|
|
Şükrü BULUT |
Medrese-mektep çekişmesi üzerine. |
|
Medrese-mektep çatışmasının sesleri yeniden yükselince, zihin, insanlığa faydalı olmuş ve olması gereken bu iki kardeşin bazen Habil ile Kabil gibi öldüresiye çarpışmalarını tahlil edemiyor. Sebeplerinin kaynaklarına ulaşamadığı gibi, bu tahripkâr mücadelenin dehşetli neticelerini de kavrayamıyor.
İsterseniz ürkek adımlarla bu iki kardeşin tarihçe-i hayatlarına bir göz atalım. Türkiye resmî ideolojisinin, ölümünü ilân ettiği ve terekesini karşıtlarına dağıtmaya çalıştığı medresenin, aktüel İslâm âleminde ve tarihin İslâm coğrafyalarındaki bugününü ve geçmişini birlikte takip edelim.
"Medrese mi önce gelir, mektep mi?" tartışmasına girmeyeceğiz. Zira müdakkik Avrupalı yazarlar, mektebin medreseden doğduğunu yüzlerce makale ve eserle ortaya koyduklarından, bu husus tavazzuh etmiştir.
Endülüs medreselerinden, fen ve felsefe dersleri alan Avrupa aydınlanmasının saff-ı evvelleri, medreseyi; kültür, inanç ve gelenek süzgeçlerinden geçirerek "okul" yapınca, onların bizdeki hayranları da, Avrupalı feylesofları taklîden bir mektep oluşturdular. Arapça'da yazıhane (büro) mânâsına gelen "mektebin" hangi istihalelerden sonra "okula" dönüştüğü üzerinde durmayacağız. Zira yazımızın çerçevesi o nev'î tahlillere girmeye müsaade etmiyor. Osmanlı'da yenicilik hareketleriyle beraber Sultan II. Mahmud dönemiyle birlikte, medrese-mektep rekabeti, çekişme veya çatışmasına şahit oluyoruz. Tarihimizin o meşhur sürecinin günümüzde daha şiddetli boyutlarda devam etmesi münasebetiyle medrese-mektep çekişmesi üzerinde, alâkadar olduğumuz cihetleriyle durmak istiyoruz.
Biz Müslümanlar medrese denildiğinde, ilk olarak gayr-i nizâmî olarak Mekke'de "İbn-i Erkam'ın evini" ve nizâmî olarak Medinetü'n-Nebî'de Efendimizin (asm) bizzat tesis ve tedvir ettikleri "Ashab-ı Suffe Medresesini" hatırlarız. Dünyanın bütün güzellikleri, medeniyet ve faziletleri ondan nebeân ettiği gibi, medresenin kaynağında da yine Muallimü'l-Ekber vardır bize göre.
Binlerce kitap ve araştırmalara mevzû olmuş Suffe Medresesi hakkında konuşmak haddimizin fevkinde olduğundan, yalnızca Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle; o muallâ medreseden tek bir ders aldıktan sonra Çin'e ve Hind'e üstad olanların varlığı, hem medresenin, hem de sevgili müderrislerinin mucizevî oluşunu ortaya koymaktadır. Kulakları Efendimize (asm) ulaşan vahiyde, gözleri ise ihtiyaç içinde yardım isteyen muhtaçlarda olan bu ulvî medresenin, şakirtlerine teori ile pratiği iç içe yaşattığı da önemli bir ayrıntı. "Medresenin" en önemli özelliği, nazariyâtla fiiliyâtı birer kanat gibi müdavimlerine aynı anda takmasıydı. Efendimizin (asm); fizikî, sosyal ve psikolojik şartlarını bizzat hazırladığı Suffe Medresesi zaman içinde Ganj ırmağından Atlas'a uzanan coğrafyalardaki diğer medreselere nüve veya embriyo olmuştur. Bu orijinal özellikleri Suffe'den alamayan medreselerin meyvesiz ve neticesiz kaldıklarını, bu zamanları araştıran araştırmacılar ortaya koyuyorlar. Efendimizin (asm) başlattığı bu kudsî proje, bilhassa Ömerü'l-Faruk (ra) tarafından fethedilen yeni beldelere, Resûlullah'ın (asm) nuruyla nurlanmış talebeleri vasıtasıyla ihtimam ile taşınmıştır. Faruk-u Azam'ın fizikî ve sosyal şartlarını hazırlattığı bu medreselerin pedagojik usûlünün ve müfredat cihetinin İmam-ı Ali (r.a.) tarafından tesbit edildiğini de satır arasında belirtmiş olalım. Zira başka şekli de mümkün olmazdı. Bildiğimiz gibi Medinetü'l-İlmin biricik kapısı o idi. Saadet asrını aydınlatan yüzlerce medreseden yalnızca Ebu Derda'nın müderrisliğindeki Şam medresesinin tarihî seyrini inceleyenler, bu muallâ projenin tümünden de haberdar olmuş olurlar. Emevî Hanedanının sahiplendiği, genişletip şöhrete kavuşturduğu caminin, Ebû Derda ve beraberindeki sahabilerce inşâ edildiğini de ilk olarak Mustafa Özcan kardeşimden duymuştum. Ebû Derda'nın, nüvesini ihtimamla bereketli Şam toprağına taşıdığı medresenin, Kuzey Afrika'nın Kayrevan, Zaytuna ve Merakeş medreselerinden sonra Endülüs'e ve Sicilya'ya taşındığını herkes biliyor. Hakperest Avrupalıların neşrettikleri makale ve kitaplardan artık dünya öğrendi ki, Avrupa aydınlanmasının üstadları, Endülüs Medreselerinin müderrisleriymiş. Bazı araştırmacılar, Endülüs'ün kadîm feylesoflarının evvelâ Lâtince'ye, sonra da İspanyolca ve diğer Avrupa dillerine tercümesiyle birlikte, semâvî dinlere başını kaldıracak mektebin batıda başladığını iddiâ ediyorlar. Bağdat medresesinin ilim aşkıyla içine düştüğü bu hatanın, Endülüs'te maalesef daha vahimce işlenmesiyle, medrese, hem kendisine, hem de insaniyete zaman zaman zarar verecek isyankâr mektebin doğumuna sebep olduğunu sözkonusu müdakkikler, eserlerinde ifade ediyorlar. Kilisenin semâvî din olan İslâm'a taassuba varan düşmanlığından istifade eden Endülüs'ün Avrupalı talebelerinin elde ettikleri 'aydınlanma' meşalesini yakmaları, Kur'ân'la münasebetini zayıflatmış Osmanlı mülkünde bazı ulemada komplekslerin oluşmasına sebep oldu. Bir çok ulema, Avrupa mektebinin sahiplendiği Endülüs medresesinin ilimlerinin hakikaten Avrupa'dan neş'et ettiğine inandı. Sultan Mahmud'un Avrupaî yenilikçiliğinin bir sebebi de, bu noktada oluşan iğfal ve komplekslerdir. Ne gariptir ki, felsefenin musallat olduğu Osmanlı mektebi, sarayın yardımıyla medreseyi hayatın dışına itmeye çalışır. Fakat Hanedana ihaneti de, ilk defa yine ondan gelir.
18.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Başörtüsü hakkı |
|
Başbakan'ın tâ İspanya'dan başlattığı "başörtüsü yasağı" tartışması, ne yazık ki "siyasî sembol" söylemiyle yine farklı zeminlere kaydırılıyor. Bir inanç ve insan hakkı olan başörtüsü, yine gürültüye getirilip akamete uğratılmakla karşı karşıya.
Evvela, "siyasî sembol" türü yakıştırmaların, başörtüsünü daha baştan mahkûm edecek ve yasakçıların eline kozlar verdirecek ciddî bir yanlışlık olduğu kabul edilmeli. Ve her şeyden önce, başörtüsünün "dinî bir vecîbe" olduğu temel dinî dayanaklarıyla ve Diyanet'in bu husustaki fetvalarıyla açıkça ortaya konulmalı. Başörtüsünün İslâm'daki tesettürün tamamlayıcısı olarak Kur'ân'daki sârih hükmüyle "Allah'ın emri" olarak temel hak ve hürriyetlerin başında geldiği mutlaka ortaya konulmalı.
En azından Din İşleri Yüksek Kurulu'nun 3 Şubat 1993 tarihli kararının sonunda, âyet ve hadislere dayanılarak, "Kadınların vücudun el, yüz ve ayakları dışında kalan kısımlarını, aralarında dinen evlilik câiz olan erkekler yanında, vücut hatlarını ve rengini göstermeyecek nitelikte bir elbise (örtü) ile örtmeleri; başörtülerini, saçlarını, başlarını, boyun ve gerdanlarını iyice örtecek şekilde yakalarının üzerine salmaları, dinimizin, Kitap (Kur'ân), Sünnet (Peygamberimizin hadisleri ve yaşayışı) ve İslâm âlimlerinin ittifakı ile sâbit olan kesin emridir. Müslümanların bu emirlere uymaları dinî bir vecîbedir" kararı, mutlaka referans alınmalı.
* * *
Bu temel dayanakla, dinin ve Diyanet'in kesin hükmüne rağmen, Anayasa'da teminat altına alınan ve her vatandaşın sahip olduğu temel hak ve hürriyetlerin hiçe sayılmasının demokratik hukuk devletinde olamayacağı üzerinde durulmalı. Din ve vicdan hürriyetinin teminatı laikliğin buna müsaade etmeyeceği bildirilmeli. Yasakçıların her fırsatta dile getirdikleri, Anayasa Mahkemesi'nin Yüksek Öğretim Kanunu'nun Ek-17. maddesini iptal edememesi üzerine yazdığı gerekçedeki "başörtüsü çağdaş kıyafet değildir" cümlesinin hiçbir kanunî kıymetinin olmadığı mutlaka belirtilmeli.
Yasağı mahkemenin gerekçesine dayandırmanın, Anayasanın, "Anayasa Mahkemesi, kanun koyucu gibi hareketle yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm tesis edemez" diyen 153. maddesine aykırı olduğuna dikkat çekilmeli.
Buna bağlı olarak, tepeden tanzim edilen bazı yönetmelik ve tâlimatlarla üniversitelerde dayatılan "yeni bir uygulama" biçimindeki başörtüsü yasağının, Anayasaya ve yasalara aykırı yasadışı bir emr-i vaki olduğu mutlaka ortaya konulmalı.
Yine bu çerçevede, bu ülkede kanun yapma yetkisinin yalnız TBMM'ye verildiği, Anayasa'nın 6. maddesindeki, "Egemenlik, kayıtsız ve şartsız milletindir. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasa'dan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz" cümlesinin anlamı ve 7. maddedeki, "Yasama yetkisi, Türk milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez" kayıtlarıyla deklâre edilmeli.
Keza Anayasa Mahkemesi'nin başörtüsünü yasaklama yorumunun, Anayasadaki temel hak ve hürriyetleri düzenleyen maddelere de uygun düşmediği beyân edilmeli. Anayasa'nın 12. maddesinde, "herkesin kişiliğine bağlı temel hak ve hürriyetlere sahip olduğu"; ve "bu hak ve hürriyetlerin dokunulmaz, devredilemez ve vazgeçilmez olduğu" kesinliğine rağmen, yasağın açıkça bir hak ihlâli olduğu nazara verilmeli.
Ayrıca, Anayasa'nın 38/8. maddesine göre, "kişilerin temel hak ve hürriyetleri ancak kanunla sınırlanabileceği" prensibiyle, idârenin kanun olmadan "kişi hürriyetlerini kısıtlama sonucunu doğuran bir müeyyide uygulayamayacağı" hususu hatırlatılmalı.
Bu meyânda, Türkiye'de Cumhuriyetin ilânından bugüne kadınların kıyafetlerini düzenleyen ve başörtüsün yasaklayan hiçbir yasanın bulunmadığı, Anayasanın 11. maddedeki, "Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idâre makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Kanunlar anayasaya aykırı olamaz" ibâresine göre, sözkonusu YÖK ve bazı yargı organlarının yönetmelik ve yönergelerin Anayasal olarak hükümsüz olduğu açıkça belirtilmeli.
* * *
Anayasa'nın 27. maddesinde, "Herkesin bilim ve sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama ve yayma bu alanda araştırma yapma hakkına sahiptir" deniliyor. 42/1. maddesinde, "Kimse, eğitim ve öğretim hakkından yoksun bırakılamaz" ibâresine, peşindeki 8. fıkrada, "Eğitim ve öğretim kurumlarında, sâdece eğitim ve öğretim ve araştırma ve inceleme ile ilgili çalışmalar yürütülür. Bu faaliyetler her ne sebeple olursa olsun engellenemez" esası getiriliyor.
Başörtüsünü "siyasî sembol"le savunmak yerine, en azından bu hususlar açıklanarak, başörtülü öğrencileri okula almamanın, hak kazandıkları okullara kayıtlarının yapılmamasının, eğitim ve öğrenimlerinin engellenmesinin, tamamen Anayasaya'daki eğitim hakkı ve hürriyetine de aykırı olduğu, anlatılmalı. "İnanç hakkı"nın "eğitim hakkı"yla takasının hukuku katletmek, temel hak ve özgürlükleri hiçe saymak olduğu vurgulanmalı.
Başbakan ve siyasî iktidar, milletten aldıkları vekâlet ve yetkinin hakkını vermeli; Anayasa ve yasalara aykırı dayatmaları demokratik irâde ve kararlılıkla kaldırmalı. Başka yolu yok.
18.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
İşe yanlış tarafından bakmak |
|
Yıllardır binlerce kişiyi mağdur eden başörtüsü yasağı; anayasa tartışmaları, cumhurbaşkanlığı, öğrenci affı, sicil affı, memur atamaları, ara dönemler gibi tartışmalar yapıldığında her zaman gündeme getirilir. Başbakanlar, bakanlar, cumhurbaşkanları yasağın kaldırılmasını savunur, ancak 28 Şubat'tan sonra iyice azgınlaşan yasak bir türlü kaldırılamaz. İcraatın başından olanlar bile bu yasaktan şikâyet eder, ama bir türlü çözüme kavuşturulamaz.
Ortada ne anayasadan, ne de yasalardan kaynaklanan bir yasak yokken yıllardır insanlar haksızlığa maruz kalıyor. Türkiye'nin dört bir yanında "Yasaklar kalksın" diye eylemler yapılıyor, ama bu feryatlar yıllardır duymazlıktan geliniyor. Yasak öylesine sert uygulanıyor ki, başbakanın eşi GATA'da tiyatro sanatçısı Nejat Uygur'u ziyaret etmek istiyor, başı örtülü olduğu için gidemiyor! Ve "dışarı"da görüşmek zorunda kalıyor. Başbakan eşine böyle bir muamele yapıldığı düşünülürse "sade bir vatandaş"a yapılan muamele nasıldır, düşünün artık. Bu olay bile yasağın hangi boyutlarda olduğunu gösteriyor.
***
Bu haftanın gündemi de yine "başörtüsü" oldu. Gündeme getiren de 5 yıldır iktidarda olan Başbakan Tayyip Erdoğan.
Resmî dâvetli olarak gittiği İspanya'da düzenlediği basın toplantısında gazetecilerin "başörtüsü" konusundaki sorusuna farklı bir üslupla cevap verdi ve tartışmaları başka boyutlara taşıdı. Erdoğan, "Türkiye'de başını örtenlere 'Başörtüsünü siyasî simge olarak kullanıyorsun' şeklinde baskılar yapıldığını söyleyerek 'Velev ki bir siyasî simge' olarak taktığını düşünün. Bir siyasî simge olarak takmayı suç kabul edebilir misiniz? Simgelere, sembollere yasak getirebilir misiniz? Dünyanın neresinde böyle bir suç var? Özgürlükler noktasında dünyanın neresinde böyle bir yasak var? Biz sorumluluğumuzun farkındayız. Özgürlükler noktasından çözümüne inanıyorum. En yakın zamanda çözeceğiz." dedi ve tartışma alevlendi.
Siyasî partilerden tutun da hukukçulara, eski savcılardan tutun da yazarlara kadar herkes bu konuda hüküm yürütüyor. Başörtüsü mağdurları da bu tartışmaları ibret ve hayretle izliyor. Yasağın kalkmasını isteyen bazı kişiler bile sırf muhalefet yapmak adına bu açıklamalara cephe alıyorlar.
***
Başbakan'ın bu açıklamalarına karşı yasakçılara adeta gün doğdu. Yılladır pusuda bekleyen yasakçı zihniyet 'mal bulmuş mağribi' gibi hemen işin üzerine atlayarak "Biz yıllardır başörtüsü siyasî simgedir' diyorduk. Bakın Başbakan da aynı şeyi söyledi" diyerek "simge ipi"ne sarılıverdiler. Bazı televizyon kanalları gizli kameralarla devlet kurumlarında "başörtülü devlet memuru" avına çıktılar.
Burada merak ettiğimiz konu, bu meseleye inanç özgürlüğü penceresinden bakmak yerine niye bu cümle sarf edildi neden yasakçıların eline malzeme verildi, niçin onların ekmeğine yağ sürüldü? Başka hesaplar mı var işin içinde? Bunları anlamak mümkün değil. Şurası bir gerçek ki, açıklama yerinde, zamanında ve zemininde yapılmamıştır. Erdoğan şimdi de, "Bunun çözümü çok kolay. Otururuz beraberce mutabık kaldığımız bir cümleyle bu çözülür" diyor. "Madem bu kadar kolaydı da niye çözülmedi" diye sormazlar mı?
Öncelikle başörtüsü bir siyasî simge değildir. Bunu iyi tesBit etmek lâzımdır. Başörtüsü takanların 'siyasî simge' olsun diye örtünmedikleri yapılan bütün anketlerde görülmüştür. "Neden başınızı örtüyorsunuz?" şeklinde yöneltilen sorulara yüzde 70'in üzerinde verilen "dinî inanç gereği" veya "İslâmın emri olduğu için" cevapları da bunun ispatıdır. Çarpıcı olan da, TESEV'in yaptığı ankette "Bir siyasî harekete dahil olmak amacıyla" diyenlerin oranı sadece yüzde 0.4'te (binde 4) kalmıştır.
"Sivil anayasa taslağı"nı hazırlayan 6 kişilik bilim kurulunun içinde yer alan Doç. Dr. Serap Yazıcı, 2006'da yaptıkları araştırmanın, başörtüsü kullanan kişilerin yüzde 71.5'inin bu tercihlerinin, dinî inançlarından kaynaklandığını gösterdiğini açıkladı. Yazıcı diyor ki, "Bu nedenle, türban siyasî olmaktan çok dinî bir semboldür. Kaldı ki, siyasî simgelerin kullanılması ifade hürriyetinin bir parçasını oluşturur. Türkiye'nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 10. maddesi, ifade hürriyetini ayrıntılı olarak düzenlemiştir" diyor.
Başbakan'ın bu açıklaması belki yeni anayasa Meclis'te görüşülürken veya-eğer bir kanun taslağı getirebilirlerse-o zaman söylenseydi bir sorun olmazdı. Ancak yabancı bir ülkede, hem işin yanlış tarafından bakarak, hem de yasakçıların eline malzeme verecek şekilde söylendiği için yanlış olmuştur. Yoksa simge ve semboller elbette yasaklanamaz.
***
Bu aşamadan sonra artık yasak kaldırılmalı ve mağduriyetler giderilmelidir. Bunun içinde siyasî irade gereklidir. İnsanların okuma ve çalışma hakkını elinden alan bu yasağı kaldırmanın formülü ya yeni anayasa çalışmaları sırasında ya da çıkarılacak bir yasa ile mutlaka çözüme kavuşturulmalıdır. O da yetmez. Başörtülü bir öğrenci okulunu bitirdikten sonra çalışmak istediğinde, ona "Başını aç da gel" denilirse çözümün sadece bir tarafı halledilmiş olacağından, bu yasak kaldırılırken sadece üniversitelerde değil, çalışanlar için de ortaöğretim için de düşünülmelidir.
Bu meseleyi çözmek bu iktidara nasip olur mu? Yoksa "gerginlik olmasın" diye bunun çözümü başka bir bahara mı kalır? Bekleyip göreceğiz. Zira Başbakan bu konuyla ilgili açıklamasının sonunda bunun işaretlerini de veriyor, "Ama öyle çözelim ki bu bir gerginliğe de zemin hazırlamasın. Onun için bunun müzakeresini geniş tutuyoruz. Yani bütün partilerle, parlamentoda en geniş mânâda çözelim."
Ve işin en önemli tarafı ise; artık herkes başörtüsü üzerinden siyaset yapmaktan ve ondan "nemalanmaktan" vazgeçmelidir.
Mağdurlar artık söz değil, icraat bekliyor. Kanunsuz başörtüsü yasağını kaldırmanın vakti çoktan geçmiştir.
18.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Bir tuzaktan, bir tuzağa |
|
Dünyayı karşısına alma pahasına Irak'ı işgal eden Amerika, son yılların en sıkıntılı dönemini yaşıyor. Tabiî bu sıkıntı, sadece maddî anlamdaki ekonomik sıkıntı ile sınırlı değil. Asıl problem, 'imaj' konusunda yaşanıyor. Yapılan bazı araştırmalara göre Amerika, son yıllarda sürekli 'ah' alıyor ve itibarı yerlerde sürünüyor.
Amerika'nın uyguladığı politikaların en çok eleştirildiği, kınandığı ülkelerin başında da Türkiye geliyor. Geçmiş yıllarda belki de yüzde 50'ler seviyesinde olan "Amerika muhabbeti" son yıllardaki yanlış uygulamalar yüzünden belki de yüzde 10'ların da altına düşmüş durumda.
Bu durumdan ciddî rahatsızlık duyan ABD yönetimi, Türkiye'nin gönlünü almak için yeni planlar yapmış görünüyor. "Türkiye'nin ne önemi var, ABD niçin böyle bir ihtiyaç hissetsin" diyenler olabilir. Ancak şunu unutmamak lâzım ki, her türlü sıkıntı ve eksikliklere rağmen Türkiye; sadece Türkiye değil, bir anlamda İslâm dünyasının da öncüsü belki de sözcüsü durumundadır. İslâm ülkeleriyle olan ilişkilerimiz, ABD'nin de dikkatini çektiği için; Amerika bir anlamda Türkiye üzerinden diğer ülkelere de 'şirin' görünme kaygısı taşıyor.
Son bir iki aylık ABD-Türkiye ilişkilerine bakıldığında, 'arayı düzeltme' çalışmaları yapıldığı görülüyor. Doğrusu medya da bu konuda iyi 'görev' yapıyor. Meselâ, PKK ile mücadelede Amerika'nın 'açık desteği' olmadan bu işin yapılamayacağı her defasında hatırlatılıyor ki; bu beyanlarda biraz da 'reklâm' kokusu hissediliyor. K. Irak'daki PKK kampları bombalandıkça, "ABD'nin verdiği anlık istihbaratla PKK'ya darbe indirdik" manşetleri atılıyor. Belki bu beyanlar doğrudur, ancak yakın zamana kadar PKK'ya yardım ettiği ifade edilen 'güç'lerin; bir anda tersini yapmasından kuşku duymak gerekmez mi?
ABD Başkanı Bush, Ortadoğu seyahatinde 'şirin' görünmeye çalıştı. Ama İslâm dünyasıyla 'kavgalı' olan İsrail'e ise tam destek verdi. ABD Dışişleri Bakanı da İslâm dünyasına "İsrail'le barışın" anlamında mesajlar verdi. İyi de, her gün onlarca kişiyi katleden ve bunu bir devlet politikası haline getiren İsrail'le İslâm dünyası nasıl uyumlu çalışabilsin?
Türkiye'ye tam destek verir gibi görünen Amerika'nın, yeni tuzaklar kurabileceğini unutmamak lâzım. Çünkü Amerika, yaptığı yanlışlardan pişman olmuş değildir. Başta Irak olmak üzere pek çok İslâm ülkesinde başlattığı yanlış uygulamaları devam ettiriyor. Bu bakımdan, "Türkiye, Amerika ile arasını düzeltti" demek için henüz erken. Türkiye'ye verilen 'anlık istihbarat desteği'nin, bozulan imajı düzeltmek için yapılan bir hareket olduğunu unutmamak lâzım. ABD biliyor ki, Türkiye'deki imajı düzelirse bir anlamda diğer İslâm ülkelerindeki imajı da düzelecek. Amerika'nın; attığı son adımlarla bu imajı kısmen düzelttiği bile söylenebilir.
İnşallah Amerika'nın bu 'imaj çalışması'nın faturasını Türkiye ödemez. Tırmandırılmaya çalışılan İran-ABD krizinde bizden bir bedel ödememiz istenirse, bu defa Türkiye'nin imajı bozulur. Aman, gizli ve açık planlara dikkat edelim ve tuzakları bozalım!
18.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Odinga'dan Obama'ya |
|
Olaylar rastlantı denilemeyecek kadar sofistike ve karmaşık. İki zenci siyasî liderin kaderi birbirine ne kadar da benziyor. İkisi de Kenya'lı. Ve ikisi de seçimlerde hileye maruz kalıyor. Birisi Kibaki tarafından fix seçimlerle ve hile düzeni ile saf dışı edilen Odinga, diğeri de Barack Obama. Obama Hürriyet gazetesinin haberine konu olduğu gibi, Hillary'nin ve onu destekleyen derin devletin komplosuna kurban giderken Odinga ise rakibi Kibaki tarafından seçimlere hile karıştırılarak yeniliyor. Hillary'nin komplosunun sebebi hâlâ beyazların Beyaz Saray'da bir zenciyi görmeye tahammül edemeyişleri. Böyle bir alışkanlık iktisapları yok. Zencilerin 150 yıllık kazanımlarına rağmen yine de katedecekleri çok mesafe var. 150 yıl kadar önce bu ülkede kölelik resmen kaldırıldı. 50 yıl kadar önce de ırk ayrımcılığı kalktı. Ama gerçekte bunlar yüzeysel olarak kalktı derinlerde ise devam ediyor. Bizde 1950'li yıllardan sonra müstebit ve tek partici idarenin derine çekilerek derin veya gizli devlet olarak var olması gibi. ABD'de de zenci düşmanlığı ve Xenephobia kanunla kaldırılsa bile vicdanlarda kalkmadı ve gizli gizli yaşıyor ve direnişini sürdürüyor. Bu gizli direnişin sonuçlarından birisi de New Hampshire'da ön seçimlere hile karıştırılmasıdır.
Biz de fix seçimlerin yapıldığı 1946'daki açık oy gizli tasnif örneği geride kalalı çok oluyor ama hile düzeni farklı seçim yöntemleriyle varlığını sürdürüyor. Daha profesyonelce yapılıyor. New Hampshire'daki önseçimde sayım makinalarının devrede olduğu yerleşim yerlerinin hepsinde Hillary önde giderken, aksine elle sayılan yerlerde de Obama önde gidiyordu. Bunun izahı ne? Getirilen izah tarzı şu: Sayım makinalarına gizli eller müdahale etti ve sonuçları bu şekilde ayarladı. George W. Bush da 2000 seçimlerini seçimlerle değil de mahkeme kararı ile yani hükmen almıştı. Kardeşi Jebb Bush'un vali olduğu Florida Eyaletinde seçimlere 'iyi saatte olsunlar' müdahale etmişti. Bu müdahale sonucunda Bush, Al Gore'a galip gelmişti.
***
Seçim sistemi böyle tuzaklarla dolu olduğundan ABD'de örgütlü olan veya sırtını derin devlete yaslayanlar kazanıyorlar. Hukuka riayet eden ve hakkına razı olanlar ise kaybediyorlar. Neden bütün başkan adayları istisnasız İsrail'i desteklemeleri, Florida gibi eyaletlerde Yahudi lobisinin ve oylarının etkisine bağlanıyor. Adaylardan hiçbirisi gerçek mânâda İsrail yanlısı olmamasına rağmen güçlerinden korktuklarından riyakârane bir tarzda onunla geçinmenin yollarını arıyorlar. Aksi takdirde, koltuklarından olacaklarını ve İsrail lobisinin lânetinin ölünceye kadar peşlerini bırakmayacağını biliyorlar. Amerikan seçimlerinin bu şekilde alengirli olması İsrail lobisinin ve dolayısıyla İsrail'in bu ülke nezdindeki gücünü daha da artırıyor. Sözgelimi Yahudi seçmenler 'electoral vote'a haiz büyük şehirlerde yaşıyorlar ve bu da seçimlerde güçlerine güç, ağırlıklarına ağırlık katıyor. 2000 yılındaki Florida seçimlerini hatırlayın (Candidates' Unconditional support Isn't Right for Jewish state, John J. Mearsheimer, The Oregonian, 13 Ocak 2008). Amerikan seçim sisteminde, büyük eyaletlerin "electoral vote" sayıları sonucu belirliyor. Bush Texas'dan sonra, Florida'da da electoral vote denilen gerçek seçici oyları aldıktan sonra Beyaz Saray'a yerleşmişti. Belki de 2000 yılında Bush kritik seçimleri Yahudilerin Florida'daki electoral vote'ları sayesinde almıştır. Tabii ki hile ilâvesiyle.
***
Bu durumda, Obama 'Ben Hüseyin değilim Obama'yım, Müslüman değilim Hıristiyanım' dese ne yazar? Nafileden başka. Zira bir elekten geçse de diğer elekte takılıyor. Hadi diyelim Müslümanlıktan yırttı! Zencilikten nasıl yırtacak? Bu durumda Amerikan sisteminin Kenya'dan daha demokratik olduğunu söyleyenler halt etmişler. Kenya'da Odinga ABD'de de Kenyalı Obama ne yaparsa yapsın baştan mağlûp. Birisi Kenya'nın diğeri de ABD'nin Daliti. Sandıktan geçse derin devlete ve hile düzenine takılıyor. Hile düzeninde İsrail'in de büyük payı ve parmağı var. Ama keser döner sap döner; birgün hesap döner. Hırs sebebi hasarettir. Denildiği gibi İsrail'e yapılabilecek en büyük kötülük her dediğine evet demektir. Bu, İsrailli liderlere hoş gelse, tatmin etse de zulüm ile abad olanın sonu berbattır.
***
Şükran ve imtinan: Babamın vefatı dolayısıyla bizzat gelerek ve telefon ya da fax yoluyla taziyelerini bildiren dostlarıma kucak dolusu selâm ve şükranlarımı arz ederim. Nezaket sahipleri için niyazım şudur ki, şu kısacık ömür diliminde dost ve akrabalarıyla doya doya, sevgi dolu ve içten bir ömür sürsünler. Hasretleri her daim terü taze kalsın. Ve karşılıklı bir şükran nişanesi ve ifadesi olarak kıymet bilsinler. Varlık ancak kıymetle biliner ve anlaşılır.
18.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Yayın yasağı |
|
Önce 7 Ekim'deki Gabar Dağı saldırısında 13 şehit... Ardından, 19 Ekim'de Dağlıca saldırısında 12 şehit ve 8 esir...
Geçtiğimiz ay bugünlerde başlayan ve fasılalarla hâlâ devam etmekte olan sınırötesi operasyonları tetikleyen hadiseler bunlardı.
Harekât tezkeresi, bu saldırılar sonrası teröre karşı kamuoyu tepkisinin tekrar zirveye çıktığı sıcak bir atmosferde Meclisten geçirildi.
İki ay geçmeden de operasyonlar başladı.
Ancak Gabar ve Dağlıca saldırılarının arkaplanıyla ilgili olarak, o günlerde bir parça gündeme gelen, ama bilâhare "unutulan" ya da Dağlıca olayında olduğu gibi askerî mahkemenin koyduğu yayın yasağı sebebiyle devam ettirilemeyen "kamuoyu sorgulaması" epeyce tavsadı. Ve konu gündemden düştü.
Çünkü bir defa toplum olarak bu tür "netameli" sorgulamalara pek alışık değiliz. Hele işin içerisinde asker faktörü varsa, üzerine gitmek, doğrusu her babayiğidin harcı değil.
İkincisi, sürekli gündem değiştirerek kafaları karıştırmakta ve yeni gündemlerle öncekileri kısa sürede unutturmakta mahir bir medyamız var. Toplumun "balık hafızalı olmak" şeklinde nitelenen zaafı da buna eklenince...
Bunların üzerine bir de yayın yasağı ile getirilen "karartma" uygulaması geldiğinde sonuç, haliyle o konunun gündem dışına çıkması oluyor.
Hatırlayanlar olacaktır; Dağlıca baskınında kaçırılan sekiz askerle ilgili olarak evvelâ hükümetin girişimiyle bir yayın yasağı konulmuş, ama bu yasak Danıştay tarafından kaldırılmıştı.
Bilâhare aynı yasak askerî mahkeme kararıyla tekrar yürürlüğe konuldu; bu defa hiç kimseden ses sedâ çıkmadığı gibi, yasağı kaldırmaya yönelik herhangi bir girişim de olmadı. Böylece yasak amacına ulaşmış oldu.
Derken, esir askerler, Amerikalıların başrolde olduğu ve yeni soru işaretlerine yol açan garip bir seremoni ile serbest bırakılıp Türkiye'ye getirildi; askerî yetkililere teslim edildi.
Böylece günlerdir evlâtlarından iyi haber bekleyen aileler rahat bir nefes aldılar. Ama bu sevinç kısa sürdü. Çünkü Genelkurmay açıklamasında "tekrar birliklerine katıldıkları" bildirilen askerler sorguya alınıp tutuklandı.
Sonraki süreçte, hadisenin ne şekilde cereyan ettiği ile ilgili olarak, yargılanan askerlerin ve sorumlu komutanın ifadelerine istinaden, mutlaka aydınlatılması zorunlu iddialar içeren haberler çıktı. Özellikle Taraf gazetesinin dikkat çektiği noktalar ve cevap bekleyen sorular hayli ciddî bir gündem oluşturmaya başladı.
Ve tam bu noktada, söz konusu yayınlar için, evvelce askerî mahkeme tarafından konulan yayın yasağının sürdüğü uyarısında bulunuldu ve "âdil yargılamayı etkileme girişimi" olarak nitelenen yayınlar hakkında ilgili savcılıklara suç duyuruları yapıldığı bildirildi.
Konuyla ilgili açıklamaya göre, yasağı koyan mahkeme, 1 Şubat'ta yapacağı duruşmada, koyduğu yayın yasağının devam edip etmeyeceğini de görüşüp karara bağlayacak.
Bakalım, ne karar verecek? Ve bakalım, şimdiye kadarki yayınlarla zihinlerde oluşan ve biriken sorular cevaplarını bulabilecek mi?
Umalım ki, hukuk ve şeffaflık galip gelsin.
18.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Vehbi HORASANLI |
Ortadoğu'nun geleceğini kurtaracak proje: Şark Üniversitesi |
|
Diyarbakır'da patlatılan bomba ve her an patlamaya hazır halde tutulan bombalar yürek yakıyor. PKK terör örgütü ile mücadelede bir çok uzman ve yazar fikirlerini söyleyerek akan kanı durdurmak için çeşitli teklifler sunuyor.
Bütün düşüncelere saygı duyuyorum, lâkin sadece Güneydoğu'nun değil, bütün Ortadoğu'da yaşanan sıkıntılara çözüm olacak bir proje var. Bu proje, birkaç defa hayata geçirilmeye çalışıldı, fakat ne hikmetse meydana gelen hadiseler uygulanmasına mani oldu.
Şark'ta kurulacak bir üniversite için Bediüzzaman çok emek verdi. İlk defa Sultan Reşat döneminde 20 bin altın tahsis edilerek temelleri atıldı. Fakat 1. Cihan Harbi bu "Medreset'üz Zehra" adı verilen üniversitenin açılışına mani oldu.
Cumhuriyet döneminde de Bediüzzaman bu projenin yürürlüğe girmesi için çok mücadele etti. Hatta 163 milletvekilinin imzası ile bu sefer 150 bin lira tahsisat çıkarıldı. Bu sefer de "medreseler kapatıldı" bahanesi ile bu çok önemli proje yeniden tehir edildi.
Bu projeye, devlet adamları ve toplumun bir çok kesiminden destek gelmişti. Fakat bu harika projenin hayata geçirilmesi için en uygun şartlar sağlandığı halde, bir türlü gerçekleştirilemiyordu.
Ortadoğu'da bir yüzyıl boyunca daima sorunlar yaşandı. Petrolün bu bölgede bol olması ve kolayca çıkarılması büyük güçlerin bu bölgeye müdahalesine yol açtı. Bu bölgede yaşayan irili ufaklı bir çok millet, sorunları bir araya gelerek çözebilmek yerine, süper güçlerin piyonu oldu. Hâlbuki sorunlar çetrefilli ve derinleşmişti.
Problemi "Kürt Sorunu" veya "PKK terörü" diyerek çözmeye kalkışmak, dar bir bakış açısı ile yaklaşıldığı için, başarısızlığa mahkûmdur. Daha geniş bir perspektiften bakmak, yani Ortadoğu'da yaşanan problemleri bir bütün halinde değerlendirmek çözüm için başarı şansını arttıracaktır.
Projenin detayları Risâle-i Nur'da yeterince izah edilmiştir. Özellikle Emirdağ Lâhikası, Münâzarât ve Tarihçe-i Hayat araştırmacılara kaynak olabilecek niteliktedir. Eğer bu işe kalkışırsak, köşemizin hacmini çok aşarız. Bu sebeple, diğer kardeşlerimize de fırsat tanıyarak önemli gördüğüm hususlara değinmek istiyorum.
Hükümet, öncelikle akan kanı durdurmak ile mükelleftir. Bu acil problemin hallini orduya ve polis teşkilâtına havale etmek, kolaycılıktan öte ateşe barut ile yaklaşmaya benziyor. Sorunun temeline inmek ve öncelikle şu "ırkçılık" denilen çağdışı anlayışı ortadan kaldırmak gerekiyor.
Millî Eğitim Bakanımız, ne yazık ki, eğitim ile ilgili beş yıllık bakanlık döneminde bir türlü güzel işler yapmaya fırsat bulamadı. Hadi işte size bir fırsat. Bu çok önemli eğitim atağında kaderin bir cilvesi olarak bakan olarak işin başında bulunuyorsunuz. Doğu'dan yetişmiş birisi olarak bilgi birikiminiz çok fazla. Ama bilmek yeterli değil, icraat önem kazanmış durumda.
Bu makam ve mevkiler daima elinizde durmayacak, bir gün başkaları yerlerinize gelecek. Eğer "bakî kalan bu kubbede bir hoş seda" bırakmak istiyorsanız lütfen bu projeye bir el atın.
Ve Nur eserlerinden istifade ederek birçok kulvarda heyecanla yarışan Nur Talebeleri.
Medreset'üz Zehra konusunda bir araya gelerek Üstadımızın bu yüz yıllık projesini hayata geçirmek zamanı gelmedi mi? Her gün terör belâsından akan kan, boşa giden enerji sizi gayrete getirmiyor mu?
Diyarbakır'dan havalanan uçaklar bomba yağdırıyor. Halbuki buradan Nurlar yayılsa, milyonlarca dolar tutan bombalar yerine okullar, yurtlar açılsa fena mı olur? Şahısların devri biteli yıllar oldu. Zaman cemaat zamanıdır. Ahmed'i, Mehmed'i bir tarafa bırakıp hiç olmazsa bu güzel projede bir araya gelmemiz gerekmiyor mu?
18.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
İki hükümdarın diyarı |
|
Aziz Türkiye'miz çok cihetlerle Selçuklu ve Osmanlının özünü teşkil etmektedir. Merhum Mehmed Akif'in "Bastığın yeri tanı" ifadesi gibi, bu ecdad yadigârının hangi karışına baksan ve bassan, içinde sayısız eserlerle ve tarihî nakışlarla lebaleb olduğunu müşahede edebilirsin. Böyle bir ülkenin ebediyete kadar gitmesi, gül ve gülistan olması bizim gibi vatanperverler için müstesna bir gaye ve azimdir.
İki hükümdardan birisi Selçuklu devletinin büyük hükümdarlarından ve Hz. Mevlânâ sülâlesinin aşığı ve muhibbanı Alaeddin Keykubat. 12. yüzyılda yaşadığı başşehir Konya 1050 rakımlı. Yazları sahile nisbeten serin. Kışları tam tersi, sahil ılıman iken Konya kuru ayaz ve çok soğuk. Bu itibarla Hünkâr Alaeddin Keykubat kışları Alanya'ya gider ve orada kalır.
Alanya'da can dostlarımız çok var. Yazın Torosların içindeki "Kızılalan" yaylasındaki pikniklerine çağırmışlardı, bu sefer de ilçe merkezindeki vakıflarına bir sohbet ve seminer için dâvet ettiler. Alanya'daki Alanya Kalesinden bahsettiler. Bizler de Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle "Kal'a-i Kudsiye" kabul edilen Hucurat Sûresi 10. âyetini serlevha yaptık. Yani "Bütün mü'minler kardeştir". Türkiye, âlem-i İslâm ve insanlık dünyasındaki gelişmelerin içinde kurtuluşun ve Müslümanlar olarak ayakta kalmamızın, ancak bu nurânî kal'aya sığınmakla olacağını çeşitle misallerle ortaya koyduk.
Ertesi günü Gazipaşa ilçemizdeki can dostlarımızın dâveti ile Duran Ağabeyimiz ve mahdumu Said Yaman Beylerin mekânında buluştuk. Oradaki gönül dostları ve Alanya'daki aziz kardeşlerimizin gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Kaptanımız Remzi Çetin ve bizi hiç yalnız bırakmayan Kerim Güvercin kardeşimiz ve diğer gönül insanlarını, adeta bu sınır kıyımızın mânevî bekçileri olarak gördüm. Deniz kenarlarında iman muhafazasının numûne-i imtisâlleriydiler. Binler tebrikler.
Akdeniz'den bizi İstanbul'a gönderdiler, oradan da çağırmışlardı. Ömrümüzün kalan kısmı da, inşallah vatan sathında hizmetlerle, konuşmalarla, koşmalarla geçecektir. Vesile olanlara her dem duâ ettiğimiz gibi, yine minnettarız ve duâcıyız. İstanbul'da üniversiteli gençlere dediğim gibi "İstanbul İslâmı bol veya İstanbul aradığını bul." Fakat en mühimmi; Kostantiniyye'den İstanbul'a döndüren, bir mânâda çağ kapatıp yeni bir çağ açan, Hz. Peygamber (asm) âşığı ve onun işârâtının hayata geçmesindeki en büyük hisse sahibi hünkâr Fatih Sultan Muhammed Han...
Böyle emsalsiz bir diyarda Risâle-i Nur Enstitüsü eğitim komisyonu "Risâle-i Nur'u anlama seminerleri" başlığı altında, bizlerden de "Bediüzzaman'dan çağımıza müjdeler ve şevk" başlıklı bir seminer istediler. İstanbul genç ilim müştaklarına muhatap oldum. Onlar coştu, biz de coştuk. Müjdeler yağıyordu, bizler de yağanları kaplarda sunduk. Kaptanımız İsmail Kartal kardeşim yalnız bir günde aralıklarla 120 km gittiğimizi tesbit etmiş. Bu 120 km İstanbul içi. Altınşehir'den Beşiktaş'a, Beşiktaş'tan Eyüp'e, Eyüp'ten Fatih'e ve emsâli yerlere koştuk, konuştuk ve şimdi de yazıyoruz.
Beni en çok duygulandıran, Altınşehir'de yeni bir hizmet merkezi açan, kışın soğuğuna rağmen oranın mekânını muhabbet, sevgi ve kardeşlikle dolduran Şark yaylalarından ve çoğunlukla Van'dan gelen aziz hemşehrilerimdi. Onların sohbetlerine bir minibüs gençle gittik, çok duygulandılar. Onların sıcak kanlı duygularını yakînen bildiğim için bir amcazadeleri olarak, Bediüzzaman'ın Uhuvvet Risâlesi'nden fasıllar yaptık. Farisî beyitler ve âyetlerle süsledik ve ülkenin birlik beraberliği üzerinde durduk. Kısa olmuştu, inşallah bir bahar günü gündüzünde, uzun saatleri onlara ayıracağımıza arkadaşlarla söz verdik. Emeği geçenlere binler alkış, binler duâ.
Bu hafta inşaallah Denizli'nin bahar iklimini teneffüs edeceğiz.
18.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
"Zırzır deli duâsı" |
|
Geçen Cumartesi günü Ahmet Yüter Hocamızın organizatörlüğünde gerçekleşen Çamlıca sohbetinde Prof. Dr. Ümit Meriç, duâların âlemşümul tutulmasından bahsetti ve bir kısım enteresan duâlarından örnekler verdi.
Duâlarından, "Benim zır deli duâlarım, bir de zırzır deli duâlarım vardır" diye söz etti. Ahmet Şahin Hocanın "zırhlı veli duâları" diye yaptığı tevil de gayet yerine oturdu. Size de ilginç gelir diye aktarıyorum.
Birgün Paris'teyken Eyfel Kulesini görünce, içine şöyle bir duâ yapmak fikri gelmiş: "Allah'ım, bu Eyfel Kulesinde günde beş vakit ezan okunmasını nasip eyle." Sarkozy'nin Almanya'yı ziyareti esnasında Almanya'daki bir arkadaşı telefon etmiş. "Ümit, biliyor musun, Almanya'nın duvarlarına Eyfel Kulesinin resimleri yapılmış. Kuleye bir de şerefe eklenmiş. Türkiye, AB'ye girerse işte böyle kulede ezanlar okunacak!" demeye getiriyor, Türkiye'nin AB'ye girmesini protesto ediyorlarmış. Ümit Meriç Hanımefendi de öyle duâ etmemiş miydi?
"Bir kış günü Almanya'ya gidiyorum. Uçaktan bembeyaz karlarla örtülü dağları, tepeleri görünce, 'Allah'ım, Almanya'yı beyazlara boyadığın gibi İslâmiyet boyasıyla da boya' diye duâ ettim" diyor. Diğer Avrupa ülkelerine göre Almanya'nın İslâmî gelişmelerde önde gitmesi, yüzlerce caminin yapılması duânın ne kadar enteresan olduğunu göstermiyor mu?
Ümit Meriç Hanımefendinin bir duâsı da vaftizhaneyle ilgili. İtalya'nın Pizza şehrindeki vaftizhaneye gitmişler. Dünyanın en büyük vaftizhanesiymiş. Orada nasıl bir duâ edeceğini düşünürken birdenbire aklına şu duâ gelmiş: "Allah'ım, burayı da İtalya'yı fetheden İslâm komutanının köşkünün havuzu yap."
"Tam 'zırzır deli duâsı' denilecek bir duâ" diyenler çıkabilir. Yıllar öncesinde kiliselerin camiye dönüşeceğini söyleselerdi kim inanırdı? Ama bugün Avrupa'da birçok kilise camiye dönüşmüş, içerisinde namaz kılınıyor. Hatta cemaat bulamayan bazı papazların Müslümanlara gelip, "Kilisemiz boşaldı. Kimse gelmiyor. Hiç olmazsa size kiraya verelim. Namaz kılın" dedikleri, bazılarını sattıkları da malûmumuz.
Peki, İtalya fethedilir mi? Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul ve Roma'nın fethinin hadis-i şeriflerce müjdelendiğini bildiği için İstanbul'dan sonra Roma'yı fethetmek için harekete geçtiğini, Toronto'yu kuşattığını, fakat müyesser olmadığını biliyoruz.
Evet, İstanbul gibi Roma da fethedilecek. Ama bu fetih İstanbul fethi gibi topla, tüfekle, kılıçla, yani maddî kuvvetle olmayacak. Hz. Mehdî'nin akıl, ruh ve kalpleri fetheden manevî kılıçlarıyla, yani iman ve Kur'ân hakikatleriyle olacak. Dün Haçlı seferlerini düzenleyen kilisenin bugün "Biz de Hz. Muhammed'e inanıyoruz. O da bir peygamberdir" deme noktasına gelişi bu fethin emâreleri değil midir?
Gün doğmadan neler doğar.
Bilemiyorum Prof. Dr. Ümit Meriç, bizim bu yorumlarımız için ne der? Tabiî ki bizzat yorumlarını da duâ sahibinden dinlemek en uygun olanı.
18.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Muhtelif cevaplar |
|
Metin Bey: "Dinde kin gütmenin yeri nedir?"
Söz Peygamber Efendimizin (asm):
* "Zandan sakının. Çünkü zan, insanın içinden geçen en yalan şeydir. İnsanların gizli yönlerini araştırmayın, ayıplarını öğrenmeye çalışmayın, birbirinize karşı üstünlük yarışına girmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize karşı kin beslemeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah'ın kulları kardeş olunuz."1
* "Bir kimse Allah'ın belirlediği cezalardan birinin uygulanmaması için aracı olursa, bundan vazgeçinceye kadar Allah'ın gazabına hedef olmaya devam eder. Bir kimse, hakkında bilgisi olmadığı bir dâvâda bir Müslüman kardeşine aşırı kin duyarsa, o kişinin hakkı konusunda Allah ile çekişmiş olur, Allah'ın gazabına maruz kalmak için aşırı bir cür'etkârlık göstermiş olur ve kıyamet gününe kadar sürekli Allah'ın lânetine uğrar. Bir kişi dünyada iken kötülemek gayesiyle bir Müslüman kardeşi hakkında bir iftirayı yayarsa, Kıyamet Günü bu suçun cezasını çekinceye kadar ateşte asılı tutmak Allah'ın üzerine bir hak olur."2
* "Şu sekiz sınıf insan Kıyamet Günü yaratıklar içinde Allah'ın en çok buğzettiği kimselerdir: 1- Yalancılar, 2- Kibirliler, 3- Müslüman kardeşine karşı göğsünde kin tutanlar, 4- Onlarla karşılaştıklarında, içlerinde sakladıklarının tersi bir tavır takınanlar, 5- Allah ve Resûlüne (asm) itaate çağırıldıklarında ağırdan alıp, şeytan ve emirlerine dâvet edildiklerinde ise hızla koşanlar, 6- Hiçbir şekilde hakları olmadığı halde en ufak bir dünyalık dahi gözlerine çarpar çarpmaz yemin ederek onu sahiplenenler, 7- Söz götürüp getirenler ve dostların arasını ayıranlar, 8- Suçsuz kimselerin ayağını kaydırmak isteyenler. İşte Aziz, Celil ve Rahman olan Allah, bunların yaptıklarını çok çirkin karşılıyor."3
***
Hüseyin Bey: "Kamet ile ezan arasındaki fark nedir? Kaza namazında kamet edilmezse ne olur? Her kazada kamet okunur mu?"
Ezan, namaz vaktini bildiren bir namaz çağrısıdır. Kamet ise farz namazdan önce okunur. Cemaat veya fert, farz namaza kametle başlar. Namaz vakitleri girdiğinde ezan okumak sünnet olduğu gibi, farz namazlardan önce ister cemaat olsun, ister fert olsun erkeklerin kamet getirmesi de sünnettir.
Ezan yüksek sesle okunur ve nağmeleri uzuncadır. Kamet ise daha kısık sesli ve daha kısa nağmelerle okunur.
Ezan ile kametin cümleleri aynıdır. Kamette tek fark, "Hayyaalelfelah"tan sonra iki defa "Kad kaameti's-salah" (Namaz başladı) okunmasıdır.
Vakit namazı için bir mescitte bir defa ezan okunmuş ve bir defa kamet getirilmişse, artık sonradan gelenlerin aynı vakit namazı için yeniden ezan okumasına ve kamet getirmesine gerek yoktur. Fakat farklı vakit namazları için yeniden ezan okunur ve kamet getirilir. Meselâ, daha önce vakit namazı için kamet getirilmiş olan bir mescitte, farklı bir vaktin kazasını kılmak için yeniden kamet getirmek sünnettir.
Her kaza namazı için ayrı ayrı kamet getirmek sünnettir. Kamet getirmemek mekruhtur.
***
Burdur'dan okuyucumuz: "Kul hakkı affedilmiyor. Peki, kul hakkı üzerinde bulunan bir kimse, muhatabını bulamıyorsa veya onunla buluşma, konuşma veya barışma imkânı yoksa (her hangi bir nedenden dolayı), bu gibi durumlarda nasıl bir hüküm geçerlidir?"
Allah katında, üzerimizdeki her hak, hak sahibine ait bir zimmettir. İnsanlara ait zimmetlerle, yani haklarla yaşamamız ise, gerçek bir risktir. Riskle yaşamak, tuzakla yaşamaktan farksız bir tehlikedir. Eğer biz, ayağımızdaki tuzağı çözmeye çalışmaz isek, dünyada veya âhirette bu tuzak ayağımıza muhakkak dolaşacak, bizi rehin alacak ve üzerimizde cirminden büyük tahribata sebep olacaktır. Bundan kurtuluş yoktur.
Öyleyse, ayağımıza dolaşmış bir tuzaktan farksız bulunan kul hakkını nasıl çözeceksek bir an önce çözerek, bu riski aşmalıyız. Biz çözme gayretinde olursak inşaallah Allah yardım eder.
Konuşma ve barışma imkânımız yok demek mümkün değildir. Eğer onun hakkı bizde rehinse, bu hak bizi rehin almadan gidip teslim edelim ve helâlleşelim. Muhatap gerçekten bulunamıyorsa veya ölmüşse, varsa varislerine ulaşalım. Varislerine de ulaşamıyorsak hayır kurumlarına sevabı onun nâmına olmak üzere bağışta bulunalım. Her iki halde de Allah'a tövbe ve istiğfar edelim.
Dipnotlar:
1- Câmiü's-Sağîr, 2/1576
2- Câmiü's-Sağîr, 2/1612
3- Câmiü's-Sağîr, 3/1905
18.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Nur'a kara çalmak |
|
Bir yandan Cumhuriyet gazetesi, bir yandan Hürriyet'ten köşe yazarı Özdemir İnce ve onlarla aynı kulvarda at koşturan bazı kişi ve kuruluşlar, dindarlara karşı eşzamanlı olarak yeniden harekete geçtiler. Kendilerine ulaşan, yahut ulaştırılan yalan-yanlış bilgilere dayanarak, özellikle Said Nursî ve Nur Talebelerine kasten saldırmaya ve bile bile kara çalmaya başladılar.
Cumhuriyet gazetesinin 16 Ocak 2008 Çarşamba günkü "Şiddet üreten tarikat evleri" başlıklı haberinde, Said Nursî ve Nur Talebeleri açık bir dille itham edildi. Dahası insafsızcasına zan ve töhmet altında bırakılmaya çalışıldı. (Mehmet Faraç'ın haberi)
Oldum olası Nur'a muarız olan bu gazetenin "yorumlu-haber"ine göre, güyâ "Dink ve Rahip Santoro cinayetleri, kanlı Danıştay baskını ile Malatya katliâmından sanık olarak yargılanan şahısların Nurcularla ve Nur Risâleleriyle bağlantıları var" imiş...
Söz konusu haberin yorumunda, tarihin vicdanı çiğnenerek ve mantık çerçevesi tahrip edilerek, isnat ve iftirada en uç noktaya kadar gidiliyor ve şu ürpertici iddia ileri sürülüyor: "...Şüphesiz, Said Nursî'nin kitaplarıyla yetişen Hizbullahçıların katliâmlarını da bu kapsamda anımsamak gerekiyor."
Şimdi buraya bir mim koyalım ve bu kez Hürriyet'in aynı günkü sayısında çıkan ve yine Said Nursî'yi hasmâne bir şekilde karalamaya çalışan Özdemir İnce'nin "Dinden düşmanlık çıkarmak" başlıklı yazısına bakalım.
* * *
Özdemir İnce, yazısının ortalarında sözü Said Nursî'nin "Şeyh Said İsyanı" ile bağlantısı olduğu noktasına getiriyor ve kasdî yönlendirmeli şu soruyu ortaya atıyor: "Said Nursî, dindar olduğu için mi, yoksa Şeyh Said İsyanı (1925) ile ilgisinden dolayı mı sürgün edildi?"
Acaba hangi şık doğru?
Bu sayın yazar, öteden beri Cumhuriyet'in bilhassa ilk dönemlerinde gerçek dindarlara baskı-zulüm yapılmadığını âdeta peşin hükümlü bir tavırla savunup durduğu için, ona göre birinci şık zaten doğru değildir ve olamaz.
Haliyle, geriye Said Nursî'nin "isyan" ile bağlantısı olduğu şıkkı kalıyor.
Yazar, bununla da sınırlı kalmıyor ve Nursî'nin "Kürt-Teâli" ve "İslâm-Teâli" gibi "zararlı cemiyetler"le bir ilgisi olduğunu da ortaya atıyor ve bu yöndeki iddiaları kuvvetlendirmek için de "Nursî'nin Cumhuriyet rejimine düşman olduğu" iftirasında bulunuyor.
İçimizden, "El-insaf be-ya hu!" demek geliyor; ancak, nerede o insaf, nerede o vicdan...
* * *
Cidden hayret etmemek elde değil. Yakın tarihimizin sayısız mahkemelere de konu olmuş, üstelik bunların tamamı beraat ve temyizin tasdik kararı ile neticelenmiş muazzam bir hadisesi, nasıl olur da bu kadar çarpıtılır, nasıl olur da ona bu derece kara çalınır, hayret ki ne hayret...
İşlerine geldiği zaman en küçük bir mahkeme kararını dahi bayraklaştıran bu baylar, işlerine gelmediği zaman ise, yüzlerce mahkeme kararını dahi duymazdan, görmezden, bilmezden geliyor.
Bu durumda bizim kalkıp "kasdî çarpıtma şampiyonları"na bir cevap vermemiz de "abesle iştigal" kategorisine girebilir.
Onun için, bizim burada yazacaklarımız, tarihe cevap ve mâ'şerî vicdana hitap tarzında olacak.
* * *
Muhtemelen artık ilköğretim seviyesindeki çocuklar da biliyorlar ki, 1925 Şubat'ında ayaklanan Şeyh Said ve arkadaşlarının tamamı Diyarbakır'da kurulan İstiklâl Mahkemesinde yargılandı. Mahkeme neticesinde 46 kişi idam edildi ve topluca meçhûl bir mezara gömüldü. (29 Haziran 1925)
Aynı tarihlerde yurdun daha birçok yerinde İstiklâl Mahkemeleri kuruldu ve gerek şiddete bulaşan, gerekse "zararlı cemiyetler"le bir şekilde irtibatlı olduğu tesbit edilen bilumum muhalifler, acımasızca yargılandı ve en sert şekilde de cezalandırıldı.
Ancak, gelin görün ki, Said Nursî bu mahkemelerin hiçbirine çıkarılmadı, hatta çağrılmadı bile...
Hiç şüphesiz, o tarihlerde Said Nursî'nin mahkemelik olacak en küçük bir vukuatı olsaydı, yahut yazdığı eserlerde "şiddeti teşvik, yahut tervic eden" en ufak bir ifade bulunabilseydi, derhal yargılanacak ve en ağır şekilde cezalandırılacaktı.
Zira, onun hakkında zaten bir bahane aranıyordu.
Ama, bütün araştırmalara rağmen bir bahane dahi bulunamadı ve sadece "ihtiyatî tedbir" noktasından hareketle, 1925 yılı baharında Erek Dağındaki inzivagâhından alınarak Batı Anadolu'ya sürgün edildi.
* * *
Said Nursî, on yıl müddetle, hiç, ama hiç yargılanmadı.
1935 senesinde sevk edildiği Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde ise, onu cezalandıracak hiçbir gerekçe (tarikat, siyaset, vs.) bulunamadı. Sonunda, tâ Cumhuriyet'ten evvel te'lif etmiş olduğu "Tesettür Risâlesi"ne istinaden 11 aylık bir ceza verildi ki, bunun da gerekçeli kararında "kanaat-i vicdaniye" hükmü yer alıyor.
Bunun dışında hiçbir sebep, hiçbir vukuat gösterilemiyor. Tıpkı, daha sonraki yıllarda yaşanan mahkemelerde de gösterilemediği gibi...
Said Nursî'yi idamla yargılayanların elinde her türlü araştırma, soruşturma imkânı vardı.
Ancak, cezalandırmaya kılıf olacak bir tek vukuat tesbit edilemedi. Sonunda, beraat üstüne beraat. Yani "kazıye-i muhkeme..."
Hakikat-i hal bu merkezde olmasına rağmen, ne yazık ki hâlâ bazıları çıkıp vicdanlı hakimleri de, onların vermiş olduğu yüzlerce beraat kararını da hiç sayarcasına Said Nursî ve talebelerini karalamaya çalışıyor.
Tutmaz beyler! Nafiledir bu yaptıklarınız. Boş yere yormaktasınız kendinizi.
Zira, Said Nursî gibi, onun talebelerinin de menfî hiçbir vukuatı yoktur. Olmaması için de, o zâtın çok tesirli dersleri ve vasiyet derecesinde tembihatı var. (Bkz: Emirdağ Lâhikası, son mektup.)
Sürgünden bu yana geçen 83 yıllık tarih, bu gerçeğin en susturucu bir şahididir.
18.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Rifat OKYAY |
Selâlara kulak verelim... |
|
Vakit kalırsa yapılan işler, çok önemli fakat kendimiz tarafından önemsiz kabul edilen işler olmamalı. Bu dünya için pek ehemmiyeti olmayan, küçük gördüğümüz ve hor baktığımız bir çok mesele, konu ahiret için çok önemli ve pek ehemmiyetli olabilir.
Genel bir nazarla, bakışla insan yemek ve içmek noktasından, sevdiklerine bile zaman ayıramıyor veya eksik bakıyor. Ailesine ve aile çevresine, akrabalarına, işi ve iş dünyası meşgaleleri noktasından zaman ayıramıyor. Ahbaplarına, dostlarına dünya metaı, dünya kıymetleri adına dönüp bakamıyor. Dünyada da ahirette de başına belâ olabilecek şekildeki sevmekleri ve vakit geçirmeleri hep ön saflarda ve ön planlarda bilerek, isteyerek yapıyor.
Gerçekçi ve hakikatlı bir nazarla bakıldığı zaman insan ahiretini sevmek ve zaman ayırmak bakımından ona dünyadan sonra önem veriyor ve seviyor. Telâş etmek, ürkmek ve korkmak noktalarından ise ahirete nazaran, dünya birinci durumda. Sanki dünyaya nazaran ahiret için dünyada kalan, bırakılan bir kişi varmış gibi.
Ehemmiyet vermek, önem vermek, baş sıralara koymak ve dert edinmek bu konularda çok önemli oluyor: Dünya kadar ahireti bilmek ve sevmek. En basit dünya işleri kadar, ahiretin işlerini de yapmak, sevmek. Sahip çıktığımız ve peşine düştüğümüz dünya metaı kadar, ahiretimize ve ona ait işlerin peşine düşmek, sahip çıkmak elbette ki insanım, hakikaten insanım diyebilen herkes için, hususan Müslümanlar için, bil hassa hizmet ehli için büyük önem arz etmektedir.
Dünyanın en küçük meselesine bizce önemli olduğu için şöyle veya böyle bir şekilde vakit bulabildiğimiz gibi, ahiretin meselelerine, iman ve Kur'ân hizmetine taalluk eden meselelere bir şekilde vakit bulmalıyız, illa ki, muhakkak bulmalıyız.
Birinci tavsiye: Selâları takip edelim, bizim için verildiğini bilerek dinleyelim, biz öldük selamız veriliyor, buyurun halimizi düşünelim. Kucağımıza bakalım oradaki: Maddî- manevî, zihnî- fikrî, düşüncede- hayalde, planlanmış, yapılmış ne kadar neyimiz varsa ortaya koyalım. ahirete ait olan, dünyaya ait olan ne varsa ayıralım ve bakalım.
İkinci tavsiye: Bazen kabristanlara, mezarlıklara gidelim cenaze merasimlerine katılalım ve ziyaretler yapalım. Bu mevkilere geldiğimiz zaman, burası dünyadan sonra ikinci vatanımız, buradan da üçüncü ve son vatanımız olan ahirete gideceğiz diye bir tefekküre ve akıl, fikir, ruh, hayal âlemimizde küçük küçük de olsa bir hesaplaşmaya ve yüzleşmeye girelim, neticeye bakalım: Dünya işlerimiz ne büyüklükte bir tepe oluşturuyor, ahiret işlerimiz ne büyüklükte bir tepe oluşturuyor.
Mesuliyet denen bir kavram var. Bunun da hayata geçirilmesi lâzım. Ancak bu kadar vakit buluyorum bahanesi yukarıda bahsettiğimiz iki tavsiyede, düşünce terazimizde, sorumluluk ve vazife noktalarında muhakkak tartılmalıdır. Yoksa inatla tersini yapmaya kalkışmak bize bir şey kazandırmayacaktır. İşin içine hizmeti ve vazifeleri engellemekle gireceği muhakkak. Bu yolu takip etmek, tercih etmek ve inatla bu yola devam etmekte insana ancak günahları ve hesap vermeyi gerektiren amelleri kazandırabilir.
Özellikle Kur'ân ve iman hizmetinde Allah'ın rızasını kazanacağımız, dünyaya nazaran ahiret yüklü yapacağımız her işe muhakkak bir surette VAKİT BULABİLMELİYİZ.
18.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|