|
|
Halil USLU |
Trabzon da bir değer |
|
Çok eski geçmişe, çok derin kültüre sahip ve çok cihetlerle Türkiye’ye ve dış dünyaya ses veren Trabzon, 1461 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilerek Osmanlı Devletine katılmıştır. Yavuz Sultan Selim’in valilik yaptığı, Kanuni Sultan Süleyman’ın doğduğu ve 1868 yılında vilayet olan Trabzon, Türkiye’mizde ayrı bir değer. Böyle değerli bir şehrimizden, Yeni Asya Temsilciliği tarafından “Bir değer olarak demokrasi ve hoşgörü” başlıklı bir konferans dâveti aldım. Kendilerine geçtiğimiz hafta Trabzon Ticaret Odası konferans salonunda muhatap olduk.
Hasan Kücek’in açış ve takdim konuşması yaptığı, eski bakanlardan Eyüp Aşık’ın, siyasî parti temsilcilerinin, cemaatlerin önde gelenlerinin ve can dostlarımızın katıldığı gecede, kendi üslûbumuzla, mevcut birikimimizle rakamsal ve çeşitli misâllerle özetle dedik ki: “Dünyada 193 devletin 140’ı sandığa gidiyor, gidilen çok yerlerde de sancılar var, gidilmeyen yerlerde daha çok sancılar var. Hoşgörü hakimiyetinde ve gerçek demokrasinin tecellîsinde bu zorluklar kalkacaktır. Kur’ân’ın Asr Sûresi’nde “hakkı tavsiye edenlerin” kazançlı olduğu buyrulmuştur.
Bir kavim, bir aşiret, bir ilçe, bir Trabzon bir değer. İçlerindeki bir değersiz kişi için o kavme ve hatta o beldeye zulmetmek, hoşgörünün ve demokrasinin dışındadır. Fikirlerin hürriyeti, hakkın tecellisi, insanın öz hakkıdır. Vatana, millete, mukaddesata, ezan ve bayrağımıza, sancağımıza hakaret etmedikçe ve silâhlı eylemlere çanak tutmadıkça, kişi her fikrini sunmalıdır, yargılanması hoşgörü ve demokrasi dışıdır.
Dünyada 7 milyar, Türkiye 73 milyon. Bu büyük ailenin hepsi birer değer, fakat her birinin bakış değerleri farklı. Yunus Peygamber (as) var, merhum Yunus Emre var, bir de Yunus balığı var. İsimler aynı, fakat değerleri farklı. Eğer değerleri karıştırırsak hoşgörü de kaybolur, demokrasi de kaybolur. Değer kelimesine baktığımızda; karşımıza çok kelimeler çıkar: Kıymet, baha, erbab, yüksek vasıf, kalite, ehliyet, kabiliyet, güçlü, itibar, kadın, erkek, eğitim, mukaddes mefhumlar, maharetli, demokrasi, cumhuriyet, başörtüsü, selâm, vatan, bayrak, ezan, insan, hayat, aşk, muhabbet, spor, basın, talebe, okul, il, ilçe, insan vs.
Hoşgörü ve demokrasinin neşv ü nemâ bulacağı temel unsur, din ve imandır. Bunların hepsini, son din olan ve son mukaddes kitap olan İslâm ve Kur’ân’da Rabbimiz derc etmiştir. Meselâ: Maide Sûresi 32. âyet “Masum ve günahsız bir kişiyi öldürmek bütün insanlığı öldürmektir.” Bunun ışığında Hz. Mevlânâ “Bir kişiyi kurtarmak, bütün insanlığı kurtarmaktır” ve Hz. Bediüzzaman “Mü’minin ruhunda adâvet, kin, vahşet yoktur. En büyük bir düşmanıyla bir nev'î kardeşliği vardır”, Hz. Yunus Emre ise “Gönül yıkma, Kâ’be’yi yıkmış olursun” diyor. Bunları yakaladığımız zaman ülkelerin rengi değişecektir. Asr-ı Saadet modeli budur, beşeriyet buna ulaştıkça hoşgörü ve gerçek demokrasi hâkim olacaktır. Katma değer vergisi olur da, bu hakikatlerin değeri olmaz mı?
Dünya Sağlık Örgütü’nün tesbitlerine göre, yılda 56 milyon kişi çeşitli sebeplerden ölmektedir. Dünyada 200 milyon çocuk insanlık dışı şartlarda çalıştırılıyor, 100 milyon çocuk sokaklarda yaşıyor... Türkiye’de son 5 yılda aile içi şiddet sonucu 1300 kadın ve kız öldürülmüş. “Irak’a demokrasi getireceğiz” diyenler kan ve katliâm getirdiler. Ortadoğuyu ateş çemberine soktular. Yaşamayanlar yaşatamazlar. Dünya ailesinde yalnız 2000 yılında, bir milyon kişi intihar etmiş. 300 milyonluk ABD’de her 4 aileden biri boşanıyor. 1 milyar 300 milyonluk Çin’de zulme uğrayan kadınlar büyük çoğunlukta. Hz. Mevlânâ “Görmedim arpa ekenin buğday biçtiğini” diyor. Elbette ne ekersen, onu biçeceksin. Gerçek hoşgörü ve demokrasi için mücadele edenler vardır ve olacaktır inşaallah.
Trabzonlular bırakmadılar, düğünlerde, yaylalarında, okuma programlarında konuşmalar yaptım, kendilerini çok aktif ve heyecanlı buldum. Onları ayrı bir makalede yazacağım. Emeği geçen başta A. Şahintürk, İ. Seyda, M. Er ve bütün can dostlarına binler tebrik ve teşekkürler...
29.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Anlaşılmazsa yanarım (3) |
|
Hafta başında ilk bölümü çıkan bu yazı serisinin üçüncü halkasını halihazırda yaşandığına şahit olduğumuz "Zihnî kargaşa" konusu teşkil ediyor.
Seçmen vatandaşın zihnini karıştırıp bulandıran en mühim nokta, iki büyük parti arasındaki "Demokratlık" meselesidir.
Buradaki Demokratlıktan kasıt, şahıs bazında değil, kimlik, gelenek ve misyon bazında olanıdır.
Daha açık bir dille ifade etmek gerekirse, kritik duruş şudur: Büyük bir seçmen kitlesi, altmış yıllık Demokrat misyon ve geleneğin devamı ve takipçisi durumdaki parti DP mi, yoksa AKP midir diye, tereddütler içinde bocalayıp duruyor.
Bu tereddüt dalgası her ne kadar günden güne azalıyor olsa bile, yine de tesirini önemli ölçüde devam ettirdiği söylenebilir.
Oysa, bu iki parti aynı şey değildir. Zahiren birbirine benzeşmekle beraber, kesinlikle birbirinin aynısı değildir. Aralarında pek mühim farklar vardır.
İşte, biz de burada bu iki siyasî cereyan arasındaki farklara dikkat çekmeye çalışalım ki, vatandaş daha rahat bir şekilde kararını verebilsin.
Peki, bu işi yapmak bizim üzerimize vazife midir? Evet, vazifedir. Zira, gazeteler bir anlamda siyasetin lisanıdır. Siyaseti konuşmayan bir gazeteyi Türkiye'de göstermek kàbil değil.
Öte yandan, demokrasilerde bir siyasî harekete en büyük zararı veren, onun zıddı olan değil, ona en çok benzeyen bir diğer harekettir.
Onun içindir ki, bugün itibariyle DP ile AKP, dip dalgalar itibariyle birbirine en fazla tesir edebilen iki siyasî cereyandır. Ve, hiç şüphesiz ki, mizanın iki kefesi gibi, birinin hiffeti, diğerinin sıkleti şeklinde tezahür eder. Çünkü, sosyolojik taban itibariyle aralarında büyük bir benzeşme var. Oysa, fikrî ve siyasî damarları birbirinden haylice farklı olup, beslendiklerin ana kaynaklar arasında önemli ayrılıklar mevcuttur.
İşte o farklılıklar
Yarım asırdan fazla bir zamandır siyasette Demokrat misyon ve geleneğe en çok değer verenler, Nur Risâlelerini okuyanlar, Üstad Bediüzzaman'ın ortaya koyduğu içtimaî düstûrları özümseyenler ve Nur Talebelerinin istişare kararlarını kabul edenler olmuştur.
Şurası da açık bir noktadır ki, Üstad Bediüzzaman'ın vefatından sonra onun bu cihetteki meslek ve meşrebine tavizsizce ve tam bir sadâkatla bağlı kalan talebelerinin başında Zübeyir Gündüzalp gelir. İttihad ve Yeni Asya gazetelerinin kurulmasında fikrî ve mânevî en büyük desteği sağlayan Gündüzalp...
İşte, bu müstakim çizgi ve silsileyi takip edenler, dün olduğu gibi bugün de tereddütsüz şekilde Demokrat misyon takipçisinin hangi parti olduğunu biliyor ve o partiye "nokta–i istinât" olma vazifesini deruhte ediyorlar.
Ne var ki, cüz'î miktarda da olsa yıllarca bu cenahın içinde bulunmuş bazı ihvanlarımızın tereddütlerine de şahit olmaktayız: "Ahrar–Demokrat, acaba bugünkü AKP midir?" tereddüdü...
Hemen ifade edelim ki, yukarıdaki silsilenin tam aksine, bugünkü iktidar partisinin kurmay sınıfı, tâ başından beri farklı bir kulvarda at koşturagelmişlerdir. Zahirî görüntüye aldanmamalı...
Meselâ, bu partinin kurmayları, siyasete atıldıkları tâ gençlik yıllarından itibaren en çok okudukları ve bağlandıkları eserler Risâle–i Nur değil, Necip Fazıl'ın eserleri ve özellikle de İdeologya Örgüsü isimli eseridir.
Bu eser, Necip Fazıl'ın özellikle siyasî fikirlerini ihtiva eden, dahası siyasî teşkilâtlanma modeli öngören ve kendisinin de "baş eserim" dediği çalışmasıdır.
Bununla beraber, yine bu esere "Türkiye’yi, İslâm âlemini ve bütün insanlığı kurtaracak sistemin örgüsü" mânâsı da yüklendiği olmuştur.
İşte, yazarının bizzat kendi ifadeleriyle İdeologya Örgüsü'nü takdimi: "Bu eser, benim bütün varlığım, vücut hikmetim, her şeyim... Ben, arının peteğini hendeseleştirmeye memur bulunması gibi, bu eseri örgüleştirmek için yaratıldım. Şiirlerim de, piyeslerim de, hikâyelerim de, ilim ve fikir yazılarım da, sadece bu eserin belirttiği bina etrafında bir takım 'müştemilât'dan başka bir şey değil."
Esasen, içtimaî sahada bir bakıma Risâle–i Nur'a da alternatif şekli verilen bu eseri okuyanlar, kendileri zamanla değişme, yahut başkalaşma eğilimi göstermekle beraber, temelde "Ahrar ve Demokrat" misyonunu yüklenme çabası içine sûret–i kat'iyede girmiş değiller.
Evet, öyle bir görüntü vermek başka, o çabanın içine girmek büsbütün başkadır.
Dolayısıyla, İdeologya Örgüsü, bugünkü AKP kurmay kadrosunun bir nev'î manifestosu işlevini görmüştür.
Bu eseri yazan, hayatının hiçbir devresinde Zübeyir Gündüzalp ve onun arkadaşlarıyla uyuşmuş veya uyum içinde çalışmış değildir.
Öte yandan, İdeologya örgüsü yazarının ilham kaynağı da, Zübeyir Gündüzalp'in Üstad'ına ömrü billah hep muhalefet etmiş, hatta zaman zaman şiddetli taarruzlarda bulunmuş olan "İstanbul'daki ihtiyar zât"tır.
Yani, iki dindar taraf arasında tâ 1940'lardan bu yana süregelen ve zaman zaman tehlikeli boyutlara kadar çıkan bir "içtimaî muhalefet" gerçeği var.
Burada bu muhalefeti körüklemek adına değil, mutlaka bilinmesi ve bundan bir ders–i ibret çıkararak, ciddî yanlışlara düşülmemesi maksadıyla, bazı izahatları yapmaya ihtiyaç duyduk.
Şayet, misyon ve gelenek itibariyle Demokrat olanlarla, olmayanların tefriki yapılamazsa ve şahit olduğumuz zihnî kargaşa devam edecek olursa, buna elbetteki yanarız ve üzülürüz.
Bilhassa Risâle–i Nur'u benimseyerek okuyan ve Üstad Bediüzzaman'ı da her yönüyle, olduğu gibi kabul eden kimseler tarafından, bütün bunların bilinmesi ve anlaşılması gerektiği kanaatini taşıdığımız için, bu konuda siz kıymetli okuyucularımızı da kısmen olsun bilgilendirmek istedik. Takdir, elbette ki sizlerindir.
29.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kölelik ve İslâmiyet |
|
Songül Hanım: “Kölelik nedir? Nasıl bir müessesedir? İslâmiyet’in köleliği birden kaldırmayıp derece derece kaldırmasının hikmeti nedir?”
Başta İslâmiyet olmak üzere, peygamberlerle tebliğ edilen Tevhid dinlerinin tamamında insanın izzet ve şerefine büyük önem verilmiş; yaşlısından gencine, zengininden fakirine, zayıfından kuvvetlisine tüm insanlara “mahlûkatın en şereflisi” ve “yeryüzünün halifesi” makamı izafe edilmiş ve tüm insanlara gerek mahlûkat nazarında, gerekse Yaradan’a karşı eşit bir statü tanınmıştır. Esasen insanın insana köle olması, insanın yalnız Allah’a kul olması esasına dayanan Tevhid Dininin ruhu ile de, özü ile de bağdaşmamaktadır.
Ancak tarih öncesi çağlardan beri insanoğlunun, zayıf hemcinsini ezme gibi korkunç ve vahşî bir zaafiyet taşıdığı ve bu zaafiyeti nedeniyle, insanları köleleştirerek birçok vahşî zulümlere ve hunharca işkencelere de imza attığı esefle bilinmektedir.
Hiç kuşkusuz kölelik kavramı İslâm ve Kur’ân gündemine de girmiştir. Çünkü Kur’ân’ın nâzil olduğu günlerde doğuda, batıda ve dünyanın her yerinde zayıf ve güçsüz insanlar mal gibi alınıp satılıyordu ve hiçbir sosyal hakları yoktu.
Kur’ân bunları görmezlikten gelemezdi. Bıçakla keser gibi birden bire kaldırıp atamazdı da. Çünkü yığınla insan köle statüsündeydi ve bu yığınla insan efendilerine belki bir ömür hizmet vermiş, alın teri harcamış, ezilmiş, yıpranmış ve efendileri için tabir yerindeyse saçlarını süpürge yapmıştı. Birer insan olarak efendileri üzerinde hakları vardı. Bunların hakları savunulmalıydı ve insanoğluna “kölelerin de insan olduğu” gerçeği haykırılmalıydı. Kur’ân bunu yaptı.
Kur’an kölelik kurumunu kademe kademe kaldırmayı hedeflemiş ve sırf bunun için, köle azat etmeyi ibadet literatürünün içine almıştır. Meseleye çiğ, sığ ve yüzeysel bakanlar bundan dolayı Kur’ân’ı itham etmek istiyorlarsa, Allah onlara insaf ve iz’an versin!
Bu yüzeyselciler, kölelik kurumunun gerçek serüvenini eğer merak ediyorlarsa, eğer insafları varsa, eğer yürekleri yetiyorsa; sırf 1550 ve 1850 yılları arasında elli milyondan fazla Afrikalı zencinin İspanyol, Portekiz, Fransız ve İngiliz gemileri tarafından kafileler halinde, itile kakıla, yüzde on beşi telef edilerek, değersiz bir meta gibi öldürülüp atılarak, geri kalanı da insanlık dışı kötü şartlarda Amerikan tarım işletmelerine köle olarak taşındığına bir baksınlar. Gerekli bilgi ve dokümanı sıradan bir tarih kitabında veya bir ansiklopedide rahatlıkla bulabileceklerdir. Bir de İslâm tarihinin şerefli yapraklarına ve İslâmiyet’in ibadet anlayışına baksınlar. Ne diyecekler?
Avrupa 1800’lü yıllarda sanayileştikçe, sırf insan gücüne ihtiyacı kalmadığı için köleliği teorik olarak kaldırdığında; bu utanç verici kurum İslâm dünyasının pratiğinde bundan tam 1000 sene önce tarihe karışmıştı.
Zira Kur’ân, kölelere sahip çıkmıştır. Kur’ân, hürriyetine kavuşmak isteyen kölenin, efendisi tarafından alıkonulmamasını önermiş1; mevcut köleler için, hürriyete kavuşmalarını sağlamak amacıyla zekât gelirinden pay ayrılmasını emretmiştir.2 Yine Kur’ân, yeminin, adam öldürmenin ve zıharın kefaretini “köle” cinsinden tayin etmiş; yeminine riâyet etmeyip bozan bir kimsenin, bunun cezası olarak bir köleyi hürriyetine kavuşturmasını yahut on fakiri doyurmasını veya giydirmesini; bunlara gücü yetmezse üç gün oruç tutmasını emretmiş3; yanlışlıkla adam öldüren kişiye bunun cezası olarak bir köleyi hürriyetine kavuşturmasını ve ölen kimsenin ailesine diyet vermesini4; karısına “Sen bana anam gibisin!” diye kaba davranan bir kişi için de, karısının kendisine helâl olması için, bir köleyi hürriyetine kavuşturmasını istemiştir. Buna gücü yetmeyen kişi için de çözüm yolu göstererek, meselâ peş peşe iki ay oruç tutmasını, buna da gücü yetmeyen kişinin altmış fakiri doyurmasını şart koşmuş; aksi halde karısının kendisine helâl olmayacağını bildirmiştir.5
Resûlullah Aleyhissalâtü Vesselâm da, Ramazan ayında karısı ile cinsel ilişkide bulunarak oruç bozan birisine, bunun kefareti olarak, bir köleyi hürriyetine kavuşturmasını emretmiştir.6 Bu hadisi esas alan dört mezhep uleması, Ramazan ayında bilerek oruç bozmanın kefareti olarak öncelikle bir kölenin azat edilmesini, bu mümkün olmazsa hadiste geçen şekliyle iki ay peş peşe oruç tutulmasını vacip görmüşlerdir.
Mevcut kölelerin hukukunun korunması konusunda da, Allah Resûlü Aleyhissalâtü Vesselâm Müslümanların duyarlı olmalarını emretmiştir.
İşte, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın altın tavsiyeleri:
* “Köleleriniz sizin kardeşlerinizdir. Onlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin. Ağır bir iş yüklemeyin; yüklerseniz onlara siz de yardım edin.”7 * “Kim kölesini döverse, kölesini hürriyetine kavuştursun!”8
Resûlullah Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin, köleler için şiddet yolunu sıkı sıkıya kapattığını ve ısrarla kölelerin insan muâmelesi görmeleri gerektiğini öğütlediğini ve bunu başardığını görmek için kör ve bakarkör olmamak yeterlidir.
Bütün bu dinî tedbirler sonucunda kölelik kurumu, İslâm dünyasında, İslâmiyet’in hemen ilk yıllarında tarihe kavuşmuştur. Batıda ise, bundan yüz yıl öncesine kadar kölelerin dayanılmaz çileleri ve acı dolu hayatları sürüp gelmiştir. Avrupa’da ve Amerika’da kölelerin gözyaşları henüz kurumamıştır.
Bu durumda hiç kimsenin İslâmiyet’e “köleliğin” hesabını sormaya hakkı yoktur. Sormak isteyenler biraz dünya tarihi okusunlar, biraz da Kur’ân’ın ve İslâm Tarihinin aydınlık ve alnı açık sayfalarına göz atsınlar. Eğer insaflı iseler, bekledikleri cevabı bulacaklardır!
Dipnot:
1- Nûr Sûresi, 24/33; 2- Tevbe Sûresi, 9/60; 3- Mâide Sûresi, 5/89; 4- Nisâ Sûresi, 4/92; 5- Mücâdele Sûresi, 58/3,4; 6- Buhârî, Savm, 30; 7- Buhârî, Îman, 22; Müslim, Eyman, 40; 8- Müsned, C.2, 25, 61.
29.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Eşsiz bir ödül |
|
İnsan dünyada nice ödüller alır, mutlu olur. Ödüllerin en büyüğü ise hiç şüphesiz Cehennemden kurtulmak, Cennete girebilmektir.
Her hususta ödülü kapmayı, başarıyı yakalamayı arzu eden nefis her nedense Cennet gibi bir ödül ve başarı söz konusu olduğunda gözünü ve kulağını kapatıp kendini gaflete atabiliyor. Oysa Kur’ân Hadid Sûresinin 21. âyetinde genişliği gök ile yer kadar olan Cenneti kazanmak için yarışın buyuruyor.
Gözü ve kulağı açıcı, gafleti dağıtıcı hakikatlere ne kadar muhtaç insan. Cenneti tanıyıp da ilgisiz ve umursamaz davranmanın izahı yapılabilir mi? Umeyr (r.a.) savaşta, “Genişliği yer ve gökler kadar geniş olan Cennete koşunuz” meâlindeki âyeti duyduğu zaman, açlıktan kıvranan midesini yatıştırmak için eline alıp yemekte olduğu hurmaları fırlatıp nasıl Cennete koşmuş ve şehadet şerbetini içmişti.
Köşkler, villalar, makam ve mevkiler için can atan insanoğlu Cenneti tam bilseydi acaba canla başla onu kazanmak için gayret göstermez miydi?
Nasıl bir yer Cennet?
Dünyevî bütün dert ve sıkıntı, acı ve ıztırapların bittiği, insanı mutlu edici, sevindirici herşey var Cennette. Ne istiyorsanız hepsi var. Bütünüyle hoşnutluk diyarı. İnsan o kadar çok nimetlere kavuşur ki ondan daha üstününün bulunabileceğini düşünemez. Şöyle derler Cennetlikler: “Ya Rabbi, Senin bize verdiğin nimetlerden nasıl razı olmayalım ki, bize verdiğini hiçbir kuluna vermedin...”
Öyle ki oranın taşları buranın hayvanları, oranın hayvanları buranın insanları gibi anlayışlı. Cansızlar bile sözden anlar. Hani 10. Söz’de yapılan duâda “gölgelerini ve nümûnelerini gösterdiğin nimetlerin asıllarını, menbalarını göster” deniliyor ya. Buradakiler gölge gibi kalıyor onlar yanında.
Cennetlikler, Cennetten daha büyük bir nimet, daha büyük bir lütuf düşünemezler. Ne kadar hamd ve şükür edeceklerini de bilemezler. Dünyanın en güzel yerinden bin kere daha güzel bir âleme kavuşan insanın elbet mutluluğuna sınır olmaz.
Oysa Cennette Cennetten daha büyük bir nimet daha vardır. O da, “Yüzler vardır ki o gün ışıl ışıl parıldayacaktır. Onlar, Rablerine bakacak, Onu göreceklerdir”1 meâlindeki âyette açıkça belirtildiği gibi Cenâb-ı Hakkın cemalini görmektir. Bu ise o kadar büyük bir nimettir ki orada bir saat Allah’ın cemalini müşahede Cennette bin sene yaşamaktan daha üstün gelecek insana.
Ya kâfir?
Kur’ân, “Onlar o gün Rablerini görmekten mahrumdurlar”2 buyuruyor.
Telâfisi hiçbir şeyle doldurulamayan büyük bir hasaret!
Dipnotlar:
1- Kıyame Sûresi: 22-23.
2- Mutaffifîn Sûresi: 15.
29.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Müceddid ve siyaset |
|
Hiçbirimiz şu temel ölçüleri göz ardı edemeyiz: Tedavi için doktora, bir plan çizdireceğimizde mimara-mühendise; fetva isteyeceğimiz zaman müftüye gideriz. Doktora bedel mühendise giden hasta, cinnetini ilân ederek tabutunun planını çizdirir!
Herhalde Kur’ân ve Sünnet’in günümüzdeki içtimâî ve siyasî stratejisini, prensiplerini, bakış açısını, makine mühendisi, siyasetçi, parti başkanı, gazeteci ve hatta fıkıh uzmanı bir bilim adamı değil; onların en yüksek otoritesi, uzmanı müceddid ortaya koymalıdır.
Müceddid, çağın anlayış ve seviyesine göre dini yenileyen; hurafe ve yanlışları temizleyen demektir. Daha önce, müceddidle ilgili Kur’ân’daki işaret ve hadisteki haberleri delil olarak sunduğumuzdan, burada aynı konuya girmeyeceğiz.
Bediüzzaman, hem kudretli bir müfessir, hem de bir milyon 300 bin hadisi ezber bilen bir mütefekkir ve müceddiddir. Gerçi, o bu sıfatı asla kendine almaz, Risâle-i Nur’a verir.
Zaten o, şeyh, hoca, yani insan endeksli eğitim sistemini kaldırmış, “kitap, fikir” endeksli bir eğitim yapılanması öngörmüştür. Bunu yazılı olarak da belirlemiş, fiilen de göstermiştir:
Risâle-i Nur, bu zamanın bir mehdîsi ve müceddididir.1 Risâle-i Nur, bu asrı, belki gelen istikbâli tenvir edebilir bir mu’cize-i Kur’âniye olduğunu çok tecrübeler ve vâkıalar ile körlere de göstermiş.2 Risâle-i Nur, âyât-ı Kur’âniyeden tereşşuh eden bir nurdur. Menfaati şahsiye yoktur.3 Risâle-i Nur, sadece iman değil, içtimâî dersler de verir.4
Müceddidler, mütefekkirler günlük siyaset yapmazlar; asırlık Kur’ânî ve Sünnetî siyaset stratejisi belirlerler. Risâle-i Nur’da, onlarca sene sonrasının siyaset stratejisinin çizildiği şöyle ifade edilir:
“Gazetelerde neşrettiğim umum makâlâtımdaki umum hakâikta (içtimâî ve siyasî prensipler, ölçülerde) nihayet derecede musırrım (ısrarlayım). Şayet zaman-ı mâzi cânibinden, Asr-ı Saadet mahkemesinden adâletnâme-i Şeriatla dâvet olunsam; neşrettiğim hakaikı aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim. Şayet müstakbel tarafından üç yüz sene sonraki tenkidât-ı ukalâ (akıllı eleştirmenler) mahkemesinden tarih celbnâmesiyle celb olunsam, yine bu hakikatları tevessü ve inbisat ile (genişletip yayarak) çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim.”5 Yani, ortaya koyduğu ana şablonlar değişmiyor.
Dipnotlar:
1- Barla Lâhikası, s. 103.; 2- Kastamonu Lâhikası, s. 8.; 3- Kastamonu, Lâhikası, s. 150.; 4- Hizmet Rehberi, s. 53.; 5- Beyanat ve Tenvirler, s. 22.
29.06.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Ali KAYA |
Hürriyetçi olmak |
|
Hürriyet, insana Allah’ın en büyük ihsanıdır. Bediüzzaman “Hürriyet Allah’ın ihsanıdır ve imanın hassâsıdır” diye “Hürriyet Fedâisi” olarak kendisini tanımlar. Bediüzzaman’ı bu açıdan “Hürriyet Kahramanı” olarak görebiliriz. “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” sözü onu anlatan en veciz bir ifadedir.
Bediüzzaman’ın takipçileri olan “Nur Talebeleri”nin bu bakımdan hürriyetçi olmamaları düşünülemez. Nur talebeleri “Ahrar” yani “Hürriyetçi” oldukları için amaçları “her nev'î istibdada” karşı hürriyetçiler ile beraber olmaktır.
Bediüzzaman’ın her nev'î ile karşı olduğu şey istibdattır. Ona göre “İstibdat tahakkümdür, muâmele-i keyfiyedir, kuvvete istinat ile cebirdir, rey-i vâhiddir, sû-i istimâlâta gâyet müsâit bir zemindir, zulmün temelidir, insâniyetin mâhisidir. Sefâlet derelerinin esfel-i sâfilînine insanı tekerlendiren ve âlem-i İslâmiyeti zillet ve sefâlete düşürttüren ve ağrâz ve husûmeti uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren, hattâ her şeye sirâyet ile zehrini atan, o derece ihtilâfâtı beyne’l-İslâm îkâ edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlit eden, istibdattır. Evet, taklidin pederi ve istibdâd-ı siyasînin veledi olan istibdâd-ı ilmîdir ki, Cebriye, Râfıziye, Mûtezile gibi İslâmiyeti müşevveş eden fırkaları tevlit etmiştir.”1
İstibdat tahakkümdür. Başkasına baskı yapmak ve zorlamaktır. Zorlamak ve baskı yapmak ise ister iyiye, ister kötüye olsun zulümdür. Allah böyle zulümlerden münezzeh olduğu için insanı hür yaratmıştır ve hür olarak işlediği fiillerinden sorumlu tutmuştur.
İstibdat keyfî muâmeledir. “Ben böyle istiyorum ve böyle olacaktır” diyerek gerekçesiz ve sebepsiz başkasına hükmetmek istibdattır. Kuvvete dayanan ve zorlamayı netice veren her davranış istibdaddır.
İstibdat, rey-i vahiddir. “Benim görüşüm budur ve herkes bunu kabul etmelidir” demektir. Başkalarına saygı duymamanın, değer vermemenin göstergesidir. Makam, mevki, statü gibi özellikleri kullanarak astlarının görüş ve düşüncelerini almadan davranmak bir nev'î istibdattır.
Yukarıda sayılan özelliklere sahip olan istibdat, sû-i istimâlâta gayet müsait bir zemin oluşturur. Zulme kapı açar ve insanlık cevherini mahveder. Çünkü korku ve çaresizliğe dayanan, sesi çıkmayan astlar, üstlerine şirin gözükmek için riyakârlık yaparlar, kabul ediyormuş gibi davranır ama kabul etmezler, işleri savsaklar ve sonuç alacak bir gayretin içine girmezler. Bu durumda kaynaklar, insanlar ve zaman heba olur gider. Böylece gerek fertler, gerekse toplumlar sefalet derelerine yuvarlanır giderler. Geri kalmışlığımızın en büyük sebebi budur.
Her nev'î düşmanlık istibdat içinde uyanır, insanların inanç ve düşüncelerini zehirler, farklı düşünce ve inanç gruplarının oluşmasına sebebiyet verir. Taklitçiliğe yol açar. Siyasî baskıları doğurur. Bediüzzaman “ilmî istibdadın” çeşitli fırkaların doğmasına sebep olduğunu belirtir. Bu “Doğru, sadece benimkidir” anlayışı, maalesef gerçeği bulma hürriyetini kişinin elinden aldığı için çeşitli fırkaları meydana getirmektedir.
Bütün bu sebeplerden dolayıdır ki “Allah’a gerçekten kul olan bir mü’min, hiç kimsenin baskı ve tahakkümüne boyun eğmediği gibi, bir başkasına tahakküm etmeye de tenezzül etmez.” İzzet ve şerefini koruyarak hayatında hür bir şekilde yaşar.
Risâle-i Nur talebeleri, bu dersleri okudukları ve öğrendikleri için hürriyetçidirler. Gayeleri, hürriyetin her yerde hâkim olmasıdır. Bu gayelerine hizmet edenler, Nur Talebelerinin desteğini alırlar. Nitekim Bediüzzaman “Demokratlar (mesleklerince istibdada karşı oldukları için) Nurculara yardımcı hükmünde olabilirler”2 demiştir.
Bu husus önemlidir. Nur talebeleri, siyasete hürriyet ve istibdat bağlamında yaklaşırlar. İstibdada eğimli olanlara karşı hürriyete hizmet edenlere destek ve manevî güç verir, haklı mücadelelerinde haklı tarafa yardımcı olurlar. Hürriyet için mücadele edenler, aslında Nur Talebelerinin dâvâlarına destek olmuş olmaktadırlar.
Sonuç olarak, Nur talebeleri, ahrar, yani hürriyetçidirler ve hürriyetçiler Nur talebelerinin dâvâsına yardım etmektedirler. Nur talebeleri de amaçlarına hizmet eden ahrarlara, yani hürriyetçilere destek olurlar. Çünkü bu Üstad Bediüzzaman’ın siyasî mesleğidir.
Dipnotlar:
1- Münâzarât, s. 22
2- Emirdağ Lâhikası (2006-İst) s. 815
29.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Zafere kayıtlı misyon |
|
Bazı anlar vardır ki, asırlara bedeldir. Dolayısıyla hakkı verilmiş zamanlarla aylaklık zamanları bir değildir. Çığır açan zamanlarla çığır kapatan zamanlar bir değildir. Bundan dolayı romancılar ‘gün olur asra bedel’ diye kitaplar yazmıştır. Aynen de böyledir. Yavuz Sultan Selim’in 7.5 yıllık iktidarı, Osmanlı topraklarının ikiye katlandığı bereketli bir zaman dilimidir. Yüzyılların birikimine bedeldir. Tarihte de bereketli anlar ve devreler vardır. İşte zamanın gölgesini uzatan bu berekettir. O koca hünkâr kısa bir zaman içinde cihânı titretmiştir. Muzaffer Kutz tarihten ödünç aldığı bir yılla tarihin seyrini değiştirmiş ve Moğol istilâsını geri püskürtmüştür. Onun bir yılı tarihte bir ‘turning point’, yani dönüm noktasıdır. Bu bir yılı küçümseyenlerin kendileri küçüktür. Zamanın kısalığının icraatların büyüklüğü karşısında ne önemi var? Önemli olan bu kısa zamandaki icraatın önemidir. Ömer bin Abdulaziz ve Hazreti Ebubekir’in iki buçuk yıllık devreleri de böyledir. Elbette Hazreti Ömer’in 10 yıllık devresi, Peygamberimizin rüyasında da tecelli ettiği gibi, daha kalıcı icraatlar ortaya koymuştur. Ama kimsenin Hazreti Ebubekir ve Ömer bin Abdulaziz’in kısa devrede yaptıklarını küçümsemeye hakkı yoktur. Ama gelin görün ki, İslâm’da İhyâ Hareketleri adlı kitabında Mevdudi tam da bu men edilen şeyi yapmıştır. Bakın Et Tecdit ve İhya’üd-Din (Yenileme ve Dinin İhyâsı) adlı eserinde Mevdudi, büyük müçtehidlerin samimî gayretlerinden ve şükranımızı hak eden hizmetlerinden bahsederken, sarih bir üslûpla şunları söylemektedir: “Tarihe şöyle bir baktığınızda görürsünüz ki dini ihya edecek gerçek ‘yenileyici’ henüz doğmamıştır. Hazreti Ömer bin Abdulaziz bu makama ulaşacak gibi görünüyordu ancak nasibi değildi. Ondan sonrakiler belli bir alanda başarılı olabilmişlerse de ancak hiçbirisi kâmil yenileyici mertebesine ulaşamamıştır...” Gazali’ye yönelttiği tenkitlerin benzerlerini Ömer bin Abdulaziz’e de yöneltmektedir. Burada başarı veya başarısızlığın ölçütü veya kriteri nedir? Mevdudi’nin Ömer bin Abdulaziz mukayesesini Ayetullah Humeyni bizzat Hazreti Peygamber üzerinde icra eder. Bazı eserlerinde Hazreti Peygamberin yeteri kadar başarılı olamadığını, ama Mehdi gelince tam başarılı olacağını yazar. Demek ki burada başarı maddî kriterler. Öyleyse neden Hazreti İbrahim, Musa ve İsa ulû’l azm peygamberlerden de Hazreti Davud ve Süleyman değil?
***
Mevdudi’nin fikriyâtından yola çıkanlar, az bir vakit hüküm süreceği için, Mehdi’nin de başarısızlığa mahkûm olduğunu öngörmektedirler. Mehdi meselesine pek aklı yatmayan, ama bu konuda 750 kitap yazıldı diye şikâyet eden ve 751’incisini de kendisi yazan Adab Muhammed Hamş adlı müellif, Mehdi el Muntazar adlı hacimli kitabında aynen şunları yazıyor: “Bu ümmetin çocukları olarak erkeklerinin himmetini dumura uğratan bir inancı paylaşmak bize yakışır mı? Zulüm, cevr ü cefanın pençesinde binlerce yıl Mehdi bekledikten sonra onun sancağı ve adaleti altında bir neslin mesut ve bahtiyar olması reva ve olacak şey midir? Zira hadislerde onun ahir zamanda beş, yedi veya dokuz yıl hükmedeceği ifade ediliyor. Ya sonrası? Sonrasında ölüp gidecek ve gerisi yine kesilecektir. Ondan sonra yaşamakta hayır kalmayacaktır (Mehdi el Muntazar, s:532)...” Yani ona göre, gelse ne olur, gelmese ne olur!
Maalesef, bu da başka bir Mevdudi kafasıdır. Hamş’ın bu iddiasına mukabil kimi modern müellifler Mehdi ile birlikte Mehdiyet devletinin kurulacağını ve onlarca yıl hüküm süreceğini savunuyorlar. Sözgelimi İmam Rabbani’nin irşat ettiği Evren-gzip gibi cihangirlerden sonra da devlet üzerinde bu ıslâhat uzunca bir dönem cari ve etkili olmuştur. Dolayısıyla, başarıdan ziyade, tebliğin veya yöntemin kendisi daha önemlidir. Büyüklük maddî başarıya bağlı değil, ihlâsa, gayrete samimiyete ve tebliğde kusur işlememeye bağlıdır. Peygamberlerin veya onların takipçileri bu yönde değerlendirilmelidirler. Onlar tebliğlerinde kusur işlediler mi, işlemediler mi mühim olan odur. Ve onların Allah’ın emirlerine asi gelmeyeceklerini biliyoruz. O halde? Başarı kriteri sizin nefsî arzularınız mıdır? Başarı veya zafer ise, Cenâb-ı Hakkın lütfudur ve hangi nesle veya kimselere bahşedeceğini yalnızca o bilir.
***
Zafer ve netice, bir süreçtir, onu hızlandırmak veya temin etmek kulun elinde ve uhdesinde değildir. Zafer bir süreç olduğundan ve Allah’ın elinde bulunduğundan dâvâ sahipleri için yöntem zaferin kendisinden de önemlidir. Biz sadece vaktin icâbâtını ve işini yapacağız.
‘Yöntem zaferden daha önemlidir’ ifadesi, sufîlerin ‘istikamet kerametten daha önemlidir’ sözüne benzer ve öyledir de. Biz yöntemimizden sorumluyuz, zaferden değil. Eski deyimle, seferle yükümlüyüz, zaferle değil. Ama Mevdudi bunları yanlış anlamıştır. Bu yöntem yanlışlığından dolayı Nedevi, ikisi de dostu olduğu halde hem Mevdudi, hem de Seyyid Kutup’u eleştirmiştir. Elbette bu anlamda AKP’lilerle Seyyid Kutup ve Mevdudi ile bizim durumumuzu kıyas edebiliriz. Biz sadece bir aynayız. Aynalara kızılmaz.
29.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
‘Çöp ev’lerden ‘bomba ev’lere |
|
Türkiye bir dönem ‘çöp ev’lerle tanışmış ve uzun süre bu konu tartışılmıştı. Bilhassa yalnız yaşayan ve aklı muhakemesi tam olmayan yaşlılar, evlerini çöplüklere çevirmişlerdi. Komşularının ‘koku’ şikâyetiyle hadiseye el koyan itfaiye görevlileri, bir evden 3-5 kamyon ‘çöp’ taşır hale gelmişti.
“Çöp ev”lerin varlığı, sosyal yapımızın bozulduğuna delildi. Komşuluk ilişkilerinin sona ermesi, çocukların anne babalarıyla bayramda dahi ilgilenmemesi gibi hadiseler umulmadık kişilerin evlerini ‘çöp’lüğe çevirmesine sebep olmuştu.
Aradan yıllar geçti ve ‘çöp ev’lerden sonra şimdi de ‘bomba ev’lerle tanıştık. Neredeyse gün geçmiyor ki bir şehrimizde ‘bomba ev’ tesbit ediliyor. Son olarak Eskişehir’de böyle bir evin tesbit edildiği gazete haberlerine konu oldu. (Zaman, 27 Haziran 2007)
Tabiî ki ‘çöp ev’lerin, etrafa koku yaydığı için tesbiti daha kolaydı. Ancak ‘bomba ev’ler için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Bazen gecekonduların, bazen de villaların ‘bomba ev’ haline getirildiğini görüyoruz. “Bomba ev”lerin ortaya çıkarılması elbette sevindiricidir. Ancak böyle bir vak’a ile yüz yüze kalmış olmak Türkiye açısından üzücüdür.
Gazete ve televizyonlara yansıyan haberlerin ne kadarının doğru olduğunu tesbit etmek kolay değil. İlgili haberleri okuyan ve dinleyenlerin, endişelenmemesi de mümkün değil. Hiç umulmadık yerlerde ‘bomba ev’lerin var olması Türkiye’yi idare edenleri ciddî ciddî düşündürmelidir. ‘Çöp ev’lerin varlığı nasıl ki sosyal hayatımızda yaşanan bir eksikliğin dışa vurulması olarak değerlendirildi, aynı şekilde ‘bomba ev’lerin varlığı da siyasî hayatımızın sıkıntılarını deşifre etmiş oldu.
“Bomba ev”lerle ilgili olarak çoğunlukla emekli güvenlik mensuplarının adlarının geçmesi de ayrıca düşündürücüdür. Bu isimlerin bir kısmının, daha önce de kamuoyunca tanınmış olması ayrı bir husus. Bütün bu kareler bir arada değerlendirilebilse, sıkıntının temeli ve büyüklüğü daha iyi anlaşılabilir.
İddialarla ilgili olarak yargı süreci başladığı için bugünden ‘hüküm’ vermek elbette yanıltıcı olur. Ama kamuoyunun beklentisi, bu hadiselerin tam olarak açığa çıkarılması ve varsa sorumluların adalet önünde hesap vermesidir. Bunca hadiselerin sadece ‘tesadüf’ten ibaret olduğunu düşünmek vahim bir hata olur.
Güvenlik mensuplarının bu hadiselerde adının geçmesi karşısında vatandaşın güveni de sarsılmaktadır. Bu güveni tesis etmenin tek yolu, her meslek grubu içerisinde olması muhtemel ‘çürük’lerin bir an önce ve kararlılıkla ayıklanmasıdır. Meslek sevgisiyle bu yanlışlar ‘halının altına süpürülmek’ istenirse, bedelini hep birlikte ödediğimiz sıkıntılar sona ermez.
Türkiye’yi idare edenler, medyaya yansıyan iddialar ve haberler karşısında anlaşılır ve net açıklamalar yapmak durumundadır. Aksi halde vatandaşın bu hadiseleri anlayabilmesi mümkün değildir.
“Çöp ev”ler de, “bomba ev”ler de bünyemizdeki hastalıkları ifşa ediyor. Acil kalıcı tedaviye ihtiyaç var...
29.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
AKP ve kadın |
|
İslâm dünyasına “kadın hakları” dersi vermeye meraklı olan AKP iktidarının yönettiği Türkiye’de kadın hakları ve kadın meselesi ne durumda; birlikte gözden geçirelim.
Bu konuyu özellikle gündemde tutan ve son olarak Mekke’deki İKÖ zirvesinde de aynı tavrını sürdüren Dışişleri Bakanı diyor ki:
“Başörtüsü konusunda devletin görüşünü ve var olan kanunları savunmak zorundayım.”
“Devlet”in görüşü belli: Başörtüsü yasak.
Ama Gül’ün “var olan kanunlar” dediği ne?
Türkiye’de başörtüsünü yasaklayan hiçbir kanun yok. Ama “devletin görüşü” kanunlar üstü bir konumda olduğu için hâlâ yürürlükte. Ve bu duruma AKP de boyun eğmiş vaziyette.
O kadar ki, seçimlerde başörtülü aday dahi gösteremiyor, ama hal bu iken dahi Gül İslâm âlemine “kadının siyasî hayata katılımı” öğütleri vermekten geri kalmıyor.
Elbette ki, Türkiye’deki kadınların tek sorunu başörtüsü değil. Ama en yakıcı olanlarından biri. Öyle olmasa Gül bu konuda niye “Devletle vicdanım arasında sıkıştım” desin?
Sonuçta, “devlet görüşü”ne yaslanarak başörtülü kadınların kişilik hakları başta olmak üzere eğitim, çalışma ve seçilme gibi temel haklarını elinden alan uygulamalar, AKP iktidarında daha da artarak devam ediyor. (...)
Öte yandan, başörtülü başbakan, bakan ve milletvekili eşlerinin bir kısmının “türbanlı sosyete” türü magazin haberlerine konu olacak tavır ve görüntüler sergilemeleri ise, dejenerasyon ve yozlaşma sürecinin ulaştığı boyutlar açısından hazin örnekler oluşturmakta.
Hiç üzerinde durulmayan bir başka önemli nokta, böyle garip ve çelişkili bir tabloda kadının siyasî ve sosyal hayata katılımına yönelik teşvik ve telkinlerin, ANAP’la başlayıp RP ile devam eden ve AKP ile yeni boyutlar kazanan “dünyevîleşme” süreciyle bağlantısı.
Yıllar önce ilk defa ANAP’ın “dindar” kanadıyla gündeme gelen “Müslüman sosyete” kavramı, şu anda “AKP zenginleri” kanalıyla daha yaygın bir şekilde öne çıkmış durumda.
Bu çerçevede kapitalizmin gelişmesinde Protestanların oynadığı role izafeten, “İslâmcı müteşebbisler”e “Müslüman Kalvinistler” benzetmesi yapılırken, kadınları da bu sürece dahil etmek için—Emine Erdoğan’ın kadın girişimcilere yönelik bir toplantıda yaptığı konuşmada olduğu gibi—Hz. Hatice’nin “girişimci ve tüccar” kimliğine dikkat çekiliyor.
Hz. Hatice’nin Peygamberimizle evlenmeden önce ticaret yaptığı, elbette ki tarihî bir vâkıa. Ama bilhassa bugünün ortamında onun asıl vurgulanması gereken yönü, imanı, ihlâsı, teslimiyeti, ibadeti, ahlâkı olmalı değil mi?
Ne yazık ki, öncelikle ekonomiye, zenginleşmeye, ticarete, pazarlamaya yoğunlaşmış olan AKP anlayışının gündemi daha değişik.
Öyle olunca, manevî ve ahlâkî konularla ilgili kaygılar ister istemez geri planda kalıyor.
Üstelik ve dahası, “dünya güzeli” seçilen Türk kızının AKP iktidarında Başbakan düzeyinde kutlanıp ağırlanması ve İstanbul’da yeni plajlar açmanın en önemli icraatlar arasında sayılması gibi örneklerde görüldüğü üzere, tersine gelişmeler hızla yaygınlaşıyor. (10.12.05)
29.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Kan - revan |
|
Gerek Sırlar Dünyası, gerek Beşinci Boyut, gerekse Büyük Buluşma ve son olarak Yeşeren Düşler’de gördüm. (Stv)
Şiddet yüklü sahneler, aksiyon filmlerini aratmıyor.
Misal “Yeşeren Düşler”de, bakkaldan ekmek çalan bir çocuğu dükkân sahibi öyle bir dövüyor ki, çocuğun yüzü kan revan içinde kalıyor.
“Kötü” karakteri öne çıkarmak için sahne en ince detaylarına kadar veriliyor.
Şiddet illaki uçuşan araba, patlayan silâh veya karate sahnelerinden oluşmuyor. Bu söylediklerimiz de bir tür şiddet...
Hem, “kötü” çok kötü... İyi “çok iyi.”
Bunun arası yok mu?
Biraz karakterlere “reel” bakılsa.
SON PİŞMANLIK
Türk Sanat Müziği san'atçısı Emel Sayın, bir konser öncesi basına verdiği demeçte, hayatının en büyük hatasını söylemiş:
“Anne olmayı çok isterdim. Annelik çok özel, farklı bir duygu. San'at dünyasının ortamıyla uyuşmayan bir durum” dedi.
Görülüyor ki, sayın bir “san'atçı” olarak pişman değil.
Ama bir kadın ve anne adayı olarak çok pişman.
İnsanın “san'atı” toprağa girene kadar.
Ama “annelik” ise, geriye bıraktığı emanet.
TERÖRİST TANIMI
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ı canlı yayından izliyoruz. (SkyTürk)
O ne?
Açıklamasında şöyle diyor:
‘’Bir köyün muhtarı, imamı patlayıcı yerleştiriyorsa terörle nasıl mücadele edersiniz?’’
Büyükanıt, Eğirdir Dağ Komando Tugayı’nda düzenlediği basın toplantısında, “terörün neden bitmediği” sorusuna işte bu cevabı veriyordu.
Sözün bu kısmında:
“Bir teröristin dağda dolaşabilmesi için aşağıda en az 10 kişiye ihtiyacı vardır. Buna işbirlikçi diyoruz… Terörist ne yiyecek, ne içecek? İşte işbirlikçiler sayesinde oluyor bu. Terörle mücadelede yapılması gereken ilk şey bu işbirlikçilerin yok edilmesi.”
Bu sözlerden ne mânâ çıkar? Yorumu içinde. Ancak şunu söyleyebilirim ki, çok üzüldüm.
Devleti yönetenler, her meslek grubundan çürüklerin çıkabileceğini bizden iyi bilmeliler.
29.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|