|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Onların üstlerinden de, altlarından da kat kat ateş kuşatacaktır. İşte Allah kullarını bundan sakındırıyor. Ey kullarım, siz de Benim azâbımdan korkun.
Zümer Sûresi: 16
|
11.02.2008
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Arapların söyledikleri en üstün şiir, Lebid'in şu sözüdür: "Dikkat ediniz! Allah'ın dışındaki herşey boştur."
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 615
|
11.02.2008
|
|
Şahısların keyfine tebâiyet edilmez ve etmeyiz!
(Dünden devam)
Üçüncüsü: Mezheb-i Hanefînin ulviyetine ve sâfiyetine münâfi bir sûrette, vicdanını dünyaya satan bir kısım ulemâü’s-sû’un yanlış fetvâlarıyla, benim gibi Şâfii’l-mezhep adamlara hangi usulle teklif ediyorsunuz? Bu meslekte milyonlar etbâ-ı bulunan Şâfiî mezhebini kaldırıp bütün Şâfiîleri Hanefîleştirdikten sonra, bana zulüm suretinde cebren teklif edilse, sizin gibi dinsizlerin bir usûlüdür denilebilir. Yoksa keyfî bir alçaklıktır. Öylelerin keyfine tâbi değiliz ve tanımayız!
Dördüncüsü: İslâmiyetle eskiden beri imtizaç ve ittihad eden, ciddî dindar ve dinine samimî hürmetkâr Türklük milliyetine bütün bütün zıt bir surette, frenklik mânâsında Türkçülük namıyla, tahrifdârâne ve bid’akârâne bir fetvâ ile “Türkçe kamet et” diye, benim gibi başka milletten olanlara teklif etmek hangi usulledir? Evet, hakikî Türklere pek hakikî dostâne ve uhuvvetkârâne münasebettar olduğum hâlde, böyle sizin gibi frenkmeşreplerin Türkçülüğüyle hiçbir cihette münasebetim yoktur. Nasıl bana teklif ediyorsunuz? Hangi kanunla? Eğer milyonlarla efradı bulunan ve binler seneden beri milliyetini ve lisanını unutmayan ve Türklerin hakikî bir vatandaşı ve eskiden beri cihad arkadaşı olan Kürtlerin milliyetini kaldırıp onların dilini onlara unutturduktan sonra, belki, bizim gibi ayrı unsurdan sayılanlara teklifiniz, bir nev'i usul-ü vahşiyâne olur. Yoksa sırf keyfîdir. Eşhâsın keyfine tebaiyet edilmez ve etmeyiz!
Beşincisi: Bir hükümet, kendi raiyetine ve raiyet kabul ettiği adamlara herbir kanunu tatbik etse de, raiyet kabul etmediği adamlara kanununu tatbik edemez. Çünkü onlar diyebilirler ki: “Madem biz raiyetiniz değiliz; siz de bizim hükümetimiz değilsiniz.”
Hem hiçbir hükümet iki cezayı birden vermez. Bir katili ya hapse atar veyahut idam eder. Hem hapisle ceza, hem idamla ceza bir yerde vermek hiçbir usulde yoktur.
İşte, madem vatana ve millete hiçbir zararım dokunmadığı hâlde, beni sekiz senedir, en yabanî ve hariç bir milletten câni bir adama dahi yapılmayan bir esaret altına aldınız. Cânileri affettiğiniz hâlde, hürriyetimi selb edip hukuk-u medeniyeden iskat ederek muamele ettiniz. “Bu da vatan evlâdıdır” demediğiniz hâlde, hangi usulle, hangi kanunla biçare milletinize rızaları hilâfına olarak tatbik ettiğiniz bu hürriyet-şiken usulünüzü, benim gibi her cihetle size yabancı bir adama teklif ediyorsunuz?
(Mektubat, 29. Mektub, 6. Risâle olan 6. Kısmın Zeyli, Es’ile-i Sitte)
Lügatçe:
tebâiyet: Uyma, tâbi olma, bağlanma.
münâfi: Ters
ulemâü’s-sû’: Kötü âlim; dinini dünyaya satan âlim.
etbâ: Tâbiler, uyanlar.
|
11.02.2008
|
|
Bahar çiçeklerini seyrederken...
“Maddî bir kışta, güzel çiçeklerin açılmasıyla bir harika kudret olduğu gibi, bu asrın mânevî ve dehşetli kışında, Sava karyesinin, yani Sava şeceresi bin güzel çiçekler ve cennet meyveleri açması ve Isparta memleket bahçesi, binler gül-ü Muhammedî (asm) çiçekleri açması, elbette harika bir mucize-i rahmet ve bu memlekete harika bir kerâmet-i inayet-i Rabbaniye ve Risâle-i Nur talebelerine hârikulâde bir ikram-ı İlâhîdir diye itikad edip, Cenâb-ı Hakka hadsiz şükür ederiz.” (Kastamonu Lâhikası, s. 96)
Yer Zonguldak... Kara elmasın bağrında harmanlandığı şehir...
İmanın elmas hakikatlerini yaşamak için yola çıkan 60 kişilik bir öğrenci grubunu ağırlıyor. Kömürün bin bir halini yaşayan bu şehir, elmas ruhlu çocukların o masum ve temiz çehrelerini seyrediyor...
Mevsimlerden kış... Havalar buz kesiyor. Uzun ve zahmetli bir tren yolculuğuyla başlıyor yolculuğumuz. Anneler, babalar çocuklarını Allah’a (cc) teslim ederken gözyaşlarını tutamıyor. Bir yandan da evlâtlarını hak yoluna fedâ etmenin huzurunu yaşıyorlar. Ve tren elim bir firâk sesiyle bütün sevdiklerimizden bir gün ayrılacağımızı hatırlatarak ağır ağır yol alıyor. Uzun ve zahmetli bir tren seyahatiyle başladı yolculuğumuz. Neredeyse koca bir vagon, 60 kişi. Herkes şaşırıyor tabiî. Nedir, ne değildir sorguluyor. 8 yaşına yeni girmiş Yavuz Selim, karşı koltukta “Nereye gidiyorsunuz, tatile mi?” diye soran meraklı amcaya: “Hayır, okumaya gidiyoruz” diye ibretli bir cevap veriyor. Ve tatilin hakikî hikmetini bir nebze hatırlatıyor. Bu nurdan bir hâle gibi ahlâklı, faziletli gençlerle konuşanlar, çocukların ahlâklarına hayran kalıyorlar. Keşke bizim çocuklarımız da böyle olsa diyor, masum çocukları şefkatle süzen bir anne. Ve masum çocukların başlarını okşuyor, duâ ediyor onlara. Sonra yerlerini çocuklara bırakıp, durakta iniyor.
Tren gecenin bağrını yararak Karadeniz'e doğru yol alıyor. Gece 03.00 suları. Camlar buz kesilmiş. Allah’tan kaloriferler bir nebze buzların tesirini azaltıyor. Sabah namazı için herkes sıraya giriyor. Beşer beşer namazlar edâ ediliyor. Namaza hiç mani yok. Çocuklar buz kesen sular altında abdestlerini alıyor. Biraz da üşüyor. Ama İhsan Ağabeyleri çocukları lâtifelerle ayakta tutmaya çalışıyor. “Bugün burada üşümezseniz yarın ahirette üşüyebilirsiniz” diyor.
Namazlar kılınıyor, duâlar ediliyor. Ve ‘günün güzel yüzü’ büyük ovaların yüzünde resmediliyor. Büyük sahrâları kaplamış kar taneleri ipekten bir örtü gibi ovaları kucaklıyor. Bir deniz gibi kar tabakası toprağın üzerinde dalgalanıyor. Ve güneş ışığını saça saça bütün sahraya ışık oluyor. Ve tren son düdüğünü çalıyor. Ve şimdi vuslât ânıdır. Allah yolunun hakikî erleri sabahın erken saatlerinde bahar çiçeklerini seyretmek için bizi bekliyor. Ve Zonguldak’ın Çaycuma ilçesine bir seher güneşi gibi nur timsâli gençler doğuyor. Bu, belki de Çaycuma’ya bir ikram, bir rahmet oluyor. Cenâb-ı Hak kışın ortasında bahar çiçekleri açtırıyor. İnsanlar zâhiren tanımasa da bu gençlerin yüzündeki emin ve huzur verici hale meftun oluyorlar.
Bahar çiçekleri burada yaklaşık 7 gün kalıyor. Bu zaman zarfı içinde namazlar kılınıyor, kırmızı, nurdan kitaplar okunuyor, hayatın hakikatini izah eden bahislerden bolca mütalâalı dersler yapılıyor. Dostluk maçları, akşamleyin seyredilen müsbet cd’ler, yapılan turnuvalar ve yarışmalarla müsbet teneffüslere çıkılıyor. Mahallede tanıştığımız arkadaşlar iki üç gün de olsa misafir ediliyor. Duâları edilmiş enfes yemekler yeniliyor. Bu nev'îden meşrû daire içinde keyfediliyor. Yemeklerimizi yapan Aydın Ağabey, “Arslanların bile yakalayamadığı ceylanları”, bahar çiçeklerini o tatlı çehresiyle doya doya seyrediyor ve istikbâle dâir ümitlerinde daha bir ferahlıyor. Üstadın “Risâle-i Nur kökleşiyor... İnşaallah ensâl-i âtiyede devam edecek” müjdesinin tahakkukunu seyrederken sevinç gözyaşlarını tutamıyor. Ve yine ev sahiplerinden bir başka Aydın Ağabeyimiz, çocukları Huzeyfe, Talha ve Mahmud’un programdan aldıkları neşeden mesrur oluyor. Çocuklarının istikbaline dair kaygıları bir nebze teskin oluyor. Ve küçük oğlu Mahmud’un “Baba, ağabeyler yazın da gelirler mi?” deyişini duyunca içten içe şükrediyor.
Dünyanın kanunu. Bir program daha bitiyor. Ayrılık tabiî ki kolay olmuyor. Biraz hüzünle biraz burukluk yaşanıyor. Çaycuma altı gündür bağrında sakladığı bahar çiçeklerini istemeyerek de olsa uğurluyor. Tren yine ayrılığın mûsikisini çağırarak yol alıyor. Uzun ve zahmetli bir yolculuğun ardından çocuklar ailelerine kavuşuyor. Anneler 7 gündür ayrı kaldığı kuzularını doya doya kokluyor. Çocuklar aileleriyle hasret gideriyor. Genç bir kalp ise, burada, ebedî buluşma için kendine paylar çıkarıyor. Bu fotoğraf, derin muhasebelerin mukaddimesi oluyor. Ve böyle bir hizmette muvaffakiyet nasip ettiği için Allah’a derinden şükrediyor. Ve bir program da böylece bitiyor. Bahar çiçekleri ise ruhlarına massettikleri hakikatlerle hayatı nur tadında yaşamak için elveda diyor...
Size bahar çiçeklerinden bir kesit sunmaya çalıştım. “Damla denizden haber verir” sırrınca, bu nev'îden bir çok program yaşanıyor, Asya’nın şu şirin topraklarında. Buradan bahar çiçeklerinin ve onların Üstadlarının bir nebze hatırlanmasını istedim. Bu vatanın en güzel bahçesinde bahar çiçeklerinin yetişmesine vesile olan bütün genç yüreklere ve evlâtlarını bunca zahmeti göze alıp okuma programlarına gönderen valide ve pederlere hürmet ve selâm ederiz.
Yaşasın millet için yaşayan fedâkar ruhlar,
Tatili hizmet bilip, hizmete koşanlar bin yaşasın!
|
Cihan Cambaz
11.02.2008
|
|
Dili muhâfaza
Risâle-i Nur Külliyatı, Türkçemiz için iftihar kaynağıdır. Dünyanın ömrü oldukça, bu eserler dolayısıyla, pek çok insan dilimizi öğrenecektir. Şimdilerde vâkıf olduğumuz hâdiseler gösteriyor ki, istikbâlde, dünyevî hiçbir fayda gözetmeden, sırf îmân ve âhiret düşüncesiyle ana dili Türkçe olmayan mü’minler bu eserleri aslî hüviyetiyle okumak için lisânımızı öğreneceklerdir.
Üstâd Hazretlerinin ifâde ettiği gibi, bu milletin şerefi, İslâmiyete yaptığı hizmetleri sâyesinde artmıştır. Diğer unsurlardan temâyüz edeceği hususlardan biri de, Risâle-i Nur’ların bu lisânla te’lif edilmiş olmasıdır.
Yurt dışında hizmet edenlerin anlattığına göre, Türkçe’yi hiç bilmeyen bir çok yabancı Müslüman, Risâle-i Nur Külliyatını önce mânâsını hiç anlamadıkları halde Türkçe yazılı metinden okumaya başlıyorlar. Daha sonra, ağızlarından çıkan seslerin ifâde ettiği mânâyı kavrayabilmek için Türkçe’yi öğrenme gayretine giriyorlarmış…
Bendeniz de, bu vesîle ile Türkiye’ye gelen birkaç misâfirle karşılaştım. Onların Türkçe’yi, Risâle-i Nûrlardaki şekliyle konuşmaya çalışmaları o kadar heyecân verici ki!
Böyle hâdiselerle karşılaşınca, âdetâ, kendimden utanıyorum. Önümüze ikrâm-ı İlâhî olarak konulan şu Rahmânî sofradan yeterince istifâde edemediğimizi düşünüyorum.
Evet, Risâle-i Nûrlar dînî ve îmânî sâhada en güçlü muhâfız olduğu gibi, dilimizi ve yazımızı da en âzâmî şekilde korumuştur, korumaktadır. Nesiller arasındaki anlaşma köprüsü olmakla kalmamış, parçalanmış bir milletin aynı caddede birleşmesine vesîle olmuştur. Asya’daki muhtelif Türk Cumhuriyetlerine mensûb insanlar, Risâle-i Nûrları çok iyi ve çok râhat anlamaktadırlar.
İfâde ettiği mânâya gösterdiği titizlik kadar, Hz. Üstâd’ın, risâlelerin yazılarındaki harfleri tashihdeki davranışı, örnek almamız gereken bir durumdur. Bu eserleri en ince mânâlarına kadar kavramaya çalışmak; başkalarına tebliğ için çeşitli yollar aramak ayrı bir konudur.
Yine, müellif-i muhteremin izni ve gösterdiği yollar içinde kalmak sûretiyle denenecek nice tarz vardır! Gittikçe çoğalan Risâle-i Nûr Enstitüsü şûbelerinde gönüldaşlar bu cehdi göstermektedirler.
Kabul etmek, anlamak, benimsemek, hazmetmek, bütün duygularına yerleştirmek ve yaşamak… Bu adımlarla kemâle varılacaktır. Ancak, bu merhalelerden sonra gerçek anlamda feyz alınacak ve faydalanılacaktır.
Bu vâdîde, gazetemiz de bir mekteb olmuştur. Geçen gün bir yazarımızın da ifâde ettiği gibi, şu 38 senede nice kişiler bu mekteb-i irfânda tahsîl görmüştür! Daha şöhretli, geniş yelpâzeye hitâb eden mevkûtelere burasını tercîh edenlerin bir gàyesi olmak gerektir… Bunun maddî olmadığı çok kat’îdir.
Olsa olsa, eserlerin aslına sadâkat ve vefâ göstererek Hz. Üstâd’ın ifâdesiyle: “Kat’î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, îmânı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkîkî yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risâletü’n-Nûr’dadır” hakîkatine ulaşmaktır.
|
Ekrem Kılıç
11.02.2008
|
|
|
|