|
|
Nimetullah AKAY |
Yanıltıcılar |
|
İnsanlar hemcinsleri tarafından yanıltılıp, yanlış mecrâlara sürüklenmeseydi doğru olanı bulmakta zorluk çekmezlerdi. Şeytan-ı lâinin en büyük silâhlarından biri de, insanlara doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterip yanıltmaktır. Bütün hedefleri dünya menfaatlerine konmak olan insanlar şeytanın bu yanıltma silâhından bolca istifade etmektedirler. Bunun için bu insanlar önce kendileri değişik yüzler takınmakta ve gerçek yüzlerini her yerde gizleme çabası içine girmektedirler.
Riyakârlık denilen ikiyüzlülük, toplumların insan ilişkileri bakımından en tehlikeli manevî hastalığıdır. Bu durumda insanlar birbirlerine güvenmemekte, herkes bir diğerinin kuyusunu kazmakla meşgul olmaktadır. İnsanlarda menfaat duygusunun ön plana çıktığı böyle durumlarda, fertler yaşamak için başkalarını zarara uğratmayı adeta gerekli görmeye başlamaktadırlar. Derken aralarında güven ve emniyetin olmadığı bir insan topluluğu oluşmaya başlamaktadır.
Günümüzün siyasetini düşünürken aklıma riyakârlık üzerine bir şeyler yazmak gelmişti. Zira en büyük güvensizlik ortamının siyasette olduğunu görebilmek için fazla çaba göstermek gerekmemektedir. Siyasetteki bu güvensizlik durumu, ister istemez topluma da sirayet etmekte ve insan ilişkileri ben merkezli olarak yürümeye devam etmektedir.
Tefessüh etmeyen insânî duygular, insanların dürüstçe davranmalarını, olduğu gibi görünmelerini, göründükleri gibi olmalarını arzu etmektedir. İnsan fıtraten dürüst davranması gereken bir varlık olarak dünyaya gönderilmiştir. Kâinat Sultanı Yaratıcımız, yarattığı bütün mahlukatı, hile ve hud’aya yer vermeyecek bir şekilde en mükemmel ve güzel bir şekilde yaratmıştır. Yaratılışta, olduğu gibi görünmek esastır.
Beşerin bulaşık elinin bulaşmadığı durumlarda hayat dürüst kavramlarla ifade edilebilecek bir şekilde devam etmektedir. Canlı-cansız varlıkların bütününde Yaratıcının koyduğu kurallara uyma ve fıtrata aykırı davranmama eğilimi bulunmaktadır. İmtihana tabi olmayan varlıkta bu durum hiç bozulmamakta ve riyakârlık olarak ifade edebileceğimiz hiçbir durum meydana gelmemektedir.
İnsana gelince ise, yaratılış kanunlarındaki bütün sapmaların onda meydana geldiğini görmekteyiz. Bu durum da, insanların imtihana tabi tutulmasından kaynaklanmaktadır. Zira imtihan denilince, kazananlar kadar kaybedenler de akla gelmektedir. Kaybedenlerin olabilmesi için yanıltıcı unsurların da olması gerekir. İşte şeytanların yaratılması burada bir mânâ ifade etmektedir.
İnsanoğlunun yeryüzünün halifesi olması ve en mükemmel mahlûk olarak yaratılması neticesinde elbette bazı sorumlulukları olacaktır. Sorumluluk da çabayı, gayreti gerektirmektedir. Durup dururken sorumluluktan kurtulmak, imtihanın değerini kaybettirir. Bundandır ki, insanların önünde kaybetme veya kazanma dâvâsı bulunmaktadır. Kaybetmemek ve kazanmak için insanın büyük miktarda bir gayret göstermesi gerekir. Bu gayretle yanıltıcıların şerlerinden kendisini koruyacak ve yaratılış kanunlarına göre hayatını sürdürme azmi içinde olacaktır.
İnsanları olması gereken doğru yoldan ayırmak ve onu yaratıcısına isyankâr kılmak için göremediğimiz cinnî şeytanlar kadar, çevremizde gördüğümüz insî şeytanlar da büyük bir gayretin içinde bulunmaktadırlar. Bizler çoğunlukla bunları sıradan insanlar olarak görüyor ve zaman zaman onların tuzaklarına düşmekten kendimizi koruyamıyoruz. İşte beni düşündüren nokta burasıdır. Yani, bazen hiç ummadığımız insanlar tarafından kandırılıyor, yanıltılıyoruz. Sûret-i haktan görülen bu insanların tek bir hedefleri vardır ki, o da insanları kendi çıkarları istikametinde yanıltmaktır. Bunun için de riyakârca davranmakta, hep bizlere yanlışları doğru olarak gösterme çabası içinde bulunmaktadırlar.
Şüphesiz riyakârlar aynı zamanda yalancıdırlar. Yalancıları da Rabbimiz düşman olarak ilân etmiştir. Bunlar zahiren dünyada kısa süreli kazanımlar elde etseler dahi gerçekten büyük kayıplar içindedirler. Netice olarak, Mahkeme-i Kübrâ’da, kimsenin yaptığı yanına kâr kalmayacak, insanları dünyevî menfaatleri için yanıltan ve yanlışlara sürükleyen riyakârlar gürûhu, gasp ettikleri kul haklarını ödemekte zorluk çekeceklerdir.
06.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Yine cevapsız sorular |
|
Erdoğan-Bush görüşmesi öncesinde, Dağlıca saldırısında kaçırılan sekiz Türk askeri serbest bırakıldı. Gerçi saldırı gibi, bu kaçırma olayının da nasıl gerçekleştiği henüz açıklık kazanmış değil. Zihinlerdeki sorular hâlâ cevapsız.
Dağlıca saldırısıyla ilgili olarak—görünüşte—hükümetin isteği ve RTÜK’ün kararı ile konulan, ama Danıştay engeline takılan yayın yasağında asıl hedefin bu konuyu kurcalattırmamak olduğu savunulurken, yasağın kalkmasına rağmen medyanın yasak varmış gibi davranmaya devam etmesinin garipliğine dikkat çekiliyor.
Şehitlerin ve ailelerinin her biri için özel ve ayrıntılı yayınlar yapılırken, bu ilginin, kaçırıldığı söylenen askerlerle ailelerinden esirgenmesi, ortadaki tuhaflığın çok açık bir göstergesi oldu.
Demek ki, işin içinde başka işler vardı.
Tuhaflık, askerleri kurtarmak için yapıldığı ifade edilen “arabuluculuk” çalışmalarında da söz konusuydu. Barzani tarafı da, DTP’liler de bu iş için gönüllü olduklarını açıkladılar. Hattâ DTP’lilerden özel olarak sırf bunun için bölgeye gidenler oldu. Ve askerler, DTP’lilerin dahil olduğu bir heyete, PKK’nın Apo posterli şovuyla imza karşılığı teslim edildi. Asıl organizatör olarak mizansene son noktayı koyan ise ABD oldu.
Sürecin önceki safahatında önemli rol oynayan isimlerden biri İlnur Çevik’ti ve bunu Köşk resepsiyonundaki sohbetimizde ifade etmiş, Mehmet Kara da yazmıştı. Çevik, o günlerde F-16’ların bölgedeki bombardımanlarının askerleri kurtarma çalışmalarını zorlaştırdığından yakınıyordu. Bilâhare bombardıman durup ortam sakinleşince mutlu sona ulaşıldı. Ama sorular hâlâ cevap bekliyor.
Tabiî, Danıştay kararıyla kaldırılsa dahi fiilen uygulamada olan yayın yasağı varken bu cevapların kolay kolay gelmeyeceği de bir vâkıa.
Askerlerin serbest bırakılmasıyla eşzamanlı olarak, Barzani’ye bağlı peşmergelerin Erbil’de PKK yanlısı partinin bürosunu basarak içindekileri tutuklamaları, Rice’ın “Kuzey Irak yönetimi durumu anladı” demesi, Irak Başbakanının İstanbul’da Türkiye’ye yeni sözler vermesi ve Amerikan basınında “PKK’yı Amerikan özel kuvvetleri vuracak” haberlerinin çıkması enteresan.
Gerçi evvelce de benzer bir gerilim tırmanmasında Kuzey Irak’taki bazı PKK bürolarının kapatıldığına dair haberler gelmişti. Ama bunların günü kurtarmaya ve işi geçiştirmeye yönelik göstermelik adımlar olduğu sonradan görüldü.
Ankara bunu bildiği için olmalı, bu defa işi sıkı tutmakta ve istediği sonucu almadan peşini bırakmamakta kararlı olduğu mesajını ısrarla vermeye çalışıyor. En azından görüntü bu.
Bu hava içinde bazı PKK elebaşılarının yakalanıp Türkiye’ye teslim edilmesi de beklenebilir.
Ancak sekiz yıldır elinde tuttuğu Apo’yu, örgütü kesin olarak bitirmek için koz olarak kullanmayı dahi başaramayan Ankara’nın böyle bir gelişmeyi nasıl değerlendireceği soru işareti.
Ve olayın başından beri olduğu gibi, terördeki son tırmanışın ortaya çıkardığı nihaî durumda da dile getirilmeye devam eden ve meselenin bam telini oluşturan asıl problem hâlâ ortada:
PKK’yı da üreten ve bugünlere kadar gelmesini sağlayan bataklık nasıl kurutulacak? Bölgede PKK’ya meyilli insanlar nasıl kazanılacak? Örgüte yeni militan akışı nasıl durdurulacak?
06.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Muhabbet fedaileri |
|
Türkiye’de ayırımcılığı çözecek zeminlerden birisi de anayasal vatandaşlıktır. Bu yaklaşım, herkesin kanun ve yazılı metinler karşısında eşit haklara sahip olması ve imtiyazların önlenmesidir. Anayasanın demokratik tanımlar ve insanî çerçeveler baz alınarak yapılandırılması ile birlikte esas uygulamanın önemli olduğu demokratik kültürün inşa edilmesi gerekir.
Anayasada yazılı, herkese eşit görünen hakların, rejimin kendine has iç tehdit algısı yüzünden ve idarecilerin sübjektif tutumlarından dolayı, telkin altında oldukları özel etkilerle işlemlerinde vatandaşı mağdur eden ve sıkıntıya maruz bırakan haksızlıklar olmaktadır. Esasen çözülmesi gereken, anayasal metinle birlikte eşitlik ilkesidir.
Tercih edilmeme sebepleri kayda bağlı olmayan, ancak bir gizli elin tasnif ettiği anlaşılan hak gaspları, çokça yaşanmaktadır. Bazen Kürt, bazen Türk, bazen Alevî, bazen dindar ve bazen milliyetçi veya sol görüş mensubu olmak, hakkın zayi edilmesine ve siyasî bir hak ihlâline sebebiyet verebilmektedir. Bu durumlarda, adalet felsefesi ve hakkaniyet şuuru ile insaf ve ehliyet çerçevesini temin edecek mekanizmalar kurulmalıdır. Bu da ciddî bir davranış eğitimi ve kültür ile mümkün olur.
Bu siyasî ve politik ayrışmanın maalesef çok yaygın olduğunu ve sonuçta birbirine güvenmeyen toplum katmanları oluşturduğunu söyleyebiliriz. Sonuçta, ülke, gribe yakalanır gibi her ani problemde, bünyeyi daha savunmasız bırakan bir pozisyona itilmektedir. Çare, birbirini kabullenmekten geçiyor. Ötekine saygı içinde kendini sınırlamak, kuvvetler ayrılığı içinde hak sahiplerini dengeler. Toplumun huzuru buna bağlı. Millî sevgi burada yeşerir.
Asgarî saygı ve kabul değerleri için, toplum hafızasına, ecdattan kalan yüksek mirasın hakkı verilirse, toplumsal barış ve sevgi tohumları filizlenir. Fitnenin kökü böyle kurutulabilir.
Kayırmacı, ehliyetsizlik üzerine bina edilmiş ve tarafgirlik hissi ile şizofren bir psikoloji haline dönüşmüş tek taraflı kabul veya ret ile uzlaşma ve kaynaşma sağlanamaz.
Ülkenin mukadderatında hasbelkader rol sahibi olanlar, öncelikle şefkat merkezli ve muhabbet eksenli bir yolu tercih etmeliler. Afra ve tafranın zamanı değil.
Milletçe çok acı çektiğimiz; bu meyanda kör kurşuna evlâtlarımızın kurban gittiği, ahlâkî çürümüşlüğün ve sokak terörünün, kapkaç ve hırsızlığın gemiyi azıya aldığı, yoksulluğun bütün değerleri kemirdiği bir zamanda, herkes bir daha, bir daha düşünmeli ve diğerine karşı daha hassas olmalı.
Bu coğrafya çetin ve metin bir omurganın adıdır. Ecdat yadıdır. Ya inkişaf edip, cihannümasını tekrar yazacak. Ya da yazacak. Ümitten yana tavır koyalım ki, vicdanî ses ve insaflı nefes hep doğruyu haykırsın.
Muhabbet seferberliği şart. Bunu, muhabbet fedaileri yapacak. Nur Talebeleri, fikir seslerini yükselterek çözmeli. Çünkü, mazileri halkın kefalet verdiği tutarlı bir çizgidedir. İtimadın merkezinde olan sivil bir hareket olarak, aksiyon bir metanet örneğidirler.
Kanunî metinlerden de önce, siyasî sürtüşmeler ve kaygılarla hak verme–alma kavgasından da önce, muhabbet seferberliği başlatılmalıdır. Bunun öncüsü “muhabbet fedaileri” olmalı.
“Biz muhabbet fedaileriyiz” afişinin asıldığı her cadde, Bediüzzaman’ı hatırlatan alt imza ile birlikte, insanlarımızın duygu iklimini sevgiye dönüştürecek bir yumuşaklığa dâvetiye çıkaracaktır.
O zaman; anayasal vatandaşlık yerine oturur, kanunun bağlayıcı hükmü karşısında imtiyazlar devre dışı bırakılabilir. Torpilin, rüşvetin, iltimasın gerilemesi mümkün olabilir. Kanun hakimiyeti ve şeffaflık sağlanabilir.
Yasal eşitlik ilkesi, metinlerde okunduğu gibi uygulanmadığı için kaynaşmayı engelleyen haksızlıkların düçar ettiği milyonlarca insan var. İrtica, terör, milliyetçilik, liberallik, demokratlık mağduru her kesimden insanın birbirine mesafeli yaşadığı, metan gazından beter rahatsız edici nefret kokularının meydan aldığı bir sürecin panzehiri olacak yegâne çözüm; şefkat etmeyi öğrenmiş bir toplumu inşa etmek.
Müjdeleyen, teşvik eden, müsamaha eden, tolerans gösteren, kolaylaştıran ve güzel ahlâkı ile nümûne olan bir seferberlik zamanı.
Bunu muhabbet fedaileri yapacak.
06.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Karartılan gündem... |
|
Ankara, Cumhurbaşkanı seçimi ve genel seçim süreciyle birlikte altı aydır âdeta içine kapandı. Türkiye’nin Avrupa Birliği İlerleme Raporu’nun açıklanacağı günde, Başbakan Amerika’da...
Türkiye’nin gündemi karartıldı. Doğrusu 27 Nisan bildirisiyle yeniden “28 Şubat postmodern darbe” benzerî “irtica tehlikesi”nin icadı ve seçimin apar topar gündeme sokuşturulmasına kadar, birçok emr-i vaki bunda etkili oldu. Hrant Dink cinâyetinde olduğu gibi...
Seçim sonrasında da Ankara gündemine dönemedi. Peşinden Türkiye’nin başına belâ edilen “terör fitnesi” sahneye sürüldü. Bir yerlerden düğmeye basıldı ve gündem birden bire azdırılan teröre kilitlendi. Başta AB ve demokratikleşme olmak üzere birçok hayatî konu gündem dışına itildi.
Ve sözkonusu “antidemokratik çıkışlar”, iktidar partisini halkın nezdinde “mağdur” konumuna sokup prim kazandırdı. Türkiye’yi gerginliklerle rayından ayırdı; toplumu tepki politikalarının içine itmekten başka bir işe yaramadı.
Plan bu idi: Karartılan gündemle Ankara’yı iç yapay konulara boğup, AB ve demokratikleşmeden koparmak. Türkiye’nin gerçek gündemini savsaklamak...
Gerçek şu ki Türkiye’nin sun’î gündemlere sürüklenmesine sebebiyet veren merkezlerle başta terör olmak üzere başına bin bir türlü gâile açan mihraklar aynı yerden nemâlanıyor.
Belli ki Türkiye’nin gündeminden kopup demokrasi dışı çıkmazlara sapması, küresel ifsat şebekelerinin işine geliyor.
* * *
Oyun açıkça sırıtıyor. Kontrolündeki Irak’ta terör örgütünü ve kuzeydeki yerel yönetimi koz olarak kullanan ABD, Türkiye’yi AB’den soğutmak için el altından her şeyi yapıyor. “Demokrasi ve özgürlükler” perdesinde dayattığı projeleri bölgenin başına geçirmek için...
İsrail’in yüzlerce nükleer başlıklı silâh ve bombaya sahip olmasını “olumlu” görüp, İran’ın nükleer enerji üretimini dünya için “tehlikeli” bularak bu ülkeyi de “Iraklaştırma”ya bahane etmesi bunun için.
Keza Türkiye’nin Irak işgal ve operasyonuna ortak edildiği gibi, diğer Müslüman komşuları Suriye ve İran saldırılarına iştirakiyle aralarını açmak için.
Ortadoğu’da, Orta Asya’da Müslüman mazlûm ülkelerin maddî ve mânevî birliklerini bozmak için. Başta petrol ve gaz olmak üzere yer altı ve yerüstü zenginliklerini, enerji kaynak ve hatlarını paylaşmalarını engelleyip kapmak için...
Ne var ki siyasî iktidar da baştan beri “büyük Ortadoğu projesi”ne, Afganistan ve Irak işgaline verdiği destekle, “terörle mücadele” paravanında bu taktiğe geliyor.
Oysa ABD’nin “terör” dediği ve “isyan” olarak nitelediği, Filistinlilerin İsrail’in işgaline karşı verdiği bağımsızlık mücadelesi. Şam’ın, İsrail’in Golan tepelerini gasbına ve Lübnan’daki oldu bittiye itirazı. Tahran’ın enerji üretimiyle ekonomisini ve savunmasını tahkimi. Afganistan mücahitlerinin istilâ ve sömürüye başkaldırışı. Irak halkının katliama karşı direnişi...
Türkiye’ye yönelik bölücü terörü güya “kınıyor,” ancak taahhüt ettiği hiçbir ciddî tedbire yanaşmıyor. İran’a karşı kullandığı PKK’nın diğer kolu PJAK’a “terör örgütü” bile demiyor.
Aslında tam da Erdoğan-Bush görüşmesi öncesi, 12 şehidin verildiği son Dağlıca katliâmında kaçırılan sekiz askerin iâdesi, plânı açığa çıkarıyor.
Haftalarca örgüt televizyonlarında yapılan tahrik ve propagandadan sonra, askerlerin PKK tarafından Irak’taki işgalci ABD makamları aracılığıyla güdümündeki Kuzey Irak yerel yönetimi üzerinden Türkiye’ye teslimi, her şeyi açıkça ortaya koyuyor...
* * *
Gelinen noktada AKP hükümeti, ABD’ye endekslenerek AB’yi bir nev'i rafa kaldırdı. Müzâkere süreci durdu. Türkiye’nin gerçek gündeminin başında gelen AB reformları âdeta askıya alındı.
Alây-ı vâlâ ile ortaya attığı “sivil anayasa”nın birdenbire derin bir kuyunun dibine atılırcasına, hükümetçe sivil toplum kuruluşlarına havalesinde aynı oyuna gelindi.
İnsan haklarının genişletilmesinde Ankara hâlâ aynı yerde. Hâlâ sırf fikirlerinden dolayı gazeteci ve yazarların yargılandığı 312’nin yeni versiyonları devrede. Düşünce özgürlüğü 301’e endekslenerek budandı. AİHM’e başvurularda artış var. Gözaltı ve soruşturma ihlâlleri devam ediyor.
Türkiye bir seçim ve bir referandum yaptı; lâkin siyasetin demokratikleşmesi için siyasî partiler ve seçim kanunları gündeme bile getirilmedi.
Kısacası son bir yılda demokratikleşmede AB standardına ulaşmada köklü bir çaba gözlenmiyor. Buna rağmen, “ilerleme raporu”nun ve daha uzun vadeli uyum ve uygulama yol haritasını ihtiva eden “strateji belgesi”nin artıları ve eksileriyle birlikte “olumlu” ve “ölçülü” olduğu; Türkiye’yi dışlamadığı bildiriliyor...
Bakalım, AB nasıl bir perspektif ortaya koyacak? Ve AKP hükümeti gündemin karartılması kâbusundan kurtulup Türkiye’nin gerçek gündemine dönüp bunu değerlendirebilecek mi?
06.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Giyotine giden diziler |
|
Televizyon arenası bu hafta rating savaşına sahne oldu… Ve rating giyotini birçok diziyi biçti.
“Komiser Nevzat,” “Tılsım Adası,” “Ertelenmiş Hayat” (atv) ilk etapta kaldırılan dizilerden…
“Acemi Cadı,” “Aşk Kapıyı Çalınca” (Star), “Eksik Etek” (Show TV), “Sana Mecburum” gibi diziler de satır yiyenlerden.
“Oyun Bitti,” (Kanal D) “Tatlı İntikam” (Star) ve yine büyük ümitlerle ekran alan “Yersiz Yurtsuz” (atv) gibi diziler de 10 bölüm sonrası ekrandan kalkan dizilerden.
Hele Hasan Kaçan’ın senaryosunu yazdığı ve “Ekmek Teknesi”nin gölgesinde kalan “Fesupanallah” (atv) da yayından kalkan dizilerden biri…
Ekranda kalan diziler ise Bıçak Sırtı (Kanal D), Kurtlar Vadisi (Show TV) ve Köprü (Star) oldu.
Çünkü Medya Takip Merkezi’nin verdiği bilgiye göre bu diziler reklam pastasından en çok payı alan yapımlar…
UYUŞTURUCU’LU TİŞÖRTLER
Son iki haftada İstanbul’un 22 ilçesinde baskınlar düzenlendi. Transit uyuşturucu madde kaçakçılığı yapanlar ve sokak satıcılarına yönelik gerçekleştirilen 115 ayrı operasyonda;
-52 kilogram eroin,
-256 kg esrar
-35 bin 700 adet sentetik uyuşturucu hap,
-700 gram kokain,
-Kalaşnikof marka otomatik tüfek, 9 adet ruhsatsız tabanca ve çeşitli dilici-kesici aletler ele geçirilmiş..
Dahası:
Polis, üzerlerinde keneviri yaprağı deseni, kokain, marihuana ve ecstacy yazılı olan 115 tişörte de uyuşturucu kullanımını özendirdiği gerekçesiyle el koymuş. Haberlerde izledik.
Satıcılar diyor ki, “Tişörtlerdeki yazının ne anlama geldiğini bilmiyoruz.”
Aman gençler dikkat. Üzerinizde “marka” diye giydiğiniz tişörtlerin ne anlama geldiğini “dil bilenlere” sorun.
Allah korusun belki de “uyuşturucuyu teşvik eden türde yazılar” tişörtünüzde “bilinçaltı” mesaj veriyor olabilir...
Bilinçsiz tüketicilerden olmayın ve fazla “özenti” düşkünü olmayın!
ŞÖHRETTEN DE ÖNEMLİ
Oscar ödüllü oyuncu aktris Cate Blanchett, gazetecilere, bebeğini gelecek Nisan’da dünyaya getireceğini ve çok heyecanlı olduğunu söyledi. İki çocuğu olmasına rağmen bu sözleri sarfediyor Blanchett.
Pop şarkıcısı Christine Aguielera ise bir dergiye verdiği demeçte, gelecek yılın başında ilk kez anne olacağını bildiriyor ve mutluluğunu medyayla paylaşıyor.
Onlar “evlilik” ve hatta çocuk düşkünü.
Bizim popüler olmuş ve şöhret düşkünü maydanozlar bırakın evliliği çocuk bile sevmezler. Evliliği sevmezler, çünkü eşlerinden çok çabuk bıkıyorlar. Çocuğu sevmezler, çünkü doğurduğu zaman, vücutları bozulurmuş. Çünkü o bedenlerini “şöhrete” satmışlardır.
Onlar ise çocuk için serveti ve ünü tepiyor. Hem film projelerini iptal ediyorlar, hem de konserleri.
Fıtri yaşam, hem şöhretten hem de paradan önemli. Onlar bunu kavradı, ya bizimkiler?
06.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Darbe üstüne darbe |
|
Dost ve kardeş ülke Pakistan yine ‘darbe üstüne darbe’ ile sarsıldı. Yıllar önce darbe ile işbaşına gelen bir yönetici, adeta kendi darbesini yetersiz bularak bir darbe daha yaptı. Bildik bir gerekçe ile: “Pakistan, uçurumun kenarına gelmişti, ülkeyi kurtardık!”
Tabiî ki her ülkenin kendine mahsus şartları vardır, ama bu şartlar hiç bir zaman “demokrasi”yi bertaraf etmeyi gerektiren şartlar olarak görülmemeli. Yani, bütün dünya ülkeleri demokrasi ile idare edilebilsin de sadece Pakistan mı ya da ‘İslâm ülkeleri’ mi idare edilemez olsun? “Darbe üstüne darbe” yapan anlayışın temelinde her halde bu anlayış olacak ki, seçimlerle gelişecek olan demokrasi yolunu yine tıkadılar.
Dünyada yaşanan her hadisede Amerika’yı suçlamak doğru olmaz, ama ‘hal ve gidiş’ böyle düşünmeyi gerektiriyor. Maddî ve manevî imkânları sebebiyle dünyaya hükmeden Amerika, istemese Pakistan’da ‘darbe üstüne darbe’ olabilir miydi? Darbe sonrası yapılan açıklamalar da tipik Amerikan anlayışını sergiledi: “Bizim menfaatlerimize zarar gelmediği sürece, Pakistan’da ne olduğu umurumuzda değil!”
Elbette kelimesi kelimesine böyle ifade edilmedi, ama Amerika’nın hadiseye bakış açısı maalesef böyle. Neymiş, darbeyi tasvip etmiyorlarmış; ama ‘terör’e karşı Pakistan ile birlikte yürütülen işbirliğine devam edeceklermiş!
Dünyanın yaşadığı en büyük çelişkilerden biri de bu durumdur: ‘Süper güç’ olan Amerika, gücünü; ‘haklı’dan yana değil, ‘menfaati ve güçlüden yana’ kullanmaktadır. Yani, tavrını ‘adalet’ten yana koymamaktadır. Bu durum da bir anlamda ‘kıyamet alâmeti’dir.
Dünya ilk defa bir ‘süper güç’le karşı karşıya değildir. Geçmiş asırlarda Osmanlı Devleti de ‘süper güç’ olmuştur, ancak bu iki süper güç arasında çok önemli bir fark vardır. Osmanlı Devleti, gücünü, tavrını ortaya koyarken ‘adalet’le hükmetmiş, her zaman ‘haklı’dan yana olmuştur. Amerika ise her adımında ‘güçlü’den yana olmayı ‘menfaatleri gereği’ görmüştür. Ancak bu anlayışın uzun yıllar devam etmesi ve ABD’nin hayırla anılması mümkün değildir.
Dünyanın neresinde olursa olsun, ‘haklı’dan yana tavır almayan bir yaklaşımın ‘dua’ alması münkün değildir. Pakistan’da yaşanan da bunun bir örneğidir. ‘Süper güç’ler ‘haklı’dan yana tavır almış olsa belki de dünya huzura kavuşacak, bütün diktatörlükler sona erecek. Ne var ki, o zaman da ‘ifsat şebekeleri’ işsiz kalacak, silah tüccarları haksız kazanç elde edemeyecek!
Pakistan’da yaşanan darbenin İslâm dünyasını da uyanışa sevketmesi gerekir. “Amerika sessiz kalarak diktatörlerin ömrünü uzatıyor” tesbiti doğru, ancak bu tesbiti yaparak bir yere varmak mümkün değildir. Böyle hadiseler sonrası İslâm dünyası da sessiz kalmamalı, tavrını ‘haklı’dan ve demokrasiden yana koyabilmelidir. İslâm ülkelerinin ‘çatı teşkilatı’ olan İKÖ gibi kurumlar da ‘darbeci’lere çağrı yapabilmelidir. Bunun için İslâm dünyası ‘darbeci anlayış’tan uzak kalmayı başarmalı, darbecilerin tuzağına düşmemelidir.
Allah’ım, İslâm dünyasını her çeşit darbecinin şerrinden koru. Amin.
06.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Bir toplumun yıkılışı |
|
“İleri gelenlerinin ve âlimlerinin onları günah söz söylemekten ve haram yemekten sakındırmaları gerekmez miydi? Onların san'at haline getirdikleri ne kötü birşeydir!”
Maide Sûresinin 63. âyetinin meâlinde yer alıyor bu ifadeler. Müfessirler, Kur’ân’da âlimlere hitap eden en şiddetli âyetin bu olduğunu söylerler. Görüldüğü gibi makam ve derece arttıkça, yükseldikçe sorumluluk ve yükümlülükler de artıyor. Nasıl bir işyerinin hizmetlisiyle amirinin sorumlulukları arasında dağlar kadar fark varsa, toplumun ileri gelenleriyle âlimlerinin yükümlülükleri ve sorumlulukları da o kadar büyük ve önemlidir.
Çünkü bu iki sınıf binleri, on binleri, hatta milyonları bile olumlu veya olumsuz yönde etkiler, yönlendirebilirler. Hadis-i şerifte, “Ümmetimden iki sınıf düzelirse toplum da düzelmiş olur. Bozulduklarında toplum da bozulur. Bunlar âmirlerle âlimlerdir”1 buyurulmuyor mu?
Kişi ve toplumları mahveden çeşit çeşit günah, haram ve zulümleri önlemede en etkili güçlerden biri idareciler, diğeri de alimlerdir. Biri anlatır, diğeri tedbir getirir. Bir toplumda bu görevler hakkıyla yapılmazsa kötülükler kuvvet bulur, yaygınlaşır, güven kaybolur, huzur ve hayatın tadı kaçar.
İşte yukardaki âyet, “Zulüm ve kötülükler karşısında sakın sessiz kalmayın. Bunu sanat ve meslek hâline getirmeyin” anlamında şiddetli bir ikazda bulunarak yönetici ve bilginlere aslî görevlerini hatırlatıyor.
Uyuşturucu ve zararlı alışkanlıkların ağına, terör tuzağına düşmüş gençlerin o hâle gelişlerinde acaba uyarıcı görevleri olan bilginler ve bir kısım hukukî yetkilere sahip yöneticiler sorumluluklar ve yükümlülüklerini ne ölçüde yerine getiriyorlar?
Huzurlu ve mutlu bir toplumun kuruluşunda bu iki sınıfa olduğu gibi anne-baba, öğretmen ve vatandaşlara da elbet bir kısım görevler düşüyor.
Ancak öncelikle âmirlerle âlimler toplum düzenini sarsıcı hareketlere göz yummamalı, “Nemelâzım” dememeli, sessiz kalmamalı, görevlerini mutlaka yapmalılar. Aksi halde Kanuni Sultan Süleyman’ın, “Osmanlının sonu ne zamandır?” sorusuna, “Nemelâzım!” diye çok veciz cevap veren, yani “Yetkili ve ilgililer haksızlık ve yanlışlıklar karşısında nemelâzım deyip görmezden geldiklerinde Osmanlının sonu demektir” demek isteyen Yahya Efendinin dikkat çektiği gibi, umursamaz, nemelâzımcı tavırlar toplumun sonunu hazırlamak, fiilen toplumun intiharı için fetva çıkarmak demektir. Düşmanın istilâ ve işgaline gerek kalmadan toplumlar kendi kendilerini yiyip bitirirler.
Demek dünyayı Cennete çevirebilecek özellikte bulunan âlimlerle âmirlerin görevlerini yapmamaları her şeyin altüst olmasına yetebiliyor.
Dipnot: 1. İhya, 1: 15 (İbni Abdiberr’den).
06.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Bediüzzaman’da meşveret pratiği, kişileri meşveret |
|
Eserlerini kendisi için yazar Bediüzzaman! Zaten herbir risâlesini yüzlerce kez okuması, öncelikle nefsini muhatap aldığının delili. Daha, Birinci Söz’ün başında, “Birkaç hakikati nefsimle beraber dinle. Çünkü, ben nefsimi herkesten ziyâde nasihate muhtaç görüyorum… Nefsime demiştim. Şimdi, nefsime diyeceğim...”1 diyerek dört kere; diğer eserlerinde yüzlerce kez, “Ey nefsim!” diye kendisine hitap eder.
İşte, ilimde deha, görüş ufku çağları tarayan Bediüzzaman, Asr-ı Saadet meşveret anlayışını hizmet sisteminin esası yaparak, mutlaka katılımı sağlar:
“Ve işlerde onlarla istişare et”2 “Onların aralarındaki işleri, istişare iledir”3 emriyle, “Kardeşlerimle bir meşverete muhtacım”4 diyerek fiilen gösterir. “..hizmet-i Kur’ân’daki kardeşlerimin nazarlarına arz edip meşveret etmek ve onların fikirlerini istimzaç etmek (kaynaştırmak) (...) için (...) onlara müracaat ediyorum”5 sözüyle hem meşverete, hem de ehl-i hizmete verilmesi gereken önemi vurgular:
Nur cemaatinde meşveret ve istişare esastır. Siz, meşveretle ne lâzımsa yaparsınız.6 Şimdi siz, aranızda münakaşasız bir meşveret ediniz. Kararınızı kabul ederim…7 Bu mektupta bir ince meseleyi meşveret sûretiyle reyinizi almak için gönderdik.8 Asıl fikir sahibi, sizler ve Risâle-i Nur’un has şakirtleri ve müdakkik naşirleri, meşveretle, hususan Isparta’dakilerle, maslahat ne ise yaparsınız.9 Bu kudsî hizmette teennî ile, meşveretle, ihtiyatla çalışmak lâzımdır.10 Şakirtlerin uygun görmesiyle… o vazifeleri taksimü’l-a’mâl (işbölümü) sûretinde herbir şakirt bir vazifesini yapmaya başlasın.11
Nefis ve hislerin müdahalesiyle, tartışmalı ve sıkıntılı meselelerin meşveretle halledilmesinin yollarını gösterir: Aranızdaki samimî tesanüt ve meşveret-i şer’iye, sizi öyle şeylerden muhafaza eder. İçinizdeki şahs-ı manevinin fikrini, o meşveretle bildirir.12 Nefis ve şeytan, sizi, kardeşinize karşı itiraza ve haklı olarak tenkide sevk ettiği vakit, deyiniz ki: “Biz, değil böyle cüz’î hukukumuzu, belki hayatımızı ve haysiyetimizi ve dünyevî saadetimizi Risâle-i Nur’un en kuvvetli rabıtası olan tesanüde feda etmeye mükellefiz. O bize kazandırdığı netice itibarıyla dünyaya, enaniyete ait herşeyi feda etmek vazifemizdir” deyip nefsinizi susturunuz. Medâr-ı nizâ (tartışma sebebi) bir mesele varsa meşveret ediniz. Çok sıkı tutmayınız; herkes bir meşrepte olmaz. Müsamahayla birbirine bakmak şimdi elzemdir.13
İstişarenin hasımlarına karşı da uyarır: Hürriyetin olduğu gibi, meşveretin de düşmanları vardır: Fikrimce, meşrûtiyetin düşmanı, meşrûtiyeti gaddar, çirkin ve hilaf-ı Şeriat göstermekle meşveretin de düşmanlarını çok edenlerdir.14 Eğer hürriyeti, meşveret-i şer’iyenin terbiyesine verse, bu milletin eski satvet ve kuvvetini ihyâ edecektir. Eğer veba-yı ağraz-ı şahsiyeye müsadif olsa (rastlasa); istibdad-ı mutlaka (tam diktatörlüğe) dönecek, o çocuk ölecek…15
Acaba istihdam etmek veya birlikte çalışma zemini oluşturmak için kişileri meşveret edebilir miyiz? Bediüzzaman, çok çarpıcı bir metot geliştirir: Bir adam onunla teşrik-i mesai etmek (birlikte çalışmak, ortak iş yapmak) ister, seninle meşveret eder. Sen de, sırf maslahat için, garazsız olarak, meşveretin hakkını edâ etmek için desen: “Onunla teşrik-i mesai etme. Çünkü zarar göreceksin.”16 Yani, tenkit başka bir şeydir, mihenge/ölçüye, teraziye vurmak başka bir şeydir, insanları değerlendirmek bambaşka bir şeydir. Burada, “maslahat, garazsız ve meşveretin hakkını vermek” anahtar kelimelerdir. Bunun dışında yapılan bütün değerlendirmeler gıybettir ve ölü kardeşinin etini yemek gibidir...
Dipnotlar: 1- Sözler, s. 11.; 2- Kur’ân, Âl-i İmrân, 159.; 3-Şûrâ, 38.; 4- Emirdağ Lâhikası, s. 23.; 5- Mektûbât, s. 394.; 6- Emirdağ Lâhikası, s. 125.; 7- Şuâlar, s. 289.; 8- Emirdağ Lâhikası, s. 339.; 9- Age, s. 96.; 10-Age, s. 73.; 11- Age, s. 164.; 12- Kastamonu Lâhikası, s. 91.; 13- Age, s. 181.; 14- Tarihçe-i Hayat, s. 63.; 15- Beyanat ve Tenvirler, s. 32.; 16- Mektubat, s. 267.
06.11.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Siyasilerin Risâle-i Nur'la alâkadarlığı |
|
Bediüzzaman Hazretlerinin vefatından evvel olduğu gibi, vefatından sonra da siyasilerin Risâle–i Nur'la olan alâkadarlığı devam etmiştir.
Bu açıdan bakıldığında, son beş–on yıllık kesinti yahut tevakkuf hali, bir hayli düşündürücüdür, elbette.
Ancak, şunun bilinmesi lâzımdır ki, özellikle 1965'ten 1995'lere kadar süren otuz yıllık süreç içinde, Said Nursî, eserleri olan Risâle–i Nurlar ve Nur Talebeleri, daima siyasilerin ilgisini çekmiş, lehte yahut aleyhte onları bir şekilde meşgul etmiştir.
* * *
1965 yılı (10 Ekim) genel seçimlerinde partisi hezimete uğrayan CHP'nin Millî Şefi İsmet Paşa, bu mağlubiyetinin faturasını Nurculara keser, bir yandan da "Beni onlar yıktı" diyerek, her fırsatta bu dâvânın mensuplarına yüklenmeye ve sataşmaya çalışır.
İşte, o günlerde İsmet Paşanın başlatmış olduğu bir tartışma (daha doğrusu sataşma), gazetelerin birinci sayfasından toplumun gündemine yansıyordu.
Daha çok Ulus ve Cumhuriyet gazetelerinde geniş yer verilen İsmet Paşanın konuşmaları o derece zıvanadan çıkıyor ki, artık dönüp sahibini tekzip edecek, hatta bunak durumuna düşürecek bir mahiyete bürünüyor.
Meselâ, şunları söylüyor İsmet Paşa (Parantez içindeki ifadeler bize ait):
1) "Said Nursî, okuma–yazma bilmeyen bir cahildi... Volkan gazetesinde yazdığı yazılarla 31 Mart’ı körüklemiştir."
(Bir kimse nasıl hem cahil olur, hem de yazdığı yazılarla kitleleri harekete geçirir? Kaldı ki, Said Nursî, o tarihte kurulan mahkemede suçsuz bulunmuş ve beraat etmiştir.)
2) "AP Başkanı Demirel, Said Nursî’nin halifesidir. Değilse, çıkıp açıkça ‘Ben halife değilim desin.’"
(Manşetten duyurulan bu çıkışa, Demirel şu karşılığı verir: "Paşamız hayli yaşlanmış ve anlaşılan bunamıştır. Zırvalayıp duruyor." 1966'da yaşanmış olan bu hadiseyi, 1985'te Demirel'in Tuzla'daki evinde bizzat kendisinden de dinledik.)
* * *
Demokrat Parti misyonunu devam ettiren AP Genel Başkanı Demirel, 1976'da Aydınlar Ocağında vermiş olduğu bir konferansta, Risâle–i Nur'u takdirle yâdediyor ve bu eserlerin yasaklanamayacağını söylüyordu.
Aynı Demirel, 1990'da Kocatepe Camiinde ilk kez tertiplenen "Bediüzzaman Mevlidi" vesilesiyle gönderdiği kutlama telgrafında, Üstad Bediüzzaman'ın büyük bir İslâm âlimi olduğunu ifade ediyor ve onu bu sözlerinden dolayı muaheze edenlere de "O zât için 'Büyük İslâm âlimi değildir' diyenlerin alnını karışlarım" diye meydan okuyordu. (1991'de, İstanbul Marmara Grubunda verdiği konferansta da aynı savunmayı yaptığını biliyoruz.)
Tıpkı rahmetli Menderes gibi Demirel'in de 1990'lı yıllarda Said Nursî'ye sahip çıktığı, pekçok kimseye Risâle–i Nur'u tavsiye etiği bir Türkiye'de, ne yazık ki son on yıldır siyaset âleminde âdeta bir tevakkuf hali yaşanıyor.
Önceki Meclislere kıyasen, en fazla dindarların bulunduğuna kanaat getirdiğimiz bugünkü Meclis üyeleri arasından bir tek mebusun çıkıp da, ülkenin huzur, güven, asayiş ve kardeşlik gibi en mühim, en hayatî konularında Üstad Bediüzzaman'ı hiç hatırlamaması, her biri başlıbaşına birer reçete olan eserlerinden hiç söz etmemesi, bize bir hayli düşündürücü geldiği için, birkaç gündür bu konuları sizlerle yeniden paylaşmaya çalıştık.
Ne diyelim; Allah baştaki başlara akıl, iz'an, feraset, yüreklerine de cesaret versin.
Sağlık
Nereden çıktı bu zeytinyağı?
Geçen hafta iki gün "zeytinyağı" konusunu yazmamız, bu İlâhî mûcizenin faydalarından bahsetmemiz, bazı okuyucularımızın dikkatini fazlasıyla çekmiş olmalı ki, şu muhtelif suâllere muhatap olduk:
* Nereden çıktı şimdi kardeşim, bu zeytinyağı konusu? Gündemdeki âcil konularla bunun ne alâkası var?
* Tarif ettiğiniz güvenilir halis zeytinyağını nasıl ve nereden temin edebiliriz?
* Siz hangi marka yağı kullanıyorsunuz? Kolayca temin edebiliyor musunuz?
* Biz de en az sizin kadar zeytinyağı müptelâsıyız. Hem katık, hem ilâç niyetine kullanıyoruz. Ancak, bazılarımızın çocukları bu yağı yemeklerde ağır buluyor. Onları buna nasıl alıştırmalı?
* * *
Suallerin cevabını kısa kısa vermek durumundayız.
Büyük bir İlâhî nimet olan zeytinyağını–şahsen–ülkenin gündemiyle bir şekilde irtibatlı buldum.
İki gün önceki şu haber, sizlerin de dikkatini çekmiş olmalı: "Terör şiddet ve sınırötesi haberleri stres yapıyor. Dozu giderek yükselen bu tür haberler, toplumda huzursuzluğa ve psikolojik bozukluğa yol açıyor..."
Hakikaten, bazı kimselerin bu noktada asabileşerek, neredeyse sürmenaj olma raddesine geldiğine bizler de şahit olduk.
İşte, ülke genelinde böyle alabildiğine tırmandırılan şiddet ve gerilim ortamının bir şekilde yumuşaması ve yumuşatılması gerekiyor. Hasta edecek derecede yükselen stres ve tansiyonun düşürülmesi icap ediyor.
Zeytinyağı mûcizesinin, mide ve bedenî sıhhat noktasında olduğu kadar, bu tür ruhî ve içtimaî marazları dindirmeye de faydası olacağı kanaatiyle, o konuyu yazma ihtiyacını duyduk.
* * *
Diğer suâller ise, daha ziyade teknik bilgilerle bağlantılı görünüyor.
Burada isim vermek doğru olmaz; ancak, biz İstanbul'da zeytinyağını son derece güvenilir imalatçılardan temin edip alıyoruz.
Türkiye genelinde ise, yine güvenilir bazı arkadaşlarımızdan aldığımız bilgilere göre, devlet ortaklı Vakıflar, Tariş ve Marmarabirlik gibi markaların yeni mahsül sızma zeytinyağları kullanılabilir.
Diğer özel firmalar hakkında burada herhangi birşey söylememizin doğru olmayacağını sizler de takdir edersiniz.
En iyisi, bizzat kendinizin araştırarak kaliteli ve güvenilir zeytinyağı çeşitlerini tesbit ve temin etmeye çalışmanız.
* * *
Halis zeytinyağına çocukları alıştırmak, çok da zor olmasa gerek. Evvelâ, bunun en sıhhatli bir ilâç mesabesinde olduğuna onları inandırmak gerek. Sonra da, alıştırmaya birden bire değil, ama tedricî ve kademeli bir yolu tercih etmeli.
Bilmeliyiz ki, uyku düzeni gibi, yeme–içme düzeni de alışkanlığa bağlı. Zaman içinde istenilen alışkanlığı kazanmanın önünde ciddi hiçbir engelin bulunmadığına inanmak lâzım.
06.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Kürt devleti |
|
John Abizaid, bir konuşmasında, ABD’nin bölgede 50 yıl daha kalacağını öngördü. Aslında bu ifadeler karanlıkta ıslık çalmaktan farklı değil. Bu ifadelerle bölgenin direnci kırılmak ve Amerikan varlığını kabullendirmek isteniyor. Elbette ki, Amerika çok kısa bir süre sonra çekilecek. İstediği için değil, ama şartlar gerektirdiği için olacak. ABD’nin bölgede 50 yıl daha kalacağını öngörenlerden birisi de eski CIA başkanlarından ve halihazırdaki Savunma Bakanı Gates’in tâ kendisi. Irak’ı Güney Kore’ye benzeterek, Güney Kore’de 50 yıl kaldıkları gibi, Irak’ta da kalacaklarını ima etti. Gerçi, bazı Amerikalılar, işgal hengâmesinde Irak’ı Almanya ve Japonya’ya benzetmişlerdi. Bu benzetmelerin gerçeklerle hiçbir alâkası yok. Geçenlerde Başbakan Erdoğan da Barzani gibilerine ‘ABD gider, biz yine başbaşa kalırız’ şeklinde bir hatırlatmada bulunmuştu. Bu ifade inşaallah bir züğürt tesellisi olmaz. Bu ifadelerde ‘ABD giderse gününüzü gösterir ve haddinizi bildiririz’ yaklaşımı gizli ise de aslında benzeri bir açıklamayı 1989 yılında Jivkov’un Bulgarlaştırma kampanyası ve Türkleri tehciri sırasında merhum Özal yapmıştı. ‘70 milyon olursak gösteririz’ şeklinde konuşmuştu. Şimdi Türkiye belki de 70 milyonu geçti, ama ortada ne Jivkov kaldı, ne de eski Bulgaristan. Kaderin bir cilvesi, Jivkov baykuşunun sarayında, bölge ülkelerinin liderleri Diyanet Reisi Bardakoğlu’nun arkasında teravih namazı kıldılar. Tarihin akışını kestirmek kolay değil. 28 Şubat süreci de kimilerine göre bin yıl sürecekti. Bununla birlikte, Greespan ve John Abizaid’in işgali petrole bağlamaları çok önemliydi. Zaten İngilizlerin de Irak’ı işgalleri ve Osmanlı’yı tasfiye etmelerinin gerisinde de petrol gibi yeraltı zenginliklerinin paylaşımı vardı. Bu emperyalist amaç, şimdi Amerikalılara devretmiş oldu. Rumsfeld de petrolün Müslümanları tembelleştirdiğini söyledi. Bu da doğru, ama devamını unutmuş. Müslümanların sahipsiz yeraltı zenginlikleri Amerikalıları da açgözlü ve azgın hale getirdi. Onlar da ulusların zenginliğine el koyma mücadelesi veriyorlar. Bu bağlamda, kimileri Demokratların müzaharet ettiği Ermeni tasarısı gibi Irak’ın bölünmesi tasarılarının da petrol amaçlı olduğunu ileri sürüyorlar.
***
Ama Abizaid’in de ifade ettiği gibi, petrolün yanında, bir de İsrail’in güvenliği var. 1921 yılında Churchill düzeninden sonra bölgenin bir defa daha bölünmesi İsrail’in güvenliği çerçevesinde gündeme gelmiştir. Irak’ın bölünmesi, elbette ki iştah içinde olan petrol şirketleri için iyi bir haber olacaktır. Veya petrol şirketlerinin “İncil”i(müjde) olacaktır. Bununla birlikte, Irak’ın ve bölgenin bölünmesi ve burada bir Kürt devletinin kurulması özünde bir Siyonist projedir. İsrail’in bu projesinin adı ilk önce Hollandalı bir gazetecinin Nasır’a verdiği ‘Karınca Belgesi’ adlı bir vesikada geçiyor. Bu vesika, İsrail Genelkurmayının bölgeyi yeniden biçimlendirme ve bölme planlarının bir özeti. Sözkonusu belge veya vesika 1957 yılında neşredilen ‘İsrail hançeri’ adlı kitapta da yer alıyor. Bu vesikanın bulunması ve neşri Üçlü Saldırı dönemine denk geliyor ve Daru Dimeşk tarafından 1957 Temmuz’unda yayınlanıyor. Bu vesikaya göre, bölge birçok devletçiğe bölünüyor. Bunlar arasında Sahra ve Tedmur Dağı çevresinde bir Dürzi devleti var. Cebel-i Amil’de bir Şii devleti kuruluyor. Cebel-i Lübnan’da ise bir Maruni devletçiğine ayrılıyor. Lazkiye’den Türkiye sınırlarına kadar da bir Alevi devleti inşa ediliyor. Kuzey Irak’ta da bir Kürt devleti kurgulanıyor. Mısır Kıptilerine de duruma göre ya bağımsızlık, ya da özerklik tanınıyor. Bu haritalar güncelleşerek devam ediyor. Sözgelimi, Garaudy, Siyonizm Dosyasında bu haritalardan bahsediyor. Bernard Lewis’in Pentagon dergilerinde böyle bir harita yayınladığı ifade ediliyor. Ralph Peters ise, Doğan Güreş Paşa’nın da temas ettiği gibi, böyle bir haritayı ala mele’in nas yayınladı bile. Bu haritaya göre, Diyarbakır ile Tebriz arası Kürdistan oluyor ve Ralph Peters bu harita üzerine şu yorumu yapıyor: “Bulgaristan’dan Japonya’ya kadar en candan ve en iyi müttefikimiz onlar olacak...”
***
Evet, bu haritalar Osmanlı’nın tasfiyesinin son perdesi. Daha önce Şerif Hüseyin gibi hainleri kullandılar ve bu ihanet İttihatçı gafletiyle birleşince acı meyvesini verdi ve Arapların Nakba dedikleri faciaların anasına yol açtı. Bu büyük facia, artçı faciaları da tetikledi ve bunun sonucu olarak İsrail kuruldu ve Filistin ile Kudüs kaybedildi. Şimdi birinci taksimin ürünleri kalıcı olabilmek için ikincisini planlıyorlar. Bush’un İslâm dünyasına vahşi saldırısının arkasında bu vardır.
06.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|