Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 19 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Bugün, yalanlayıp durduğunuz hüküm günüdür.

Sâffât Sûresi: 21

19.09.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Geceleyin köpek havlamalarını, eşek anırışını işittiğinizde şeytandan Allah'a sığınınız. Çünkü onlar sizin görmediğiniz şeyleri görüyorlar.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 1, no: 387

19.09.2007


Sabırsızlığın bir ilâcı da oruçtur

Ramazan-ı Şerif, insanın hayat-ı şahsiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

İnsana en mühim bir ilâç nev’înden maddî ve mânevî bir perhizdir. Ve tıbben bir hımyedir ki, insanın nefsi yemek, içmek hususunda keyfemâyeşâ hareket ettikçe, hem şahsın maddî hayatına tıbben zarar verdiği gibi, hem helâl-haram demeyip rast gelen şeye saldırmak, adeta mânevî hayatını da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek, o nefse güç gelir, serkeşâne dizginini eline alır. Daha insan ona binemez; o insana biner.

Ramazan-ı Şerifte, oruç vasıtasıyla bir nevi perhize alışır, riyazete çalışır ve emir dinlemeyi öğrenir. Biçare zayıf mideye de, hazımdan evvel yemek yemek üzerine doldurmakla hastalıkları celb etmez. Ve emir vasıtasıyla helâli terk ettiği cihetle, haramdan çekinmek için akıl ve şeriattan gelen emri dinlemeye kabiliyet peydâ eder. Hayat-ı mâneviyeyi bozmamaya çalışır.

Hem insanın ekseriyet-i mutlakası açlığa çok defa müptelâ olur. Sabır ve tahammül için bir idman veren açlık, riyazete muhtaçtır. Ramazan-ı Şerifteki oruç, on beş saat, sahursuz ise yirmi dört saat devam eden bir müddet-i açlığa sabır ve tahammül ve bir riyazettir ve bir idmandır. Demek, beşerin musibetini ikileştiren sabırsızlığın ve tahammülsüzlüğün bir ilâcı da oruçtur.

Hem o mide fabrikasının çok hademeleri var. Hem onunla alâkadar çok cihazat-ı insaniye var. Nefis, eğer muvakkat bir ayın gündüz zamanında tatil-i eşgal etmezse, o fabrikanın hademelerinin ve o cihazatın hususî ibadetlerini onlara unutturur, kendiyle meşgul eder, tahakkümü altında bırakır. O sair cihazat-ı insaniyeyi de, o mânevî fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanlarıyla müşevveş eder. Nazar-ı dikkatlerini daima kendine celb eder. Ulvî vazifelerini muvakkaten unutturur. Ondandır ki, eskiden beri çok ehl-i velâyet, tekemmül için riyazete, az yemek ve içmeye kendilerini alıştırmışlar.

Fakat Ramazan-ı Şerif orucuyla o fabrikanın hademeleri anlarlar ki, sırf o fabrika için yaratılmamışlar. Ve sair cihazat, o fabrikanın süflî eğlencelerine bedel, Ramazan-ı Şerif’te melekî ve ruhanî eğlencelerde telezzüz ederler, nazarlarını onlara dikerler. Onun içindir ki, Ramazan-ı Şerif’te mü’minler derecâtına göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere, mânevî sürurlara mazhar oluyorlar. Kalb ve ruh, akıl, sır gibi letâifin o mübarek ayda oruç vasıtasıyla çok terakkiyat ve tefeyyüzleri vardır. Midenin ağlamasına rağmen, onlar mâsumâne gülüyorlar.

Mektubat, 29. Mektub, 2. Risâle, 8. Nükte, s. 391

Lügatçe:

hımye: Perhiz, yeme-içmeye dikkat etmek.

keyfemâyeşâ: Keyfine göre.

serkeşâne: Emir dinlemeyerek, isyan ederek.

riyazet: Nefsi kırma, fani şeylerden nefsini çekerek kanaat içinde yaşamak.

cihazat-ı insaniye: İnsana ait cihazlar, organlar, duygular.

muvakkat: Geçici.

tatil-i eşgal: Meşguliyete ara verme.

müşevveş: Karışık.

tekemmül: Mükemmelleşme, kemale erme.

telezzüz: Lezzetlenme.

letâif: Lâtifeler, duygular.

tefeyyüz: Feyizlenme.

19.09.2007


Ene ve namaz

Bahçede oturuyorum. Masanın üzerinde duran bir kitabın başlığı dikkatimi çekiyor: Namazın Sırları [Esrârü’s-Salât].

İncelemeye başlıyorum. Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazali’nin İhya-i Ulumu’d-Din isimli eserinde yer alan namaz ile ilgili bölümlerden derlendiğini öğreniyorum.

Okumaya başlıyorum ve ilerleyen sayfalarda bir paragraf beni derinden etkiliyor. Bu bölümde İmam-ı Gazali gafletten uzaklaşmanın, namazda huşu ve huzuru yakalamanın öneminden bahsediyor ve Hz. Ali’nin (ra)) hayatından ibret verici bir anekdot aktarıyor:

Hazret-i Ali namaza duracağı vakit benzi sararır ve vücudu titrerdi: “Ne oluyorsun, Ya Emire’l-Mü’minin?” diye sorduklarında: “Allah’ın yerlere, dağlara ve göklere arz edip de onların kabulünden kaçındıkları ve benim boynuma aldığım İlâhî emaneti ödeme zamanı gelmiştir, nasıl korkmayayım?” diye cevap verirdi.

Peygamber Efendimiz’in (asm) en büyük vârislerinden biri olan Hz. Ali’nin (ra) bu yaklaşımı, namazın hakikatine dair şimdiye kadar bildiğimi zannettiklerimden çok daha farklı ve dikkat çekici bir noktayı vurguluyordu. Hz. Ali’nin namaz pratiği benim ezberimi bozmuştu. “Sözler”deki ubudiyet bahislerine muhatabiyetimdeki gaflet perdesini parçalamıştı. Risâle-i Nur müellifinin birçok veciz sözünün elmas değerinde oluşunu bir defa daha hissetmeme tılsımlı bir anahtar hükmüne geçmişti.

Fark ettiğim yönüyle Hz. Ali (ra), namazı, insana verilen en büyük emaneti teslim etme zamanı olarak görüyordu. Onun Allah’a karşı muhatabiyeti öyle bir doruk noktaya ulaşmıştı ki, kendisine dillere destan “Perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek” sözünü söyletmişti. Aslında bu gibi eşsiz duygu ve farkındalık, Hz. Ali (ra) örneğinde bütün Sahabelerin ibadetteki derecelerine yetişilememesinin büyük sırrını yansıtmaktaydı.

Ene ile namazın ortak paydalarını daha fazla hisseder olmuştum. Meselâ, benim için her ikisi de çok “muğlâk bir muamma” ve “açılması müşkül tılsım”lardı. Kâinatın yaradılış hikmetinin anlaşılması, onların hakikatlerinin ve sırlarının çözülmesiyle mümkün olabilmekteydi. Çünkü kâinatın yaradılış hikmeti, kâinat ağacının meyvesi hükmünde olan insanda saklıydı. İnsanın sırrı ise ene’de düğümlenmekteydi. Ve insanın en önemli vazifesi olan namaz ibadetinde kemale ermekteydi. On Birinci ve Otuzuncu Söz’leri bu pencereden okuduğumda ve tefekkür ettiğimde ise, Hz. Ali’nin (ra) namaza yüklediği bu özel anlamı daha iyi anladığımı ve kavramadığımı hissedecektim.

“Emanet-i kübrâ” olan ene, Allah’ın ulûhiyetinin ve rububiyetinin eksiksiz bir şekilde anlaşılması için insana verilmişti. İlâhî şe’n, sıfat ve isimlerin bir derece bilinebilmesi için gereken binler esrarlı hâller, vasıflar ve hisler enede derc edilmişti. İsimlendirebilsem de, isimlendiremesem de, insanın her ân farklı hisleri taşıması ve bu hislerin bilincinde oluşu, aslında insanı Allah’a yaklaştıran ve O’nu daha yakından tanımasına vesile olan hâller olmalıydı. İşte namaz bu his ve duygu yoğunluğunu en zirve noktada bana yaşatabilen bir ibadet olarak öne çıkmaktaydı.

Ene öyle bir emanetti ki, insanı—hiçbir varlığa nasip olmayacak bir derecede—Allah’a küllî bir muhatap yapıyordu. Beş vakit namaz ise Allah’a küllî anlamda muhatabiyetin en kâmil zamanlarıydı. Dokuzuncu Söz’de detaylı izah edildiği gibi, her bir namaz vakti hem dehrî, asrî ve senevî inkılâpların nümunesi, hem bu inkılâplardaki küllî tasarrufların aynası, hem de bu küllî tasarruflar içindeki küllî nimetlerin toplandığı zamanlardı. Bu külli inkılâp, tasarruf ve nimetler ise küllî bir bilinç, muhatabiyet ve urûc gerektirmekteydi.

İnsana emanet olarak verilen tüm cihaz ve hislerin tümüyle Allah adına ve Onun istediği şekilde kullanıldığı benzeri olmayan bir huzur atmosferiydi namaz. Üstad’ın ifadesiyle “namaz, bütün ibâdâtın envâını şâmil bir fihriste-i nuraniye” idi. İnsana emanet olarak verilen her şeyin (his, duygu, organ, mal, zaman vb.) farklı şükür, tesbih ve ibadetlerini toplayan, birleştirendi namaz. Ene ise her şeyin emanet oluşunun bilincine vardırırdı insanı. Bu anlamda namazı “ene”nin yaratılış amacına uygun bir şekilde küllî bir anlam kazandığı çok özel bir ân olarak değerlendirmek mümkündü.

Namaz, dünyevî olan her şeyin terk edildiği bir ândı. Aynı zamanda namazda enaniyet de tümüyle, bütün çeşitleriyle terk edilebilmekteydi. İnsanın enaniyetinden en uzak olduğu zamandı namaz. Namazda şahsî kimlikler zayıflayıp kaybolur ve şahs-ı manevî öne çıkardı. Yani, mü’minin mi'racı olan namazda “ben” değil, “biz” hakikati hâkimdi. Meselâ, Peygamber Efendimiz’in (asm) Mi'raçta Allah’a selâm makamında söylediği “ettahiyyatü elmübarekâtü essalâvâtü ettayyibât” sözünü namazda tekrar eden biri, âlemindeki canlı cansız bütün varlıkların ibadetlerini Allah’a sunma anlamında küllî niyet etmekteydi. Kıyamda Fatiha Sûresini okuyup “İyyâke na’budu” derken üç küllî cemaatin tesbih ve ibadetlerini şuurlu bir şekilde dile getirmekteydi musallî. (Bkz: Mektûbât, s. 382)

İnsan fıtratı gereği kendisini/nefsini/enesini sevmekteydi. Kendini beğendiği ve sevdiği için, Allah’ı takdis, tazim ve tahmid için emanet aldığı istidat ve yeteneklerini gafletle, bilinçsiz bir şekilde nefsi için kullanırdı. Bunun bir sonucu olarak ise kusurları, eksiklikleri ve hataları kendine lâyık görmemeye başlardı. Gereksiz bir gururla nefsini ısrarla savunurdu. “Hevâsını ilâhlaştıran kimseyi gördün mü?” ikazının muhatabı olurdu. Namaz ise insanda bu duyguların oluşmasını engeller, gafleti kaldırır, huzuru kazandırırdı. Çünkü huzur-u İlâhiyede insan ancak kusur, acz ve fakrını hissedebilirdi. Kusurunu hissettikçe “Sübhanallah” diyerek Allah’ı takdis eder. Aczini “Allahuekber” diyerek ilân eder ve tazim vazifesini yapardı. Allah’ın sonsuz nimetleri karşısında ihtiyacını ve fakirliğini hissederek “Elhamdülillah” kelimesiyle teşekkürünü sunardı. Namazın çekirdeği olan bu üç kelimenin şifrelerinin çözülmesi oranında insan kendisini tanır, vazifesini anlar ve gerçek İlâhına yönelirdi.

Ene, sonsuz bir beyazın anlaşılması için—silinmek kaydıyla—çizilmiş siyah bir çember misâliydi. Üstad’ın yaklaşımıyla enenin fonksiyonu “aynamisâl”, “vahid-i kıyâsî”, “âlet-i inkişaf” ve “mânâ-i harfi” çerçevesindeydi. Bu hakikat tümüyle—kalben, lisanen ve bedenen—en iyi namazda hissedilebilirdi.

Şekliyle, ısısıyla, bütün renkleriyle ve yüz elli milyon kilometre derinliğiyle güneşe ayna olan bir damla misâli olmalıydı ene. Ya da sıcaklığı ölçen, fakat ne artırıp ne de azaltmaya gücü yetmeyen, sadece sıcaklıktan etkilenen termometre misâli bir ölçü birimi olduğunun bilincine varmalıydı. Bir başka yönüyle ise, ihtişamlı gökyüzünü keşfettiren ve uzakları yakın kılan teleskop gibi özel bir görev üstlenmeyi de deneyebilirdi. Hiç olmazsa yalın bir harf olduğunu unutmamalıydı. Bir yazarın kaleminin mürekkebinden doğan, kendi başına anlamı olmayan, fakat yazarını yüzlerce kelimeyle tanıtabilen, tarif edebilen zarif bir harf olabilirdi meselâ.

Sonuç olarak, namaz—başta ene olmak üzere—insana verilen bütün emanetleri günde beş defa Allah’a teslim etme zamanı olarak görülebilirdi. Aynı zamanda enaniyet ve gururun da azami derecede huzur-u İlâhîde terk edildiği bir ibadet olarak da kabul görebilirdi. En nihayetinde buraya kadar yazdıklarımı formüle dönüştürmek babından, Üstad’ın “evkat-ı hamsede (beş vakitte) rükû ve sücud kancasıyla gururun hortumunu bük, sık, başını kır, imanı doldur” sözünü bu sırrı veciz bir şekilde ifade eden bir cümle olarak zihnime nakşedebilirdim.

http://saidiseri.blogcu.com

Mustafa Said İŞERİ

19.09.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri