vuracağım" demiştir. (Bkz: Münâzarât)
Bununla beraber, Sultan Abdülhamid'den sonraki (1909–1950 arası) siyasî yapılanmaları da, "şiddetli istibdat" ve "mutlak istibdat" şeklinde görüp onlara aynı şiddette muhalefet etmiştir. (Bkz: Tarihçe–i Hayatı)
* * *
İhtiyaç hasıl olursa, bu konuyu işlemeye devam edebiliriz.
11.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Muhtelif cevaplar |
|
Bahri Bey:
*“Seferî imamın arkasında namaz kılan mukîm kimseler, imamın selâmından sonra namaza devam ederlerken kıraat yaparlar mı?”
Seferî kimseler imam olabilirler ve seferî olmayan kimselere namaz kıldırabilirler. Seferî imamlar, dört rek’âtli olmayan sabah ve akşam namazlarını kısaltmazlar. Burada bir problem yoktur. Cemaat, mukim olsun, seferî olsun bu namazlarda imama eksiksiz uyar.
Fakat dört rek’âtlı öğle, ikindi ve yatsı namazının farzlarını kıldırmak üzere, seferî bir kişi, mukim cemaate imam olacaksa, şu hususlara dikkat edilmelidir:
1- Cemaat bilgilendirilmeli, karışıklığa meydan verilmemelidir. Varsa, seferî olmayan bir imam namazı kıldırmalı; yoksa, seferî imam namaza durmazdan önce kendisinin seferî olduğunu, ikinci rek’âtten sonra kendisinin selam vereceğini, geri kalan iki rek’âti cemaatin kendiliklerinden tamamlamaları gerektiğini cemaate hatırlatmalıdır.
2- Seferî imam ikinci rek’âtte kendisi selâm verir, cemaatten seferî olanlar da selâm verir. Cemaatten mukîm olanlar ise, selâm vermeksizin kalkarlar ve kalan iki rek’ati kendileri tamamlarlar. Namazın ilk iki rek’âti imamla kılınmış ve farz okuyuş yerine getirilmiştir. Bundan dolayı son iki rek’âti tamamlamak için kalkan kişiler artık kıraat yapmazlar, yani Fâtihâ Sûresini okumazlar, bir süre ayakta bir şey okumaksızın dururlar, sonra rükû ve secde yaparlar ve dördüncü rek’âte kalkarlar. Dördüncü rek’âtte de fâtiha okumazlar, bir süre beklerler, sonra rükû ve secde yaparak namazlarını tamamlarlar.
Böyle kalan iki rek’âti kendileri tamamlayan mukim kişiler, ‘lâhik’ hükümlerini uygulamış olmaktadırlar. Bilindiği gibi, cemaatle namaz kılarken uyku, dalgınlık veya abdesti bozucu her hangi bir sebeple namazdan ayrılan kimseye “lâhik” denmektedir. İmama uyan birisi herhangi bir sebeple abdestini bozsa, namazdan ayrılır, namaza zıt bir şey yapmadan, hiçbir şeyle meşgul olmadan, dünya kelâmı konuşmadan gider, abdestini tekrar alır ve gelir imama ulaştığı yerden yeniden uyar. Böyle birisi, imamla birlikte selâm vermez, kalkar ve kılmadığı rek’âtleri kendisi kaza eder. Fakat ayakta okuyuş yapmaz. Yani Fâtiha ve zamm-ı sûre okumaz. Bir süre ayakta durur, sonra rüku ve secde yapar ve böylece namazını tamamlar.
***
Ali Bey: “Ehl-i Îmân ile ehl-i küfrün saflarının bu zamanda birbirine karışık olması nedendir? Fayda ve zararı nelerdir?”
Bu dünya imtihan yeridir. Bu imtihan yurdunda her an, her yerde, herkesle karşılaşmamız mümkündür. Müslüman, kimle karşılaşırsa karşılaşsın, sahip olduğu iyilikler ve yaşadığı doğrular hususunda başkasını aydınlatır, insanlara iyi örnek olur, başkasının kötülüklerini ise almaz. Kur’ân’ın ısrarla vurguladığı emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker, yani iyiliği emretmek ve kötülükten alı koymak görevini böyle zamanlarda daha titizlikle yapar. Önce yaşayışıyla, sonra sözleriyle doğruluğu önerir, iyiliği tavsiye eder, hakkı anlatır ve Cenâb-ı Hakkın emirlerini yumuşak bir üslûpla tebliğ eder.
Saflar asıl âhirette ayrışacaktır. Mahşerden sonra Cennet ve Cehennem’in teşekkülü ehl-i îmân ile ehl-i küfür arasını ebediyen ayıracaktır. Fakat bunu bu dünyada beklemek imtihan sırrına uygun düşmez. Çünkü kesin sınırlar burada ayrıldığı takdirde ehl-i küfre îmânı anlatan tebliğ ortamından da uzaklaşılmış olur.
11.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Dinin felâketleri |
|
Baştan başa hakikatler manzumesi olan İslâm dininin hüküm ve kaideleri, yeryüzünün bütün mahlûkları için huzur ve sürur kaynağıdır. İslâm dini hayata geçirildiği takdirde, o hayat dahilinde fitne ve fesada sebep olacak bir gelişmenin meydana gelmesi mümkün olmayacaktır. Çünkü kâinatın Hâlıkı, yeryüzünü idare ve imar edecek olan insanlara en faydalı olacak yaşantı biçiminin kurallarını Kur’ân’da vaaz etmiş ve bu kuralları en iyi bir şekilde yaşamış olan Hz. Muhammed’i (asm) de bizlere bir rehber olarak görevlendirmiştir.
İslâm dininin doğru bir şekilde yaşanmasında bir felâket söz konusu olamaz şüphesiz. Ancak bir kısım insanların yanlış davranışları herkesinkinden fazla İslâm toplumunu etkileyebilmekte ve bazı felâketlerin meydana gelmesine sebep olmaktadır ki, Peygamber Efendimiz (asm) bu felâket kaynaklarını bir hadis-i şerifinde şöyle dile getirmektedir: “Dinin felâket kaynakları üçtür: (1) Günah işleyen âlim, (2) Zalim idareci (3) İbadete gayretli cahil.”
Bugünkü yazımda “Günah işleyen âlim”in neden dinin felâket kaynaklarından olduğunu değerlendirmeye çalışacağım. Yüce Peygamberimiz (asm) başka bir hadis-i şerifinde de, ilmiyle amel etmeyen âlimlerin helâk olacağını ifade buyurmaktadır. İlim sahibi olmak, Allah’ın insanlara bahşettiği büyük bir ihsandır. Bu nimetin şükrü için ilim sahibi olan insanların mutlaka bildiği doğruları hayatına geçirmesi gerekir.
Bilindiği gibi âlim bilen demektir. Bir insanın bile bile bir hatayı yapması ile, bir insanın bilmeden bir hatayı işlemesi arasında sorumluluk açısından bir fark bulunacaktır mutlaka... Bilmeden hatayı işleyen bir insanın, nisbeten mazur olması ve hatasının affedilme ihtimalinin bulunması kuvvetle muhtemeldir. Ancak bilgisiyle topluma doğruları öğretmede rehber olması gereken âlimlerin mazur görülmesi ihtimali düşük olacaktır. Çünkü toplumdaki insanlar onlara güvenmekte ve bir çok konuda onları örnek alma temâyülü içinde olmaktadırlar. Bu durumlar âlimlerin herkesten çok dikkatli olmalarını gerektiriyor. Elbette burada söz konusu âlimler, Allah’ın emir ve yasakları konusunda bilgi sahibi olan kişilerdir.
Biliyoruz ki, her toplumda olduğu gibi İslâm toplumunda da din âlimi olarak bilinen insanların diğer insanlar nezdinde büyük itibarı bulunmaktadır. İnsanlar bir çok problemlerini onlara danışarak çözmekte, onların her yaptığının doğru olduğu inancı içinde bulunmaktadırlar. Hiçbir zaman hata yapmaz, diye bilinen din âlimlerinin bazı hatalar içinde bulunması, insanların onları örnek almasına sebep olabilmekte ve bu durum o hataların hızla toplum içinde yayılmasına yol açabilmektedir.
Âlim insanlar topluma örnek olmak durumunda olduklarını hiçbir zaman unutmamalıdırlar. Bunun için de hata yapmamak için büyük çaba göstermeleri gerekir. Aksi takdirde insanlar içinde yayılmasına sebep oldukları yanlış davranışların günahları, onların da günah hanesine yazılacaktır. Bilinmelidir ki, iyi davranışların yayılmasına sebep olanlar, “Sebep olan işleyen gibidir” kuralı gereğince bu iyi davranışlardan sevap cihetiyle istifade edecekleri gibi, aynı kural gereğince gayr-i ahlâkî davranışların yayılmasına sebep olanlar da bunun vebâline ortak olacaklardır. Çünkü onlar dinin yanlış anlaşılmasıyla dine büyük darbe vurmuş olacaklardır.
Din âlimi olarak bulunan bir insan herkesten çok ibadetlerini yerine getirmek ve herkesten çok günahlardan sakınmak durumunda olduğunu aklından çıkarmamalıdır. Çünkü toplumun diğer insanlar için normal görülen birçok yanlış davranış, dinî konularda bilgisi olduğu bilinen insanlar için çok anormal görülebilmektedir. Bu şuurda olup, dinî konular konusunda insanları aydınlatan ve hâl, tavır ve davranışlarıyla da çevresindekilere güzel örnek teşkil edenlerin de elbette mükâfatı büyük olacaktır.
Yine Allah Resûlünün (asm), âlimlerin mürekkebinin şehitlerin kanıyla aynı değerde olduğunu ifade etmesi, başka bir hadis-i şerifte de âlimlerin uykusunun da ibadet olduğunu buyurması, bildikleriyle amel ederek dine hizmet eden gerçek âlimlerin Allah’ın yanındaki değeri açısından önemli göstergelerdir.
11.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Aforoz kurumu değişti |
|
Eskiden Kilise ve papazlar aforoz ederdi şimdi tersine döndü, aforuzu kimi laiklikçiler yapıyor. Dünya tersine mi döndü ne? Zira müesses pradigma altüst oldu. Veya jakobenizm ve ideolojik azınlıklar dünya sisteminin nasiyesini veya dümenini ele geçirmiş vaziyetteler. Herşeye bu meyanda dine de nizamat veriyorlar. Eskiden din dünyaya nizamat vermeye çalışırdı. Şimdi ise tam tersine laiklik dine nizamat vermeye kalkışıyor.
Bundan dolayı bir sürü ‘laik müftü veya fetvacı’ türedi. Artık yıllarca dirsek çürütmeye gerek yok. Halikarnas Balıkçısı gibi romancı da olsanız sözleriniz dinleniyor. Yeter ki din alanında konuşun. Din alanı müstebah ve kontrolsüz bir saha haline geldi. Hesab mercii yok. Yetkililer konuşacağı yerde etkililer konuşuyor. Müftünün konuşması değil de sözgelimi Orhan Pamuk gibi birisi konuşursa referans alınıyor. Din alanında neyin doğru neyin yanlış olduğunu onlar tayin ediyor. Nilgün Cerrahoğlu bile laikliğe muhalif olmasına rağmen, Baykal’ın dini konularda hüküm vermesini normal karşılarken Diyanet İşleri Başkanının aynı konularda görüş beyan etmesini sisteme aykırı görüyor. Şimdi dini yetkililer kendi alanlarında bile korkarak konuşuyorlar, ama Ruhat Mengi gibilerde korkunun zerresi yok. Zira aforoz müessesesi şimdi el değiştirmiş ellerine geçmiş durumda. Tersine işliyor.
Bundan nasibini alanlardan birisi de koskoca Anglikan Kilisesi Başpiskoposu Rowan Williams. The Times komut veriyor: “Sus, konuşma...” Bundan dolayı İngiliz basınından önce veya aynı zamanlama ile bizim basın etkisini ve tesir sahasını hudut haricine de yayarak Rowan Williams’ı aforoz etti ve onu ‘şeriatçı piskopos’ ilân etti. Günümüzde ‘şeriatçı’ demek zinhar eski dönemlerde ‘mürted’ denmesine eşittir. Hem de bir gazete değil, Aydın Doğan’a ait bir iki gazete ‘şeriatçı papaz’ diye Başpiskoposun haddini bildirdiler! Ne ala!
İngiltere’de, Anglikan Kilisesi Başpiskoposu Dr. Rowan Williams, ülkede yaşayan Müslümanların kendi şeriat mahkemelerine sahip olmaları gerektiğini, bunun sosyal uyuma katkı sağlayacağını söyledi. Müslümanların sadakatini pekiştireceğine dikkat çekti. Williams’ın bu sözleri ülkede ciddî tartışmalara yol açtı. Müslümanların evlilik ve malî konular gibi sorunlarla karşı karşıya kalınca şeriat mahkemelerine başvurabilmeleri gerektiğini belirten Williams, ‘aksi takdirde Müslümanlar kendilerini, yaşadıkları ülkeye sadakat ile kendi kültürel değerlerine sadakat arasında sıkışmış hissedecekler’ ifadesini kullandı. Aslında bu konularda İngiltere’de değişik hukuk alternatifleri var. Sözgelimi, 1980 yılından beri hür mahkemeler icrayı faaliyette bulunuyor. İngiliz hukukuyla eşit olmayan bu mahkemeler gönüllülük esasına göre işliyor, hakem müessesesi gibi hizmet veriyor. Dolayısıyla kararları bağlayıcı değil. Willams’ın savunduğu bunun bir adım ötesi ve Şeriat hukukunun da bağlayıcı olması ve İngiliz hukukuyla eşit muamele görmesi. Bunun üzerine adamı ‘uçuk-kaçık’ ilân ettiler. Onun yerine gazeteler ve gazeteciler fetva veriyor. Halbuki Yahudilerin ‘Beth Din’ adında paralel hukuk kurumları var. Başbakanlığın itirazına temel olan husus da aynı. Hâlâ İngiltere Kraliçesi Anglikan Kilisesi’nin hamisi. Yer yer Prens Charles gibiler bu himaye meselesinin genişletilmesini en azından dört dini kapsaması gerektiğini savunuyorlar.
Williams’a karşı İngiliz başbakanlığının açıklamasında İngiliz değerlerine dayanan hukukun esas olduğu hatırlatılmıştır. Bu ifadeyi tahlil ettiğimizde, İngiliz değerlerinin Anglo-Sakson karakterinin dışında Hıristiyanlık ve Aydınlanma değerlerini ihtiva ettiğini görüyoruz. Dolayısıyla burada Williams’ın savunduğu tek kültürün diğer kültürlere egemen olması ve dayatılması var. Çok kültürlülük yok tek kültür ve onun hukuki türevlerinin dayatılması var. Williams gibiler ise çok toplumlu bir ülke haline geldiklerini ve dolayısıyla çok tuplumluluğun çok kültürlülüğü beraberinde getirdiğini ve bunun gereklerinden birisinin en azından medeni hukukta çok hukukluluk olduğunu söylüyor. Bu itibarla şeriat hukukunun kaçınılmaz olduğunu söylüyor. Bu da jakobenleri şok ve altüst etti. Zaten İngiltere’de bu sistem 1980’li yıllardan beri gönüllülük esasına dayalı olarak işliyor. Aslında, bu tartışmayı Kanada’dan da tanıyoruz. Orada da benzeri talepler yaşanmıştı. Williams diğer toplulukların sadakatinin böylece pekişeceğini söylemektedir. Buna mukabil şeamet tellalları hemen devreye girdiler. Modern çağın aforoz müessesesi çalışmaya başladı. Bu çağrının sosyal kaosa dâvetiye çıkarmak olduğunu savundular. Bireylere paralel hukuk imkânının tanınmasının bölücü ve tehlikeli bir çığır olacağını söylediler. Bunun yerine karşı tarafın taleplerinin ademe mahkûm edilmesini ve seslerinin kesilmesini istiyorlar. Birlik böyle devam edermiş. Seviyesiz The Sun gibi sarı basın ise ‘What a Joke/bu ne şaka’ deyiminde hareketle: “What a burkha/ o biçim burka’ başlığını atmışlar. Sanki Williams onların dediği gibi Burka savunuculuğu yapıyor.
Bu tartışmanın farklı boyutlarından birisi de ülkemizde ve benzeri ülkelerde yaşanılıyor. Orada farklı hukuk talebi için söylenen şeyler buralarda da başörtüsü bağlamında söyleniyor. Kimileri başörtüsü için bölücü kıyafet (zeyyi’t taifi) diyorlar. Halbuki bölücülük birisini serbest bırakmak diğerini yasaklamak yani eşitsizlik değil midir? Maalesef Müslümanlara davranış biçiminde İngiliz sisteminin ruhunda eşitlik ve adalet yok. Müslümanlar dine hakaret (blashemy) kuralında eşitlik istediler ama kabul görmedi. Hazreti Muhammed’e (asm) hakaretin Hazreti İsa’ya hakarete denk sayılmasını istediler ama kaale alınmadılar. İngiltere bunu yapacağı yerde aksine Selman Rüşdi’ye lordluk ünvanı verdiler. Eşitlik yok, ama sadakat istiyorlar. ‘Hem eksik tartı hem de fahiş fiyat’ deyiminde olduğu gibi. Çifte kavrulmuş adaletsizlik. Buradan da şu sonuç çıkıyor: “Vatandaşlar eşittir ama Hıristiyanlar daha eşittir..” Bizim gibi ülkelerde de fiiliyatta ‘vatandaşlar eşittir, ama ideololjik azınlık mensupları daha da eşittir...” yaklaşımı işliyor. William’ın teklifi karşısına şimdi İngiltere’de demokrasi yeniden tarif ediliyor: “Tek oy, tek yasa...”
***
Aslında bu tartışmalar şunu gösteriyor: Batı toplumları ve düzenleri hâlâ Osmanlı’nın seviyesine çıkamadılar. Ancak Williams’ın teklifi kabul edilirse bu seviyeyi yakalayabilirler. Osmanlı ‘Millet Sistemi’yle çok hukukluluğu hayata geçirmişti. Bugün İngiltere gibi ülkelerde bu tartışılamıyor bile. Veya bunu söyleyen kilise ricali bile olsa aforoza maruz kalıyor. Osmanlı’nın bakiyyesi bu çok hukuklu sistem bugün onun minyatürü nevinden olan Lübnan’da yaşıyor. İlyas Hrawi Şam’ın da desteğini alarak bu çok hukukluğun yerine laikliğe dayalı tevhid-i hukuk prensibini getirmek istemiş ama dinî toplulukların çok yapılı hukukta diretmesi üzerine amacına ulaşamamıştı. Türkiye’de de Medine Sözleşmesi bağlamında Ali Bulaç’ın bazı yazıları üzerine Taha Akyol Medine’den Lozan’a kitabını yazmış ve bu meseleyi tartışmıştı. Taha Akyol da çok hukuklu yapı yerine tevhid-i hukuk prensibini savunuyordu. Burada Rowan Williams daha önce de kendi inancına göre Müslümanların da cennete gidebileceklerini söylemişti. Maalesef görüşlerini söyledi diye Rowan Wililams bir aforoz ve linç kampanyası ile karşı karşıya.
11.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
Ses getiren manşetler |
|
Yeni Asya’nın yayın hayatındaki bir hizmet yılını tamamlayıp yeni bir yıla daha gireceği 21 Şubat’a sayılı günler kaldı.
Önümüzdeki hafta Perşembe günü 38. yılımızı geride bırakıp 39. yılımıza girmiş olacağız inşaallah. Her sene 21 Şubat’ta olduğu gibi bu sene de kuruluş yıldönümümüz için özel hazırlıklarımız var, devam ediyor.
Bu çerçevede, özellikle “Ses getiren manşetler” başlıklı çalışmamızın büyük ilgi göreceğine inanıyoruz.
Yeni Asya, geride kalan 38 yıla yakın zaman zarfında, olayların rutin akışı içinde önemi bazan gerektiği şekilde fark edilemeyen, ama verdikleri mesaj yerini bulan binlerce manşet attı.
Bir dahaki Perşembe, 38. yıla girerken okuyucularımıza takdim edeceğimiz çalışma, bu manşetlerden derlenerek hazırlanıyor.
Bu çalışma, okurlarımıza, hem Yeni Asya’nın tavizsiz istikrar çizgisini derli toplu şekilde bir kez daha örnekleriyle görme imkânını sunacak; hem de verilen hizmetin boşa gitmediğini, mutlaka hedefe ulaştığını gösterecek.
***
Kemal Benek İran’da
Dış gezilerimizdeki hareketlilik devam ediyor. Ankara Haber Müdürümüz Kemal Benek, İran Radyo Televizyon Kurumunun (İRİB) davetlisi olarak bir grup gazeteci ile birlikte İran’a gitti. Şu sıralar kuruluş yıldönümünü kutlayan ülke; rejimi, uygulamaları ve uluslararası ilişkilerindeki gerilimler dolayısıyla sürekli olarak dünyanın gündeminde. Benek, gezi dönüşü izlenimlerini okuyucularımızla paylaşacak.
***
Yeni Asya farkı
Gazeteci Hüseyin Aykol, “Haber Basınından İslamcı Medyaya” isimli kitabıyla ilgili olarak 29 Ocak’ta Evrensel gazetesinde ve 3 Şubat’ta Cumhuriyet’in Pazar eki Dergi’de yayınlanan röportajlarında, “AK Parti’nin arka bahçesi” olarak nitelediği yeni bir medya kategorisinin oluşmakta olduğunu savunarak, bu medya kesimi hakkında “Kitlelere İslâmî bir yaşam vaaz edilirken, bunun meyvelerini siyasî ve ekonomik rant olarak topluyorlar” görüşünü dile getiriyor.
Aykol, Yeni Asya’yı bu kategorinin dışında tutarken, gazetemiz için “İslâmcı değil, İslâmî kategoride” diyor.
Biz de, “Yeni Asya farkı”nın dışarıdaki bir isim tarafından bu şekilde ifade edilerek kayıtlara geçirildiğini okuyucularımızın bilgisine sunuyoruz.
***
Abdurrahman Şen ve Miyasoğlu
Yazarımız Abdurrahman Şen’le ilgili olarak Yeni Şafak yazarı Ali Murat Güven’in yazısından bazı bölümleri önceki hafta bu köşede aktarmıştık.
Ardından, Mustafa Miyasoğlu 3 Şubat tarihli Millî Gazete’de “Sevgili Abdurrahman Şen kardeşim” başlıklı bir yazı yayınladı.
“Bu tür yazıları, maalesef çoğumuz bir yakınımızı kaybettiğimiz zaman yazıyoruz. O yüzden hemen şunu ifade edeyim ki, sevgili Abdurrahman Şen kardeşim henüz sağ-salim, yaşıyor” diye başladığı yazısında Miyasoğlu, rahmetli Fethi Gemuhluoğlu’nun “Bütün dostluklar söylenmelidir” sözünü aktardıktan sonra “Ben de buna inanıyorum; düşmanlıklardan önce dostlukları söylemeli, yaymalıyız” diyor ve Şen’in kültür-sanata verdiği hizmetleri geniş şekilde anlatarak sürdürdüğü yazısını Şen’e “sağlıklı, başarılı ve verimli uzun ömür ve hizmet imkânları” dileyerek bitiriyor.
11.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Tedbir gerek |
|
Bediüzzaman, “medeniyet-i garbiye-i hâzıra” dediği Batı medeniyetinin semâvî dinleri tam dinlemediği için, kötülükleri ve günâhlarının, iyiliklerine ve hayırlarına, zararlarının faydalarına gâlip geldiğini belirtir.
Medeniyetteki asıl maksad olan huzur ve saadet yerine israfla insanlığı fakir düşürdüğünü, “vesâit-i sefâhete (sefâhete sürükleyen âletlere) teşvikle” şevkini kırıp “hevesâta, sefâhete sevkedip ömürünü fâidesiz zâyi ettiğini” bildirir. “Sû-i istimâl ve israfât ile yüz nevî hastalığın sirâyetine, intişârına (yayılmasına) vesîle olduğunu” haber verir. (Emirdağ Lâhikası, 334-335)
Dinlerin ve bilhassa Kur’ân’ın mânevî esaslarına muhâlif hareket eden inkârcı felsefe elindeki Batı medeniyetinin, yine Bediüzzaman’ın tefsiriyle “nazar-ı dikkati şu hayata celb ede ede ednâ (basit) bir hâcât-ı hayatiyeyi (dünyevî ihtiyacı), büyük bir mesele-i dîniyeye tercih ettirdiği” ve âdeta bir “mânevî musîbet” halini aldığı, hâdiselerle ortada. (Kastamonu Lâhikası, 72-75)
“Muhâfazakâr” bilinenlerin dahi “dünyevîleşme” yarışına katılıp bu tür sefâhet ayinlerine katılmaları, tehlikenin alârm zillerini çaldırıyor. En “mazbut” bilinen âilelerin ve çevreler bile bu “câzibedâr, sefîhâne ve sarhoşâne şâşaalı eğlencenin “câzibesi”ne kapılıp serseriler gibi ayak uydurmaya uğraşıyorlar. Sonuçta mâneviyattan mahrum medeniyet, insanlara dünyevî saadeti dahi vermiyor…
Gerçek şu ki uluslararası sermaye, kitleleri sâdece bir piyasa pazarı ve tüketim aracı olarak görüyor. “Popüler kültür” perdesinde, televizyonlarda televole kültürü enjekte ediliyor.
Küreselleşmeyle “zengin-fakir uçurumu” giderek derinleşiyor. BM’in raporuna göre, dünyanın en zengin ile en yoksul yüzde ikisi arasındaki gelir farkı, son yirmi yılda 1’e 30’dan 1’e 80’e çıkıyor. Keza bu karmaşa içinde birbirinden kopuk topluluklar, yayana gökdelenlerle varoşlardaki gecekondulardan oluşan şehirler, irtibatsız âileler, yabanî insanlar ve parçalanmış hayatlar türüyor.
Avrupa ve Amerika’da toplumun ve gençliğin içine sürüklendiği bunalım, hiçbir maddî problemi olmayan insanlarda artan intiharlar “imdat!” işâretleri veriyor. İnsanlık çığlık çığlığa, mânevî bir buhran geçiriyor. “Mânevî temelleri sarılsan garb medeniyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor.”
Mânevî terbiye eksikliği mahalleleri, sokakları, evleri hedef almış; insanların kafa ve kalplerine bombalar düşüyor. Şüphesiz bu bombardıman ve yangın, Davutpaşa’daki patlamadan, Almanya’daki yangından çok daha dehşetli; milyonlarca insanı, genci ve çocuğu vuruyor. Dünyevîleşmeye bataklığına batan gençler, göz göre göre bu ateşin içine atılıyor…
Topyekûn toplumları inanç ve ahlâkî çöküntü çukuruna çeken bozguncu propagandanın amacı, ahlâkta kargaşa türetmek, milletleri mânen katletmek. Çocuklarda ve gençlerde süflî cinsî arzuları uyandırıp sefâhetin zebûnu haline getirmek. Ulvî insanî duyguları dumura uğratmak. İman zaafıyla dinsiz felsefenin mâneviyatsız kültürüne ve kötü alışkanlıklarına teşne hale getirtmek…
RTÜK İletişim Merkezi’ni arayan izleyicilerin en fazla yerli dizilerdeki şiddet, sigara ve alkol görüntülerinden şikâyeti bunun bir örneği. Sihir ve büyü dolu filmlerden, özellikle, yiyecek-içecek ve giyim reklâmlarında müstehcen görüntülere yer verilmesinin çocuklarda ve gençlerde meydana getirdiği mânevî tahribatın, devletin resmî kurumlarınca da itirafı, mânevî dejenerasyonun dehşetini ortaya koyuyor. Çocuk bezi reklamları dahi çocukları psikolojik gelişimlerini etkileyecek şekilde veriliyor.
Sağlık Bakanı, Bakanlar Kurulu’nda artık sigara kullanan bakanın kalmadığıyla övünerek sigarayla mücadeledeki “başarıları”nı anlatıyor. Oysa bizzat devlet eliyle yürütülen şans oyunları, Millî Piyango İdaresi’ne bağlı talih oyunları devletin “güvencesi”nde yapılıyor. Online ‘casino’ların yıllık cirosu milyar doları aşmış. İnternet üzerinden kumar ve bahis oyunları devam ediyor.
Tam bir sanal tuzak olan internet kumarhânelerine devam edenlerin sayısı iki milyona yaklaşmış. Tekel’in içki reklamları bütün pervâsızlığıyla zihinleri zehirliyor. Ahlâk bozucu müstehcenlik ve şiddete hâlâ ciddî bir sınırlama ve müeyyide getirilmiş değil.
Bugün 15 milyon öğrenci okula başlıyor. Uyuşturucu kullanım yaşı, ilkokul dördüncü sınıfa kadar inmiş! Okulların çevresinde uyuşturucu ve esrar satan şebeklere karşı etkin maddî ve mânevî tedbirler yetersiz. Yeşilay, ilköğretim öğrencileri arasında en az bir kez alkol kullananların oranının yüzde 15.4’e vardığını uyarıyor. Ulusal Tütün Kontrol Programı gibi alkolde de nesilleri korumak için âcilen tedbirlerin alınmasının gereğini belirtiyor.
Ekranlardaki yerli ve yabancı dizi film sağanağı, başdöndürüyor. Aile ve sosyal araştırma uzmanlarına göre, televizyonlardaki çıplaklığı ön plâna çıkaran müstehcen yayınlar, âile mahremiyetini tehdit ediyor. Hükûmet, yeni anayasada zaten yetersiz olan din derslerini tartışmaya açacağına, âileleri ve topyekûn gençliği ve çocukları yakan, toplumu ateşe veren bu tehlikeye karşı da ciddî anayasal ve yasal tedbirler almalıdır.
Bu tedbirler, devletin ve hükûmetin anayasal görevidir…
11.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Asıl ‘önyargı’ Türkiye’de! |
|
Yasakçılar, millet nezdinde itibar görmedikleri için, her daim gerçekleri çarpıtmaya uğraşıyorlar. Bunu o kadar insafsız bir şekilde yapıyorlar ki, şaşmamak mümkün değil.
Her ne kadar “Şaşmamak mümkün değil” diyorsak da, doğrusu “Şaşmak mümkün değil” olmalı. Çünkü, kanunsuz başörtüsü yasağını savunanların hemen her şeyi yapmaları zaten mümkün. Dolayısı ile, yapılan yanlışlar karşısında ‘şok’ olmaya gerek yok. “O kafa”yı temsil edenlerden her türlü yanlış hareketi beklemek lâzım.
Hakikaten tozun dumana karıştığı bir tartışma yaşanıyor. Kanunsuz yasağı savunanların tutunacak ‘haklı bir dalı’ olmadığı için; yalan, yanlış ya da tahrif edilmiş haberlerle milletin aklını çelmeye gayret ediyorlar. Bu tavrın örneklerine geçmişte de çok rastladık, bugün de devam ediyor.
Tahrifin son örneklerden biri de şu: Hatırlanacağı üzere, canların yanmasına sebep olan bir ‘ev yangını’ sebebiyle Başbakan Erdoğan Almanya’ya bir ziyaret gerçekleştirdi. Ziyaret programı çerçevesinde Alman Başbakan Merkel’le bir araya gelen Erdoğan, aynı zamanda Türk ve Alman gençlerle de aynı toplantıda bulundular. Toplantıda söz alan başörtülü bir Türk kızı, Merkel’e bir soru yönelterek, başörtüsü taktığı için bazı Almanlar tarafından ‘önyargı’ ile karşılandığını ifade etmiş. Alman Başbakan Merkel de, bu soruya karşılık özetle; “Neden türban takıyorsun, bu senin mi, ailenin kararı mı?” diye soruyor.
Bu soruya ‘mal bulmuş Mağribî’ gibi sarılan Hürriyet, (9 Şubat 2008) “O soruyu sordu” diyerek güya sevinmiş. Çünkü başörtüsü yasağını savunanların en büyük iddiası, başörtüsü takanların bunu ‘kendi iradeleriyle’ yapmadıkları şeklinde. Her ne kadar bunu ispatlayamıyorlarsa da, her defasında akıl karışıklığına sebep olmak için ‘başörtüsü takanlar, ailelerinin zoruyla bunu yapıyor’ propagandasına sığınıyorlar.
Gazetenin haberine göre, “Genç kızın yanıtı duyulmamış.” Peki, ‘duyulmayan cevap’tan “Benim kararım değil” ya da “Ailemin kararı” şeklinde bir anlam çıkarılabilir mi? Haber öyle bir takdim ediliyor ki, sanki başörtülü Kevser, bu soruya cevap verememiş ya da “ailesinin baskısı ile örttüğünü” itiraf etmiş! Gerçeği öğrenmek isteyenler, Kevser’in söylediği ancak ‘duyulmayan’ cevabını kolaylıkla öğrenebilir!
Şunu hesaplayamıyorlar: Almanya şartlarında kızların ‘baskı’ ile başlarını örtmesi mümkün mü? Diyelim ki ‘çocuk’ken örttüler, büyüyünce örtünmeleri mümkün mü? Zaten öyle bir baskı olsa, en başta Almanya hükümeti ona karşı çıkar ve o çocukları/gençleri ‘koruma’ya alır. Çünkü mezvuat buna imkân tanıyor.
Aslında Merkel’e soru soran başörtülü Kevser’in ‘yanıldığı’ bir nokta var: Kendisi Almanya’da yaşadığı için ‘önyargı’ nasıl olur farkında değil! Asıl ‘önyargı’ Türkiye’de! Türkiye’deki ‘önyargı’ya şahit olsa, Almanya’daki ‘önyargı’yı muhtemelen mumla arar!
Baksanıza, Türkiye’nin ‘en büyük’ olmakla övünen bir gazetesi, başörtülü Kevser’in dile getirdiği bir gerçeği bile tahrif edecek şekilde ‘önyargılı’ davranmış. Malûm, ‘önyargı’ları kırmak, ‘atom’u parçalamaktan da zormuş. Gelişmeler bunu teyid ediyor...
11.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|