|
|
Mustafa ÖZCAN |
İttihatçılardan ulusalcılara... |
|
Kürtçülük meselesi aslında Fransız Devriminin günümüze yansıyan akislerinden ve türevlerinden birisidir. Fransız Devrimi birkaç gelişmeyi tetiklemiştir. Birincisi, modernizm, ikincisi de, merkeziyetçiliktir. Modernizm içinde laiklik ve dine yabancılaşma da barındırmıştır. Klasik yapıyı darmadağın etmiş ve imparatorlukları çözmüş ve millî devletçikler dönemini açmıştır. Dine yabancılaşma olduğu nisbette din dışı ideolojiler; önce milliyetçilik sonra da komünizm şeklinde zuhura gelmiştir.
Fransız Devrimi modern bir Babil Kulesinin yıkılışıdır. Belki Sedd-i Zülkarneyn’in yıkılmasıdır. Zülkarneyn Seddinin bir başka bölümü de Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı’nın yıkılması ve Ekim Devrimi ile yıkılmıştır. Fransız Devrimi olmasaydı, Ekim Devrimi (17 Ekim) gerçekleşmez, Osmanlı yıkılmaz, Türkiye Cumhuriyeti ve İsrail devletleri kurulmazdı.
Modernizmle birlikte devletin merkeziyetçiliği de artmıştır. Bir taraftan merkeziyetçilik gelişirken diğer taraftan da dinin yerini milliyetçilik almaya başlamıştır. Modernizm dini açıdan tepki hareketlerini doğururken merkeziyetçilik de milliyetçiliğe bağlı olarak adem-i merkeziyetçi eğilimleri körüklemiş ve kışkırtmıştır. Esasında, bu suretle Yavuz’dan beri kaim olan dine dayalı üst yapı yavaş yavaş aşınmaya başlamıştır. Yavuz Sultan Selim ve hatta öncesinde kenar ile devlet arasındaki ilişki esnek ve gevşektir. Ama merkezileşmeyle birlikte bu gevşeklik zorlanmaya ve zorlanma da ayrışmaya yol açmıştır. Adem-i merkeziyetçilik merkezin değil, kenarın ve milliyetçilik ideolojisinin hizmetine girmiştir. Fransız Devrimiyle birlikte gelişen milliyetçilik, adem-i merkeziyetçilik umdesini (self determinasyon prensibi) ideolojik hale getirmiş ve ayrılıkçılığın aracı ve basamağı yapmıştır. Bu açıdan devlet Fransız Devrimi öncesi gevşek yapıyı muhafaza edemezken; artan milliyetçilik dalgalarıyla da nasıl başedeceğini kestirememiştir.
Fransız Devrimi’nin Mısır’daki ilk etkileri Mehmet Ali Paşa ile varlık sahasına çıkmış ve meyvesini Hidivliğin yıkılışı ve Nasır ile vermiştir. Nasır bizde Kemalist devrimlere tekabül eder. İttihatçılık üzerinden Fransız devriminin bir inikasından ibarettir. Zaten 1952 Hür Subaylar darbesini organize eden Aziz Ali Paşa Elmısri gibiler İttihatçı artıkları veya Arap İttihatçılarıdır. Irak’ta da onların yerinde Nuri Said Paşa ve Satı Hüsri gibilerini görmekteyiz. Fransız Devriminin estirdiği bu modernizm, merkezileşme ve adem-i merkeziyetçilik ile buna karşı koyma dalgaları ve fırtınaları arasında Osmanlı gemisini kayalıklara çarpmaktan ve köpek balıklarına yem olmaktan kurtaran Sultan Abdülaziz ile İkinci Abdülhamid Han’ın dirayetli ve hakimane idaresi olmuştur ve ikisini de Fransa’nın estirdiği karşı aynı akım ve cereyan alaşağı etmiştir. Osmanlı onlar sayesinde erken bir çöküntüden kurtulmuştur. Ama gemi su almaktadır. İşte bu hengâmede İttihatçılar devreye girmiştir. 1908 ve 1909 yılında tam muvaffak olmuşlar, ama onların 10 yıllık muvaffakiyeti Osmanlı’nın tasfiyesi yılları olmuştur. 1908 ile 1918 yılları arasında koskoca bir imparatorluk Titanik gibi tarihe gömülmüştür. Ondan 5 yıl sonra da cumhuriyet rejimi kurulmuştur. 1908 ile 1923 arasındaki yıkılış ve kuruluş devresi 15 yıl sürmüş ve buna mukabil, bir 15 yıl da Mustafa Kemal’in iktidar yılları vardır. Yani 30 yıl arasında bir devre kapanmış ve yeni bir devre açılmıştır.
***
Osmanlı’yı dağıtan ise bütün iyi niyetine rağmen İttihatçı mantığı olmuştur. Ancak Osmanlı’nın dağılmasından sadece İttihatçılar sorumlu değildir. Büyük Arap Devrimi adıyla yapılan Şerif Hüseyin’in isyanı da karşı darbeyi oluşturmuştur. Yani Osmanlıyı yıkan Cemal Paşa anlayışı ile Şerif Hüseyin’in ona mukabelesi olmuştur. Bugün de Türkiye’de ulusalcılık İttihatçılığın oynadığı rolü oynuyor. Şerif Hüseyin’in yerinde de Kürt partileri bulunmaktadır. Şerif Hüseyin nasıl Magmohon veya Lawrence ve onların üzerinden İngiliz tahtıyla işbirliği yapmış ve münasebet kurmuşsa bugünkü Şerif Hüseyin’in makamında olan Barzani ve Talabani de Bush’un ilk Irak Valisi Jay Gardner ile aynı ilişki türünü yürütmüştür. Az gittik uz gittik 90 yıl sonra yine aynı noktaya geldik. Ama İttihatçılık nasıl çözüm olmamışsa Şerif Hüseyin’in bilvekâle misyonu da ne kendisine ne de bölgeye saadet ve huzur getirmiştir.
Yine bölge karar aşamasında. İkinci Churchill dönemi ile karşı karşıya. Lâkin bu defa tarih İngiliz-Amerikan imparatorluğunun nöbetleşmesi şeklinde değil 100 yıllık fasıla ile Osmanlı’nın yeni Osmanlı’ya kavuşması şeklinde olacak ve tezahür edecektir. Bunun önündeki bütün engeller yıkılacaktır. Bu çerçevede elbetteki Kürt meselesi gibi meselelere yeniden çözüm bulunacaktır. Bu çözüm, belki de içinde gevşek idareyi barındıracak ama bu gevşek idare Batı anlayışı tarzında olmayacaktır. Bunun maksadı bölmek değil toparlamak olacaktır. Bediüzzaman’ın karşı çıktığı adem-i merkeziyetçi veya Prens Sabahaddinci anlayış Batıcı ve bölücülüğe kapı aralayan anlayıştır. Maalesef Batıcı Kürtçü zümreler Bediüzzaman’ı da kendilerine dayanak yapmak istiyorlar. Halbuki Bediüzzaman onların panzehiridir. Yoksa o Yavuz dönemindeki yapıya karşı değildir. Dolayısıyla Yavuz ve önceki dönemlerde gevşek ve rahat idarî yapı ile Batıcı adem-i merkeziyetçi anlayış zinhar birbirinden çok farklıdır. Batıcı anlayışla varılan adem-i merkeziyetçiliğin sonu bölünme ve dağılmadır. Bunun aksini iddia eden tarihten bir şey anlamamıştır.
***
Bugün maalesef tarih İttihatçı kalıntılarıyla Şerif Hüseyin kalıntıları arasında yeni bir kamplaşmaya ve yeni tur ve fasıl mücadelelere sahne oluyor. Bir tarafta ulusalcılar diğer tarafta Buti’nin deyimiyle partizan Kürtler var. Kısaca şunu söylemek mümkün: Bush’un misyonunun yarım kalması kaçınılmazdır. Bundan dolayı ikinci defa bölünme hiç gerçekleşmeyecektir. Fiziken bölgede bir Kürt devletinin kurulması imkânsızdır. Kimse boşuna zahmete girmesin. Kurulsa bile sonu Mehabat’tan farklı olmayacaktır. Bundan dolayı, bu şartlar altında iki tarafın ulusalcılarının da gidebileceği nokta sınırlıdır. Tih sapağında ve çıkmazında sağa sola rahatsızlık vermekten öteye gidemeyeceklerdir. İnatlaşma ile tıkanma ve çıkmaz sokaktan başka bir yere varılmaz.
02.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
6 Kasım daha önemli |
|
Gözler, 5 Kasım Pazartesi günü Beyaz Saray’da Erdoğan’la Bush arasında yapılacak görüşmede. Genelkurmay Başkanı bile sınırötesi operasyona dair soruları “Başbakanın dönüşünü beklemek zorundayız” diye cevapladı.
Aslında önceki görüşmeleri dikkate aldığımızda, bu görüşmeden de dişe dokunur bir netice çıkacağını ummak hayli abes gibi görünüyor.
Nitekim Başbakanın görüşme öncesi Bush’a yönelik olarak giderek sertleştirdiği mesajlara Beyaz Saray’dan gelen cevabın, “Bush Erdoğan’a itidal telkin edecek” olması dikkat çekici.
Yani, bir kez daha dağ fare doğurabilir. Ve haftalardır sınırötesi operasyon diye ortalığı ayağa kaldırıp savaş tamtamları çalanlar, yine ABD engelini aşamama hüsranını yaşayabilirler.
Bu bakımdan, 5 Kasım’a takılmamak lâzım.
Ama bu görüşmeden hemen bir gün sonra, 6 Kasım’da Türkiye’yi çok yakından ilgilendiren çok daha önemli bir gelişme var: AB Konseyi 2007 Türkiye ilerleme raporunu açıklayacak.
Raporun muhtevasıyla ilgili olarak şimdiden medyaya yansıyan bilgiler, bu dokümanda “ilerleme”den ziyade bir “duraklama ve mesafe alamama” tesbitinin yer aldığına işaret ediyor.
Aslında içeridekiler olarak bu durumu biz de yakînen biliyor ve yaşıyoruz. Brüksel’den müzakere tarihi aldığımız 17 Aralık 2004’ten bu yana demokratikleşme reformlarında kayda değer hiçbir yeni adım atılmadığını şimdiye kadar defalarca ifade ettik.
Hükümetin, askerî güvenlik bürokrasisince hazırlanan millî güvenlik siyaset belgesine evet demesi; Şemdinli olayında, bizzat AKP Genel Başkan Yardımcısı Fırat’ın da itiraf ve ikrarıyla affedilmez bir hata yaparak hukuk ve demokrasi yolundan inhiraf etmesi ve sonrasında bu vahim kırılmalara bağlı olarak yaşanan zincirleme olumsuzluklar hepimizin gözü önünde.
Bu sene yapılan milletvekili ve cumhurbaşkanı seçimleriyle 21 Ekim referandumu, her ne kadar bazıları tarafından gündemi aylarca meşgul edip ülkeye çok zaman kaybettirdikleri iddiasıyla eleştirilseler de, hem derin tazyiklerin bulandırdığı havayı dağıtmaları, hem de hayli zamandır ara verilen demokratikleşme sürecini yenileme fırsatı vermeleri cihetiyle önemliydi.
Dahası, referandum bundan sonraki cumhurbaşkanı seçimlerini halka devretmesi bakımından başlı başına çok büyük bir reformdu.
Buna karşılık, gösterişli, ama tartışmalara yol açan bir startın ardından yeni anayasa çalışmalarının hükümetçe rölantiye alınması, yıllardır çözümsüzlüğe mahkûm edilen 301 sorununa hâlâ el atılmaması ise eksi puan hanesine yazılı.
Ve AB’nin 2007 ilerleme raporu, öncekiler gibi, düzeltemediğimiz kusur ve ayıplarımızı bir kez daha yüzümüze vuran bir belge niteliğinde.
Ama insafsızca eleştiren değil, yapıcı bir yaklaşımla bizi düzeltmeye teşvik eden bir belge.
Yani, AB’nin 6 Kasım’da açıklayacağı belge, geleceğimiz açısından, bir gün önce Washington’da yapılacak görüşmeden çok daha önemli.
***
Erdal İnönü, ceberut uygulamalarıyla tarihteki yerini alan Millî Şefin mutedil oğluydu. CHP çizgisinin ve siyasî iklimin yumuşamasına sağladığı önemli katkı maalesef devam edemedi. Allah rahmet eylesin. Ailesine taziyetlerimizi sunarız.
02.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Panzehir... |
|
“Sınırötesi operasyon” ve “terörle mücadele” tartışmaları, son günlerin ülke içindeki etnik kışkırtmalarla bir başka mecraya kaydı. Anlaşılan,“asimetrik tahrik”le kavmiyetçilik belâsıyla milletin birliği zehirlenmek isteniyor…
Bu hususta maddî ve inzibatî tedbirler de işe yaramıyor. Amerikan Dışişleri Bakanının Ankara’ya gelmesi, Başbakan’ın iki gün sonra Amerika’ya yapacağı ziyarette Bush’la görüşmesi bile gündemin gerisinde kalıyor.
Bunun için öteden beri istimal edilen âletler yeniden devrede. Okyanuslar ötesinden hazırlanan “etnik ayrılık senaryoları” tek tek sahneye konulmakta…
Başta medya olmak üzere topyekûn Türkiye’nin bu belânın önünü alması, bununla uğraşması gerekirken, ne yazık ki gündem neredeyse, bir “Hollywood yıldızı”nın Ankara’da devlet başkanları gibi karşılanması, Anıtkabir’e gitmesi, Çankaya köşkünde resepsiyonda sol eli cebinde devlet zirvesiyle tanışmasına odaklandırıldı.
Mâlum medya, Havyarı Hazar Denizinden, taze meyvesi Antalya’dan uçakla getirilen Kevin Costner’in, “Atatürk filmi”nde rol alıp almayacağı tahminleriyle oyalandı. Başbakan bile bunu kendisine sordu…
Tam da Ankara’da bizzat Belediye Başkanı tarafından krallar gibi ağırlanan ve Dışişleri Bakanı Babacan’la uzun süren sohbetine bile anlamlar yüklenen Costner’in, Amerika’daki lobilerle Türkiye’yi birbirine yaklaştırmak, kamuoyunda biriken Amerikan karşıtlığını yumuşatmak için geldiği haberlerinin çıktığı bir sırada…
* * *
Oysa Ankara’nın Costner’i ağırlamaktan daha önemli işleri var…
Türkiye, elbette ki, hâlâ Başbakan tarafından “stratejik müttefik” olarak tanıtılan ABD’nin işgali altındaki terör örgütünü himâyesine son verdirmeli. Bunun için 2006 Nisan’ında Ankara’da imzalanan ve dönemin Dışişleri Bakanı Gül’ün Esenboğa yolunda Rice’nin arabasında başbaşa konuştuğu “Stratejik Vizyon Belgesi”nin gereğini yapmasını istemeli.
“Stratejik ortak” dediği Türkiye’ye yapılan saldırının kendisine yapıldığı anlaşmasının gereği olarak, Ankara’nın listesini verdiği terör örgütü elebaşlarını teslim etmeli. Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetimin terör örgütünü korumasına son verdirmeli.
Sınır kapılarının denetiminden, aynı zamanda mafyalaşan örgütün yine Kuzey Irak ve işgal güçleri himâyesindeki uyuşturucu, insan ve silâh kaçakçılığını engellemesini sağlamalıdır…
Ancak bunların hiçbirisi, içte alınacak manevî tedbirlerin yerini tutamaz. “Ilımlı İslâm” türü yozlaştırıcı ifsadlarla Müslümanları birbirinden soğutup, peşinden her türlü kavmiyetçilik ve mezhepçilik kavgasının körüklenmesi, fitnenin asıl maksadı…
Belli ki terörün de ayrılıkçılık hedefine ulaşmak için içte yapmak istediği bu. Türkiye’nin, tıpkı Irak’ta, Lübnan’da olduğu gibi, etnik provokasyonlarla içinin karıştırılması; kargaşa ve kaos sonucunda iç bölünme ve parçalanmayla zaafa düşürülmesi ve nihâyetinde çağdaş istilâ ve işgal projeleriyle “kontrol” altına alınıp “esirleştirilmesi”
Ankara’nın öncelikle bunun tedbirini alması gerekiyor. Aksi halde, “ABD’nin oluru” alınsa bile, ne Kuzey Irak’a yapılacak bir askerî harekât, ne ambargo ve ne de diğer önlemler, bu dehşetli fitneyi savmaz.
Bu bakımdan, “mânevî kardeşlik” esası, plânlanan ifsad ve fitneyi kökünden tasfiye edecek yegâne çâredir. Bu tedbir, inanç ve mânevî temeller üzerine yükselen bin yıllık tarihin şahâdetiyle sabittir…
* * *
Aslında bir asır önce Şark’taki aşiretlere meşrutiyet ve hürriyet “Münâzârât” derslerini veren, hayatı ve eserleriyle ülkenin birlik ve beraberliğine hizmet eden Bediüzzaman’ın, “Kürtlerin içtimaî hayatının Türklerin hayat ve saadetinden neş’et ettiğini” belirten beyânı, bu hususta temel referanstır…
Bediüzzaman’ın, “Frengilik (Batıcılık) namına ve ilhad (din dışılık) hesabına, Türkçülük perdesi altında” kendisine hucüm “sahtekâr kavmiyetçiler”e verdiği cevap, bu ülkede Türklerle Kürtler arasındaki kardeşliğin en bâriz bir örneğidir.
“Türk milletini ve milliyetini zehirliyenler”e, “Millet-i İslâmiyenin en mühim ve mücâhid ve muazzam bir ordusu olan Türk milletine binler Türk kadar hizmet ettiğini” açıkça izâh edip, “İttihadda (birlik ve bütünlükte) hayat var, uhûvette (kardeşlikte) saadet var” telkini bunun içindir.
İstanbul’da ekserisi Doğulu hamallara hitaben, “Altıyüz seneden beri bayrak-ı tevhid-i (İslâm bayrağını) umum âleme karşı i’la eden (yükseltip dalgalandıran) şanlı Türkler”e itaati tavsiye eden fikirleri, sözkonusu, bölücü terörün fitneyle enjekte etmeye çalıştığı zehre panzehirdir…
Cumhurbaşkanı “Atlantik’in ötesindeki insanlar bu bölgenin hassasiyetlerini, örfünü, kültürünü bilemez, Amerika bir gün gidecek” diye Kuzey Irak’ı ikaz ediyor…
Ne var ki, tâ Atlantik’in ötesinden başka sesler de geliyor. Aklı başında ilim adamları, sosyologlar, Bediüzzaman’ın “bu vatan milleti”nin birliği ve beraberliği için Kur’ân’ın mânâsından tefsir ettiği çâreleri nazara veriyorlar. Milletin birlik ve beraberliğini zehirleyen zehre karşı Bediüzzaman’ın önerdiği panzehire dikkat çekiyorlar.
Türkiye, bu milletin medar-ı iftiharı Bediüzzaman’ın bu fitneye getirdiği mânevî tedbirlere bigâne kalmamalı…
02.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Eller gider Mersin’e… |
|
Geçtiğimiz yılların aksine 29 Ekim’de iki ayrı “Cumhuriyet Bayramı resepsiyonu” veren Cumhurbaşkanı Gül, ilk resepsiyonda devlet erkânını Köşk’te ağırlamıştı. Gül’ün ev sahipliği yaptığı ve gündüz saatlerinde gerçekleşen resepsiyona davetliler “eşsiz” katılmıştı. Gül’ün Salı akşamı Çankaya Köşkü’nde verdiği ikinci resepsiyonuna ise gazete ve televizyonların genel yayın yönetmenleri ve Ankara temsilcileri ile iş dünyası, sporcular, san'atçılar ve sivil toplum örgütleri dâvetliydi. Bu dâvetin ilkine göre farklılığı “eşli” olmasıydı. Yani, ikinci resepsiyon “kamusal alansız bir resepsiyon” oldu.
Genel Yayın Müdürümüz Kâzım Güleçyüz’le beraber gazetemizi temsilen katıldığımız resepsiyonda konuşulan konuların başında Güneydoğu’da yaşanan terör olayları ve sınırötesi operasyon geliyordu.
***
Yaklaşık 900 kişinin elini tek tek sıktıktan sonra salonda misafirleri ile sohbet etmeye gelen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e sorulan soruların neredeyse tamamı bu minvalde oldu. Kuzey Iraklı liderlere mesaj gönderirken, “ABD bir gün gidecek. Bu bölgede kimin gideceği kimin kalacağı belli. Barzani artık tercihini yapmalı” diyen Gül, ABD’nin terörle mücadelede Türkiye’nin yanında yer alması gerektiğini, bunun bir lütuf olmadığını, bu mücadelede yer almanın ABD’nin görevi ve sorumluluğu olduğunu vurguladı.
Resepsiyona “eşsiz” katılan Başbakan R.Tayyip Erdoğan, sınır ötesi operasyonun zamanının sorulması üzerine, son günlerde tekrarladığı kalıpla “Bin düşüneceğiz, bir yapacağız, pir yapacağız” derken, sınır ötesinin 5 Kasım’da ABD’ye yapacağı seyahatten sonra mı olacağı yönündeki sorulara sert cevaplar verdi. Başbakan Köşk’te de “Ben size tarih veremem, adres veremem. Bu tür sorular... Ben medyaya bunu anlatamadım, biz muhaliflerimize mi çalışıyoruz, yoksa kendi ülkemizin idaresine mi çalıyoruz? Bizden zaman istiyorsunuz. Yer istiyorsunuz. Bunlar önemli değil, siz bizden netice isteyin” diyerek adeta çıkıştı.
Gül ve Erdoğan bunları konuşurken, ikili sohbetlerin konusu da yine sınırötesi harekât oldu. Bölgede ticarî faaliyetleri de bulunan gazeteci İlnur Çevik’i hayli sıkıntılı gördük. Günlerdir PKK’nın elinde esir olan 8 askerle ilgili girişimde bulunduğunu, ancak o bölgede bombalama ve çatışmaların devam ettiği için sonuç alınmadığını, bunun için sıkıntılı olduğunu söyledi.
Şimdi sınırötesi operasyonla ilgili gelişmeler için Başbakan Erdoğan’ın Pazartesi (5 Kasım 2007) Beyaz Saray’da Bush’la yapacağı görüşmenin neticesi bekleniyor. Bütün gözler bu görüşmede olacak. Bu görüşmeden sonra Bush, Erdoğan’ı operasyondan caydırır mı, Erdoğan Bush’u operasyonun gerekliliği konusunda ikna mı eder, merakla bekleniyor.
Bugün ve yarın İstanbul’da yapılacak olan Genişletilmiş Irak’a Komşu Ülkeler Toplantısına katılmak üzere Türkiye’ye gelecek olan ABD Dışişleri Bakanı Rice’nin yapacağı temaslar ve bu toplantıdan sonra çıkacak sonuçlar Erdoğan-Bush görüşmesinin seyrini etkilemesi açısından önemli olacak. Bu arada bir operasyon yapılması ise zayıf bir ihtimal gözüküyor.
***
Resepsiyonla ilgili başka bir noktaya daha temas etmek istiyorum. “Gazetecilik” yapmak derdinde olanlar ülkenin Cumhurbaşkanı ve Başbakanından Türkiye’nin birinci gündemi olan bu konularda görüş almak için uğraşırken, bir takım gazetecilerin gündeminde farklı şeyler varmış.
Bıkmadan usanmadan resepsiyona kaç tane başörtülü geldiğini saymışlar. Bir-iki gazete 33 sayısında uzlaşmışlar. Yani, yaklaşık 900 davetli arasında 33 başörtülü… Bu gazetecilerin büyük bir eksikliği var! Niye başı açıkların sayısını çıkarmamışlar. Başı açık bayanların sayısının hesaplanıp yazılması ne kadar ayıpsa başörtülü hanımların da tek tek adeta “fişlenir” gibi kimin eşi olduğu da belirtilip yazılması daha da ayıptır. Bu durum, bu kesimlerin dillerinden düşürmedikleri pozitif ayrımcılık değil de denir?
Yedi küsur yıllık cumhurbaşkanlığı döneminde başörtülülere “kamusal alan” gibi anlamsız bir gerekçeyle Köşk’ün kapılarını kapatan Ahmet Necdet Sezer’den sonra Gül’ün yaptığı normal ve doğru olandır. Unutmamak gerekir ki, Turgut Özal ve Süleyman Demirel’in cumhurbaşkanlığı dönemlerinde de başörtülüler rahatlıkla resepsiyonlara girebiliyordu. Bu “fişleme”yi yapanların aslında Gül’ün verdiği resepsiyona başörtülülerin gelmelerini değil, Sezer döneminde başörtülülerin gelememelerinin yanlışlığını yazmaları gerekmez miydi?
Kanunsuz başörtüsü yasağı ile ilgili çok şeyler söyleniyor. Ancak bir kesim bir türlü bunu anlamak istemiyor. Onlar bunu yazdıkça bizde bu yasağın “kanunsuz” olduğunu ve yasağa son verilmesi gerektiğini yazmaya devam edeceğiz. Tâ ki yasak kalkana kadar…
***
Resepsiyonda Türkiye’yi yakından ilgilendiren, son aylarda iyice azgınlaşan terör olayları, bütün ülkenin içini yakan şehit cenazeleri olurken, birilerinin gündeminde ise resepsiyona ne kadar başörtülü geldiği, Hayrunnisa Gül’ün başörtüsü bağlama şekli gibi konular yer aldı. Ne büyük gazetecilik değil mi? “Bir, iki, üç… Bunu saymak lâzım… Şu pek başörtüsüne benzemiyor, ama bunu da sayalım. Ya şu eşi başörtülü gelen kim? vs…”
Eller gider Mersin’e bunlar gider tersine…
Allah insaf versin…
02.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
Ülkenin bölünmez bütünlüğü, Denizli ve Aydın |
|
Eğer bir ailede, bir toplulukta, bir beldede ve bir ülkede, ittihad, uhuvvet, kardeşlik yoksa ve bunun yanında bu asil manzumeleri ve bir mânâda yıkılmaz istinad duvarlarını, en küçük birimden büyük vatan parçasına kadar, çeşitli isimler ve sistemler adı altında tahrip etmeye çalışanlar varsa, o kişiler ülkenin bölünmez bütünlüğünü kavramayan, bilerek veya bilmeyerek aziz vatanımızı bölmeye ve germeye çalışanlardır.
Ne çektik isek, pirincin içindeki beyaz taşlardan çektik. Beyaz taş fark edilmez ve ayıklanması müşküldür. Bu itibarla dar daireden en geniş daireye kadar, gayet uyanık ve müteyakkız olmak lâzımdır. Yapılanlar yapıldı, yıkanlar yıktı, artık bundan sonra o pirinç taşlarına önem vermeyiniz. Hz. Peygamber (asm) “Mü’minin ferâsetinin” bahseder. Mü’min ferasetlidir, bazan geçici olarak bunu görmese de zaman içinde bunu görüyor, fakat “atı alan Üsküdarı geçiyor”. Vatana, millete, cemaatlere yazık oluyor.
Menhus ruh denilen zındıka komiteleri Türkiye’de ve bütün dünyada mevcuddur. Son günlerde medyada görünen, aslında mazide birbirini öldürmeye çalışan ve Barzani, Talabani gibi dejenere olmuş kişilerden meydana gelen menhus ruh, Türkiye’de ve dünyada anarşizmin ve terörizmin devam etmesi için, çılgıncasına ve korkunç bir ruh hâleti içinde ve el altından aldıkları menfaatlerle faaliyet sürmekteler. Haram, rüşvet ve kaçakçılığın her türlüsü, hırsızlık, sahtekârlık ve en çirkef işler…
Bazı aydın geçinenler, bir ömür boyu İslâm’a ve Kur’ân’a hücum eden zevât da dahil, herkes, son şehitlerin şehadetleri karşısında, terörün bitmesi için ve çıkış yolları üzerinde yazılar yazıyor ve beyanlar veriyorlar, çünkü yangın onları da içine almaktadır. Tesbih çekenle silâh çeken bir olur mu? Eşkıya ve onun liderleriyle pazarlık olur mu? Merhametsiz bir canavardan merhamet beklenir mi? Sınırlar yol geçen hanı olur mu?
Ortadoğu, İslâm dünyası ve körfezdeki petrol... Süper güç denilen fakat petrole muhtaç olan başta ABD, bu üç noktada, “Bağdat Paktı”ndan beri çok mühim rol almaktadır ve dönen bütün entrikaların başmihmandarlığını yapmaktadır. “Biz buraya gerçek demokrasi getireceğiz” propagandasını yaparken, günde yüzlerce çoluk çocuğu katletmektedir. Türkiye’nin haklı olarak sınır dışı harekâtına ise dur diyor.
Saymakla bitmeyen bu acı tespitleri çoktan gören, tâ 1900’lü yılların başında bunları sezen, o bölgenin aziz insanı Hz. Bediüzzaman, büyük bir vatanperverlik örneği ve düşüncesi içinde çıkış yolları için der ki: “Azametli, bahtsız bir kıt’anın; şanlı, tali’siz bir devletin; değerli, sahipsiz bir kavmin reçetesi, ittihad-ı İslâmdır.” Daha AB yok iken, ABD daha yeni kurulurken 24 milyon km²’lik bir araziye mâlik 26 milyon nüfusa sahip Osmanlı devlet-i âliyesi parçalanmadan bunu ve bu mânâda çok tesbitleri buyurmuş. Takdir bunu yaşayanların.
Türkiye’de yıllardır devam eden sinsi parçalama taktikleri, bugün artık su yüzüne çıkmıştır. Hem de silâhlı ve çok yönlü ve dışa bağlı politika ve siyasetlerle çıkmıştır, bir kara kâbus gibi. Bütün ehl-i imana düşen vazife; “İttihad-ı İslâmı ve ülkenin bölünmez bütünlüğünü” sağlayacak ve pekiştirecek ve bu aziz vatan evlatlarını omuz omuza verdirecek hakikatlerle yeniden yollara çıkmaktır. Mazideki ecdadımızın şehadetiyle, azametiyle, fedakârlıklarıyla... Başka hiçbir çıkış yolu görünmüyor. Bu boşluklar neyle dolacak? Başı sonu nereye dayalı olduğu bilinmeyen sistemlerle bir yere varılamaz ve varılmadı da.
Geçtiğimiz hafta, Denizli ve Aydın ilimizin vatanperver evlâtları, yürekleri Allah sevgisiyle ve muhabbet nuruyla dolu kardeşlerimiz, beni dâvet ettiler. Bu mânâlar ve derûnî dokümanlarla fikir bazında, gönül bazında olanlarla, İzmir’den, Tire’den, Nazilli’den, Ödemiş’ten, Marmaris’ten ve sâir yerlerden gelen can dostlarıyla beraber olduk. Dilimizin döndüğü kadar, Kur’ân nuruna bağlı kalarak, yılların birikimini, vatan için, istikbalimiz için ve şehitlerimizin aziz ruhaniyâtı için takdim etmeye çalıştım ve inşallah son nefesime kadar vatan sathında devam edecektir. Emeği geçen bütün can dostlarına binler tebrikler, binler başarılar...
02.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Anarşi ve terörün çaresi |
|
Bir Müslüman, diniyle ayakta durur. Ne kadar fazileti varsa hepsi de o sayede yeşerir. Onu anarşiye sevk etmek için ise din ile olan bağlarını koparmak yeterlidir. Onun içindir ki Bediüzzaman, milletin din ile rabıtalarının kopması halinde o dinsizlerin sosyal hayatta öldürücü bir zehir gibi zarar vereceklerine, dinsizin vicdanı tamamıyla bozulduğundan sosyal hayatı zehirleyeceğine bilhassa dikkat çekmiştir.1
Bediüzzaman başka bir yerde bu kopuşu anlatırken, Hz. Muhammed’in (asm) zincirinden çıkan, dinini bırakan bir Müslümanın, başka hiçbir dine giremeyeceğini, anarşist olup ruhunda üstünlük, kemâl namına birşey kalmayacağını, vicdanının bozulup sosyal hayat için bir zehir olacağını belirtir.2 Diğer bir yerde de aynı gerçeği teyid eder tarzda şu ifadeleri kullanır:
“Dinî terbiye olmazsa, Müslümanlarda istibdad-ı mutlak [mutlak baskı] ve rüşvet-i mutlakadan [her istenileni vermekten] başka çare olamaz. Çünkü nasıl bir Müslüman şimdiye kadar hakikî Yahudî ve Nasranî olmaz, belki dinsiz olur, bütün bütün bozulur. Öyle de bir Müslüman Bolşevik olamaz. Belki anarşist olur; daha istibdad-ı mutlaktan başka idare edilmez.”3
Müslümanlık demek, mükemmel insanlık demektir. Müslüman, îmanının kuvvetliliği ölçüsünde olgun bir insan olur; toplum düzenini sarsmamaya, kimsenin hak ve hukukunu çiğnememeye çalışır. Çünkü Resûl-i Ekrem (asm), Müslümanı eliyle ve diliyle kimseye zarar vermeyen insan4 olarak tarif etmiştir. Onun nazarında insanların en iyisi de insanlara en çok faydası dokunandır.5 Îmanı olan ve dinî eğitim alan bir Müslüman, bu gerçeğin şuurunda olduğu için kimseye zarar vermemekle kalmaz, aksine faydalı olmaya çalışır.
İşte Bediüzzaman, anarşiye meydan verilmemesi için îman ve Kur’ân hakikatlerine sahip çıkılması gerektiği üzerinde durur. Ona göre bu vatan ve milleti anarşi ve büyük tehlikelerden kurtarmak için merhamet, hürmet, emniyet, haramdan çekinmek ve serseriliği bırakıp itaat etmek gibi önemli esaslara ihtiyaç vardır.6
Bunlar dinin emrettiği en önemli hakikatlerdir. Mâneviyat, din, îman anarşinin en büyük panzehiri, kötülük ve tahribatlara karşı da bir sigortadır. Çünkü din, îman huzurun, saadetin kàtili olabilecek her şeyi yasaklamıştır. Onun içindir ki inançlı, mânevî değerlerine bağlı insanlar kolay kolay anarşiye bulaşmaz, yıkıcılığa girmezler.
Dipnotlar:
1- A.g.e., s. 125.
2- Emirdağ Lâhikası, 1: 191.
3- Şuâlar, s. 443.
4- Buharî, Îman: 4-5; Müslim, Îman: 64.
5- Feyzü’l-Kadîr, 3: 481.
6- Kastamonu Lâhikası, s. 186.
02.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Zeytinyağı çeşitleri |
|
Dün birçok faydasından söz ettiğimiz zeytinyağının, bugün de değişik tür ve kalitesinden bahsedelim.
Bunları elbette bilerek ve tanıyarak kullanmalı ki, faydası da ziyade olsun.
Zeytinyağının, genelde bilinen iki çeşidi var: Sızma ve riviera.
Ama, biz konuyu biraz daha detaylandıralım ve zeytinyağının aslında ne olduğunu, piyasada bulunan türlerinin ne anlama geldiğini izah etmeye çalışalım.
* * *
Zeytinyağı, sadece ve sadece zeytin ağacı meyvelerinden elde edilen ve içinde hariçten hiçbir katkı maddesi bulunmaya, kimyevî hiçbir müdahale görmeyen ve oda sıcaklığında sıvı halinde duran fıtrî bir yağdır.
Bu fıtrî yağ, hemen her yönüyle katık ve ilâç niteliğindedir.
Piyasaya arz edilen çeşitleri ise, kısaca şunlardır:
Naturel zeytinyağları
Her kademede, fıtrî (tabiî) halini değiştirmeyecek bir sıcaklıkta muhafaza edilir. Sadece mekanik veya fizikî ameliyeden geçirilerek üretilir. Görüntüsü berrak olur. Yeşilden sarıya değişebilen renklerde bulunabilir. Kendine has tat ve kokusu var.
Bu naturel yağlar da kendi içinde üç gruba ayrılır.
1) Naturel Sızma: Kurallara uyularak üretildiği takdirde, kokusunda, tadında kusur olmaz. Serbest asitlik derecesi en fazla % 1 olur.
2) Naturel Birinci: Koku veya tadında hafif kusurlar bulunabilir. Asitlik derecesi % 2 civarında olur.
3) Naturel İkinci: Koku veya tadında bâriz farklar bulunur. Asitlik derecesi ise % 3'ü aşabilir.
Rafine zeytinyağı
Ham zeytinyağının tabiî yapısında değişikliğe yol açmayan metodlarla rafine edilerek üretilir. Rengi, sarının değişik tonlarında görülebilir. Kendine has tat ve kokusu var. Asidi alındığı için, oran % 0.3 civarında görülür. Piyasada 'kızartma yağı' diye de isimlendirilir.
Riviera zeytinyağı
Bu bir karışımdır. Naturel ve rafine zeytinyağının karışımından elde edilir. Yeşilden sarıya değişen renklerde olabilir. Asitlik derecesi en çok % 1.5 kadardır. Zeytinyağının fıtrî kokusunu ağır bulanlar, bu çeşidi tercih edebiliyor.
* * *
Sızmanın (naturel) dışındaki üretimlerde, bilhassa sırf ticarî gaye ve yüksek kâr maksadıyla üretilen zeytinyağlarına dikkat etmeli. Alırken son derece ihtiyatlı davranmalı.
Zira, bunların bir kısmı neredeyse zeytinyağı olmaktan dahi çıkarılmış durumda. Rengi, tadı ve kokusu cazip olsun diye, bunlar başka türlü ameliyeden geçirilebiliyor. Hatta bu yağları çiçek, mısır ve benzeri yağlarla karışım haline getirenler bile var.
Yani, siz zeytinyağı aldığınızı zannediyorsunuz, halbuki yanılgıya düşmeniz pekâlâ mümkün.
Onun için, elden geldiğince hakiki, hâlis, sızma zeytinyağını tercih etmeli. Yoğunluğu, kendini belli ediyor. Ayrıca, tat ve kokusu da tamamıyla alışmaya bağlı.
İlk başlarda bir zorlanma olabilir. Bilhassa çocuklar halis zeytinyağını ağır bulabilirler.
Ama, sızmaya zamanla hem yemeklerde, hem de salatalarda öyle bir alışılır ki, adeta terk edilemez bir hal alır. Hatta, sızmayı kekik, pul biber ve sair baharat ile karıştırıp ekmeğini bandıra bandıra yiyenler bile var.
Tavsiye ederiz, siz de deneyin. Hem katık, hem de ilâç niyetine. Eminiz ki, memnun kalacaksınız.
Haydi yarasın, âfiyet olsun.
Siyaset/ticaret/medya
İnönü ve Sohtorik ailesi
Önceki gün Amerika'da ölen İsmet Paşanın oğlu Erdal İnönü, her ne kadar bir dönem aktif siyasetle uğraşmış olsa bile, yine de bir "siyasetçi" kimliğine sahip olamadı.
O, bir fizik profesörü idi. İlmî mesleğiyle ne ölçüde bir ciddiyetle meşgul olduysa, siyasetle de o ölçüde soğuk, gevşek, hatta zaman zaman müstehzi (alaycı) bir duruşla ilgilendi.
Birkaç kez, başkası onu siyaset arenasına itti. Ama o, her defasında geri çekilme hamleleri yaptı.
Zaten, eşi Sevinç Hanım da, onun siyasete girmesine hiçbir zaman sıcak bakmadı, taraftar olmadı.
Son zamanlarda ise, "eski dostlar"ının bir kısmı Erdal Beyin siyasete dönmesine karşı çıktı.
Hatta, dönüş ihtimali karşısında "aba altından sopa" gösterircesine Erdal Beyi tehdit edenler bile oldu.
Tehdit gibi algılanan ve Erdal Beye de geri adım attıran iki mesele vardı. İkisi de Sohtorik ailesiyle bağlantılıydı: İş ve akrabalık bağlantısı...
* * *
Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana denizcilik, gemicilik (armatör) sektöründe zirvede görünen Sohtorik ailesiyle İnönü ailesi, önce hısım, 40 yıl sonra ise hasım gibi oldular.
Erdal İnönü, 1957 yılı Ekim ayı başlarında, Heybeliada'da komşu oldukları armatör Ali Sohtorik'in kızı Sevinç Hanımla evlendi..... (Radikal, 26 Ocak 2002)
* * *
Gel zaman git zaman, aradan tam 40 yıllık bir süre geçti.
Erdal–Sevinç İnönü ile Sohtorik kardeşlerin (kayınbiraderler) ortak oldukları denizcilik şirketi için, Emlakbank'tan 19 Haziran 1997'de 1 milyon 950 bin dolarlık kredi alındı. Bu kredi borcuna karşılık ise, Bebek'te lüks bir daire ve Anadoluhisarı'ndaki İnönüler'e ait olan tarihî yalı teminat gösterildi.
Kayınbiraderlerin kredi borçlarını ödememeleri üzerine, konu mahkemelik oldu ve teminat gösterilen gayrımenkullere haciz geldi.
Ancak, haciz işlemi için gelen görevliler, bütün bu gayrımenkullerin "Sevinç–Erdal İnönü Vakfı"na devredilmiş olduğunu gördü.
Bir başka tesbit ise, gayrımenkullerden elde edilen on binlerce dolarlık kira gelirlerinin yine İnönü ailesi tarafından kullanılmış olduğuydu.
Haliyle, bu durum da mahkemeye intikal etti ve mesele yıllardır sürüp giden bir muammaya dönüştü.
İşte, bugün "ölmüş Erdal İnönü"yü yere göğe sığdıramayan bazı şahıs ve çevreler, Erdal Beyin "siyasete dönüş sinyali"ni verdiği hemen her defasında, yukarıda bahsini ettiğimiz konuları medyaya taşıdılar ve bunları bir tehdit, bir şantaj olarak kullanmaktan çekinmediler. İkiyüzlülüğün bu kadarına pes doğrusu.
Notlar
1) Kayınbiraderlerden armatör Semih Sohtorik (Sohtorik Denizcilik AŞ kurucusu) de, tıpkı Erdal İnönü gibi geçen sene yine bu tarihlerde ve yine kanser tedâvisi görmüş olduğu Amerika'da öldü. (Bkz: 20 Ekim 2006 tarihli haberler ve "denizhaber.com")
2) İnönü ve Sohtorik ailesi, sıradan kimseler değildir. Biri siyasette, diğeri ticarette uzun yıllar zirvede kalmış ve memleketin mukadderatına hükmedebilmiş ailelerdir. Bu önemli noktayı, nazardan uzak tutmamalı.
3) Bütün bu olup bitenlerden müteveffa Erdal İnönü'yü mesul tutmak doğru olmaz. Mütevazı, mütebessim ve uyumlu haliyle pekçok kimsenin takdirini kazanan Erdal Bey, çoğu zaman "muharrik–i bizzat" olmuş değildir. Ayrıca, onu babası İsmet Paşa ile aynı kefeye koymak da yanlış. Zira, farklı yaklaşımları var.
02.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Zekâta göz gönül koymamalı |
|
Fahri Utkan:
*“22. Mektub 2. Mebhas’ta geçen; ‘Haşiye 2: Yani, eskiden verdiği kırktan ki, her senede galiben ve lâakal ribh-i ticarî ve nesl-i hayvanî cihetiyle, o kırktan taze olarak on adet verir’ ifadesinde ‘o kırktan taze olarak on adet verir’ ölçüsünü açıklar mısınız?”
Bediüzzaman Hazretleri, Yirmi İkinci Mektub’un İkinci Mebhas’ına hırsın bir mahrumiyet, zillet ve sefalet sebebi olduğunu zikrederek başlar. Devamında hırs ile kanaatin, iki muhalif güç olarak hayatımızdaki müsbet-menfî etkileri ile zekât ve faiz üzerindeki rollerini beyan eder. Kanaatin bitmeyen bir hazine olduğunu ispat ederek Mebhas’ı bitirir.
Hırs hüsrana sebeptir. Hırs gösteren Müslüman, felah bulmaz, batar; yükselmez, düşer; servet bulmaz, mahrumiyet bulur; ferahlanmaz, sefalete uğrar. Misâller sunar Bedîüzzaman: Ağaçlar ve bitkiler hırs göstermezler, kanaatle yerlerinde dururlar; rızıkları harika bir sûrette onlara koşup gelir ve kanaatlerinden dolayı öyle bir bereket gelir ki, pek çok hayvanı beslerler. Hayvanlar ise hırs ile rızıkları peşinde koşuyorlar; çoğu zaman pek çok zahmet ve noksaniyetle ancak rızıklarını elde edebiliyorlar. Hayvanlar dairesi içinde zaaf ve acz ile tevekkül eden bütün yavruların rızıkları, en lâtîf ve en mükemmel bir sûrette rahmet hazînesinden veriliyor. Hırslı saldırgan canavarlar ise, gayr-ı meşrû ve pek çok zahmetle ancak tatsız rızıklarını kazanabilmektedirler.
Faizin altında, aşırı mal düşkünlüğü ve haram helâl demeden kazanma hırsı vardır. Bu ise kayba sebeptir.
Oysa zekât, kanaat ve tevekkül içindeki Müslüman’ın sâlih amelidir ki, berekete açılan kapının anahtarı hüviyetindedir.
Hırsın neden hüsran sebebi olduğunu da açıklar Hazret-i Üstad. Eşyanın tertibinde İlâhî hikmetçe konulan bir usûl, bir yol ve bir âdet vardır. Hırs sahibi, bu yolu izlemez, bu metodu takip etmez, bu âdete uymak istemez. Tertip içindeki eşyanın mânevî basamaklarına aldırmaz, üç-beş basamak birden atlamak ister; ama atlayamaz, düşer ve maksadına ulaşamaz.
Malı çok seven Müslüman, malın çok gelmesini hırs ile değil; kanaat ile talep etmelidir. Yoksa kaybeder. Kanaatin, amel çapındaki görüntüsü ise zekâttır ve zekât bereket sebebidir. Yani malı arttıran en mühim faktördür. Çünkü yeryüzüne açılan Rahmet sofrasında rızıkların dereceleri ve nimet mertebeleri, Müslüman’ın fakirlere eli açık olma derecesiyle orantılı olarak kendisine açık olacaktır.
Böyle olunca zekât, dünya malını daha çok isteyenin başvurması gereken bir amel olur. Zira Müslüman kendi malından vermiyor. Müslüman, Allah’ın verdiği maldan veriyor. Yani tâbir caizse, malın musluğu Allah’ın elindedir. Bakıyor ki Müslüman, zekâtını vermiyor, malı tutuyor; Allah da musluğu tutuyor ya da bir musibet gönderip daha önce verdiği servetin birikmiş zekâtlarını topluca ve fazlasıyla alıyor. Yani zekât vermemekle Müslüman,—uhrevî kayıplar bir yana—aslında önce ve âcilen maldan kaybediyor. Müslüman, zekâtını verse, Allah da musluğu sonuna kadar açacak, bereket yağdıracak. Çünkü daha fazla mal elde etmenin mühim bir usûlü ve yolu da, malı verene teşekkür ederek rızasını almaktır. Malı verense, fakirlere kucak açılmasını teşekkür yerine sayan Cenâb-ı Allah’tır. Hırsları sebebiyle kucak açmayanlar ise, mal üzerinde kazanç kıtlığı, bereketsizlik veya musibet sûretinde ilk tokatlarını yiyorlar.
Neticede Müslüman, zekâtı cebinden vermiş olmuyor; Allah’ın kendisine yaptığı ihsan ve ikramdan vermiş oluyor. Çünkü verdiği zekât, kendisine en az bire on olarak geri dönüyor. Bu durumda zengin fakire minnet duymalı; kesinlikle fakirden minnet almamalıdır.
Cenâb-ı Hak her sene taze olarak sıfırdan verdiği buğday gibi mallardan onda bir zekât istiyor. Eskiden verdiği ve üzerine bereketle arttırmakta olduğu koyun, keçi ve ticaret eşyası gibi mallardan ise kırkta bir zekât istiyor. (Aslında koyun ve keçinin zekâtı her ne kadar kırkta birle başlasa da, yüzde birle devam etmektedir. Yani yüz yirmi davara kadar bir koyun veya keçi; iki yüze kadar iki koyun veya keçi; üç yüz doksan dokuza kadar üç koyun veya keçi; dört yüzde dört koyun veya keçi ve artık her yüz davarda bir koyun veya keçi zekât verilmesi farzdır. Malı seven insanoğlu için arttırmaya ne kadar elverişli değil mi?)
Bahsettiğiniz “Haşiye”de Üstad Hazretleri, yıllık olarak kırkta bir zekât isteyen Cenâb-ı Hakk’ın, zaten her sene ekseriyetle ve en az kırkta on adet gerek ticarî kazançta (ribh-i ticârî), gerekse hayvan nesli itibariyle bereket sûretiyle kâr olarak verdiğini beyan ediyor.1
Yani en az kırkta on veren Cenâb-ı Allah’ın, kırkta birini ihtiyaç sınıfı lehine geri istemesi çok görülmemeli. Gönül rahatlığıyla verilmeli. Kırkta bire göz ve gönül koymamalı. Geri kalana kanaat etmeli. Peygamber Efendimizin (asm), “Kanaat bitmeyen hazinedir” sözü asla unutulmamalı ve ibadet hayatımızda mihenk yapılmalı.
Dipnot:
1- Mektûbât, S. 264
02.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
İntihar eden Amerikalı askerler |
|
Dinimizde "şehit"lik bir mertebe. Hem de en yücesinden.
Ya gazilik?
O ikinci sırada yer alır. Yani, "Gazi" savaşa katılıp sağ olarak geri dönen kimse.
Gazi olmak bizde şeref... Öyle ki, cepheden dönen kimse, "gazi"lik anısını çocukları ve torunlarıyla paylaşır. İftiharla.
Ya "İşgalci güç"ler? Afganistan, Irak ve bir dönem Vietnam'ı işgal eden Amerikan askerleri "eve döndük"lerinde aynı "onur"u paylaşamıyor.
Çünkü yaptıklarından "utanç" duyuyorlar.
ABD yaptırdığı bir araştırmada, Irak ve Afganistan savaşlarından dönen yüzlerce askerin intihar etmiş olduğunu kaydetti.
Yanlış okumadınız: "Yüz"lerce!
Yani; ordudan ayrılan 283 "gazi"... Ve Afganistan'da 147 Amerikan asker.. Toplam: 430 "gazi" kendi ipini çekerek hayatına son vermiş.
Bu rakamları Savunma İnsan Güce Veri Merkezi veriyor.
Travma Sonrası Stres Rahatsızlığı Merkezi, yaralanmış ve ruh sağlığı bozulmuş olarak dönen askerlerin sayısının artmasından korkuyor.
Düşünebiliyor musunuz: Irak ve Afganistan savaşlarının başlamasından beri ölen Amerikan askerlerinin sayısının ise 3.840'ı Irak, 387'si Afganistan'da olmak üzere toplam 4.227 olduğunu beyan etmiş.
İntihar eden asker sayısıyla, öldürülenlerin sayısı neredeyse başa baş.
Amerikan askerleri daha önce "Vietnam sendromu"na yakalanmıştı. Görülüyor ki, şimdi, Irak sendromu ile başbaşa… Vietnam yenilgisinden sonra Amerikan askeri "eve döndüğünde" ya bir hastalıkla boğuştu yahut gördükleri kâbusları sona erdirmek için intihar yolunu seçti.
Ama işgalci güç yerinde durmadı.
Guantanamo esir kampında Müslüman esirlere yapılan insanlık dışı vahşet, Ebu Gureyb Cezaevinde işlenen seri işkence sahnelerini kim unutabilir?
Fıtrat böyle sıkleti çekmiyor ve kendi yaptıkları işkenceye bile tahammül gösteremiyor ve bir müddet sonra vicdan denen o garip duygu benliklerine hakim oluyor.
Ve intiharla hayatına son veriyorlar.
İntihar tıp literatüründe, "İnsanın kendi kendisini cezalandırma veya kendisini kasıtlı olarak dünyadan ayırmak için girişilen eylem" olarak biliniyor.
Başka bir tanımlama daha var: İnsanın hayatına son vermek amacı ile yaptığı ve başarı ile sonuçlandırdığı patolojik bir davranış…
Acaba Amerikan askerlerin intihar etmesinde şu etkenler yer almış olabilir mi:
Hayattan olabildiği kadar uzaklaşmak değil, tam tersi kendine acı veren gerçeklerden kaçış… Ve bu çaresizliğin bir anlatımı…
Bakıyoruz "intihar için risk" etkenleri nedir:
-Erkek cinsiyeti
-Yalnız yaşama, yeni ayrılmış ya da boşanmış olma…
-İleri yaş…
-Son altı aydır kişinin sağlığında giderek bozulma,
-İş kaybı.
-Depresyon, şizofreni ya da organik beyin rahatsızlığının varlığı…
Bu sayılan unsurlar vahşi Amerikan kapitalistin doğurduğu insan tipine ne kadar yakın. İşte bedeli ortada.
KİTAP OKUMA MESELESİ
Türkiye'de her bin kişiden sadece 1'i kitap okurken, gençlerin yüzde 70'i ise hiç kitap okumuyormuş.
Acı bir bilânço.
Fakat; okur yazar sayısı artıyor… Bu da çelişki…
Temel ihtiyaç maddeleri sıralamasında kitap ne yazık ki 235. sırada yer alıyor.
Japonya'da kişi başına yılda 25… İsviçre'de 10.6… Türk'te ise bir kitap okuma oranı düşük seviyede.
Ya televizyon?
Eh, işte onun şampiyonluğunu kimseye kaptırmayız… Dünyada birinci olarak ön sıralarda yer alıyoruz. Yaşasın!!!
02.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şükrü BULUT |
Türkiye’yi rencide eden medya |
|
Şu yazımın muhtevasını, uzun seneler Avrupa’da yaşadığımıza bağlamazsınız inşallah. Mukayeseler, elbette bilinen ve görülenler arasında yapılacaktır. Avrupa’dan Türkiye’ye veya başka ülkelere uçakla seyahatimizde, havaalanları mağazalarında en çok dikkatimizi çeken yerin, kitap, süreli yayın ve gazetelerin teşhir edildiği mahal olduğunu belirtelim. En fazla rağbet gören kitapların yanı sıra, gazetelere de göz atmadan edemeyiz. Avrupa gazeteleri içinde Türk gazetelerinin farkları, beş renge basılmış gazetelerin daha ziyade renkli resim mecmuası görüntüsü olsa gerek. Dünya kültürüne gözü, kulağı açık her Avrupalının gazetelerimizin bu özelliğini bildiği kanaatindeyim.
Avrupa gazetelerinin, bilhassa Almanca, İngilizce ve Fransızca çıkan gazetelerin aksine, sayfaları neredeyse tümüyle kapatan çıplak kadın resimleri, birinci sayfanın yarısını işgal eden manşetin harfleri veya haberin resimsiz olmayacağı düşüncesi, Türkiye gazetelerinin meşhur vasıfları sayılıyor. Almanya’daki Axel Springer’in Bild ve Express gazetelerini azıcık andıran (zira onlar beş renkli değil) manşetlerinin Avrupa’daki Türklerin ellerinde istihza konusu olduğunu hepimiz biliyoruz. Almanya’da genel ahlâka mugayir, şamatacı ve cerbezeci Bild ve magazin gazetelerinin de kültürel seviyeleri en düşük Almanlarca okunduğunu, bu vesile ile belirtelim. Axel Springer ile çeşitli irtibatlar içinde bulunan Doğan Medya grubu ve ona yakın gazetelerin Bild ve Ekpress’e en yakın çizgilerinin müstehcenlik ve semavî dinler karşıtlığı olduğunu da dikkatlice inceleyenler farkına varacaklardır. Türkiye medyasını temsil eden renkli gazetelerimizi önceden görmemiş Avrupalılar da, boyalı bu mevkuteleri “porno mecmualarına” benzetebiliyorlar.
Bu gazetecilik anlayışının millî haysiyetimizi incittiğini ve Türk milleti için bir utanç vesilesi olduğunu ilk olarak biz söylemiyoruz. Müteaddit defalar başka yazarlarca da tesbit edilen bu yanlışımızı düzeltme yerine, dünyanın gözünün içine baka baka müstehcenlik ve seviyesizlikte dozajı arttıran gazetelerin patronlarının kapıkulları hükmündeki basım amirleri ve genel yayın yönetmenlerine şikâyetinizin de neticesiz kaldığını ve kalacağını tahmin ediyorum. Ancak bu seviyesiz ve Türk milletini küçük düşürücü çirkin yayınlarda inat eden gazetelerin köşelerinde millete vaaz u nasihatte bulunan muharrirlere ulaşabilirseniz, belki faydalı olabilirsiniz kanaatindeyim. Zira patronlar; halk ile arası iyi olan köşe yazarlarını kaybetmekten korkarlar. Elbette ki, menfaat mukabili inancını, vicdanını ve insanlığını satmamış ve milletin haysiyetini kulak veren köşe yazarlarını kastediyorum.
Söz gazetelerimizden açılmışken, TV programlarıyla internet gazeteciliğine de değinmek istiyorum. Evvelâ Almanya’nın en büyük kanalı ARD’de ana haber bülteninin yalnızca 18 dakika sürdüğünü, duymamış okuyucularımıza belirtmek istiyorum. Yorum ve ara reklamlarıyla birlikte saatleri bulan Türkiye TV’lerinin haber saatleriyle Avrupa TV’lerinin haber bültenlerini karşılaştırdığımızda, Türkiye’deki medya patronlarının milletimize nasıl muamele ettiği daha da net ortaya çıkar. Saatlerce yılanların göz sihrine yakalanmış tavşanlar gibi ters pozisyonlarda ekranlara kilitlenen seyirci, hâlâ muhakemesi yerinde, hipnotize olmamış ve idrak tutulmasına yakalanmamışsa tebrik etmek gerekir. Seyirciyi nezaketsiz, aptal, vicdansız, cahil ve gayr-ı medenî kabul eden söz konusu TV’lerin programcılarına milletin verdiği tepkiyi de merak ediyorum. İyi-kötü tepkilerinizi bildirecek bir kurumunuz var. Milletin değerleriyle alay eden, ecdadına söven, inançlarını ve geleneklerini tezyif eden programlara rağmen RTÜK’e şikâyette bulunmayan seyirciyi en azından “haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” tehdidinden haberdar etmek lâzım. Müslümanların zekât ve sadaka paralarıyla kurulmuş TGRT’yi satın alan Musevi asıllı Murdoch’un Türkiye’deki kanalında yaptığı pespaye ve rezilâne programlarını karşılaştırdığımızda da millet olarak rencide ve tezyif edildiğimizin farkına varıyoruz. Bu arada menfaat ve şöhret saikasıyla söz konusu TV’lerin ekranında boy gösteren muhafazakâr ilim adamı, siyasetçi ve sanatkârları da inşallah halkımız bir yerlere kaydediyordur. Türkiye’yi kültürel, ahlâkî ve bilimsel cephelerde çökertmeyi arzu etmiş medya ittifakı karşısında milletini ve değerlerini savunanların da mutlaka yapabilecekleri vardır.
Türkiye’nin AB’nin en ahlâksız, pespaye gayr-ı medenî ve cahil ülkesi olmadığını, ancak medyamızın seviyesiyle ispat edebiliriz. Aksi halde köpeksiz köyde değneksiz dolaşanlar çoğalmasından, bozulma ve çürümenin artmasından endişeleniyoruz.
02.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Kitapla buluşma vakti |
|
Büyük şehirlerde yaşayanların sahip olduğu ‘avantaj’lardan biri de çevrede sürekli kültür-san’at faaliyetlerinin gerçekleşiyor olmasıdır. Fuarların biri açılırken biri kapanır; toplantı ve sempozyumlar birbirini izler. Bu cümleden olarak TÜYAP tarafından İstanbul Beylikdüzü’ndeki Fuar ve Kongre Merkezinde açılan “26. İstanbul Kitap Fuarı”nı zikretmek gerekiyor.
4 Kasım 2007 Pazar günü sona erecek olan TÜYAP Kitap Fuarı, yayınlanan yeni kitaplarla tanışmak isteyenler için indirimli fırsatlar da sunuyor. Fuara çok sayıda yayınevi, yayınladıkları onlarca, yüzlerce kitapla katılmış ve pek çok yazar da okuyucularına kitaplarını imzalıyorlar.
Fuarı, hafta içi bir günde gezme imkânı bulduk. Göze ilk çarpan nokta, öğrencilerin gruplar halinde fuarı geziyor olmasıydı. Fuara katılan yayınevi sorumluları, satışlardan çok memnun görünmeseler de, eserlerinin reklâm ve tanıtımı için fuarların gerekli olduğu noktasında hemfikirler.
Gerek yayınevi sorumluları ve gerekse fuarı ziyaret edenlerin buluştuğu ortak nokta; kitap fiyatlarının yüksek olması. Keşke, imkânları olsa da fuarı ziyarete gelen her öğrenci kitap alabilse. Daha da önemlisi bu kitapları okusa, okuyabilse...
Aslında bu, Türkiye’yi ‘idare edenler’in üzerinde durması ve düşünmesi gereken bir konu. Genç nüfusa sahip olmakla övünüyoruz. Ancak kitap dostu olmayan, eğitim almamış genç nüfusa sahip olmak neticede fayda mı verir, zarar mı? Televizyon ve internetin, çocuklarımızın kitap okumasını engelleyen sebeplerin başında olduğu düşünülürse, kitap yayıncılığının mutlak sûrette desteklenmesi gerektiği de ortaya çıkar.
Arzu edilir ki, çocuklarımız “Çikolata mı, kitap mı?” sorusu karşısında “kitap” diyebilsin. Ancak bunun çok da mümkün olmadığını bilmek lâzım. O halde, kitap dostlarını arttırmak için yayıncılığın maddî anlamda mutlaka desteklenmesi gerekir. İlk adım olarak KDV indirimi sözkonusu olabilir.
Türkiye; kitap okumak isteyen, ancak bu arzusunu “kitaplar pahalı” diye gerçekleştiremeyenlerin ülkesi olmamalı. Okumak isteyenler kitaplara çok daha uygun bir fiyatla ulaşabilmeli.
Tabiî bu arada yayınevlerine de büyük sorumluluklar düşüyor. Kitap dostu gençleri yetiştirmek için nelerin yapılması gerektiği ciddî anlamda araştırılıyor mu? Gerçekten ‘kitaplar pahalı’ olduğu için mi satın alınamıyor? Yoksa, kitap okumanın ‘zor’ olması mı satışları etkiliyor?
Bu konular araştırılıp, çözüm yolları da ortaya konulmalı ve bunlar bir ‘rapor’ olarak Türkiye’yi ‘idare edenler’in önüne konulmalı. Gerek yayıncılar ve gerekse Türkiye’yi ‘idare edenler’ bilmeli ki; uzun dönemde menfaatimiz ‘kitap dostu gençler’ yetiştirmekte yatıyor. Kitabı ve okumayı teşvik eden devlet ve özel sektör mutlak sûrette uzun dönemde kâr eder.
“Bugün”ü değil de “her gün”ü düşünüyorsak, çocuklarımızın, gençlerin kitapla buluşamamasının önündeki engelleri kaldıralım.
02.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|