|
|
Murat ÇETİN |
Seni anlıyorum |
|
Ey damdan düşen adam,
Damdan düşen birini aramak için boşuna bakınma etrafına. Ben seni anlıyorum. Hayır, hiç damdan düşmedim; ama bir taşa takılıp düştüğü için bedenim, düşmek nedir bildiği için ruhum, seni anlıyorum. Acıyı bilen tenim ve duygularımla, yükseklerdeyken bir anda aşağıda oluvermek nasıl bir şey, anlayan kalbimle, anlıyorum seni.
Yeryüzünün bütün babaları,
Çocukları için en iyisini yapmaya çalışan, bazen yanılan, bazen doğruyu bulan babalar… Sizi anlıyorum. İçimdeki potansiyel babalık duygusuyla anlıyorum. Bir evlât olmanın, baba-oğul arasına kattığı iletişim becerisiyle anlıyorum. Dahası, anlamak istediğim için anlıyorum sizi.
Dünyanın bütün çocukları,
Sırf bir zamanlar ben de çocuk olduğum için değil. Sırf masumsunuz, savunmasızsınız, eliniz hiçbir şeye yetişemiyor diye değil… Sizi anlamak biraz da kendimi anlamak olduğu için, sizi anlamak hayatı anlamak, hayatın anlamını kavramak olduğu için… anlıyorum sizi… Asla çocukluğunu yaşayamamış, oyuncaklardan önce 8-9 anahtarlarıyla, çekiçlerle, hayatın zor yüzüyle oynamış olanlar da anlamalı sizi. Kimse sizden, kendi yaşadıklarının intikamını almamalı. Okşanmadı diye başı, göz göze gelmekten bile korkmamalı. Şımartılmadı diye, azarlamamalı. Anlamalı ve anlıyorum sizi…
Ve anneler…
Sizi anlayacak, kendimi sizin yerinize koyacak duygular verilmemiş belki, ama emin olun çabalıyorum. Zor bir matematik sorusunda nasıl çaba harcarsa beynim, duygularımı da öyle zorluyorum. “Annelik işte” deyip geçiştirmenin ötesine geçmeye çalışıyorum. Evlâdını kaybeden bütün anneler için bir yerlerimde bir acı hissetmeyi biraz olsun başarıyorum. Asker yolu beklerken, şehitlik haberi alan anneyi de; biricik evladını terörün acımasız kollarında, amansız dağlarında kaybeden anneyi de anlamak için bütün duygularımı seferber ediyorum.
Bu vatanda ya da herhangi bir coğrafyada, çoğunluktan farklı olduğu için kendisini dışlanmış, hor görülmüş, en azından tuhaf bakışlara maruz kalmış hisseden herkesi de anlamaya çalışıyorum. “Hayatımda hiç mi kalabalıklardan farklı olmadım, bana da tuhaf tuhaf bakmadılar mı hiç” diyerek, belki çocukça bir kıyas yapmaya çalışarak anlıyorum. Belki senin yerinde olmayı istemediğim için anlıyorum.
Bir türlü anlaşılamadığını söyleyen insan…
Seni gayet iyi anlıyorum…
(Genç Yaklaşım, Mayıs 2007)
02.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Dünyaya geri dönmek |
|
Ahiret âlemlerini gezip dünyada yaptıklarımızın karşılıklarını bir bir görüp sonra da dünyaya geri gelme imkânı olsaydı neler yapardık?
Bize bu imkân verilmemiş. Ama gezip görme kesinliğinde Allah ve Resûlü (a.s.m.) tarafından orada olacaklar bir bir anlatılmış.
Dünyada insan bir kısım şeylere muhtaç olur, ihtiyacını şu veya bu şekilde karşılayabilir de. Ama kabre girdikten sonra her şey biter, sadece amelleriyle başbaşa kalır insan. Ebû Zer (r.a.) yanındakilere, “Size fakirlik ve en fazla muhtaç olduğum günümü haber vereyim mi? O da kabre konulduğum günümdür” derken o kritik ânı anlatır.
Ebu Derdâ (r.a.) mezarlıkları ziyaretgâh edinmişti. Bu davranışının hikmetini sorduklarında, “Yanlarından kalktığım zaman arkamdan konuşmazlar ve bana varacağım yerimi hatırlatırlar” cevabını vermişti.
Bir gün Ömer b. Abdülaziz (r.a.), yanında oturanlardan birine, “Geçen akşam, kabri ve sakinlerini düşündüm” diye söze başladı. Üç gün sonra ünsiyet ettiğimiz insanların ne hâle geldiklerini, mezarlarının haşeratın istilâ ettiğini, kefenlerinin çürümeye başladığını, ürkülecek bir hal aldıklarının görüleceğini söylüyor ve dayanamayıp bayılıyor.
Beden çürüyüp gider. Ama ruhu yaşamaya devam eder. Bedenin çürümesi, toprak olması elbisenin çürümesi gibi o kadar önemli değil. Önemli olan ruhun rahatlığı. Ruhu rahatlatan, orada geçer akçe nedir?
Bunlar âyet ve hadislerde bir bir anlatılır. Yezid er-Rekkâşî gittiği bir mezarın başında gözyaşlarıyla seslenirken bu gerçeğe dikkat çekmiş, “Ey mezar çukuruna gömülen, yalnızlığıyla baş başa bırakılan, toprağın karnında ameliyle ünsiyet eden! Ah keşke hangi amelinle sevindiğini, hangi arkadaşlarından memnun kaldığını bilseydim” demiş, sarığının ucu ıslanıncaya kadar ağlamış ve “Allah’a yemin ederim ki, salih amellerinden dolayı sevinmiş ve Allah’a itaat konusunda kendisine yardımcı olan arkadaşlarından dolayı memnun olmuştur” demişti.
Allah ve Resûlü (a.s.m.) bizim orada rahat edebilmemiz için gerekli olan hiçbir şeyi eksik bırakmamışlar. Bütün mesele onlara kulak verebilmek. Yahya b. Muaz (r.a.), “Ey ademoğlu! Allah seni Cennete çağırıyor. Eğer Allah’ın bu çağrısına dünyada iken icâbet edip, buradan göçerken sana lâzım olacak taatla meşgul olursan oraya girersin. Yok eğer dünyada değil de kabirde icabet edersen fırsatı kaçırmış olursun” derken bu gerçeğe dikkat çeker.
Kısaca insan İslâmın hayat verici hakikatlerine kulak verdiği, onları hayatına geçirdiği müddetçe insan dünyada da, kabirde de, ahirette de rahat eder.
02.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
DP’nin mücadelesi, AKP’nin derdi! |
|
Şimdi, “R. Tayyip Erdoğan ve AKP’nin derdi, çabası, mücadelesi, ‘iktidar olmak, çıkar peşinde koşmak; demokratların derdi tamamen dünya olduğu halde, ‘insan, hak ve hürriyetleri mücadelesi vermektir’, şeklinde bir iddiada bulunsam; hissi, indi, yüzeysel tepki gösterenler olur!
Sorun hele; delilin nedir?
Başörtüsü, imam-hatipler katsayısı, Kur’ân kursları, YÖK, adalet/yargı reformu, Şemdinli’nin üzerine gitmemek, YAŞ meselesi, CHP ile birlik olup 301’i hortlatmaları vs... Bütün bu konularda, yani, iktidar uğruna, “Kimseyi ürkütmeyelim, onlar da bize zarar vermesin, iktidarımıza engel olmasın!” diyerek ciddî bir mücadele verilmemesi!
Demokratlar ise, ezan, imam-hatipleri açma, yaygınlaştırma (Erbakan’ın mahkemedeki ifadesiyle, ‘Biz bir tane imam-hatip okulu bile açmadık!), Kur’ân kurslarına müsaade, okullara din dersleri koyma, imamları resmî kadroya alma, başörtülüler zamanlarında okula giriyor ve mücadelesini veriyorlardı. Demokratlar bu haklar uğruna şehit verdiler, darağaçlarına gittiler, Yassıadalar’da süründüler, darbelere maruz kaldılar vs.
Sayın Erdoğan ve ekibi, daha önce, “Demokrasi küfür rejimidir; demokratlar sapıtmıştır; Amerika ile anlaşanlar masondur! Geçmişte demokratlara oy verenler (…), renksizdir, patates dinindendir…” vesaire diyorlardı… Öyle değil mi? Sonra, RP İstanbul milletvekili adayı oldu; seçildi-seçilemedi, derken İstanbul Belediye Başkanlığı koltuğuna oturdu. Hakkını yemeyelim; İstanbul Belediye Başkanlığı döneminde iyi işler çıkardı; güzel hizmetler verdi! Ne var ki, iktidarın tadını aldıktan sonra, “Referansımız din değildir, değiştim, demokrat oldum, demokrasiyi içselleştirdim; laikliği özümsedim” demeye başladı. Ardından, “Hocam (Erbakan) varken ortaya çıkmam, bir bölen olmam!” lâflarını dillendirdi. Bütün bunları Şahan’ın, “Didi mi, dimedi mi?” esprisine çevirmeyelim; dedi!
Böylece kâh düşüncelerini, kâh yürüyüşünü, kâh söylemini, kâh fiillerini ve ennihayet yıllar yılı inandığı ve savunduğu değerleri değiştirdi, bir kenara attı! Attı mı, atmadı mı? Bize de, “milli görüş”çülere de “Bir iktidar uğruna ya Rab, ne idealler, ne fikirler, ne mücadeleler terk ediliyor!” dedirtti.
Şimdi soru hakkımı kullanıyorum: Peki, iktidar için fikirlerini, ideallerini terk eden; ne kadar içselleştirse de, kuştüyünden daha yumuşak ve nemalı bir koltuk bulsa demokrasiyi terk etmez mi? İnsanoğlu çiğ süt emmiş! Eski fikirlerinden vazgeçmesi, terk edeceğinin teminatıdır! Ve ne kadar “içselleştirse!”, “gerçek ve tam demokrat” olduğuna inandırabilir; ama, terk etmeyeceğine garanti veremez!
Güneş batıdan doğunca iman makbul olmadığı gibi, iktidar ve istikbal görününce “değişim!” makbul olmasa gerek. Haddizatında demokratlık ve hürriyetperverlik bir anlayış, bir hayat biçimi, bir mücadele şeklidir. Demokratlık, gerektiğinde hak ve hürriyetler uğruna başını mertçe vermektir!
Varsayalım ki, Sayın Erdoğan tam demokrat olmuş! Girdiği yolun çıkmaz sokak olduğunu ancak 30 yıl sonra anlayan; acaba yeni tutturduğu Ak-yolun “bomboşa kürek” çekmek olduğunu kaç sene sonra anlayacak? Bana sorarsanız değişimi özümsemesi için 30 yıl, 3 ay geçmesi gerekir!
Yeni Asya olarak 30 yıl boyunca uyardık: “Din adına ortaya çıkmayın, dini değerleri tekelinize almayın, demokrat olun!” Ancak 30 yılda bu yanlıştan döndüler! Ne var ki, AKP’yi kurarak bir başka yanlışa saplandılar! Samimî demokrat olan, demokratlara, hürriyetçilere katılır! Ahrarlar/demokrat misyon varken, kısa zamanda sönüp gideceği belli olan bir maceraya atılmaz!
Siyaset sosyolojisi şunu ortaya koymuştur: Türkiye’de büyük kitleden kopan (sağdan veya soldan) hiçbir oluşum muvaffak olamadı, yaşamadı! 1908’den bu yana, “müstebit-seküler; milliyetçi; din adına ortaya çıkan ve hürriyetçi/demokrat” olan dört ana akımdan kopan hiçbir siyasî oluşum başarılı olamadı. ANAP, DTP, SHP, MDP ve yüzlercesi… Bunu fark etmeden bir siyaset bakışına ferasetli siyaset demem; menfaat üzerine dönen canavar siyaset derim.
Bir şey daha: Hoca, önder, lider, hatta “dini kurtarıcı” sıfatı takılan sayın Erbakan’ı eleştirip ayrılmanızın sebebi, “28 Şubat kararlarına direnmedi, imzayı atmamalıydı, istifa etmeliydi!” şeklinde değil mi?
AKP, başörtüsü, imam-hatipler, Kur’ân kursları mağduriyetlerine ve sair insan hak ve hürriyetlerine (AB kanunları hariç) ilerleme sağlayamadı. Peki, ne diye dört buçuk senedir iktidara yapıştı? Yalnızca binlerce, çevreleriyle milyonlarca başörtüsü mağdurlarının hakkını vermemek için itiraz edenlere karşı istifa edilmeli değil miydi? İstifa kartı cesaretle oynasaydı, kim ne yapabilirdi ki!
02.07.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kısa... Kısa... |
|
Osman Bey:
*“Karz-ı Hasen hakkında bilgi verir misiniz? Karz-ı hasen nedir? Borç vermek midir? Karşılıksız vermek midir?”
Karz-ı hasen Kur’ân’a ait bir tabirdir. Kelime anlamı güzel borç demek olup, ıstılahî mânâda ‘malı Allah için harcamak’ demektir. Çünkü malı Allah için harcayan kimse, bunun karşılığını Allah’tan umduğundan, esasen Allah’a borç vermiş olmaktadır. Nitekim Allah’ın da, malı Allah için harcayan kimseye kat kat karşılık vereceği ile ilgili vaatleri bulunmaktadır.
Karşılığında başa kakma ve minnet olmayan; menfaat, mevkî, şan, şeref ve fâiz gibi her hangi bir çıkar gözetilmeksizin, helâl maldan, sırf Allah rızâsı için verilen borç veya sırf Allah rızâsı gözetilerek verilen yardım, bağış ve sadaka “karz-ı hasen” tabiri içine girer. Muhatabın ihtiyacına göre elinden tutmamız, ödeme imkânı varsa borç vermemiz, ödeme imkânı yoksa karşılıksız yardım etmemiz, her ikisi de karz-ı hasendir.
Âyetlere göz atalım:
*“Allah yolunda cihad edin. Ve bilin ki, Allah her şeyi hakkıyla işitir, her şeyi hakkıyla bilir. Malını Allah rızası için harcayıp da Allah’a güzel bir borç verecek kim vardır? İşte onun karşılığını Allah kat kat verecektir. Rızkı kısan da, bollaştıran da Allah’tır. Hepinizin dönüşü O’nadır.”1
* “Allah onlara buyurdu ki: ‘Ben sizinle beraberim. Eğer namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, peygamberlerime iman edip onlara yardım eder ve mükâfatını Allah’tan almak üzere O’nun yolunda bağışta bulunarak Allah’a güzel bir borç verirseniz, elbette sizin günahlarınızı örterim ve sizi, altından ırmaklar akan Cennetlere sokarım. Bu ahidden sonra, sizden kim inkâra giderse, dümdüz yolun ortasında sapmış olur.”2
* “Malını Allah rızası için harcamak suretiyle Allah’a güzel bir borç verecek kim var ki, Allah da onun karşılığını kat kat artırsın ve ona pek değerli bir mükâfat versin?”3
* “Sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlar ve Allah rızası için bağışta bulunmak suretiyle Allah’a güzel bir borç verenlere bunların karşılığını Allah kat kat verecektir. Onlar için pek değerli bir mükâfat da vardır.”4
* “Eğer siz, Allah rızası için bağışta bulunmak suretiyle Allah’a güzel bir ödünç verirseniz, bunun karşılığını O size kat kat verir ve günahlarınızı bağışlar. Allah iyilik ve şükrün karşılığını bol bol verir ve günahlarınızı hemen cezalandırmayıp size yumuşaklıkla muamele eder.”5
* “Kur’ân’dan kolayınıza geleni okuyun; namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Allah yolunda bağışta bulunmak suretiyle Allah’a güzel bir ödünç verin. Kendiniz için hayır olarak ne gönderirseniz, onu Allah katında daha hayırlı ve daha sevaplı bulursunuz. Allah’ın mağfiretini dileyin. Muhakkak ki, Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.”6
***
Yozgat’tan okuyucumuz:
*“Akıl, emr-i itibarî midir?”
Akıl mahlûktur. Yani yaratılmıştır. Yaratılmış olan bir şey hakikî olarak vardır. Kur’ân birçok âyetinde “hâlâ akıl erdirmezler mi?”7 buyurur. Çünkü akıl erdirmek Allah’ın bize bir ihsanıdır. Teklife muhatap olan da akıldır. Akıl eğer gerçekten var olmayıp da, var sayılan bir şey olsaydı teklife mahal olmazdı.
Emr-i itibarî, gerçekten var olmayıp, var sayılan, var kabul edilen, var olduğuna itibar edilen iş ve emir demektir.
Kur’ân’a göre, “bizleri ve yaptığımız işleri Allah yapıp yaratmaktadır.”8 Bizim cüz’î irademiz yaratıcı değildir. Fakat tercihi olan fiillere meyleder ve yönelir. Yönelişi kendisine ait olduğu için sorumludur. İşte Mâturidiye’ye göre bu yöneliş, Eş’âriyeye göre bu yönelişteki tasarruf emr-i itibarîdir. Yani var sayılan bir şeydir. Bundan dolayı bundaki sorumluluk kula verilebilir.9
Dipnotlar:
1- Bakara Sûresi: 244, 245
2- Mâide Sûresi: 12
3- Hadîd Sûresi: 11
4- Hadîd Sûresi: 11
5- Tegâbün Sûresi: 17
6- Müzzemmil Sûresi: 20
7- Bakara Sûresi: 164, 170, 171; Mâide Sûresi: 58, 103...
8- Sâffât Sûresi: 96
9- Sözler, s. 431
02.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
En büyük makam ve mevki |
|
Gariptir ki, dünyanın makam ve mevkileri insanların en çok arzuladığı yerlerdir. Oysa ki bu makam ve mevkiler insan hayatı üzerinde hiç de olumlu olmayan tesirler meydana getirmektedirler. Dışarıdan bakıldığı zaman muhteşem görünen, ama içine girildiği zaman, dünyanın en büyük dert ve sıkıntıları içinde barındırdığı görülen mevkileri talep etmek, aklı başında olan insanlar için arzulanacak bir durum değildir şüphesiz.
Dünyanın lezzetleri içinde binler elemlerin bulunması, dünya zevklerinin akabinde binler pişmanlıkların insanın hayatını yaşanmaz hale getirmesi, bir üzüm tanesinin lezzeti karşılığında insanların tokatlara maruz kalması bilinen gerçeklerdir. İnsanlar zannederler ki, o gıbta edilen makam ve mevkiler huzur için mutlaka ulaşılması gereken menzillerdir. Ancak dünya kurulalı beri hiç kimse bunu doğrulamamıştır.
Sade bir hayat yaşayanların, görünürde dünyanın lezzetleri içinde yüzen insanlardan çok daha mutlu olması, “Azıcık aşım, dertsiz başım” deyişini doğrulamaktadır. Dünyanın imkânları içindeki insanların sıkıntılara daha çok maruz kalmasının temelinde, dünyaya sadece dünya için bakmak haleti bulunmaktadır şüphesiz.
Fanî dünya hayatını bâkî bir hayata tebdil etmek için çalışan insanlar elbette ehl-i dünya kadar dünyanın makam ve mevkilerinden zarar görmezler. Sahip olduğu maddî ve manevî imkanların geçici olduğu idrakinde olan ve her şeyde Hâlık-ı Kerim olan Rabbinin rızasını gözeten insanlar için durum çok daha farklı olacaktır şüphesiz. Çünkü onlar için dünyanın zahiren çok parlak görünen haletleri, makamları, şaşaalı hayatı aslında arzulanacak şeyler değildir. Onlar bu mevkilere hizmet için talip olmakta, bunları, rıza-i İlâhîye ulaşmak için basamak olarak kullanmaktadırlar.
Menfaat için uğraşan insanların bu dünyada ne kendilerine ne de başkasına faydaları olacaktır. Toplumdaki rahatsızlık ve huzursuzlukların temelinde zaten bu menfaatçi zihniyet bulunmaktadır. “Dünyayı inançsız insanlara mı bırakacağız?” diyerek siyasete atılan nicelerinin aslında çıkar ilişkilerinde inancı zayıf kişileri geride bırakması, ne kadar çetin bir imtihanla karşı karşıya olduğumuz gerçeğini gözlerimiz önüne sermektedir.
Yine dünyevî menfaatler gözetilerek saçılan paraların haddi hesabının olmaması, riyakârlıkların sosyal hayatta oldukça revaç bulması, her yapılan şey için insanlar nezdinde bir karşılık beklenilmesi, üzerinde durulması gereken önemli problemlerdir bizler için. Denebilir ki, ahlakî kurallar dışında cereyan eden her hadise, bizlere dünya sevgisinin birer armağanıdır. Bu da gösteriyor ki, bizlerin aslında en büyük imtihanı dünya sevgisi çerçevesinde cereyan etmektedir.
Kendimizi de, birbirimizi de kandırmayalım. Dünya sevgisinin hepimizin içinde az çok bulunduğu gerçeğini inkâr edemeyiz. Bu sebepledir ki, sıkça İlâhî kitaplarla bu dünyada karşılaşmakta ve çok arzuladığımız huzura kavuşma imkânını elde etmekte zorluk çekmekteyiz. Zira ipin ucunu kaçırmış gibi bir durumumuz vardır. Bir kere asıl meselemizi ihmal etmişiz.
Kâinattaki en büyük hakikati bildiğimiz halde, yaşantımızla buna fazla önem vermediğimiz görüntüsü bizler için bir hastalık haline gelmiştir. Asıl ulaşmak için çabalamamız gereken makam ve mevkileri ihmal etmemiz, bizlere altından kalkılması zor olan yaşantılar sunmaktadır.
İnsanı, insanların içinde başı dik bir şekilde yaşamaya götüren, kula kul olma zelilliğinden uzaklaştıran, kendisine bahşedilmiş insanî duyguları en güzel bir şekilde yaşama imkânı sağlayan makam ve mevkiler varken, bu durumların tersine, insanları insanlıktan çıkaran özentilere kendimizi kaptırmamızın ne kadar büyük kayıp olduğunu bile düşünmekten aciziz.
“Ubudiyet makamı”ndan büyük bir makamın olabileceğini söyleyebilmek mümkün müdür? “Makam-ı Mahbubiyet” gibi insanı hem dünyada hem de ahirette yüceltecek başka bir mevki hayal edebilme imkanımız var mı? Elbette ve hiç şüphesiz, insanlar için en değerli makam ve mevkiler, Allah’ın rızası dairesinde yaşama haletleridir. Hiç unutmamalıyız ki, bu yüce makam ve mevkilerden uzaklaştıracak her yaşantı biçimi, her davranış şekli, bizleri alçak mevkilere yuvarlatmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
02.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hakan YALMAN |
Dâvâmız ve misyonumuz |
|
Bazı zamanlar dâvâmızın aslı ile ilgili olmayan sebeplerden dolayı birbirimizi kırıyor ve sadece dünya hayatı ile alâkadar bir meseleden dolayı uhrevî dâvâmıza zarar verebilecek tavırlar içine girebiliyoruz. Oysa vazifesi çok büyük insanlığı Dar’üs-Selama taşıyacak bir sefine-i Rabbaniyyenin hademeleriyiz. Bütün insanlığı kuşatan herkese yakın olan bir konumda olmamız gerekiyor. Varlığı Risâle-i Nur perspektifinden algılayan ve hayatı onunla anlamlandıran fertlerin oluşturduğu nuranî bir cemaatin mensuplarıyız. Kur’ân’da, Hazret-i Ali’nin Celcelutiye kasidesinde, Gavs-ı Azam’ın Fütûh-ul Gayb’ında işaretlerle müjdelenmiş ve istikbalde yapacakları hizmetler ve samimiyetleri, ihlâsları sebebi ile alkışlanmış bir cemaat. Dâvâsı ile bütün kâinatın alâkadar olduğu ve Hazret-i Muhammedin (asm) büyük ve yaratılışa maksat, âleme ukde-i hayat olan dâvâsını günümüze taşıyan, Üstad’ı ve bütün mensupları ile hayatî vazifeler üstlenmiş bir cemaat. İnsanlık Dar’üs-Selâm yolunda bir geminin yolcuları ve bu cemaatin mensupları da o geminin mürettebatı. Bu yüzden dâvâ büyük, vazifeler çok ve fazlası ile hassasiyet gerektiriyor.
Üstad, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin çevresinde halka olmuş bir kaç samîmî, fedakâr ve gayretli insanın çabaları ile başlayan ve günümüze kadar büyük gelişmeler kaydeden bu dâvâ aslî yönü ile ve manevî anlamı ile gerçekten çok büyük ve âlemin bütün zerrelerini, her insanı ilgilendiren bir misyon üstlenmiştir. Üstad ve sonrası çizgide tam bir gayret ve samimiyetle yeri geldiğinde canları pahasına ortaya atılmış hizmet erbabı, günümüzde sanki bir rehavet havası içine girmişlik görüntüsü arz etmektedir. Bu duruma kısmen, Risale-i Nur şahs-ı manevisini teşkil etmek üzere kaderin bir tecellisi olarak gerçekleşen şeklî ayrılıklar ve bunun oluşturduğu hafif bir karamsarlık havası yol açmakta, kısmen memleketimizde dâvânın ikbâlinin bazı gelişmelerle bağlantılı olarak algılanıp, bazı hedeflere ulaşıldığı halde aynı paralelde nuranî gelişme kaydedilmemiş olmasının verdiği hayâl kırıklığı sebep olmuş gibi gözlenmektedir. Eğer bu tesbit doğru ise, bu durumu ortaya çıkaran psikososyal sebepler ve alt yapı açısından daha pek çok sebep sıralanabilir. Fakat bana göre ortaya çıkan tabloda en kötü sonuç gaye-i hayâlin zihinlerde zayıflamış olmasıdır. Bir zamanlar hedefledikleri manevî ikbâli hayatlarının gayesi adeta nefes alışlarının sebebi olarak addeden ve bu uğurda gecelerini gündüzlerine katan, mum ışıklarında Risâle yazan, hapse girip-çıkan, işkence gören ancak bütün bunlardan sonra daha büyük şevkle hizmete sarılan insanlar bir atalet hâli yaşamaktadırlar. Maddî ve manevî bütün varlığını ortaya koyan kalpleri adeta dâvâları için atan, günlük hayatın her anında otobüste, trende, sokakta, misafirlikte insanlara dâvâsını ulaştırma telâşı içindeki insanlar gitmiş yerlerine tamamen şahsî hayatını geliştirme, mal varlığını arttırma telâşında olan kimseler gelmiş gibidir. Bunda toplumun topyekûn yaşadığı dünyevileşme sürecinin de büyük etkisi olduğunu düşünüyorum.
Geçmişte yaşanan her şey yaşanması gerektiği için yaşandı. Çünkü kaderin hükmüydü. Bunlardan Risâle-i Nur ölçüleri ile hayatını şekillendiren hiç bir ferdin âleminde ümitsizlik, şevksizlik, isteksizlik doğmamalı. Onların dâvâsı acz, fakr, şevk ve şükrü mutlak düzeyde hayata aksettirmeyi hedefleyen bir dâvâ. O dâvâda kırgınlık olmaz, küsmüşlük olmaz. Büyük bir yangından insanları kurtarmak üzere koşanların birbirlerine kızacak, küsecek vakitleri ve hâlleri olamaz. Yük ağır ve yardıma uzanan her ele ihtiyaç var ve rahmet okunmalıdır. Anlamsız çekişmelerin, lüzumsuz kırgınlıkların bir an evvel ortadan kaldırılması ve Risâle-i Nur hizmetine lâyık şevk ve gayretin, bitmek bilmez enerjinin tekrar kazanılması zamanıdır. Bu zaman artık hizmet boyutlarının Türkiye sınırlarının dışına taştığı ve dünyanın her tarafından insanların bu ulvî dâvâyı anlamaya ve hayatlarının bir parçası haline getirmeye çalıştıkları bir zamandır. Hıristiyan, Yahudi, Budist pek çok insan Risâle-i Nur’a yönelmiş ve onu kendilerine ulaştırma gayretimizin zayıflığından dolayı bizlere sitem etmektedirler.
Artık hedef çok büyümüş ve yapılması gerekenler çok artmıştır. Nur hizmeti kendisini bu dâvâya mensup hissedenlerin birincil işi olmalıdır. Hem şevkimizi arttıracak ve büyük bir enerji verecek şekilde Üstad’ın müjdelediği cennetâsâ bir baharın çiçekleri baş göstermeye ve tomurcuklanmaya başlamıştır. Gaye-i hayalimiz çok daha belirginleşmiş ve daha rahat hissedilir hâle gelmiştir. Bu yükün altından kalkabilmenin yolu sarsılmaz bir inanç, uykularımızı kaçıracak bir ümit ve tam bir dayanışma olmalıdır. Yani; ihlâs, samimiyet ve gayret. İnanın yarınlar hizmetimiz ve dâvâmız açısından çok daha güzel olacak. Bu gelişmelerde bizimde payımız olsun, gelinen noktanın mutluluğunu biz de paylaşalım istiyorsak birbirimize kenetlenmeli ve gayretimizi çok arttırmalıyız.
02.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Vehbi HORASANLI |
Çizgi film deyip geçmeyin |
|
Tahrip kolaydır. Özellikle çocukların saf ve temiz beyinlerini teknolojinin son ürünleri ile yıkamak son derece kolaylaştı. Tunus’ta şahit olduğum bir manzara tahribatın ne derece fütursuzca işlendiğini ortaya koyuyor. Benzerlerini ülkemizde de görebileceğimiz bu olayları fark edebildiğimiz takdirde çocuklarımızı canavar ruhlu tahribatçıların elinden bir nebze olsun kurtarabiliriz.
Tunus televizyonunda bir çizgi filmde çocuklar Fransızca müzik eşliğinde dans ediyorlar. Müziğin sözlerini anlayamadığım halde dine ve dindarlara alenen hakaret edildiği anlaşılıyor. Zira çocuklar dans ederken devamlı surette Müslüman özelliklerini taşıyan bir kişi ile alay ediyorlar. Bu adamın başında takke var ve alnında secde izi belli oluyor.
Aynen eski Türk filmlerinde yer verilen katı kalpli imamlar gibi bu kişi de çocuklara çok kötü davranıyor. Filmin başından sonuna kadar bu adamla alay edilerek çocukların bilinçaltına, din adamlarının ve İslâmî kimliği öne çıkmış kişilerin kötü birer insan oldukları işlenmeye çalışılıyor.
Elbette, bu çizgi film birçok okuyucu için sürpriz değil. Bunun benzerlerini bizim televizyonlarımız defalarca yayınlıyor. Zaten yazının amacı çocuklarımızı bu tip zararlı yayınlardan korumak ve ebeveynleri dikkatli olmaya çağırmaktır.
Ben çocuğumu imam hatip lisesine gönderdim veya falanca Kur’ân kursuna müracaat ettim demek yeterli değildir. Bir kere buralardaki öğretmenlerin dinî yaşayış ve eğitim bilinci nasıl? Pedagojik formasyonları yani çocukların seviyelerine inebilmeleri yeterli mi? Bunun üzerinde biraz durmak istiyorum.
Askerde iken bir husus dikkatimi çekmişti. İmam hatip kökenli askerlerin tamamına yakın bir kısmı namazlarını kılmıyordu. Diyeceksiniz ki “Peki, diğer okul kökenliler kılıyor mu?” Maalesef doğru, diğerleri de dinin direği olan namazı aksatıyorlar lâkin bunlar hiç olmazsa eğitimini aldıkları ve ne derece önemli bir husus olduklarını bildikleri halde gereğini yapmıyorlar. İşin acı verici olan tarafı burada.
Bir gün çavuşluk sınavında imam hatip kökenli bir askere kolaylık olsun diye genel kültür sorusu olarak namazın farzlarını sordum. Aklımca kolayca cevap vereceğini düşünüp sınavında yüksek not verecektim. Fakat gariban asker donup kaldı. Kopya verdim, birkaç tanesini saydım, fakat bir türlü doğru cevap veremiyordu. Sınavdan geçerli not verebilmek için başka birkaç soru daha sordum. Allah’tan onları bildi de sınavından geçerli notu aldı.
Bu olaydan sonra imam hatip kökenli askerleri takip etmeye başladım. Ne yazık ki ibadetlerinde hemen hemen tamamının ilgisiz olduklarını müşahede ettim. Bu hususu açıkça bazılarına da sordum. Namazın önemini bildiklerini fakat uygulamada tembel davrandıklarını itiraf ettiler. Birçoğu öğrenci iken kendilerine bu konuda baskıcı davranıldığını hatta bu yüzden dayak yediğini söyleyenler oldu.
Aklıma bir çocuğun “Baba bak üstüme bu kadar çok gelme, namazımı kılarım ama okumam” demesi geldi. Yani şefkatli yaklaşmazsanız aksülamel yapar. Baskı ve zorlamalar ile bu iş olmaz. Sevdirmek zorundayız.
Bendeki kanaat şudur. Başta ebeveynler olarak eğitim sorumluluğu taşıyan kişiler çocuklarımıza yeterli ilgiyi göstermiyorlar. Din düşmanları ellerindeki her türlü imkânı dinden uzaklaştırma adına kullandıkları ve tahrip etmenin kolay, tamir etmenin zor olduğunu bildikleri gibi bunu her fırsatta gerçekleştiriyorlar. Bizler ise çocuklarımızın ebedî hayatlarının tehlikeye girdiğini gördüğümüz halde işimizden gücümüzden zaman ayırmaya fırsat bulamıyoruz.
Yukarıda sadece bir örneğini sunduğum çizgi filmlerden kat kat beteri saf ve temiz olan genç zihinleri bulandırmaya devam etmektedirler. Bu kadar büyük tahribata karşı uyanık olmak hiç olmazsa tahribatın etkilerini azaltmak için gayret etmek gereklidir. Eğer hastalığın teşhisini iyi yaparsak tedavisi daha kolay olacaktır.
Her şeyden önce dinimizi iyi öğretmek zorundayız. Bunun kolayı var. Risâle-i Nur Külliyatı ve bunun şerhleri olan kitaplar önümüzde duruyor. Sadece bunları oku deyip geçmeden çocuklarımıza zaman ayırarak ahirzaman hastalıklarına çare olabiliriz.
Şimdi seçim zamanı. Kendisini dindar gören bir çok kişi mangalda kül bırakmıyor. Siyasetle, politika ile gençlerimizin kurtulacağına inanan bir yığın insan var. Bence boşa kürek çekiliyor. Bu zamanda fitnelere karşı salt siyasetle başarı elde edilemez. Eğitimle öğretimle bu büyük yangın söndürülebilir. Bunun için zamanımızın bir bölümünü ayırmak mecburiyetindeyiz.
Bu iş için zamanımı ayırırsam maişetimden kesilir diyenler kendilerini aldatıyorlar. Siyasete ayırdıkları zamanın yarısını çocuklarına ayırsalar tahribat büyük ölçüde önlenecektir. Atalarımızın güzel bir sözü ile yazıma son vermek istiyorum.
Su uyur, düşman uyumaz…
02.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
Bürolarımız toplandı |
|
Büro temsilcilerimiz önceki hafta sonu neşriyat hizmetlerimizi görüşmek ve gelecek dönemin planlamasını yapmak üzere İstanbul’da toplandı. Güneşli tesislerimizde yapılan toplantı verimli görüşme ve müzakerelere sahne oldu. Gün boyu süren toplantıda kitap, gazete, dergiler, takvim ve imsakiye ana başlıkları üzerinde duruldu. Birim sorumluları, birimlerinin faaliyet raporlarını sunarak, yeni yayın dönemi çalışmaları hakkında bilgi verdiler.
Promosyon kampanyalarımızın da değerlendirmeye tabi tutularak gelecek dönem verilecek hediyeler konusunda görüşleri sorulan temsilcilerimize Prof. Dr. Sabri Erdil tarafından bir pazarlama semineri verildi. Pazarlamanın püf noktalarını anlatan Erdil konuşmasında aktif pazarlamadan örnekler verdi ve temsilcilerimizin sorularını cevaplandırdı.
Bürolar toplantısında, satış ve pazarlama açısından durgun geçen yaz aylarına, tüm illerDe açılacak kitap sergileri ile canlılık kazandırılması kararı alındı. Tanıtım ve reklâm kampanyalarına hız verilmesi kararlaştırılırken, dergiler için ayrı bir kampanya düzenlenmesi de karara bağlandı.
Gazetemiz imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular toplantının açış konuşmasında, ifa ettikleri önemli hizmetler dolayısıyla temsilcilerimize teşekkür ederken, gayretlerin daha geniş sahalara yayılması talebinde bulundu.
Katılımcıların periyodik hale getirilmesi dileğinde bulundukları bürolar toplantısı mihmandarlığını İslâm Yaşar’ın yaptığı ve İstanbul’u anlattığı Boğaz gezisiyle sona erdi.
***
Prodüksiyon çalışmaları
Yayıncılıkta adından söz ettirecek eserler ortaya koymak üzere 2006 yılı başında faaliyete geçen Yeni Asya Prodüksiyon, çalışmalarını sürdürüyor. Risâle-i Nur eksenli eserleri yayın hayatına sunan birimin hedeflerinden biri de külliyatın tamamını seslendirmek.
Prodüksiyon birimi şimdiye kadar şu eserleri seslendirerek cd ve kaset halinde piyasaya sundu:
İhlâs Risâleleri, Ramazan-İktisat-Şükür Risâleleri, Hastalar Risâlesi, Küçük Sözler, Uhuvvet Risâlesi, İhtiyarlar Risâlesi ve 23. Söz.
Risâle-i Nurların seslendirilmesi yanında, tanıtım ve sinevizyon filmleri de hazırlayan birim, promosyon kampanyalarımızın reklâm filmleri ile kampanyalarda hediye edilen vcd’lerin üretiminde de aktif rol aldı. Bu kapsamda; Namaz Öğreniyorum, Cevşen ve Kısa Sûrelerden oluşan Namaz ve Duâ vcd seti ile, sürmekte olan kampanyamızın hediyesi olan Kur’ân Elifbâsı vcd’sini hazırladı.
Birim, piyasaya sunulduğunda çok ses getireceğine inandığımız Bediüzzaman ve Risâle-i Nur vcd seti üzerindeki çalışmalarını sürdürüyor.
***
23. Söz de seslendirildi
Prodüksiyon birimi son olarak 23. Söz’ü dinleyicilerin hizmetine sundu. Ali Erdem Özkan’ın seslendirdiği eser, toplam 66 dakikalık bir cd olarak hazırlandı. Bölüm bölüm yapılan kayıt, eserin istenilen bölümünü seçerek dinlemede kolaylık sağlıyor. 23. Söz Risâle-i Nurların tamamının seslendirilmesinin ardından MP3 formatında da dinlenilebilecek.
Bediüzzaman Said Nursî tarafından telif edilen 23. Söz’de insanın mahiyeti, dünyaya gönderiliş gayesi, imanın insana kazandırdıkları ve duâ üzerinde duruluyor. Ayrıca eserde, her namaz sonrasında tesbihat sırasında okunan Tevhid cümlesinin on bir kelimesi ile Konferanstan bir parça da yer alıyor.
***
Külliyatta kampanya
Yeni Asya Neşriyat tarafından yeni bir tanzimle yayına hazırlanan renkli büyük boy külliyatta, yaz kampanyası başlıyor. Her eve bir külliyat mânâsından hareketle düzenlenen kampanya 1-15 Temmuz tarihleri arasında geçerli olacak. Şok fiyat indirimlerinin uygulanacağı kampanyanın şartları gazetemizde yayınlanan ilânlarla duyuruluyor. Anlaşılması en kolay külliyata bu kampanya ile en hesaplı ve en kolay şekilde sahip olabileceksiniz. Bu fırsatı kaçırmayın.
Hepinize hayırlı haftalar diliyoruz...
02.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
İndirgemecilik ve parçalı anlayış |
|
Cemaatların en büyük yanlışlarından birisi bazılarının merkezi ticarete alarak holding görüntüsü kazanması, diğerlerinin de siyaseti merkeze alarak siyasi cemiyet veya hizip veya parti kimliğine bürünmeleri, diğerleri de teşkilanlanmayı esas alarak bir nevi gizli cemiyet veya örgüt hüviyeti kazanmalarıdır. Dolayısıyla cemaatların kırmızı çizgileri; holding, siyaset cemiyet veya parti olmaları veya gizli veya açık örgüt haline almaları ve komitacılığa bulaşmalarıdır. Bunların hepsinin zamanla yanlışları görülmüş ama yerine doğrusu ikame edilememiştir. Bunun nedeni acili ecile tercih etmektir. Muhasebe ve gözden geçirme ve şartları dikkate alma yerine, öne çıkan fırsatları değerlendirmek ve buna da hizmet ve himmet süsü vermektir. İslâmi cemaatlar hizip, holding ve örgüt görüntüsünden uzak kalmalılar. Fakat maalesef cemaatların çoğunluğu bu üç mahzurdan birisine bulaşmış veya tamamen batmıştır. Cemaatın fertlerinin ticaretle iştigal etmeleri başka, cemaatın ticari bir müessese gibi hareket etmesi veya ticari bir müesseseye dönüşmesi başkadır. Bunlara ticaret merkezli cemaatlar diyoruz. ‘Holding cemaatlar’ da denebilir.
Bu ancak Ağa Han veya bazı İsmaililler tarzı gizli veya batini bir cemiyetin hizmet tarzlarına uygun olabilir. Yöntem gereği zamanla hizmetlerinin istismara dönüşmesi kaçınılmazdır. Umumun maslahatını esas alan cemaatların bu tarz ticari komün haline gelmeleri anlaşılabilecek gibi değildir. Keza cemaatın bazı fertleri istisnaen siyaset canibiyle ilgilenebilir. Ama bir cemaat hizmetin merkezine siyaseti ikame edemez. Bu tartirde dini bir cemaat olmaktan çıkar siyasi bir teşekkül haline gelir. Bu gerçek mânâda siyasetle dinin alanlarının ayrışması değil, karışmamasıdır. Bu yöntem meselesini tefrik edemeyenler bizim sözlerimizden “İslam’da siyaset yoktur” gibi bir mânâ çıkartabilirlerse de bu elbetteki doğru değildir. Dahilde örgüt gibi çalışmak ve silah kullanmak da aynı amaç doğrultusunda nehyedilmiştir. Meşruiyeti bir tarafa, yöntem olarak yanlıştır.
***
Bu itibarla, Bediüzzaman örgüt anlamında Nurcuların bir cemiyet olmadıklarını söylemiştir. Buradaki cemiyet sosyolojik mânâda toplum değildir. Gizli veya açık örgüt veya örgütlenme anlamındadır. Dolayısıyla manevi ortaklığın dışında cemaat mali, siyasi veya askeri bir ortaklık içinde ise bu yöntem birçok mahzuru da beraberinde getirmektedir. Bediüzzaman ısrarla ve defaatle böyle olmadıklarını izah eder: “Nur Talebelerinin ders arkadaşlıklarına ve sırf vatan ve millet ve din menfaatine ve saadet-i dünyeviye ve uhreviye hesabına ve hariçten ve dahilden gelen ifsad cereyanlarına karşı mücahidâne tesanüdlerine gizli cemiyet namını vermek, değil nev-i beşeri, belki zemini de hiddete getirip, o ittihamı reddeder (Şualar, s. 329). Bana sordular ki: “Sizin cemiyet olmadığınız, üç mahkeme o cihette beraat vermesiyle, yirmi seneden beri tarassut ve nezaret eden altı vilayetin o noktadan ilişmemeleriyle tahakkuk ettiği halde, Nurcularda öyle harika bir alaka var ki, hiçbir cemiyette, hiç bir komitede yoktur. Bu müşkülü halletmenizi isterim‘ dediler. Ben de cevaben dedim ki; “Evet, Nurcular cemiyet memiyet, hususan siyasi ve dünyevî ve menfi ve şahsi ve cemaatî menfaat için teşekkül eden cemiyet ve komite değiller ve olmazlar. Fakat, bu vatanın eski kahramanlan kemal-i sevinçle şehadet mertebesini kazanmak için ruhlarını feda eden milyonlar İslâm fedâilerinin ahfadları, oğulları ve kızları, o fedailik damarını irsiyet almışlar ki, bu harika alakayı gösterip Denizli mahkemesinde bu aciz bîçare kardeşlerine bu gelen cümleyi onlar hesabına söylettirdiler: “Milyonlar kahraman başları feda oldukları bir hakikate başımız dahi feda olsun” diye onlar namına söylemiş, mahkemeyi hayret ve takdirle susturmuş. Demek, Nurcularda hakiki, halis, sırf rıza-yı İlâhî için ve müsbet ve uhrevî fedâiler var ki, mason ve komünist ve ifsad ve zındıka ve ilhad ve Taşnak gibi dehşetli komiteler o Nurculara çare bulamayıp hükümeti, adliyeyi aldatarak, lastikli kanunlar ile onları kırmak ve dağıtmak istiyorlar. İnşaallah bir halt edemezler. Belki Nur’un ve imanın fedâilerini çoğaltmaya sebebiyet verecekler. (Şualar, s. 439)”
***
Bediüzzaman, çeşitli asarında komita veya gizli örgüt olmadıkları gibi siyasi cemiyet, yani hizip olmadıklarını da ortaya koyar. Bu hususta şunları kaydeder: “Madem, hayat-ı içtimaiyenin bir temel taşı ve fıtrat-ı beşeriyenin bir hacet-i zarûriyesi ve aile hayatından ta kabîle ve millet ve İslâmiyet ve insaniyet hayatına kadar en lüzumlu ve kuvvetli rabıta ve her insanın kâinatta gördüğü ve tek başına mukabele edemediği medar-ı zarar ve hayret ve insanî ve İslâmî vazifelerin ifasına mani maddî ve mânevî esbabın tehacümatına karşı bir nokta-i istinad ve medar-ı teselli olan dostluk ve kardeşane cemaat ve toplanmak ve samimane uhrevî cemiyet ve uhuvvet; hem siyasi cephesi olmadığı halde ve bilhassa hem dünya, hem din, hem ahiret saadetlerine kati vesile olarak iman ve Kur’ân dersinde halis bir dostluk ve hakikat yolunda bir arkadaşlık ve vatanına ve milletine zararlı şeylere karşı bir tesanüd taşıyan Risale-i Nur şakirtlerinin pekçok takdir ve tahsine şâyân ders-i imanda toplanmalarına cemiyet-i siyasiye namını verenler, elbette ve herhalde, ya gayet fena bir surette aldanmış veya gayet gaddar bir anarşisttir ki, hem insaniyete vahşiyane düşmanlık eder, hem İslâmiyete nemrudane adavet eder, hem hayat-ı içtimaiyeye anarşiliğin en bozuk ve mütereddî tavrıyla husumet eder ve bu vatana ve millete ve hakimiyet-i İslâmiyeye ve dînî mukaddesata karşı mürtedane, mütemerridane, anûdane mücadele eder...”
Demek ki, İslamiyetin boyutları çoktur ve her alana hitap eder. Bu mânâda alanlar arasında takdim ve tehir vardır. Ama öncelikleri iyi belirleyememek akim ve sakim sonuçlara yol açar. İndirgemecilik ve parçalı anlayışlar gibi....
02.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
‘Suç patlaması’na çare |
|
Emniyet Genel Müdürlüğünün, polis sorumluluk bölgesinde 2006 yılında meydana gelen olaylarla ilgili hazırladığı rapor, ‘sistem’in tıkandığını ve adeta ‘çaresiz’ olduğunu ortaya koyan bir belge niteliğinde.
Rapora göre; hırsızlık, kapkaç, dolandırıcılık gibi mala karşı olaylarda yüzde 50 ile yüzde 170 arasında artış olurken, şahsa karşı suçlarda yüzde 26’dan yüzde 160’a kadar artış meydana gelmiş.
Kitap haline getirilen ‘’2006 Yılı Faaliyet Raporu’’nda, 2005 yılı ile 2006 yılında meydana gelen olaylar karşılaştırılmış. Rapora göre, 2006 yılında meydana gelen cinayetlerin yüzde 72’si aydınlatıldı, yüzde 12’sinin zanlıları belirlenirken, yüzde 16’sı ise faili meçhul kalmış.
Yine rapora göre gasp-yağma olaylarını aydınlatma oranı 2005 yılında yüzde 60 iken 2006 yılında bu oran 57’ye düşmüş.
Hırsızlık olayları da yüzde 52 artmış. Hırsızlık olaylarının aydınlatma oranı 2005 yılında yüzde 17 iken bu rakam 2006 yılında yüzde 12’ye düşmüş.
Emniyet Genel Müdürlüğünün 163 sayfalık raporunun son bölümünde suçlarla mücadelede başarılı olmak için uygulanacak politika ve stratejilere yer verilmiş. ‘’Suçluların yakalanmasının mağdurların zararlarını ortadan kaldırmadığı’’ belirtilen raporda, şu ifadelere yer verilmiş: “Geleneksel güvenlik yaklaşımıyla suça ilişkin tüm problemlerin tesbit edilmesi ve çözülmesi mümkün görülmemektedir. Suç işlenmesini etkileyen şartların birçoğu güvenlik birimlerinin kontrolü dışındadır. Kamu düzeninin tesisi ve devamı aynı zamanda bütün kurumların sağlıklı bir şekilde çalışmasını gerektirmektedir. Diğer kurumlar zayıfladığında, güvenlik ve yargı sistemi sosyal denetimin sağlanmasında daha fazla ön plana çıkmaktadır. Bu durum ise demokrasi ile asla bağdaştırılamaz. Toplumun taleplerini, idarî karar süreçlerine yansıtmak demokratik bir zorunluluktur.’’
Her toplumun kendine has sosyal, ekonomik ve kültürel problemleri olduğu hatırlatılan raporun sonunda şu ifade yer almış: ‘’Suçtan endişe duyan her kurumun, sivil toplum örgütünün ve vatandaşın aktif olarak suçun önlenmesi faaliyetleri içerisine girmesi gerekmektedir. Oluşturulacak suç önleme politikaları ve stratejilerinin, toplumun tüm kurumlarının ve vatandaşların katılımıyla tesbit edilmesi, kamu güvenliğinin korunmasında önemli katkıda bulunmaktadır.’’ (AA, 1 Temmuz 2007)
Raporda elbette başka önemli ayrıntılar da var. Ancak bu ayrıntıları bir yana bırakıp bu ‘ürkütücü tablo’ karşısında ne yapmamız gerektiğini düşünmemiz, konuşmamız, kalıcı çareler aramamız gerekmez mi? Açıklanan bu rapor, ‘hal ve gidiş’in iyi olmadığını gösteren bir fotoğraftır. Rapordaki, “Geleneksel güvenlik yaklaşımıyla suça ilişkin tüm problemlerin tesbit edilmesi ve çözülmesi mümkün görülmemektedir” tesbiti, doğru bir tesbittir ve bir bakıma ‘sistem’in çaresizliğinin de ilânıdır.
Raporda ifade edilen; ‘’Suçluların yakalanmasının mağdurların zararlarını ortadan kaldırmadığı’’ şeklindeki tesbit de can alıcıdır. Öyle ya, ‘katil’in yakalanması ‘ölen’e ne fayda sağlar? İşte, bütün bu gerçekler sebebiyle her fırsatta “çare ‘kalplere yasakçı koymaktadır’ gerçeği”ni hatırlatıyoruz. Suçların işlenmesini önleyen gerçek ve kalıcı çare, “kalplere yasakçı koymak”dır. Bunun yolu da her yaştan insana doğru dürüst din eğitimi vermek ve “doğru İslâm”ı öğretmektir.
Türkiye’yi ‘idare eden’lere bir defa daha hatırlatalım: Çareyi başka yerde arayarak vakit kaybetmeyelim...
02.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|