|
|
Davut ŞAHİN |
Ilgaz, yaren, kandil ve mevlit |
|
Uzun bir aradan sonra, bu sütunlarla sizlerle olmak çok güzel.
Özlemişim.
Aslında tatil boyunca postacı misali yine “iş”ten ayrı kalamadım. Çalışmadığım günler masamın başındaydım.
Sadece bir hafta boyunca Ilgaz’da kalabildim.
Görünen şu:
Ilgaz adım adım gelişmekle birlikte, hâlâ sımsıkı geleneklerine bağlı.
Özellikle büyük şehirlerde (metropol) kurdukları derneklerle bu gelenekleri yaşatma gayretine girmeleri kayda değer.
Yaren geceleri bunlardan biri.
Bu geceler büyük şehirlerde “öz”ünü kaybetmeden, hatta geleneksel kıyafetlerle sergileniyor.
Sık sık düzenlenen “yaren geceleri”ni kaçırmamanızı, bir fırsatta mutlaka görmenizi tavsiye ederim.
Bir hafta sonu Gökçeyazı Köyü (Kacan Mahallesi) gençler, köy odasında “yaren gecesi” düzenlediklerini bildirdi bize… Ben “yaren gecesi” diyorum, ama onlar bölgesel bir dille “ferfene” diye isimlendiriyor...
Eh, biz de genç(!) olduğumuz için gittik, baş köşeye oturduk... Daha doğrusu oturttular.
“Ağam, paşam” dediklerine bakmayın, yaren gecesinde bir ton sopa yemek işten bile değil. Sert Anadolu oyunları bir anlamda gençlerin gücünü sınadıkları bir alan… Özellikle bir grup halinde arkadan kimin vurduğu belli olmayan “Vızz” oyunu... Üçlü oynanan “bere kapma,” sonra ayak topuğunu vurulan “usta ve çırak” diyalogları… Dahası, güya fakirlere dağıtılan “hak” oyunu… Cömertçe verdiğiniz rakamlar, dönüp size “değnek” olarak iade ediliyor.
Yaren geceleri hem zekâ oyunu, hem güç gösterisi, hem de “eğlencelik.” Televizyonun olmadığı dönemlerde, sadece insan zekâsını arttırmıyor, aynı zamanda “kültür”ünü geliştiriyordu.
Yaren geceleri, insan kaynaşmasının yanı sıra dayanışmayı da hatırlatır. Hatta, sadece köylerde kış mevsimi boyunca köy odalarında toplanan gençler, çeşitli oyunlarla birçok yöresel oyunlar oynar ve eğlence yapar. Gece, sonunda yöresel yemeklerle verilen ziyafetle sona erer. Zamanla bu kural değişmiş. Kışın yapılan yaren geceleri, köylülerin yılda bir kez buluştukları yaz mevsimine taşınır olmuş.
Köylerde yaşanan en önemli faaliyet de kandil geceleri... Kandil gecelerinde helva, gözleme ve çörek yapılarak komşulara dağıtılır. En büyük ziyafet ise, “Kur’ân ziyafeti”dir.
Bir diğer ölmeyen geleneğimiz de, Mevlittir.
Ilgaz da, yakınları vefat edenler fırsat buldukça, büyüklerin anısına “Fatiha ve Yasin” göndermek için “mevlit” düzenler.
Yüzyıllardır bu gelenek Anadolu’da devam etmekte… Türk kültürün sağlam dayanaklarından biri olan mevlit, birliğin, beraberliğin ve hoşgörünün sembolü olarak görülmüş.
Geleneksel yemeklerden pilav ve keşkek, olmazsa olmazlardan. Kimi tatlı vererek çeşitlendirir, kimi de baklava… Tatlı yiyerek, tatlı konuşmak geleneği devam etmekte adeta.
Ekonomik açıdan köyden kente göç edenler, kazandığı parayla köydeki eski evlerini tamir etmekte, bahçelerini ekip biçmekle meşgul… Ancak eskisi gibi tarla ekip biçmek, artık ütopya. Bir hayalden öteye gidemiyor. Çünkü ekecek ne zaman, ne de zemin müsait. Hele de “küresel ısınma” ve kuraklık tehlikesi baş gösterince, kimse suyu boşuna harcamak istemiyor.
Ekonomik açıdan bölge sıkıntılar yaşıyor elbet. Konuştuğumuz insanlar özellikle “yol”dan çok yakınıyor. “Yol”suzluk köylerde bir sıkıntı. Sadece mıcır dökmek yeterli mi? Hatta kimi zaman tehlikeli sonuç meydana getirmiyor değil.
Bana göre, Gökçeyazı Köyü istikametine acil olarak yol yapılması elzem... Kışın yolların kapanma tehlikesi yaşandığı da söyleniyor. Bizden söylemesi… Elçiye zeval olmaz.
Kuraklık tehlikesi baş gösterince, hayvancılık büyük ölçüde zarar görmüş. Büyükbaş hayvancılık azaldığı gibi, küçükbaş hayvancılığı da can çekişmekte. Hatta köy ortamında özlediğimiz tavuk ve horozları görmek neredeyse mümkün değil. Hal böyle olunca, denge bozulmuş ve kenelerin varlığı burada bir tehdit unsuru haline gelmiş. Önceleri “kene” haberlerinin abartıldığını düşünüyordum... Ama bir yakınımıza musallat olunca, durumun vehametini kavradık.
İşte tatil notlarımız bu... Kimi, sahil bölgesinde deniz kıyısıda tatilini geçirir, kimi Ilgaz’ın dingin ve sakin köylerinde.
Diyoruz ki: Ilgaz, Anadolu’nun sen yüce bir dağısın!
04.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdil YILDIRIM |
Son nefes, zor nefes |
|
“Neylersin ölüm herkesin başında,
Uyudun,
uyanamadın olacak...
Kim bilir nerede, nasıl, kaç yaşında
Bir namazlık saltanatın olacak,
T
aht misâli.. O musallâ taşında”
(Cahit Sıtkı Tarancı)
Ömür sermayemizin belli bir miktarla sınırlı olduğunu hepimiz biliyoruz. Yine, her gün bu sermayeden 24 saatlik bir kısmını sarf ettiğimizin de farkındayız. Sayılı günler tez geçtiği gibi, sayılı olan ömür sermayemiz de çabucak bitiverecek. Her hangi bir yılın, her hangi bir gününde, bilmediğimiz bir saatte, son nefesimizi nefsimizin sahibime teslim edeceğiz. Yani ömrümüzün gün, saat ve dakikaları sayılı olduğu gibi, aldığımız nefesin de belli bir sayısı vardır. Normal bir insan dakikada 20 defa nefes alıp vermektedir. Bir saatte 1200, bir günde ise, 28.800 adet nefes harcıyoruz demektir. Ömür boyu alacağımız nefesin de belli bir sayısı olduğuna göre, her nefes alışımızda bu sayı biraz daha azalmaktadır. Nefesimizin sayılı olduğunu biliyoruz ama, sayısını bilemiyoruz. Onun için her an son nefesimizi verme ihtimali vardır.
İnsan doğduğunda ilk nefesini ağlayarak alır. Bebek doğduktan sonra ağlama sesi duyulursa, orada bulunanlar sevinirler ve bunu gülerek karşılarlar. Böylece bebeğin nefes almaya başladığı, yeni hayatına ilk adımı attığı anlaşılır. Onun için ilk nefes önemlidir. Bundan sonrası kolaydır artık. Allah sağlık verdikçe, nefes alıp verme normal ritminde devam eder. Hatta çok defa nefes aldığımızın farkında bile olmayız. Cenâb-ı Hak, en çok muhtaç olduğumuz hava nimetini en bol miktarda yaratmış, solunum sistemimizi de en kolay nefes alacağımız şekilde tanzim etmiştir. Yemek yerken, lokmayı ağzımıza götürmemiz gerekiyor, su içerken bardağı dudaklarınıza kadar kaldırıyoruz. Ama nefes alırken ağzımızı açmaya bile gerek duymuyoruz.
İnsanın ilk nefesinin çok önemli olduğunu söylemiştik. Ama, son nefes ondan çok daha fazla önem taşımaktadır. İlk nefesi alırken kendimiz ağlarız ama, son nefesimizi verirken başkalarını ağlatırız. Hem de bu son nefes o kadar kolaylıkla verilmiyor. Günlerce hastalık çekenleri, sekerat halinde iken büyük sıkıntılar yaşayan insanları çok görmüşüzdür. Kimi acı bir hıçkırıkla, kimi de korkunç bir horultu ile son nefesini teslim eder.
Ölüm anı, insanın en zor ânıdır. Özellikle kâfirler, müşrikler ve günahkâr insanlar için, sekerât ve ölüm, hayatta hiç yaşanmamış bir azap şeklinde gerçekleşir. Azrail Aleyhisselâm, korkunç bir şekilde onlara görünür. O kişilerin can vermesi, damarlarının en ince noktasına kadar saplanmış dikenli bir çalının çekip çıkarılması gibi acı verir. Sekerat sırasında ise, gidecekleri cehennem kendilerine gösterilir. İman edip salih amel işleyenlerin ölümü ise, yağdan kıl çeker gibi kolay, sessiz ve acısız olarak gerçekleşir. Onlar, ahiret âlemindeki daimî menzilleri olan cenneti seyrederek son nefeslerini verirler. Cennetin güzelliği karşısında, her şeyi unutur, can verdiklerinin farkında bile olmazlar.
İşte insanın en büyük meselesi, bu son nefesi ne şekilde vereceği meselesidir. Bir ehl-i keşfin tesbitine göre, “kırk elli vefiyattan yalnız bir ikisi” kurtulmuştur. Öyleyse, işimiz hiç de kolay değildir. Onun için, son nefes, zor nefes olacaktır. Bu zoru kolay eylemek için, farzları yerine getirip, büyük günahlardan kaçınmalı ve aczimizi itiraf ederek bol bol istiğfar etmeliyiz. Ondan sonra da Rabbimizin rahmetini ümit ederek merhametine teslim olmalıyız.
04.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Tutuk başlangıç |
|
AKP’nin, oylarını üçte bir oranında arttırarak ikinci defa tek başına iktidar olmanın verebileceği “zafer sarhoşluğu”ndan uzak durup olgun, vakur, temkinli ve oy vermeyenleri de kucaklayan bir tavır sergileme kararı başka şey...
Millî iradenin ortaya koyduğu neticeyi hazmetmekte hâlâ zorlanan, ama sandıktan çıkan net sonuç karşısında artık yapabilecekleri birşey kalmayan antidemokrat mahfillere bakarak yol haritası belirleme çekingenliğinden bir türlü kurtulamamak ise tamamen başka birşey.
Yoksa onun da ötesinde, gerçekten ne yapacağını bilemiyor olmanın tereddüdü mü var?
Medyanın satır aralarında yansıtılan bazı mesajlara bakılırsa, AKP 2013, hattâ 2023 hedeflerini dahi belirlemiş ve bunlara ne şekilde ulaşacağının stratejilerini de tayin etmiş durumda.
Ama fiiliyat bunları doğrular gibi görünmüyor. Hükümet programı, AKP’nin en iddialı olduğu konuların başında gelen ekonomide de, 17 Aralık 2004’ten sonra peşini bıraktığı AB sürecinde de somut hedeflere yer vermemekle eleştirilirken, sivil anayasa projesinin ise, taslağı hazırlayan akademisyenler heyetine atfen medyada çıkan iddialı başlıkların rağmına, ürkek ve çekingen bir tavra kurban gideceği kaygıları mevcut.
Seçimden sonraki kırk gün, cumhurbaşkanı seçimini ve yeni hükümetin teşkilini beklemekle geçti. Ama geride kalan beş yılda hükümetin icraatını ciddî şekilde frenlemiş olan Çankaya engelinin aşılmasıyla oluşan moral, yeni kabinenin işbaşı yapmasının verdiği sinerjiyle birleşerek, AKP’ye kaybedilen zamanı telâfi imkânı da verecek güçlü bir startla yola çıkma avantajını bahşediyordu.
Bunun için, toplumun geniş kesimlerinden destek alacak, iyi hazırlanmış bir anayasa projesi ile güçlü, tutarlı, gerçekçi bir hükümet programını kamuoyunun önüne koymak yeterliydi.
Ancak şu an için görünen tablo, bunun başarılabildiği yönünde bir kanaat uyandırmıyor.
Bakalım, sürecin ilerleyen safahatında bu kanaati silecek sürpriz ataklar görebilecek miyiz?
3 Kasım sonrasına hükümet programından da önce Erdoğan’ın açıkladığı Acil Eylem Planı ile giren AKP, ikinci iktidar döneminin başında verdiği bu tutuk görüntüyü izale edebilecek mi?
Bu arada, Gül’ün Çankaya’daki ilk günlerinin, bilhassa askerî cenahtan verilen çelişkili sinyaller ve mâlûm “eş durumu”ndan kaynaklanan sebeplerle sıkıntılı geçtiği de gözleniyor.
Gül’ün, eşini gerginlik olmasın diye geri planda tutma stratejisi, neticede, “Atatürk’ün mekânında başörtüsünün yeri yok” saplantısından vazgeçmeyen mahfillerce uygulanan “Hayrünnisa Hanımı yok sayma” taktiğine güç veriyor.
Çankaya’daki ilk resepsiyon için yapılan davetlerin “eşsiz” olmasını, ilk bakışta, başörtülü eşleri dışlamak için uydurulan eşsiz davetlere bir misilleme olarak yorumlamak da mümkün.
Ama ortaya çıkan sonucun, aynı mahfillere “Bakın, biz demiyor muyduk? Bunlar, kadını dört duvar arasına kapatan irticaî zihniyetin takipçileri. Kadınsız uygarlık ve çağdaşlık olur mu? Türkiye Cumhuriyetinin en tepeden dünyaya verdiği görüntü, kadını dışlayan bu çağdışı fotoğraf olamaz” diyerek bir kez daha ortalığı ayağa kaldırma fırsatı vereceği unutulmamalı.
Velhâsıl, ilk işaretler hâlâ iç açıcı değil...
04.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Fikirlerimiz ve zikirlerimiz |
|
Konuşmalarımız, konuşma tarzlarımız bizleri ele vermektedir. Konuşmalarımız, bizlerin dünyada veya ülkede meydana gelen gelişmeleri ne derece takip ettiğimizi ortaya koymaktadır. Böylece âfâkî meselelerle uğraşıp uğraşmadığımız veya ne derece uğraştığımız anlaşılacaktır. Bu noktada “Dervişin fikri ne ise zikri de odur” şeklindeki atasözünün mânâsı tezahür etmiş olacaktır.
Evet fikirlerimiz konuşmalarımızın yönlendiricisidir. Fikir dünyamızda neler hâkimse onlar ağzımızdan çıkmakta, seslendirilmeye tabi tutulmaktadır. Bu sebeple fikrî derinliğe sahip olmak, fikrî güzelliklere sahip olmak, dünyanın geçici ahvalleriyle düşüncelerimizi kirletmemek bizim için çok önemlidir.
Fikirlerimizin konuşmalarımızı yönlendirmesi gibi, duygularımıza hâkim kıldığımız gerçekler de fikirlerimizi yönlendirmektedir. Aklımızı meşgul ettiğimiz meseleler fikir yumaklarının oluşmasına sebep olmaktadır kafamızda. Kalbimize gönderdiğimiz aklın iz düşümleri, eğer akıl-kalb birlikteliğinden besleniyorsa önümüzü aydınlatmakta, yok eğer nefsimizin komutası altında iseler, o zaman yaşantımızın karanlıkların soğuk ikliminde yol almasına sebep olmaktadırlar.
Bizlere verilmiş bir âlet olan aklı, bize bu nimeti verenin izni dairesinde kullanabilirsek, o zaman fikir dünyamızda güller açacaktır. Bu fikir dünyamızda meydana gelecek olan güllerin maddî-manevî güzellikleri, kalbimizin günah kirlerinden temizlenmesine yol açacak, hayatımızın önemli bir sacayağı olan kalbimizde aydınlıkların hâkim olması sağlanmış olacaktır.
Hareketlerimiz kadar duygularımızı da kontrol altında tutmamız gerekmektedir. Büyük günahlardan kaçınmamız ve yapmamız emredilen ibadetlerimizi yapmamız, hareket ve davranışlarımızın düzenli bir seyir takip etmesine sebep olacağı gibi, zihnimizi de, tefekkürümüzü de müsbet mânâda işletirsek, dünyamıza fikrî istikamet hakim olacak, bizi dinleyenlerin, bizi takip edenlerin bizlerden bir şeyler alması mümkün olacaktır.
Fikirlerimizi iman suyuyla temizleyip, Kur’ân ve Sünnet hakikatleriyle terbiye edebilirsek, konuşmalarımızdan kolay kolay kimse incinmeyecek, “Fazilet odur ki, düşmanlar dahi kabul ede” sözlerine masadak olacağız.
Eğer konuşurken karşımızdakinin gönlünü kırıyorsak, eğer konuşurken karşımızdakinin bizimle tartışmaya ve münakaşaya girmesine sebep oluyorsak, bu durum fikirlerimizde bir sakatlığın olduğunu ortaya koymaktadır. Bu durumda düşüncelerimizin nerelerden etkilendiğini bulup tamirine çalışmamız gerekecektir.
Konuşmalarımızın hep gerçekleri yansıtmasını istiyorsak fikirlerimizi Kur’ân hakikatleriyle beslemeli, Sünnet-i Seniyyenin ölçüleriyle süslemeliyiz. Nefsimizin yönlendirdiği duyguların düşüncelerimizi etkilemesine meydan vermememiz gerekmektedir.
Hem bizi sinirlendiren hem de karşımızdaki insan için münakaşa zemini oluşturan konuşmaların beslendiği yer hissî yaklaşımlarımızdır. Fikir dünyamızın hissî yaklaşımlar tarafından kirletilmesine meydan vermememiz gerekir.
Duygusal yaklaşımların hâkim olduğu sohbet ortamlarında gerçeklerin ortaya çıkması zor olacaktır. Böyle yerlerde susmak konuşmaktan çok hayırlı sonuçlar doğuracaktır. Aklın devreden çıktığı yerlerde ne söylersek söyleyelim, hangi gerçeği dile getirirsek getirelim, karşı tarafça kabul edilmesi kolay olmayacaktır. Böyle zamanlarda sükût altın konumuna düşmektedir.
Sükûtun altın olduğu mekânlarda lisan-ı hal daha çok etkili olmaya başlamaktadır. Nefsin sebep olduğu, şeytanların sevinçlerinden dört köşe olduğu, hararetli konuşmalarla yapılan sohbetlerin ateşini düşürmek, öfkeleri yatıştırmaya çalışmak, yapılabilecek en doğru davranış tarzı olmalıdır.
04.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
555'ten 999'a |
|
Mustafa Sarıgül’ün, CHP için 999 harekâtını duyunca, gayri ihtiyarî tebessüm ettim.
Aklıma 555 K parolası geldi.
“Bu da ne?” diyenleriniz olabilir.
Ondan önce bir tesbit yapmak istiyorum: Türkiye’nin demokrasi tarihinde kara leke olan ve DP’nin kalbine saplanan 27 Mayıs’ın habercisi olan bir parola olduğunu söyleyeyim.
Kaderin tecellilerine vakıf oldukça, insan hayatının anlamı derinleşiyor. Kim dün neyi yapmışsa, bugün saçı önüne dökülüyor. Eteğine topladığı taşları yine kendisi boşaltıyor.
Gelelim 555K şifresine. 27 Mayıs 1960’ta, “5 Mayıs saat beşte Kızılay’da buluşalım” parolasının kısaltılmışı. “5. ay, 5. gün, saat 5’te Kızılay.”
Baykal’ın da başrollerde olduğu, DP iktidarına karşı halkı ve bilhassa askeri kışkırtmaya yönelik bir yürüyüş çağrısı.
Şimdi aynı yürüyüşü, CHP ve Deniz Baykal’a karşı Mustafa Sarıgül yapıyor. 47 yıl sonra. Ölmeden daha neler göreceğiz.
555 K’dan 999 harekâtına geldik.
“Habervakti”ndeki bilgiye göre, “999” aynı zamanda TRT’nin ilk kurulduğu yıllarda büyük ilgi gören İngiliz yapımı bir polisiye dizinin de adı olmuştu. “999” bir süre Londra Polis Teşkilâtının da acil yardım telefonu olarak kullanılmıştı.
Şimdilerde polisiye dizisi yerine CHP dizisi olacak 999 başlıyor. CHP’de bitmeyen “Sarıgül harekâtı” bize bunları hatırlattı. Malûmunuz Mustafa Sarıgül, Şişli Belediye Başkanı. Resmî işi bu. Esas işi ise, CHP’ye “harekât” düzenlemek, Deniz Baykal’a amansız muhalefet etmek ve partiye lider olmak arzusu.
Özellikle 22 Temmuz seçimlerinden sonra, CHP adına bol bol özür dilemekle meşgul. İmamlardan dolayı seçimi kaybettiğini söyleyen CHP yönetimine karşı, imamlardan özür diledi.
Geçen hafta sonu da Diyarbakır’da bölge halkından özür diledi. Yine CHP adına. Anlayacağınız, şimdiden kendi başına CHP’nin resmî söylemli ve belli bölgeleri yok sayan tutum ve davranışlarına karşı özür diliyor.
Peki, CHP adına özür yeterli mi?
Mümkün değil. Çünkü CHP’nin özürleri kabahatinden büyük. Slogan söylemler yetmiyor. Özür dile, sonra bildiğine devam et.
CHP adına özür listesi hazırlanacaksa, gerçekten liste uzayıp gider. Sarıgül de iyi bir nokta yakalamış. Başkaca da düşünmeye gerek yok. Halk nezdinde, halka rağmen siyaset yapan CHP adına, her fırsatta özür dilemek etkili yol.
Hani rivayet edilir ki, Osman Bölükbaşı ile İnönü aynı uçakta yolculuk etmektedirler. İnönü’nün torunu çocuk yaşta, uçakta Bölükbaşı’yla konuşurken, “Amca bir para ver, aşağıya atayım, çocuklar sevinsin” der.
Bölükbaşı’nın cevabı anlamlıdır: “En iyisi dedeni atalım da, bütün millet sevinsin” diye espri yaptığı söylenir. Doğruluk derecesi tartışılabilir, ancak mesajın kıymet derecesi var.
CHP’den kurtulmak, gerçekten bu milleti rahatlatır. Onun için Sarıgül, her gün özür listesine yeni itiraflar ekleyerek, CHP’nin tükenmişliğine iyi bir delil olur.
Meclise girmeyen CHP adına özür dileyebilir. Halkın iradesine rağmen, cumhurbaşkanını beğenmeyen tutumuna karşı özür dileyebilir.
Askerî darbelerde sessiz pozisyonda arka plan destekçisi tahrik edici politikaları için özür dileyebilir.
Gerçekten iyi bir iletişim stratejisi. CHP adına özür borcunu kapatmak ve geriye doğru hatalarını itiraf ederek, en azından bundan sonrası için zararlı alışkanlıklarından kurtulabilirler.
“CHP kimlerden özür dilemelidir?” derseniz, bu köşenin sınırlarını aşan bir münderecat çıkar. En iyisi toptan bir liste verelim, detayları tarih hafızasında saklıdır.
Öncelikle; halktan, tarihten ve toplumun değer yargılarından, inancından özür dilemelidir. En sıcak gündem olarak başörtülülerden, imam hatiplilerden ve ehl-i diyanetten… Cemaatlerden…
Ayrıca, demokrasiden, insan haklarından ve AB sürecinden…
Meslek okullarından, hür teşebbüsten, sivil toplum kuruluşlarından, kanaat önderlerinden…
YÖK belâsından dolayı akademik çevrelerden…
Darbelere teşne olduğu için sivil siyasetten…
CHP’nin özür listesi saymakla bitmez. Gelin görün ki, fanus görüşünü, aydınlık Türkiye’nin önüne koymaya çalışıyor.
Siyaset dışı zeminlerden ve işbirliklerinden hâlâ medet umuyor. Halka rağmen siyasette tutunmanın yollarını arıyor.
Artık 1946 öncesinin Türkiye’si yok. Siyaset de o kadar ucuz değil. Üstelik bütün demokrasi dışı defolar orta yerdeyken. Bir de Sarıgül varken.
CHP’yi CHP’liler çözmeli ve özür beyanlarına devam etmeli. Hem de 999 defa.
04.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|