Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 19 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Sami CEBECİ

Düzenli risâle okumaları



Peygamberlik öncesi Nur dağındaki Hira mağarasına giden ve yükseklerden âlemi seyrederek Cenâb-ı Hakkın kudret ve azametini tefekkür eden Sevgili Peygamberimiz (asm), bir Ramazan ayının Kadir Gecesi yine oradaydı.

Yapayalnız bir haldeyken mağara ışıkla doldu ve bir zat peyda oldu. Gelen Cebrâil (as) idi. Çok nûranî ve yakışıklı bir insan görünümündeydi. Ona “Oku!” dedi. O “Ben okuma bilmem” diye cevap verdi. Başını koltuğunun altına aldı, sıktı ve yine “Oku!” dedi. O “Ne okuyayım?” diye sordu. “Seni yaratan Rabbinin adıyla oku. Ki, o insanı bir kan pıhtısından yarattı.” Alâk Sûresinin ilk âyetleri indirilmiş ve Hazret-i Muhammed’e (asm) peygamberlik vazifesi verilmişti.

Yaşadığı hâl dehşetli bir manzaraydı. Evine döndüğü zaman hâlâ titriyordu. Sevgili eşine “Beni örtünüz! Beni örtünüz!” diyordu. Kâinat çapında büyük bir vazifenin ağırlığını omuzlarında hissediyordu. İnsanları şirk bataklığından tevhide, dalâlet yollarından hidâyete çağıracaktı. Yirmi üç sene süren Kur’ân âyetlerinin indirilişi ve bu zaman zarfında yaşanan olaylar mutlu bir sonla noktalanmıştı. Cahiliye dönemi kapanmış, Saâdet Asrı yaşanmıştı. Vedâ Hutbesini verirken sırf kendisini dinleyen yüz yirmi bin Sahabisi vardı. “Yarın size, mahşer günü, vazifemi hakkıyla yaptım mı, diye Allah soracak. Ne diyeceksiniz?” diye sordu. Bütün sahabiler “Sen vazifeni hakkıyla yaptın ya Resulallah!” dediler. Mübârek şehâdet parmağını kalabalığın üzerine işâret ederek üç defa “Şahit ol ya Rab!” dedi. Çok geçmeden de ruhunu çok sevdiği Rabbine teslim etti. Kudsî vazifesini de ümmetine emânet etmişti.

Kısaca anlatılan bu olaydan anlaşılıyor ki, İslâm dini okumak üzerine inşâ edilmiş ve ilk emir “İkra” yani “Oku” olarak gelmişti. Bu emir ışığında, İslâm ümmeti asırlar boyunca okuyarak, yazarak milyonlarca eser meydana getirmişler, medeniyetler kurarak insanlığa ışık saçmışlardır. Avrupa, Orta Çağ karanlığında yüzerken, İslâm toplumları ilim ve irfan içinde insanlığa rehberlik yapıyordu.

Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı medeniyetlerinin geride kalmasından sonra, bir asra yakındır Cumhuriyet dönemini yaşıyoruz. Okunamadığı için eskiden yazılmış kitaplar kütüphanelerde çürüyor. Üniversitelerde başka şeylerle uğraşıldığı için ciddî ve ilmî eserler de ortaya çıkmıyor. Genel olarak okuyan değil, seyreden bir toplum olduk. Mutlaka bu korkunç ve üzücü durumdan kurtulmak lâzım. Zira, dünya ve âhiret saâdetimiz doğru okumalara bağlı.

Nur Risâleleri, yüzde doksanı okuma yazma bilen, ancak bir günde cahil hâline getirilen bir toplum içinde ortaya çıktı. Tahkîkî iman dersleri ile taklidî imanları kuvvetlendirdi. Onlarda öyle bir zevk ve şevk vardı ki, onun hatırı için kırk-elli yaşından sonra yazmayı öğrenen ihtiyarlar vardı. Çocuklar bile onun etrafında pervane oldu. Bu tablo karşısında fevkalâde memnun olan Bediüzzaman “Bu hal gösteriyor ki, Risâle-i Nur kökleşiyor. İnşallah onu hiçbir şey koparamayacak; ensâl-i âtiyede devam edip gidecek.” (Kastamonu Lâhikası, s. 83) diyordu.

Nur Talebeleri, seksen küsûr senedir Kur’ân’ın kudsî dersleri olan Nur Risâlelerini okuyarak geliyorlar. Hem kendi imanlarını, hem toplumun geleneksel imanlarını kuvvetlendirmek ve muhafaza etmek için bütün gayretleri ile çalışıyorlar. On binlerce mekânda, milyonlarca insan tarafından Nur Risâleleri geceli gündüzlü okunuyor, müzâkere ediliyor. Ancak, son çeyrek asırdır dünyada ve ülkemizde meydana gelen gelişmeler, televizyon kanallarının çoğalması ve internet gibi vâsıtalar, geneli olduğu kadar Nur Talebelerini de etkiledi. Dünyevîleşme hastalığı ise, işin tuzu biberi oldu. Okuma oranlarında kısmî düşüş problemi ortaya çıktı. Herkes bu durumdan şikâyetçi olduğunu söyler oldu.

Şimdi, yeniden bir okuma seferberliği zarureti ile karşı karşıyayız. Çünkü, dinimizin ve hizmetimizin temeli okumaya bağlıdır. Ramazan başlarında yaptığımız geniş katılımlı bir istişâre toplantısı, Ankara genelinde bir okuma kampanyasının ilk kıvılcımı oldu. Mahallî meşveretlerle bütün mensuplarımıza yaygınlaştırılan her gün düzenli risâle okumaları, inşallah hem rahmet-i İlâhiyenin celbine, hem hizmetlerimizin daha da inkişaf etmesine vesile olacak. Her ferdin Külliyâtı bitirme gayreti, kaliteyi de beraberinde getirecek. Günlük en az beş, on, on beş ve yirmi sayfa okuma gibi hedefler, risâle okumalarına disiplin sağlayacak.

Bir kardeşimizin bu husustaki çalışması hepimize örnek olabilir. Önceleri günde on sayfanın altına düşmeyen, sonra on beşe, sonra yirmi sayfaya çıkan, daha sonra çıtayı yükselterek ayda bin sayfayı bulmayı hedeflediğini söyleyen kardeşe soruldu: “Eski külliyattan mı, yoksa yeni tarzdaki külliyattan mı okuyorsun?” O dedi: “Bende henüz eski külliyat var. Yenisini alırsam iki kat daha fazla okumaya çalışırım.” Hep beraber gülüştük.

Evet, Nur Risâleleri okundukça kendisini okutur. Mânevi feyizlere mazhar eder. Hizmet etmeye teşvik eder. Bu hususta, Zübeyir Ağabeyi hatırlamakta fayda var. O demiş: “Şimdi oku! Kabirde okuyamazsın.” Düzenli okumalar temennisiyle...

19.09.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Vazgeçin bu işten



Başörtüsü meselesini anayasa üzerinden çözme formülünün sıkıntılı ve sonuç getirmesi şüpheli bir girişim olduğu baştan belliydi.

Rahmetli Özal’ın sonradan “En büyük hatalarımdan biriydi” itirafında bulunduğu “yasağı kanunla aşma” girişimi nasıl olayın bu noktalara gelmesinde önemli etkenlerden biri olduysa, aynı şeyi anayasa ile yapma düşüncesi de sorunu çözmez, aksine yeni sıkıntılara yol açar.

Nitekim bunun işaretleri şimdiden belirdi.

Yegâne özellikleri “resmî ideolojinin militanlığı” olan bir kısım rektörlerin, “Yeni anayasa ile türban yasağı kaldırılmak isteniyor” gerekçesiyle bir kez daha kazan kaldırmaya hazırlanmaları ve böyle bir hareketin tetikleyeceği zincirleme reaksiyonlar, ülkeyi yeniden gerecek.

22 Temmuz’da halkın vurduğu şamarla suskunluğa gömülen güruh, başörtüsü meselesini bahane ederek tekrar şirretleşecek. Ve ortalık yine toz-duman olup, kimsenin kimseyi dinleyip anlamadığı, dinlemek ve anlamak da istemediği bir kördövüşü ortamına dönülecek.

Böyle bir ortamdan sağlıklı ve düzgün bir netice çıkmayacağı gibi, yeni anayasa projesi başta olmak üzere, AKP’nin yeni döneme ilişkin icraat programları da inkıtaa uğrayacak.

Öte yandan, başörtüsü yasağını sadece üniversitelerle sınırlı olarak kaldırma girişiminin, diğer alanlarda yasağı meşrulaştırıp kalıcı hale getirme gibi ciddî riskleri de var.

Kaldı ki, üniversitelere yönelik düzenlemenin nasıl formüle edileceği dahi belirlenebilmiş değil.

Nitekim “Kılık kıyafet serbesttir” ifadesi şimdiden itiraz oklarıyla kalbura çevrildi. Böyle bir maddenin anayasaya konulmasının çarşaf, cübbe, sarık ve mayoya da geçit vereceği iddiası öne sürüldü.

Buna karşı geliştirilen formül ise, kılık kıyafet serbestisinin devrim kanunlarına ve genel ahlâk kurallarına aykırı giyimlerle kötüye kullanılamayacağı şeklinde bir düzenleme getirilmesi.

Ama bu da tutmadı ve tutmaz. Çünkü “türban”ı devrim kanunlarına aykırı sayan görüş hemen sesini yükseltti. Ardından “Ne yani, mayo giyenlere ahlâksız mı diyorsunuz? Tamam, üniversitede mayo giyilmez, ancak...” yaygarası başlatılırsa herhalde sürpriz olmaz.

Ki, başörtüsünü üniversitelerle sınırlı olarak serbest bırakmak için devrim kanunlarını referans göstermenin; böylece çarşaf, sarık ve cübbeyi yeniden zora sokmanın ne mantığı var?

Başörtüsünü, aslî hedeflerinden biri tesettürü kaldırmak olan devrim kanunlarının insafına terk etmek olacak şey mi? Zübeyde ve Latife Hanımlara sığınmak şimdiye kadar ne kazandırdı ki, bunlara bir de devrim kanunları ilâve edilsin? Üstelik devrim kanunlarını referans yapmak çok daha ciddî ve kalıcı sıkıntılar doğurur.

Bu itibarla, başörtüsü meselesine, iyice sarpa saran uçuk anayasa formülleriyle “çözüm” bulma girişiminden bir an önce vazgeçilmeli.

Onun yerine, YÖK, Anayasa Mahkemesi ve Danıştay gibi kurumları demokratik bir çerçeveye oturtacak esaslı düzenlemeler yapılmalı.

Üniversite rektörlüklerine, resmî ideolojinin militanları yerine mâkul, mutedil, hak ve hürriyetlere saygılı isimler getirmenin yolu açılmalı.

Birey odaklı anayasa ile, sorunu “uygulamada” aşma imkânı verecek zemin hazırlanmalı.

19.09.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Mevlânâ’nın yöntemi



Şah-ı Geylani kelâma hikmet mertebesinden bakmış ve bu bakış hallirrumuz halini almıştır. Bu bakış açısıyla kâinatın esrarını okumuş ve çözmüş. Hikmet nazarıyla bakış çatışmayı değil, uzlaşmayı, paylaşmayı ve zenginliği beraberinde getiriyor. Kelâmcılar ise kelâma hikmet nazarıyla bakamadıklarından dolayı aklî alanda tıkanıp kalmışlar ve aklın çölünde kaybolmuşlardır. Kelâmı üst bilgi olan hikmetle mezcedememişler; bu da kategorizmi tetiklemiş o da müteselsilen tekfircilik suretiyle çatışmayı beraberinde getirmiştir. Bu itibarla, Geylani’yi kelâmcılardan ayıran hikmete dayalı üst bakış açısıdır. Keza Gazali’yi hocası İmamu’l Haremeyn’den ayıran veya Bakillani’den temyiz eden de yine bu bakış açısıdır. Fahreddin Razi ekolüyle Mevlânâ’nın yöntemini birbirinden ayıran da bu sırdır. Bu damar Bediüzzaman’la devam etmiştir.

Bediüzzaman hikmet dairesindeki Geylani, Gazali, Mevlânâ geleneğinin bir devamıdır. Bediüzzaman hikmetle baktığından genel Ehl-i sünnet çizgisinde Muhyiddin-i Arabi’yi de dışlamamıştır. Hikmet bakışıyla onu da bu geniş İslâm dairesi içinde mütalâa etmiştir. Buna mukabil Fahreddin Razi ve benzeri kelâmcıların çizgisini ve damarını devam ettiren Şeyhülislâm Mustafa Sabri meseleye tamamen kelâmcıların yaptığı gibi geçişsiz ve kategorik düzlemde bir bakış açısıyla değerlendirmiştir. Zıtlar dünyasını hikmetin potasında bütüncül olarak mütalâa edememiştir. Ve netice itibarıyla, Muhyiddin-i Arabi gibi zevatı belki hakkı olmadığı halde dışlamıştır. Dolayısıyla Mevlânâ ve Bediüzzaman gibiler kelâmcıların kuru üslûplarını ve damarlarını tevarüs etmek yerine hikmet ehlinin yolunu seçmişlerdir. Bu akla aşkı da katmaktır. Aşkın olmadığı yerde akıl kaskatı kesilir ve kanatlanıp uçamaz. Tek kanadıyla havalanamaz ve irtifa kazanamaz. Bütün yollar çıkmaz hâle gelir. Kelâmcılar ile ehli hikmetin yolları bu cihetle birbirlerinden ayrıdır.

Neden Gazali kitaplarında Bakillani’yi eleştirmiştir? Geçişsiz kategorik bakış açısından ve bu bakış açısına göre Müslümanları katı bir şekilde ayrı kompartımanlar halinde ele almasından dolayı. Halbuki ibnü’l meşreb veya mezhep olmayan aksine ibnü’l hakikat olan Gazali gibiler hakkı nerede görseler almışlardır. Onlara göre usûl yönüyle Ehl-i sünnet hak ve hakikat yolunu temsil etmektedir. Ama hakikat onun tekelinde olmadığı gibi bazı hususlarda hataya düşme payı ve ihtimali de variddir. Dolayısıyla Gazali gibiler hiçbir zaman katı meslek erbabı değillerdir ve kategorik önkabul veya önred gibi bir keyfilikleri de yoktur. Onlar kâinatı yargılamaya değil anlamaya çalışmışlardır. Anlamaya çalıştıkça da diğer mesleklerde de hakikat daneleri olduğunu görmüşler ve külliyen onları reddetmemişlerdir.

Neden Mevlânâ akılcılıkta ve kelâm ilminde bir güneş olan Fahreddin-i Razi ve ekolüne karşı çıkmıştır. Cephe almıştır? Bunun birçok nedeni vardır. Bunlardan birisi dayandıkları ayrıştırıcı kuru kelâm yöntemidir. Kelâmdan ziyade ahsen olmayan cedel yöntemini benimsemelerinden dolayı onlara mesafe koymuştur. Bu husustaki kemikleşmeleri hakikatın dinamizmini öldürmüştür. Kemikleşme esnekliği öldürüyor bu da dinamizmi ortadan kaldırıyor. İkinci husus ise müteehhirundan biri olarak Razi gibiler Eş’ari’nin vasatiyet mesleğini akılcı çizgiye kaydırmışlardır. Böylece formül ve kıvamdan sapar olmuştur. Bunun bir takım getirileri veya kazanımları olsa da kayıpları daha fazladır.

Hikmete dayalı kelâm mesleğinde tenakuz ve çelişki yerine tekâmül esas alınmıştır. Onlar ilzamdan ziyade iltizamı ve tebliğden ziyade temsili esas alıyorlar. Bunun sonuçlarından biri olarak ehl-i cedel ve münâzarânın dağıtmasına mukabil, ehl-i hikmet topluyor. Bu itibarla evrildiği yön itibarıyla ve hikmetin uzağına düşmesi ve bu yönüyle zülcenaheyn olma vasfını kaybetmesiyle kelâm camiiyet mesleği olmaktan çıkmıştır. İndirgemeci ve dûn bir meslek hâlini almıştır. Bundan dolayı Gazali gibiler ona zaruret miktarı cevaz vermişlerdir. Hamidullah Hoca bile bunu itiraf ediyor (Hayatı, kişiliği ve düşünceleriyle Muhammed Hamidullah, s: 258).

—Devami Yarin—

19.09.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Kavramlarla yaşamak -1



Kavramlar, Bediüzzaman’ın ağzından Risâlei Nur diliyle, Kur’ânî mânâlar giydiği zaman kendi literatürünü oluşturuyor.

Risâle-i Nur kavramları kendine has bir libas giyiyor. Doğu-Batı kıskacına girmeden, benzemeden, benzetmeden müstakil ruhaniyetini ortaya koyuyor.

Risâle-i Nur’u, Risâle-i Nur’la öğrenmek, birbirine derc etmek, mündemiç kılmak, mehaz ve mahreç yapmak, Risâle-i Nur’u anlama kapılarını açıyor.

Risâle-i Nur, “urvetü'l vuska” özelliğini meşhudat âleminde bize sunuyor.

Işık deliller, rehber fikirler ve kuşatıcı iksirler veriyor insana.

Bediüzzamanca, kavramlara tefekkür boyutunda bakmak, şefkatle zihnî dokunuşu idrak etmek, acz ve fakr içinde “gururun hortumu”nu kırarak mânâyı taçlandırmak, Risâle-i Nur’un farklı hassasiyetidir.

Risâle-i Nur kavramları, bize epistemolojik değerinin ötesinde, asra ruh üfleyen imanî dirilişi vermektedir.

Kalpleri yaralı olanlara merhem, ruhu muhtaç olanlara bir sur-u İsrafil, aklı müşevveş olanlara hikmet vadisi, hisleri nefsine mağlup düşmüş insanlara bir terbiye ve irade şuurudur.

Risâle-i Nur’da birbirine geçiş veren, mânânın tecessüm eden hakikat binasına sütun/kolon olan kavramlar olduğu gibi, sütunlar arası kirişler atılmıştır ki, fikrin döşeğini/döşemesini böylece kolon/kiriş bağlarıyla temelden desteklemiştir.

Temel kavramlar, kolonlara ve kirişlere uzanan bağlantı kavramlarla bir bütünlük, bir inşa, bir tahkimat ve eser ortaya çıkarmaktadır.

Risâle-i Nur, Kur’ân sarayında hakikatin sütunlarını, mânânın yüzeyini ve kullandığımız zemini/döşemeyi asrımız insanına göre tanzim etmiş, dizayn etmiş ve terimleştirmiştir.

Risâle-i Nur, günümüz insanını Kur’ân sarayına teşrif etmeye çağırıyor. Sarayın sahibine yakınlaştırıyor. Kâinat sarayının ince dokularına, sırlarına bizi götürüyor.

Kavramlarla düşünmek, Risâle-Nur lügati ile anlamamızı kolaylaştırıyor.

Risâle-i Nur’un kimyası, kendi aksiyon kurallarını ve moleküler disiplinini Adetullaha uygun bir ölçü ile insanlar arasında bir bağ oluşturmuştur.

Risâle-i Nur, afakî bir bilgi yığını değildir. Klasik bir tercüme ve kelimesi kelimesine sınırlı bir sözlük değerinde asla değildir.

Risâle-i Nur, mahiyet denizidir. Mânâlar ummanıdır. Akıl feneri ile niyet oksijenini bulan herkes, dalgıç gibi kavramların derinliklerinde inkişafını, inşirahını başlatabilir.

Atmosferin şartlarından uzak, normal nefesin oksijen zenginliğinden mahrum, özel şartların tedbirinde, her şeyden korunmuş, arınmış ve teşebbüs cesareti ile ilim denizine dalgıç gibi dalmayı göze alan küllî bir iradenin tezahürleri ile Nur kavramları yakalanabilir.

Meselâ ihlâs kavramında; üstünlük derecesi “en”li mânâlara havi; esas, kuvvet, şefaatçi, nokta-i istinat, tarik-i hakikat, dua-yı manevî… şeklinde dokuz defa tahşidat yapan bir çerçeve veriyor ki, tekli sayıların en üst değeri ile kavramların en üstünlük derecesi birbirine tevafuk ediyor.

30 senelik tahsilini dört kavramla eşitleyen, dokuyan, açan ve kudsiyeti yakalayan bir sırrı içinde tutan “kavramlar arkadaşlığı” ile bizi nur yoluna koyuyor.

Dört kavram, dört kelime ile ifade edilse de, bütün hayatı şamil bir tefekkür sistemine konu yapıyor. Ömrünü kavramlarla borçlandırıp, zihnine, kalbine, ruhuna, vicdanına, aklına ödevler vermek, bizi tefekkür yolculuğuna çıkarır.

Dört kavramdan “Niyet, aynı zamanda bir ruhtur. Onun da ruhu ihlâstır” ifadesinde niyeti besleyen ihlâs, ihlâsa lâyık kılan ruh gibi üç kavramın bütünleştiğini görüyoruz.

Talebe kavramlarla daha da açılır, inşirah eder.

Üstad aşığı, rahmetli Hasan Feyzi Ağabeyin; “Hünerdir ki, yaprak atlas, toprak elmas olmalı” kalitesinde “fikirden atlas, imandan elmas” gerçeğine lâyık olmak, en büyük mazhariyettir.

Tefekküre; niyetle, ihlâsla, uygun kabiliyetle ve merakın ihtisas zemini ile erişilebilir.

Fikir zemininde tefekkür temelli bir istinat oluşturup, zikirle kalbi mütmain kılmak ve şükürle kanaatin tatmin çizgisi olan “elhamdülillah” demek, bir tefekkür üçgeninde âleme açılmaktır. Âlemlere aç kalmaktır. Âlemlere iştiyakla rağbet etmek ve âlemlere dalmaktır.

Birbiri içinde 18 bin âlemin keşif yolculuğunda mânâ-yı harfi ile yürümek, bazen koşmak, bazen de inkıbazı aşacak bir durgunlukla istihaleden geçmek ve kendi safiyetimizin vicdanından yıkanarak saf samimî bir taallüm yönüne teveccüh etmek, yeni mânâlar kazandırır.

19.09.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Özde darbe, sözde darbe



Hemen her dönemde olduğu gibi, günümüzde de bazı ‘aydın’lar kötü bir imtihan veriyor. Şimdiye kadar ‘satır araları’nda ifade etmeye çalıştıkları ‘ihtilâlcilere destek’ niyetlerini, artık açık seçik yazmaya başladılar. Bu gidişle, ‘ihtilâl sevenler derneği’ de yakında kurulur!

“Ufukta yeni bir darbe mi var” başlıkla bir yazı kaleme alan ünlü bir ‘yayın yönetmeni’ ‘özde darbeciler’in varlığını unutmuş, ‘sözde darbe’ ihtimalinden bahsediyor. (Hürriyet, 18 Eylül 2007) Buna göre, bir kişinin namaz kılmak için ‘mola talep etmesi’ yaşanacak bir ‘darbe’nin habercisi oluyor. Tabiî bu darbe, yazıda ifade edilmese de bazılarının sürekli gündeme getirdiği ‘karşı darbe’ olsa gerek.

Gelişmeler, sayın genel yayın yönetmeninin canına ‘tak’ etmiş olacak ki, -özetle, bilmânâ- bu güne kadar ‘askerî darbe’lere karşı ‘sivil’leri desteklediğini, ancak bundan sonra ‘askerî darbe’lere karşı çıkmayacağını söylemiş. Gerekçesi de hazır: “Biri geliyor ve sonra kendi isteğiyle gidiyor. Öteki gelirse bir daha gitmeyecek.” (agg.)

Buradaki ‘biri’ askerî darbeciler, ‘ötesi’ ise ‘namaz molası’ isteyen ‘tek bir kişi’nin temsil ettiği kişi ya da kişiler... Ortada bir vak’a var: Bir tarafta, neredeyse yarım düzine kadar ihtilâl yapıp Türkiye’yi geri götüren, önünü tıkayan gerçek ihtilâlciler. Öte yanda ise, bazılarını vehim ve korkularıyla ürettikleri ‘muhtemel karşı darbe’ciler. ‘Müşahhas/ somut darbecilere kızmayıp; her defasında darbecilerin mağdur ettiği kişilerden ürkmek, korkmak ve bu korkudan ‘hayalî darbe ihtimalleri’ üretmek neyin nesi? Milleti ‘hayalî darbe’ senaryolarıyla ürkütüp, korkutup; gerçek darbecilere dâvetiye çıkarmak ‘aydın’lara yakışıyor mu?

Tabi ki ‘kökten yersiz’ olan bu düşünceleri paylaşan ‘bir kişi’ değil. Zaten sayın genel yayın yönetmeni, aynı endişeyi paylaşanlardan da bahsetmiş. Öte yanda bu endişeleri paylaşmayan milyonların varlığını ise görmemiş, duymamış. Bu da işin başka bir yönü.

Hayalî korkular üretenlerin asıl maksadı, hayalî ‘karşı darbe ihtimali’ne karşı; gerçek ‘darbeci’leri, ‘zinde kuvvetler’i ‘görev’e çağırmak olsa gerek. İşte gerçek ‘aydın’ların imtihanı burada başlıyor. Her türlü ihtilâle, müdahaleye karşı; hakkı, hukuku, demokrasiyi, insan haklarını savunmak. Önemli olan, ihtilâl ihtimalini ‘haber’ vermek değil, böyle bir durumda nasıl bir tavır takınılması gerektiğini beyan etmektir.

“Darbe ihtimali var, darbe ihtimali var” demek suretiyle darbecilerin keyiflenmesini temin etmek en başta ‘aydın’lara yakışmaz.

Özde ve sözde, her türlü darbeye, müdaheleye karşı olalım ve milleti ‘hayalî darbe ihtimalleri’yle oyalamayalım...

19.09.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Kültür kırılmasına karşı ahlâkî eğitim…



Son yüzyıldaki manevî ve ahlâkî tahribatı, “Sedd-i Zülkarneynin tahribiyle Ye’cüc ve Me’cüclerin dünyayı fesâda vermesi”ne benzeten Bediüzzaman, “sedd-i Kur’ânînin tezelzülüyle (sarsılmasıyla) Ye’cüc ve Me’cücden daha müthiş olarak ahlâkta ve hayatta zulmetli (karanlıklı, inkârcı) bir anarşilik ve zulümlü bir dinsizlik fesâda ve ifsada başlıyor” diye haber verir. (Kastamonu Lâhikası, 110-112)

İşin aslına bakılırsa, dünyevîleşme felsefesi, bir kısırdöngü ile kendi pazarını üretip palazlandırıyor. İnançsız felsefenin elindeki uluslarar ası sermaye, kitlelere sadece bir pazar ve tüketim unsuru nazarıyla bakıyor.

“Popüler kültür” perdesinde, televole ve piyasa kültürü enjekte ediliyor. Toplumu topyekûn bir cendere ve cadı kazanının içine atıyor.

Manevî terbiyeden yoksun gençler ve başkalarına benzemeye yeltenmekle sınıf atlattığını zanneden zavallılardan mürekkep kompleksli kalabalıklar…

Âdeta insanlığın “içi” boşaltılıyor. Telkin edilen “dünyevîleşme” tarzına tâbi “yaşam biçimi” yüceltiliyor; diğerlerine “dünyadan nâsibini alamamış” nazarıyla bakılıyor.

Esasen bu “hiçlik felsefesi,” “madem ölüp yok olacağız, o halde şen ve şatır yaşayalım” yıkılışıyla, içki şişesinin dibine dalan dünyevî zevk gustosu yüksek koca kafalıların akıbetlerinden korkup kaçışın bir icâdı…

* * *

Gerçek şu ki, “popüler medya”nın sansasyonuyla sürekli şiddet, sefâhet, eğlence enjekte edilmekte. Bu mânevî terbiye eksikliği özellikle gençleri ve çocukları etkilemekte...

Sırtında okul çantasıyla çocukların “iddaa” türü “sanal kumarhaneler”in kapısında ve yetişkinlerin toto-loto bayilerinin önünde oluşturdukları uzun “umut kuyrukları”, toplumun sürüklendiği ümitsiz vâhim duruma âdeta bir turnusol kâğıdı…

Gençliğin içine sürüklendiği boşluk ve bunalım, “kapkaç terörü”yle uç verdi ve “sanal kumar” olarak bilinen bahis oyunlarıyla süregeldi. Kötü madde bağımlılığından uyuşturucu kullanımına uzanan bu canavarın pençesi, ne yazık ki okullara kadar uzandı.

Sonuçta, mânevî ve ahlâkî terbiye eksikliği gençlikte büyük boşluk ve derin dejenerasyonlara sebebiyet verdirdi.

Ankara Ticaret Odası’nın “Sanal Tuzak: İnternet Kumarhâneleri Raporu”na göre, Türkiye’de internet üzerinden kumar ve bahis oyunları oynayanların sayısı 1.5 milyonu aşmış. Ülkede online casinoların yıllık cirosu bir milyar dolara varmış.

Europay’ın araştırmasıyla, dünyada Amerika’dan sonra en çok sanal kart kullanan ülke Türkiye. Zira Türkiye’de bu kart pekçok banka tarafından uluorta dağıtıldı. Ve kredi kartı ile oynanan kumar ve bahisler sâdece gençleri değil, binlerce insanı, âileyi iflas ettirip tefecilerin eline düşürdü...

Dahası, bu dümenle büyük miktarda para yurtdışına transfer edildi. İngilizlerin tespitiyle bu rant, Türkiye’de beş milyar doları bulmuş. O denli ki kumar oynayanlara ve bahisçilere ulaşmak ve ödeme ağından faydalanmak için yabancı şirketler Türk bankalarına 10 milyon dolara varan öneriler iletmişler…

Tek kuruş vergisi ödenmeyen bu ifsad çarkı, vahâmetin boyutlarını ortaya koyuyor.

Ve ne yazık ki “piyango” ve “iddaa” türü talihsiz “talih” oyunlar, Millî Piyango İdaresi ve Spor Toto Genel Müdürlüğü gibi devlet kurumları kontrolünde oynatılıyor…

* * *

Bütün bunlara karşı, devlet kurumları, sivil toplum örgütleri, gençlik ve rehâbilitasyon merkezleri, fay hattı üzerindeki bu çocuklardan ve gençlerden çok azına ulaşabilmekte.

İşin en acıklı yanı, ilgili ve yetkili merciler, çocuklara ve gençlere karşı kurulan bu pusudan habersiz hâlâ günübirlik geçici tedbirlerle avunmakta…

Devletin öncelikle bu tezattan kurtulması ve bazı maddî tedbirleri alması şart. Ancak, çocukları ve gençleri, bu tehlikeden tamamen kurtaracak olan, kalıcı mânevî tedbirlerdir.

Gençlerde, çocuklarda ve bütün toplumda, “samîmi hürmet, ciddî merhamet ve rüşvetsiz muhabbet ve muâvenet (yardımlaşma) ve hîlesiz hizmet ve muâşeret (terbiye) ve riyâsız (gösterişsiz) ihsan ve fazîlet ve enâniyetsiz (benliksiz) büyüklük ve meziyet”, ancak iman ve mânevî terbiye ile inkişâf eder. (Şuâlar, 201-205)

İnsanlığın, gençliğin ve çocukların bu derse ihtiyacı vardır…

19.09.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Betty Mahmudi ve Nora Walker



Önceki gece televizyonun “Oscar”ı sayılan Emmy ödülleri sahiplerini buldu. Zaman zaman eleştirisini yaptığım ve CNBC-e’de gösterimde olan mafya dizisi “Soprano” en iyi dizi film ödülüne lâyık görüldü.

Bu diziye öylesine çok ilgi var ki, tam 12 sezondur yayınını sürdürüyor. Soprano’nun yapımcıları sezonu kapatma kararı aldıklarını söylerken, giderayak “en iyi” dalda ödül alarak başarısını taçlandırdı.

Bu törende ilginç gelişmeler yaşandı.

Türkiye’de de gösterilen “Brothers and Sisters” dizisindeki Nora karakteriyle ödüle lâyık görülen aktris Sally Field, en iyi kadın oyuncu seçildi. Field ödülünü almak için platforma çıktı. Teşekkür faslından sonra mikrofona eğildi ve şöyle dedi:

“Bu ödülü Nora Walker karakteri ve tüm anneler adına alıyorum. Özellikle de oğullarını tehlikeden, savaştan dönmesini bekleyen anneler adına…”

Hemen ardından şu sözleri ekledi:

“Kabul edin, eğer dünyayı anneler yönetseydi, lânet olası savaşlar çıkmazdı. Oğullarının dönmesini bekleyen anneler adına savaşın bitmesini istiyorum.”

Tam bu esnada yayında sesini kıstılar. Kamera başka yöne çevrildi… Konuşmayı ustalıkla örtbas ettiler.

Sally Field hatırlanacağı üzere, “Kızım Olmadan Asla” filmiyle kızını İran’dan kaçıran anneyi, yani Betty Mahmudi’yi canlandırmıştı. Film ucuz bir Amerikan propagandasıydı ve berbat ırkçı mesajlar veriyordu. Çünkü filmde, İran’lı doktor karısını ve kızlarını acımasızca döven gaddar bir baba olarak lanse edilmiş... Geri planda ise, Humeyni rejimi sokaklarda terör saçıyordu…

Bu film, sadece İranlıların değil, bazı İslâm ülkesinin de tepkisini çekmiş ve “İslâm toplumunda kadın” tartışmalarını alevlendirmişti.

İki Oscar’lı aktris Field, o dönemde sırtını Amerikan politikasına yaslamış ve Betty Mahmudi’nin çektiği acıları kendisinin canlandırarak bir misyon yüklendiğini anlatmıştı.

Şimdi ise, ödül töreninde gözyaşı döken annelerin yanında savaş aleyhtarı konuşmasıyla gündeme oturdu.

Field, canlandırdığı iki karakterde ortak bir duygu yakalamış besbelli: Annelik.

Mahmudi kızını koruyan bir anne, Walker ise orta sınıf Amerikan ailesini koruyan bir anne.

Ancak ödül töreninde söyledikleri ise, gerçeğin tâ kendisiydi. İşte bu gerçeğe tahammül edemeyen Amerikan Fox TV, bu skandala imza atmış oldu.

Skandalın sahibi hatırlanacağı üzere geçen yıl TGRT’yi satın alan Yahudi medya patronu Rupert Murdoch’a ait. Murdoch ise savaşı sonuna kadar destek veren bir militarist.

Dolayısıyla, Sally Field gibi birinin bile sözlerini kısmaktan asla geri durmayan bir sansürcübaşı!

Murdoch’un bir ayağı bilindiği gibi “Fox TV” adıyla Türkiye’de. Ancak TMSF çatısı altında bulunan Sabah ve atv’ye de gözünü dikmiş durumda. Halbuki Fox TV, yayın hayatına çok iddialı girmişti. Ancak öylesine acemi ve ucuz yayınlarla göz önüne çıktılar ki, beklentileri boşa çıkardılar. Kaliteli yayın yerine “popülist” yayını tercih ettiler.

Bakalım, atv’yi alabilme şansı ne oranda, yakında göreceğiz.

19.09.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Davranış psikolojimiz



Davranış; dışarıdan ve iç âlemimizden gelen uyarılara verdiğimiz cevap, gösterdiğimiz tepkidir. Normal ve anormal olmak üzere iki kısımdır.

Dışarıdan gelen uyarılar karşısında zaman zaman öfkelenmemiz, kızmamız, bağırıp çağırmamız normal bir tepki biçimidir. Gereksiz, yersiz tekerrür eder, saatler, günlerce sürerse anormal olur. Meselâ, kız çocukların oyuncak bebek, erkeklerin tahta kılıç/kalkan veya atlarla oynamaları; yalancı emzikle oyalanmaları normal bir davranıştır. Fakat, 15-20 yaşında aynı oyuncaklarla oynayan genç kız ve erkeğin; veya yaşlıların emzikle oyalanmaları; başlarına huni geçirmeleri tıbbın hiçbir dalınca normal bir davranış kabul edilmez!

Bu vesîleyle asıl hayatımıza bir atıf yaparak soralım: Acaba, 15 yaş ve üstü insanların, halâ dünyanın yalancı, fâni, geçici emzikleri ve fantaziyeleriyle oyalanması normal bir davranış mı? Tehlikeli ve sonunda ölümün geleceği muhakkak bir hastalığa yakalanan aklı başında birisi; tedâviyle mi meşgul olur; yoksa oyun ve eğlenceye mi dalar? Ölüm yüzde yüz kesin olduğuna göre; sonsuz âleme hazırlanmayan ve oyalanana tıp ne teşhis koyar?

Psikoloji; sürekli, anormal, yersiz, uygunsuz; çevredeki insanların hoşgörüsünü aşan; insanlarla ilişki ve iletişimini bozan; kendisinden beklenen beceri ve başarıyı gösteremeyen; gerçeklere aykırı kabul edilen davranış, hareket ve tutum sergileyenleri “rûh sağlığı bozuk” kategorisine koyuyor. Anormal kişiliklere yol açan sebepler nelerdir?

Anormal davranışlara; biyolojik bozukluklar, yâni beyin ve merkezi sinir sistemindeki arızalar dışında; benlik-kişilik gelişmesi sırasında ortaya çıkan saplantı ve takıntılar (eğitimsizlik, yanlış yetişme tarzı; hâdiselere ters bakış ve yaklaşım açısı) sebep olabilir.

Şüphesiz bu aile içindeki davranışlarımızdan, içinde yer aldığımız sosyal örgütteki vazifelerimize, yaklaşım tarzımıza kadar etki eder. Özellikle çocukluk ve gençlik (bilhassa bülûğ) çağındaki çatışmalar, sürtüşmeler kişilik gelişimini olumsuz etkiler.

Uykusuzluk, açlık; yâni; sinir sistemi ve midenin ihtiyaçlarının karşılanmaması gerginlik, taşkınlık ve anormal davranışlara sebep olurken; akıl ve zekânın tatmin edilememesi; hayâtî sorulara cevap bulunamaması da psikolojik rahatsızlıklara yol açar.

Ayrıca; problem, sıkıntı, belâ, musibet, sevdiklerinden birisinin ölümü, hapis yatma, ağır hastalığa yakalanma korkusu gibi meseleleri izah edememe, aklı tatmin edici bir açıklama bulamama da aynı rahatsızlıkları doğurur.

Stres, günümüzün baş hastalığı. Ancak, az stres, itici, harekete geçirici bir görev de görmektedir. Önemli olan onu da dengede tutabilmektir.

19.09.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]





M. Latif SALİHOĞLU

Yassıada cehennemi (4)



Kısa notların devamı

Kore kahramanı

"Kore kahramanı" olarak bilinen Tahsin Paşa da Yassıada'daki tutuklular arasında bulunuyordu. Genç bir üsteğmen olan oğlu ise, darbecilerin yanında yer almıştı.

Oğlunun bu vaziyeti, iki de bir nazara veriliyordu. Bu durum, haliyle paşayı kahrediyordu. Derdine ikinci bir dert katıyordu.

CHP'linin DP'li oğluna ceza

DP Antalya Milletvekili Av. Adnan Selekler, hem maznun, hem de müdafaa avukatı olarak iki buçuk sene Yassıada ve Kayseri Cezaevi'nde mahpus kaldı.

Babası koyu CHP'liydi. Ama o, bütün tenkitlere rağmen Demokrat Parti'de sebat etti. 1957 seçimlerinde kazanmış olduğu milletvekilliği, 27 Mayıs 1960'da son buldu. 32 ay süren milletvekilliğinin karşılığını 30 ay işkence görerek ve hapis yatarak ödedi.

Hamid Fendoğlu

Malatya Belediye Başkanı iken, bombalı bir sûikast sonucu katledilen (14 Nisan 1978) Hamit Fendoğlu (nâm–ı diğer Hamido) da Yassıada'da idamla yargılananlardan.

1946'dan itibaren DP gençlik kollarından bu partiye giren Fendoğlu'nun suçu, Bayar ve Menderes'i çok sevmesi, takdir etmesi ve onlar için "nümayiş"te bulunmasıdır.

Fakat o, yine de "idamlıklar" ile birlikte yargılanır.

Buna rağmen, metanetini bozmaz, bulunduğu yerde Menderes'e yine lâf söylettirmez ve gerektiğinde kaba kuvvet kullanmaktan bile çekinmezdi.

Bu yüzden, Yassıada'da ona "DP'nin Kaba Kuvvetler Komutanı" diye bir de lâkab takmışlardı.

Bülent Ecevit

İsmet Paşanın en yakın adamlarından Bülent Ecevit de, Yassıada duruşmalarında "tanık" sıfatıyla gelip konuşanlardan biridir.

Mahkeme, Ecevit'in "Himmet Dede hadisesi" sebebiyle çağırmıştı. Güya, Ankara'dan Kayseri'ye gidecek olan İsmet Paşa, Demokratlar tarafından Himmet Dede (Ürgüp) istasyonunda üç saat kadar zorla bekletilmiş ve Kayseri'ye sokulmamıştı.

Ne var ki, Ecevit, mahkemede hiç yoktan başka bir konuya girdi ve Menderes'in Kıbrıs politikasından dolayı suçlamalarda bulundu. Menderes'in Kıbrıs'taki Türk Mukavemet Teşkilâtına (TMT) para ve silâh yardımında bulunması, Ecevit'e göre suç teşkil ediyordu.

Gariptir, Dışişleri Bakanı Zorlu'ya da "Kıbrıs'ı sattı" ithamında bulunan aynı Ecevit, 1974 Temmuz'undaki "Kıbrıs harekâtı"nda, Menderes ve Zorlu'nun diplomatik başarılarına (Türkiye'nin garantörlük hakkı) sığınmak zorunda kaldı.

Gazi Yiğitbaşı

Yassıada duruşmaları esnasında vefat edip Hakk'ın rahmetine kavuşan mümtaz şahsiyetlerden biri de DP Afyon milletvekili Gazi Yiğitbaşı'dır.

Bu zat, Üstad Bediüzzaman'ın çok yakın dostudur. Hürmette ve hizmette kusur etmezdi.

O da, bu hizmetinin karşılığını, Yassıada'da hayatıyla ödedi. Görmüş olduğu ezâ, cefâ, kahır sebebiyle, orada şehit oldu.

Üstad'ın Menderes'e selâmı

Dr. Tahsin Tola anlatıyor: "Ankara'ya gideceğim zaman Isparta`da Üstada uğradım. Üstad, şunları söyledi: 'Adnan Bey kardeşime selâm söyle... O bizim himayemizdedir. Eğer biz onu himaye etmezsek (eliyle işaret ederek) bir anda altı üstüne gelir. Bizi âlem–i İslâmdan, Pakistan`dan çağırıyorlar. Eğer burayı bırakıp gitsek, bir anda altı üstüne gelir. Burayı biz muhafaza ediyoruz.'"

Üstad Bediüzzaman, gelecek tehlikeyi hissetmiş gibi konuşmuş. Zira, onun vefatından sadece iki ay lık bir zaman sonra, ihtilâl cuntası harekete geçti ve Menderes iktidarını devirdi.

Ne istiyor, neyi istemiyoruz?

Meşrû iktidarları alaşağı eden darbeler, elbette ki gayr–ı meşrû sayılır.

Meşrûiyet dışı oldukları için de, darbelerin savunulacak hiçbir tarafı olmaz. Toptan ve kökten reddedilir: 27 Nisan (1909, Hareket Ordusu), 27 Mayıs (1960), 12 Mart (1971) ve 12 Eylül (1980) darbeleri bu kategoriye girer.

Gerçi, bu ve benzeri darbeleri savunanlar var hâlâ...

Ama biz, hangi gerekçeyle olursa olsun, hiçbir darbeyi, hiçbir şekilde tasvip etmiyoruz ve edemeyiz.

Dahası, yakın tarihimizde yaşanmış olan bütün o kanlı ihtilâlleri reddin de ötesinde, tel'in ediyoruz.

Bu lânetimiz, bundan sonraki muhtemel niyet ve girişimler için de aynen geçerli.

Demokrasinin canına okuyan, temel hak ve hürriyetleri ayaklar altına alan, hukuk ve adâleti katleden, siyaseti alt–üst eden, hür iradeyi hançerleyen, vatana ve millete maddî–mânevî en büyük zararı dokunan darbeleri red ve tel'in sadedinde ne söylense az gelir.

İşte, bu kadar net ve bu derece kuvvetli gerekçelere dayanarak, burada şunları da belirtme ihtiyacını duymaktayız:

Darbeleri esastan reddettiğimiz gibi, cuntacıların hukuk ve adâlet dışı icraat ve tasarruflarını da reddediyoruz.

Bu cümleden olarak, cuntacıların yegâne hedefi olduğu anlaşılan Demokrat iktidarları devirme ve partilerini (DP, AP) kapatma tasarruflarını tanımıyoruz.

Tek başına iktidar olan o aynı misyon partilerin hak ve hukuklarını sonuna kadar savunuyoruz. Kaybedilen haklarının tamamını geri istiyoruz. En başta da, iktidar hakları...

Onlara haksızlık yapan odak ve zihniyetlerin, çıkıp alenen özür dilemesini istiyoruz.

O köklü partilerin kapanmasıyla, onların misyonuna değil de, mirasına konmaya çalışan nevzuhûr siyasî eğilim ve oluşumları da kabullenemiyor ve içimize sindiremiyoruz.

Aksi takdirde, ihtilâlleri meşrû görüp tasarruflarını da kabullenmiş sayılırız.

Hâsılı, bütün o darbeleri red ve icraatlerini hiçe saymalıyız ki, milletin hiçe sayılan hak ve hukukunu da savunup iadesini isteyebilelim. "Nemelâzım" diyen ve haksızlıkların üzerine yatılmasını kabullenenlerden değiliz biz.

19.09.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kıyamet günü için önden göndermek



Yunus Bey:

*“Câmiü’s-Sağîr 3. cildde geçen 2256 no’lu, ‘Allah helâl kazanan, tutumlulukla harcayan, fazlasını da fakirlik ve ihtiyaç günü olan Kıyamet için önden gönderene merhamet etsin!’ meâlindeki hadisi açıklar mısınız? Önden göndermek ne demektir?”

Bu hadiste Peygamber Efendimizin (asm) bir duâsı var. Buna ulaşmanın yolu ise, helâlinden kazanmak, tutumlu harcamak ve fazlasını âhiret hesabına tasadduk etmek, yani hayır yollarında harcamak.

Âhiret hesabına harcama yapmak Kur’ân’ın dilinde de “önden göndermek” tabiriyle ifade edilmiştir.1 Anlaşılıyor ki, amellerimiz bizden önce âhirete ulaşmaktadır.

Bu hadisin açıklaması olarak, bir uzunca hadis-i şerifi dikkatli nazarlarınıza sunalım:

* İsrail oğullarından alaca ten hastalıklı, kel ve kör olmak üzere üç kişi vardı. Allah bunları imtihan etmek istedi de, onlara bir melek gönderdi. Melek alaca hastalığı olana geldi ve:

“Bir dileğin var mı?” dedi. Adam:

“Güzel bir renk, güzel bir ten ve insanları tiksindiren bu hastalığımın benden gitmesi” dedi.

Melek adamın vücudunu sıvazladı ve adamdan bu çirkinlik kalktı; güzel bir yüz ve güzel bir ten verildi. Sonra melek:

“Nasıl bir mal dilersin?” dedi. Adam:

“Deve isterim” dedi.

Adama on aylık dişi bir deve verildi. Melek:

“Allah sana bu devede bereket ihsân eylesin” diye duâ etti.

Sonra melek, başı kel olan kişiye vardı ve:

“Bir dileğin var mı?” dedi. Adam:

“Güzel bir saç ve insanları iğrendiren kelliğin benden gitmesini isterim” dedi.

Melek onun başını sıvazladı. Adamdan kellik gitti ve güzel bir saç verildi. Sonra melek:

“Nasıl bir mal istersin?” dedi. Adam:

“Sığır isterim” dedi.

Adama gebe bir sığır verildi. Melek ona:

“Allah bu sığırda sana bereket ihsan eylesin” diye duâ etti.

Sonra melek, körün yanına geldi ve:

“Bir dileğin var mı?” dedi. Adam:

“Allah’ın gözümü bana iade etmesidir. Görmek istiyorum” dedi.

Melek onun gözünü sıvazladı ve Allah ona gözünü iade buyurdu. Sonra melek:

“Nasıl bir mal istersin?” dedi. Adam:

“Koyun isterim” dedi.

Kendisine kuzulu bir koyun verildi. Melek onun için de bereketle duâ etti.

Bir müddet sonra deve, sığır ve koyun yavruladı. Deve isteyen kişinin bir vadi dolusu devesi, sığır isteyen kişinin bir vadi dolusu sığırı ve koyun isteyen kişinin de bir vadi dolusu koyunu oldu. Sonra melek, daha önce geldiği gibi, fakir bir adam kılığında tekrar geldi. Deve sahibine:

“Ben fakir bir kişiyim. Yolcuyum. Yol azığım bitti. Memleketime dönecek param kalmadı. Elimden tutacak kimsem yok. Evime ulaşmak için Allah’tan başka yardımcım da yok. Şimdi ben, sana şu güzelliği veren Allah hakkı için, senden bir deve isterim ki, üzerine binip, evime dönebileyim” dedi.

Adam: “İyi de, bu malların hakları çoktur! Her gelene bir deve vermek de olmaz ki!” dedi. Melek tekrar:

“Ben seni tanıyacak gibiyim. Sen, şu halkın iğrendiği alaca hastalıklı adam değil misin? Sen bir fakir idin de, bu malı sana Allah vermiş değil miydi?” dedi. Adam:

“Bana bu mal atalarımdan miras kaldı!” dedi. Melek de:

“Eğer yalan söylüyorsan, Allah seni eski haline çevirsin” dedi.

Sonra melek kel adama geldi. Fakir olduğunu ve bir sığıra ihtiyaç duyduğunu söyledi. Bu adam da aynı şeyleri söyledi ve reddetti. Melek de:

“Eğer yalan söylüyorsan, Allah seni eski haline çevirsin” dedi.

Melek daha sonra kör adamın yanına geldi. Fakir olduğunu, yolda kaldığını, memleketine ulaşmak için bir koyuna ihtiyacı olduğunu söyledi.

Koyun sahibi ise:

“Ben bir kör adam idim. Bir gün Allah bana gözlerimi geri verdi. Fakir idim. Allah beni zengin kıldı. İşte koyunlar vadide! Dilediğin kadar al, git! Dilediğin kadarını da bana bırak! Allah’a yemin ederim ki, bugün Allah rızası için benden alacağın bir şeye sınır koyarak sana güçlük çıkarmayacağım” dedi. Melek:

“Malın senin olsun! Allah sizleri imtihan etti. Senden razı oldu; fakat iki arkadaşını gazaba uğrattı!” dedi.2

Demek Allah bizi hastalıkta, afiyette, iyi günde, kötü günde, fakirlikte, zenginlikte imtihan etmektedir. Karşımıza çıkan her ihtiyaç sahibi, melek olmayabilir şüphesiz. Fakat Allah katında, beşerin “şiddetli ihtiyaç” içindeki duâsının, meleğin “istiğna ve zenginlik” içindeki duâsından hiç de geri kalmayacağını nazara almalı ve insanlara yardımcı olmalıyız. Bunlar, bizim önden gönderdiğimiz hayırlı amellerimizdir.

Dipnotlar:

1- Yâsîn Sûresi, 36/12; Fecr Sûresi, 89/24

2- Müslim, Zühd, 10

19.09.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

BİR KISSA, BİN HİSSE



Hazret-i Süleyman Aleyhisselam bir gün, deniz kenarına oturmuştu. Bir karıncanın geldiğini gördü. Ağzında yeşil bir yaprak vardı.

Karınca deniz kenarına ulaştı. Tam o sırada sudan bir kurbağa çıktı.

Kurbağa sanki sözleşmişler gibi karınca ile buluştu, karıncanın getirdiği yaprağı aldı ve denize döndü. Yaprağı teslim eden karınca da geri döndü.

Mahlûkat dillerini bilen Hazret-i Süleyman karıncaya sordu:

“Ey karınca! Nedir bu olay? Bunun hikmeti nedir?” Karınca dedi ki: “Bu denizin ortasında, Allah bir taş yarattı. O taşın içinde bir böcek yarattı. Beni de onun rızkına sebep kıldı. Ben her gün ona yetecek kadar rızık getiririm. Deniz kenarına ulaştırırım. Allah’ın, kurbağa suretinde yarattığı bir meleği o rızkı benden alır, o böceğe ulaştırır. O böcek, Allahın kudreti ile açık bir dil ile her zaman şöyle söyler:

“Sübhânallah ki, beni halk etti, deniz ortasında ve taş arasında bana mekân verdi. Benim rızkımı unutmadı. Allah’ım! Ümmet-i Muhammedi ümitsiz kılma!”

19.09.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri