|
|
|
|
|
|
|
|
Şaban DÖĞEN |
Ömrümüz ne kadar? |
|
Dünkü gün artık ömrümüzden değil. Çünkü geçmiş, gitmiş, bitmiş. Varlığından söz edilemez. Gelecek ise henüz gelmemiş. O da yok hükmünde. O halde ömrümüz bulunduğumuz gün, hatta an.
Peki, “İnsan ömrü ortalama altmış senedir” sözü de nerden çıkıyor?
Yaşayıp gidenlerin hayat sürelerine bakılıyor da ondan. Bu noktadan baktığımızda ömrümüz sadece bundan da ibaret değil. Bediüzzaman Hazretleri, Şuâlar isimli eserinde insanın dünyanın kuruluşundan sonuna kadar devam eden manevî bir ömrü bulunduğunu ve bu ömrün ezelden ebede kadar uzanann bir hayat nurundan meded ve yardım aldığını1 söyler.
Böyle olunca mü’minin bu manevî ömrünün dünyanın kuruluş yıllarından tut Kıyamete, hatta kabirde de, hatta Mahşerde de devam ettiği anlaşılır.
Birgün hayatının ölümle noktalanıp dünyada yaptıklarına göre kabirde daha farklı bir şekilde devam edeceğine inanan ve onun şuuruyla hareket eden bir kimseyle, bu gerçekten uzak bir kimsenin hayatını gözlerinin önüne getirin. Aralarında dağlar kadar fark bulunduğunu görmekte gecikmezsiniz.
Ümmetinin kalbine bu şuuru her vesileyle yerleştirmeye çalışan Allah Resûlü (a.s.m.), bu konuda öylesine öğütler vermiştir ki, bu öğütlere uyan mü’minler her devirde toplumun özlenen insanları hâline gelmişlerdir. Sorumluluk duygusunun yerleşmesinde bu öğütlerin çok büyük yeri olmuştur.
Vereceğimiz misâllerde bunları açıkca görmek mümkündür.
Sahabeden biri birgün Resûl-ü Ekrem’e (asm), “Ey Allah’ın Resûlü, insanların en zâhidi [dünyayı önemsemeyeni] kimdir?” diye sorar. Buyururlar ki: “Kabri ve onda çürümeyi unutmayan, dünya ziynetinin fuzûlî olanını terk eden, bâkî olanı fânî olana tercih eden, yarını ömründen saymayan ve kendini kabirdekilerden kabul edendir.”2
Bu şumullü, veciz öğüt düşünen her aklı, hisseden her kalbi harekete geçirecek, kendine çekidüzen verdirecek, ışık tutacak mahiyettedir.
Resûlullahın dizi dibinde yetişen, onun has talebesi Hz. Ali (r.a.) kabre bu gerçeğin aydınlığında bakıyor, evini niçin kabristana yakın yaptığını, ölülerle komşu olmayı tercih ettiğini sorduklarında şu cevabı veriyordu: “Ben onları dürüst komşular olarak görüyorum. Dilleriyle bana eziyet vermezler ve bana âhireti hatırlatırlar da onun için.”
Sahabeden Amr bin As (r.a.), bir gün mezaristana bakmış, sonra da hayvanından inip iki rekat namaz kılmıştı. Yanındakiler, “Bu, her zamanki âdetin değil. Niçin böyle davrandın?” dediklerinde, “Kabir ehlini ve mahrum kaldıkları ibadet ve taatı düşündüm de, bu kıldığım iki rekat namazla hayat nimetine şükrederek Allah’a daha yakın olmayı arzu ettim” diye cevap vermişti.
Evet, bakî olanı fânî olana tercih eden, yarını ömründen saymayan ve kendini kabirdekilerden kabul eden insanların anlayışı bunlar.
Dipnotlar: 1- Şuâlar, s. 651.
2- Terğib Terhib, 5:201.
28.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Risâle-i Nur, siyaset tabiblerinin de reçetesi |
|
Elbette, bir müceddid, bir mütefekkir olarak Said Nursî, İslâmın siyasetini, yâni “yüksek İslâm siyaseti”nin gereklerini yerine getirecektir. Ki, “Kur’ân’ın siyâsetini”1; günümüzde takip edilmesi gereken stratejiyi; İslâm’a cephe alan tüm felsefik akımlara, sistemlere, doktrinlere karşı nasıl bir siyasetin takip edilmesi gerektiğinin çerçevesini çizecektir.
Kur’ân’ın ve Sünnet’in çağımızdaki içtimâî, siyasî stratejisini; hizmet metotlarını da tecdid eden/yenileyen Bediüzzaman; lâhikalarda (ki, Münâzarât, Hutbe-i Şamiye, Divan-ı Harb-i Örfi vs., gibi eserler, Risâle-i Nur Külliyatı’nın temel eserleri olan Sözler, Mektubat, Lem’alar ve Şuâlar’ın bölümleridir) bu vazifeyi bihakkın îfâ etmiştir.
Münâzarât isimli eseri için, “Elhâsıl, şu kitap, tarafımdan cevap, onların cânibinden suâl etmek vazifesiyle mükelleftir. Hem de siyâset tabiblerine (doktorlarına), teşhis-i illete (hastalığı teşhise) dâir hizmet ile muvazzaftır (görevlidir)”2 der.
Değil lâhikaları okumamak, bilakis her vesileyle okumak, anlatmak gerekir. Ancak, risâleleri saklamaya, gizlemeye sarf edeceğimiz enerjiyi; tebliğ şartları olan ve Risâle-i Nur’un ders verdiği gibi, “nezaket, nezahet, güzel mücadele, kavl-i leyyin/yumuşak üslûp” ile anlatılmasına ayırmalıyız. Zira, nasihat bazen damara dokundurur, aksülamel yapar. Özellikle siyasî meselelerde hisler galiptir.
Öyle ise, şahısların üzerine binâ etmeden, temel ölçüleri, prensipleri nazara vermek gerekir. Daha doğrusu, Risâle-i Nur’da nasıl geçmişse, nasıl ders verilmişse, ne kadar yazılmışsa öyle… Kimileri çekinir, gizlenir ve meseleleri nazara vermekten çekinir. Müceddidin görüşlerini yaymaktan niye hicap edelim ki?
“Siyasî meseleler okunur ve anlatılırsa arkadaşlarımız kaçar!” endişesi içinde olanlar müsterih olsunlar. Kur’ân ve Sünnet’in ölçülerini yansıtan Risâle-i Nur’da hakkın ve hakikatin feyzi, gücü vardır. Ayrıca, Kur’ân’ın, Peygamberimize (asm) “Sen hidayete erdirici değilsin, bekçi değilsin, gözetleyici değilsin; sadece tebliğcisin” şeklindeki tavsifini unutmamak gerekir. Risâle-i Nur hakikatlerini tebliğ etmekle vazifelisiniz, yoksa galip etmek, herkese kabul ettirmekle değil! Diğer taraftan, Risâle-i Nur’u taramaya fırsat bulamayan, ancak, temel hizmet stratejisini ve içtimâî ölçülerini öğrenmek isteyenlere kısa bir yol tarif edeceğim: Hizmet Rehberi ile Beyanat ve Tenvirler isimli eserlerin yalnızca “içindekiler” bölümünün başlıkları okunsa bile kâfî.
İşte Risâle-i Nur’un özellikleri ve Üstadın Hizmet Rehberi’ndeki tavsiyeleri ve çizdiği hizmet stratejisi maddelerinden birkaçı:
* “Risâle-i Nur, istikbali de aydınlatan bir Kur’ân tefsiridir”, “Risâle-i Nur, şu zamanın ihtiyaçlarına uygun bir ilaçtır”, “Bu zamanda hilafet vazifesi yapıyor”, “Risâle-i Nur, sadece iman dersi değil, içtimâî ders de verir”, ”Risâle-i Nur, İslâmiyet ve vatan zararına her türlü cereyana karşı koyar”, “Nurcular, bir siyasî cereyana dahil ve tabi olmaz; sadece haklı tarafa yardımcı ve dost olur”, “Risâle-i Nur’un hizmetinde şahsın vazifesi sadece tebliğdir, netice Allah’a aittir”, “Risâle-i Nur’da, herkese ihtiyacı olanı vermek esastır”, “Nur talebesi, kendisi haklı da olsa kardeşini tenkit etmemeli”, “Birbirinin kusurunu örtmeye çalışmalı”, “Birbirine sûi-zan etmemeli”, “Birbiriyle münakaşa etmemeli”, “Birbirine güven duymalı ve yardım etmeli”, “Birbirinin kuvve-i mâneviyesini artırmalı”, “Risâle-i Nur’a sadakat, sebat ve metanetle bağlanmalı”, “Sadakat, sebat ve sıkı irtibat içinde olmalı”, “Manevî fırtınalara karşı dikkatli ve ihtiyatlı olmalı; iman hizmetkârlığını gizlememeli”, “Şer’î meşvereti esas tutmalı”, “Namaz tesbihatını terk etmemeye çalışmalı.”3
Ve gerek imânî, gerek ahlâkî, gerek iktisâdî, gerekse siyasî meseleler, çalkantılar ve baskılarla karşılaştığımızda tenkit, küsme yerine Üstadın şu tavsiyelerine kulak vermeliyiz:
“Sizler, ara sıra, İhlâs ve İktisat lem’alarını ve bazan Hücûmât-ı Sitte risâlesini mâbeyninizde beraber okumalısınız. Sizin şimdiye kadar fevkalâde sebat ve metanet ve tesanüd ve ittifakınız, bu memlekete medâr-ı iftihar olacak ve istikbalini kurtaracak derecededir. Dikkat ediniz, bu yeni fırtına sizin tesanüdünüzü bozmasın.”4
Dipnotlar: 1- İşârâtü’l-İ’câz, Yeni Asya Neşriyatı, s., 84.; 2- Münâzarât, s. 20.; 3- Hizmet Rehberi, s. 22, 24, 50, 53, 54, 116, 110, 110, 210, 215, 216, 217, 218, 225, 245, 248, 252, 253; 4- Kastamonu Lâhikası, s. 172.
28.06.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Namaz nezaketi |
|
Geçtiğimiz Pazar günü İzmir Balçova Termal Otel Kardelen Salonda üç bin nazik ve zarif İzmirlinin gündeminde namaz vardı. Namaz konuşuldu, namaz alkışlandı, namaz için eller duâya kalktı, duâlar Arş-ı Âlâ’ya yükseldi. İnsanlar halisti, içtendi, samimiydi; gönüllerde namaz zarafeti vardı, gözlerden namaz gözyaşları damladı.
Namaz hem hassas ve derinliği olan bir mesele. Hem de önemine binaen sık sık hatırlanması ve hatırlatılması gereken, gündemde tutulmaya değen, konu üzerinde ne kadar çok tahşidat yapılırsa yapılsın, yetinilmemesi gereken, çoğun az sayılması gereken bir mesele. Çünkü namaz, kâinat Hâlıkının biz inananlardan istediği, istemekte de haklı bulunduğu, çünkü üzerimizde maddî manevî A’dan Z’ye ne varsa O’na ait olduğu ve bütün bunlar sebebiyle teşekkürü hak ettiği ve bu teşekkürü en asil biçimde kendisiyle sağladığımız muhteşem bir ibadet. Bir şükürden, zikirden ve fikirden ibaret olan namaz, bu nedenle hayatımızda olmazsa olmaz bir yere sahip ve bu nedenle de kılmadığımızda zimmetimize borç olarak yazılıyor.
Yemek nasıl olmazsa hayat olmuyor, su nasıl olmazsa hayat olmuyor; hava nasıl olmazsa hayat olmuyor… Örnekler artırılabilir. Bunlar, bizim bedenimizin ihtiyaçları; namaz da ruhumuzun ve kalbimizin ihtiyacı. Yemek, su, hava dünya hayatımız için olmazsa olmazlardan; namaz ise ebedî hayatımız için olmazsa olmazlardan.
İşin şakası yok! Bir namazın bize getirisini bir düşünün: Dünyada huzur ve güzel ahlâk kaynağı, kabirde gıda ve nur, Mahşerde senet ve berat, Sırat Köprüsünde Burak! Mahşerde kendisinden sorulacak. Eğer varsa, kurtuluş mümkün olacak. Eğer yoksa bir borç ve zimmet olarak neden olmadığı sorulacak. Namazın hayatımıza neden girmediği konusunda eğer orada makul cevap verebilirsek ne âlâ! Ama veremezsek işimiz pek kolay olmayacak.
Aslında namaz meselesi laikliğin zarar göreceği bir mesele değil. İşin laikliğe zarar veren tarafı yok! Böyle olsa devlet namaz kıldırmak için resmî memur ataması yapar mı?
Diğer yandan; namaz dinin emri olduğu gibi, oruç da, zekât da, fitre de aynı dinin emri! Ülkemizde oruç, zekât, fitre gibi dinî emirlerde sıkıntı olmadığı gibi, devlet eliyle kolaylaştırıcı tedbirler de alınıyor. Meselâ dinî bayramlar resmî tatil yapılıyor. Ramazan ayında okullarda zekât ve fitre zarfları dağıtılıyor ve bundan laiklik zedelenmiyor, okulun programı da aksamıyor.
Fakat nedense, namaza gelince iş değişiyor! Şöyle ki: Okullarımızda namaz öğretiliyor bizim; namaz Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi müfredatında var; fakat iş uygulamaya gelince başkalaşıyor! Uygulaması yok! Hâlbuki uygulamayı yasaklayan bir yasa maddesi de yok! Üstelik okullarda isteyenin namaz kılmasının kolaylaştırılması yönünde, Milli Eğitim Bakanlığının 1977 yılına ait bir genelgesi de söz konusu. Devletin temadiyeti yok mu?
Öte yandan namaz kılanın kendisini arsızlıktan, hırsızlıktan, yolsuzluktan, kötülükten ve asayişi bozan her türlü kötü davranışlardan alıkoyduğu da istatistiklerin haber verdiği bir gerçek! Bu herkesçe pekâlâ biliniyor. Emniyet kayıtlarında da bu böyle! Ne Türkiye’de, ne de dünyanın hiçbir yerinde, namazın kişileri itaatsizliğe sürüklediği ve devletin aleyhine geçirdiği ile ilgili tek bir vukuat yok! Bilâkis namazın kişileri asayişi bozmaya sürüklemediği, itaate alıştırdığı, namazsızlığın ise daha çok itaatsizliğe ittiği ve şiddet eğilimini artırdığı yine herkesçe biliniyor. Çünkü herkesin gördüğü şudur ki: Allah’a itaat eden, kanunlara da itaat eder. (Demokratik bir hak olan yanlışa yanlış deme hakkı şüphesiz saklı kalmak şartıyla.)
Oysa bütün bunlar unutuluyor, görülemiyor ve durup dururken namaz bir laiklik sendromuna çevrilebiliyor. Bir lisede öğrencilerin namaz kılabilmelerine izbe bir yerde imkân verilmiş olması üzerine laiklik sarsılıyor da sarsılıyor. Yüksek sesle yakışıksız tartışmalar yapılabiliyor.
İnsan üzülüyor şüphesiz ve namaz kılanların zarif, nazik, medenî, ihtilâlci ve eşkıya olmayan birer munis insan olduklarını ortaya koyma ihtiyacı gün yüzüne çıkıyor. Namaz kılanlar neden ayrılıkçı olsun ki? Bunun mantığı olmadığı gibi, böyle bir vukuat da yok ki! Öyleyse, sırf evhama dayanarak bir kaşık suda fırtına koparmak niye?
Pazar günü Balçova Termal Otelde toplanan zarif topluluk, namazın asalet veren bir ibadet olduğunu bir kez daha ispatladı. Kimseye zarar vermeden toplanıp programı zevkle izlediler ve dağıldılar. Konuşmacılar da, tertip heyeti de, halk da gayet olgundu, samimiydi, sıcaktı, kişilikliydi, nitelikliydi, asildi.
Namaz platformundan Sn. Cemil Tokpınar’ın, Sn. Senai Demirci’nin ve manken iken namaza başlayarak namazla yeniden doğduğunu kıvançla ifade eden Sn. Yaşar Alptekin’in katılımcı olarak yer aldıkları programda emeği geçen bütün arkadaşları buradan candan tebrik ediyorum. Namazı olgun, seviyeli ve medenî bir biçimde gündeme taşıdıkları için Allah razı olsun.
28.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Seçiminizi yapın. Bu, işin yüzde birini ancak kapsar. Ona “cüz’î irade” diyoruz. Tercih bu.
Cenâb-ı Hak mükemmel bir hafıza vermiş.
İrade vermiş, akıl vermiş, göz vermiş ve bunları kullanmayı serbest bırakmıştır.
Serbestiz, ister doğruya, ister yanlışa doğru bunları yönlendiririz.
Seçim bu.
Yaklaşan seçimlerde bu iradenizi kullanırsınız. Partiniz kazanır veya kaybeder.
Bu bir memleket meselesidir.
Oysa bizler, hergün kendi dünyamızda birçok seçim yaparız.
Hepsi kendi hayatımızın katmanlarındadır.
Bu tercihimizi ya hayra, ya da şerre kullanırız. Hazret-i Ömer (r.a) sorarmış her akşam kendisine:
“Bugün Allah için ne yaptın?”
Seçim elbette çok önemli.
Bu, yılda veya birkaç yılda bir kapımızı çalar.
Oysa biz öyle önemli seçimler yaparız ki hayatımızda, partisi de, adayları da hep bizle beraberdir.
Hayatı ve onun hallerini çok önemli anlar olarak kabullenenlere ne söylenir?
Ya hayatı oyuncak olarak kabullenenler... Seçimini hergün her an kaybederler.
Siz seçimi elbette merak edersiniz. Bizim seçimimizin kuralları, Yüksek Seçim Kurulu yok iken de vardı.
Oylarımız bazen açık, bazen gizli yapıldı. Kendimiz tasnif ettik bu oyları.
Bazılarınca “çok önemli” addedilen hayat olayları, aslında koca bir hiçten başka birşey değildi.
28.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Yozlaşma |
|
Türkiye’de 28 Şubat’tan kalma “mayınlı alanlar”da irtica ve laiklik eksenli kronik ve bıktırıcı tartışmalar ne zaman alevlense, işbaşındaki AKP iktidarının bir “cemaatler koalisyonu” olduğu iddiası ortaya sürülür.
Başörtüsü yasağı, imam hatipler, Kur’ân kursları, YAŞ ihraçları gibi konuların zaman zaman gündeme gelmesi, AKP’ye oy veren ve üç yıldır bu konularda çözüm bekleyen cemaatlerin baskı ve talebiyle irtibatlandırılır.
Bu iddia bir cihetiyle doğru. Zira söz konusu haksız uygulamaların birinci derecedeki muhatabı ve mağduru olan cemaatler haklı olarak, oy verdikleri iktidardan bu sıkıntılarının çözülmesini bekliyorlar.
Ancak AKP iktidarının bu beklentileri karşılayıp taleplere cevap vermesinin zorluğu, hattâ imkânsızlığı da her geçen gün daha iyi anlaşılmakta.
Sancılı alanlarda AKP’nin güya çözüm adına gündeme getirir gibi yapıp da mâlûm cenahın tepkisi üzerine geri adım attığının öyle çok örneği yaşandı ki, iş artık “yalama” oldu. (...)
Cemaatler-AKP ilişkisinin çok daha önemli ve kritik bir başka boyutu daha var.
Evet, AKP’ye cemaat desteğinde bir erozyon söz konusu, ama bir başka erozyon da AKP ile birlikte sürüklendikleri dünyevîleşme tuzağında son derece ciddî sıkıntılarla karşı karşıya gelen cemaatlerde yaşanmakta.
Olanca tahribatıyla devam eden bu kimlik aşınmasında AKP tam bir kilit rol üstleniyor.
Bunun ilginç ve tipik tezahürlerinden biri, Başbakan ve Meclis Başkanı başta olmak üzere AKP ileri gelenlerinden sâdır olan, şimdiye kadar benzerini pek görmediğimiz aşırı abartılı Atatürk övgüleri. Ve bu söylemlerin, fiiliyattaki icraatla da destekleniyor olması.
Okullarda insan hakları dersi kaldırılırken Atatürkçülük ders saatlerinin arttırılması ve Diyanet İşleri Başkanının son zamanlarda her fırsatta “Camilerde Atatürk’ü anlatacağız” açıklamaları yapması, örneklerden sadece ikisi.
Ve genel tablo, M. Ali Kışlalı’nın “Şimdiye kadar Atatürkçü sistemin dışında kalmış kesimlerin sisteme dahil edilmesinde AKP önemli bir rol üstlenebilir” şeklinde yansıttığı derin hesap ve beklentileri doğrular nitelikte.
İsrailli eski diplomat ve bürokrat Alon Liel’in “Erdoğanizm”i “Kemalizmin güncellenmiş versiyonu” olarak övüp yüceltmesini de.
Bir diğer nokta, AKP iktidarıyla birlikte giderek yaygınlaşan “türbanlı sosyete, türban televolesi” görüntülerinin işaret ettiği yozlaşma.
Bu yozlaşmada, ne yazık ki, fırsat buldukça “modern” giysilerin sergilendiği defilelerde ve olur olmaz eğlence programlarında tesettürlü kıyafetleriyle boy gösteren Başbakan ve Bakan eşlerinin hatırı sayılır bir payı var.
Üç yıllık AKP iktidarı maalesef mağdur kitlelerin çözüm beklediği sorunların çözülemeyip daha da derinleştiği, buna karşılık aynı kitlelerin hassasiyetlerini kırmaya yönelik çabaların—üstelik yer yer bizzat AKP mensupları tarafından—sergilendiği bir dönem oldu.
“Plaj açma”yı en önemli icraatlardan biri olarak sayan anlayış, bunun tipik bir örneği.
Başka örneğe hacet var mı? (17.8.05)
28.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Sıcak gündem ve yasaklar |
|
Gündem “sıcak.” Gündem konuları da sıcaklığını koruyor.
Özellikle medyada. TMSF Başkanı Ahmet Ertürk’ün “1.5-2 milyar dolar bekliyoruz, ayrı ayrı satmayı düşünüyoruz” dediği Atv ve Sabah Grubu’nun satışında yasal engel kalmadığı mesajı verildi.
Yabancı pek çok kuruluş, bu “satış”la ilgileniyormuş. Sabah grubuna ait diğer dergileri ayrı ayrı satmayı düşünmediklerini söylüyor Ertürk.
Ama, “Satışı bir veya daha fazla paketler halinde yapabiliriz” diyor.
Böylelikle Dinç Bilgin’in borçları kapanacak...
“Zenginin malı” çenemizi fazla yormadan, diğer konuya geçelim: Yüksek Seçim Kurulu (YSK) Başkanı Muammer Aydın, RTÜK’ten seçim dönemindeki yayın ihlâlleri konusunda hazırlanan raporların 5 gün içinde kurula bildirilmesi konusunda hassasiyet göstermesini istedi.
TGRT, Kanal 7, KanalTürk, Ulusal TV, Kanal B’nin yaptıkları yayınlar RTÜK tarafından Kurul’a gönderilirken, İzleme ve Değerlendirme Daire Başkanlığının raporlarında bu süreye riayet edilmediği görülmüş.
Seçim bu... Gündemin yoğunluğundan yasak masak dinlemiyor. Esasen bu konu üzerinde fazla bilgi verilmiyor. Yasak nerede başlar, nerede biter diye.
Acaba “yasak” olmasa seçim süreci ne kadar etkilenir? Bana kalırsa, daha şenlikli olur diye düşünüyorum.
Bu seçim sürecinde yaşanan “durgunluk” son günlerde yaşanan ve tırmanan gerginlikten kaynaklanıyor.
Özellikle “Cumhurbaşkanlığı” seçimi ve “27 Nisan bildirisi” seçim sürecine gölge düşürdü. Gerek milletvekili adayları, gerekse seçmen biraz tereddütlü giriyor bu seçime.
HİLTON HABERİ
Günlerdir hapse girecek, girdi ve sonunda hapisten çıktığı haberi flaş olarak televizyondan duyurulan Paris Hilton’u haber yapmamak mümkün değil.
Ünlü talk-showcu Conan O’Brian bile Hilton’u haber yapmamak için günlerce direndi. Sonunda o da dayanamadı ve bu konuyu masaya yatırdı.
Hilton, hapis çıkışında ilk söyleşisini ünlü talk-showcu Larry King’e vereceğini bile duyurdu.
Gazetelere yansıyan haberler ise onun bir daha “müstehcen” resim çektirmeyeceği... Dahası, hayatında yeni beyaz bir sayfa açtığı yönünde. Çünkü, “Artık bambaşka bir insan olacağını” söylemiş.
Gazeteci ve paparazzilere verdiği demeçte: “Bugün geçmişime şöyle bir baktığımda, ne kadar aptal davrandığımı görebiliyorum, hepsine bir nokta koyuyorum” demiş.
Ya bugüne kadar yaptıkları?
“Her şeyin sadece bir tiyatro ve bir şov olduğunu itiraf ediyorum. Artık 26 yaşındayım ve değişik şeyler yapmak için en uygun zaman.”
“Tanrı bana bir fırsat verdi ve gözlerimi açtı.”
Hatta, gelecekle ilgili planlarını da açıkladı. Bunlar arasında “kanserle mücadele” ve “Çocuklar Evi” var...
Aldığı kararlardan bir tanesi asla içki içmemesi yönünde... Arabaya bile binmeyecek. Çünkü trafik cezasından dolayı hapse girmişti.
Demek bir musibet, bin nasihatten iyidir.
28.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Terörle ‘eğitimli’ mücadele |
|
Son aylarda terörün yeniden tırmanması ve onlarca askerimizin ‘mayın patlaması’ neticesinde şehit olması terörle mücadelede ‘yöntem’ tartışmasını başlatmıştı. Konunun uzmanı bazı yazarlar, terörle mücadele eden ‘er’lerimizin yeteri kadar eğitim alıp almadığını sorgulamıştı.
Dün ‘akredite’ gazetelerde, terörle mücadelede görevlendirilen ‘komando er’lerin gerekli eğitimi aldığına dair haberler yer aldı. ‘Yetkililer’ bunu söylüyorsa, vatandaşa düşen buna inanmaktır. Ancak, teröristlerin kurduğu ‘tuzak’lar neticesinde şehit olanların sayısının çok olması endişelere sebeb oluyor.
Terörle mücadelede dikkat çeken bir nokta da, terörün bitme noktasına geldiği düşünüldüğü anlarda bir anda yeniden alevlenmesidir. Son iki aya baktığımızda, neredeyse her hafta terör hadiselerinin yaşandığı ve onlarca vatan evladının şehit olduğu görülüyor. Seçim döneminin başlamasıyla birlikte terör hadiselerin alevlenmesi tesadüf müdür, yoksa belli mihraklar bu yolla Türkiye’yi ‘çıkmaz sokaklar’a sürüklemek mi istiyor?
Yetkililerin, ‘terörle mücadelede eğitim eksiğimiz yok’ beyanlarına elbette itibar etmek durumundayız. Ancak bu beyanların gerçek hayatta da tesirinin görülmesi gerekir. Terörle mücadele, hele lele ‘gerilla tipi terör’le mücadele elbette kolay değildir. Kim ki terörle mücadeleyi ‘kolay iş’ olarak görür ve öyle değerlendirirse, yolun başında hata etmiş kabul edilir. Ancak bu mücadele ‘zor’ olmakla birlikte ‘imkânsız’ da değildir. ‘Gerilla tipi terör’le mücadele eden ilk ülke elbette Türkiye değildir. Dünya bu terörle nasıl mücadele ediyorsa, Türkiye de o şekilde mücadele etmeli, mutlak sûrette terörü yenmelidir.
Medyaya yansıyan haberlerin birinde de mayın patlamalarına karşı yeni tedbirler alınacağı ifade edilmiş. (Hürriyet, 27 Haziran 2007) Son aylarda meydana gelen can kaybında en büyük sebep ‘mayın’lar olduğuna göre, bu konuda da adım atılması elbette isabetli olur. Türkiye, bu mücadelede gerekli olan maddî ve manevî imkânlarını elbette seferber etmelidir ve ediyor da. “Terörü maddî imkânlarımız olmadığı için engelleyemiyoruz” şeklindeki bir gerekçeyi kabul etmek mümkün değil. Çünkü Türkiye, en zor şartlarda bile bu mücadele için elinden geleni yapmıştır ve yapmalıdır da. Bütün maddî ve manevî tedbirler alındıktan sonra da terör sona ermeyebilir. Öyle bir durumda, ‘Biz elimizden geleni yaptık, fakat netice böyle oldu’ denilse buna da itiraz eden çıkmaz.
Türkiye’de eleştiri konusu olan, bu imkânların tam olarak kullanılıp kullanılmadığıdır. Son beyanlar, eğitim noktasında gerekenlerin yapıldığı şeklinde. Konunun uzmanları da bu beyanları kabul ve tasdik ediyorsa mesele yok. Çünkü hadiseyi sadece medyaya yansıyan fotoğraflar ve açıklamalarla değerlendirmek yanıltıcı olabilir. “Başka ülkeler daha kısa süre eğitim veriyor, biz ise dafa uzun süre erlerimizi eğitiyoruz” şeklindeki beyan, dünya ölçülerinde kabul edilen bir beyan ise mesele yok. Değilse bu konular gündemi meşgul etmeye devam eder.
Kanlı ve insafsız olan terör örgütleriyle mücadele; ancak ‘özel eğitimli personel’le mümkün olur. ‘Ehil’ olanlar da zaten bunu söylüyor...
28.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Hukukta tedricîlik |
|
Siyasette tedricîlikten sonra sıra hukukta tedricîliği ele almaya geldi. İman, ahlâk ve hukuk bir üçgendir. Dinî hayat, ancak bununla kaimdir ve dengede durabilir. Hukuk ahlâkın zırhı ve kışrıdır. O olmadan ahlâk tam mükemmel olarak işlemez ve korunamaz. Ama hukukun temeli de ahlâktır. Ahlâk olmazsa, din ve hukuk manipüle edilir. Mesih’in karşı olduğu ve mücadele ettiği Ferisîler gibi, hile-i şeriyyeci ve ahlâksız cemaatler türer. Bu itibarla ahlâksız din olamaz. Olursa bu makyavelist bir dinî anlayış olur ve deccalâne bir vasıf kazanır.
Sözgelimi, Bush ve Blair ikilisi dindardır. Son sıralarda Blair katolikliğe doğru hamle ve manevra yapmaktadır. İsterse İslâm’a doğru bir manevra da yapabilir. Fark-etmez. Özünü, yani ahlâkını düzeltmedikçe din etiketi ona bir artı katmaz. Katkı sağlamaz. Tam karşısında ise, Carter gibi ahlâk abidesi ve hem de dindar bir eski başkan var. Bir de dindar geçinen, ama her türlü yalanı, hileyi ve dolandırıcılığı mübah gören, irtikap eden ve dünyayı kana bulayan Bush ve Blair gibi dindar başkanlar var. Peki bu tiplerden gerçek dindar olan hangisi? Siyonistlere ve Hıristiyan Siyonistlere bakacak olursanız, elbetteki Bush ve Blair. Çünkü onlar İsrail’in mutlak haklılığını ve seçilmişliğini ve gûya Tevrat’ın kehanetlerini destekliyorlar. Buna mukabil, varsın ahlâksız olsunlar, ne yazar! Ama ma’şeri vicdan bunu onaylamayacaktır. Dindarlık hasbîlik ise; gerçek dindar Carter’dır.
Bush ve Blair kendilerini, Filistin’i Hamasland ve Fetihland olarak bölmeye ve İsrail’i güçlendirmeye adamışken, Carter bunun gayr-ı ahlâkî olduğunu vurguluyor. Ahlâkî olmayan bir dindarlık hastalıklı ve illetli bir dindarlıktır. Bundan dolayı ahlâk yoksa, din de yoktur. Hukuk da yoktur. Bu anlamda, bugünkü Bush, Mesih’in muakkiplerinden değil, onun ortadan kaldırmaya çalıştığı modern Ferisîlerden birisidir ve onların izinden gitmektedir.
***
Evet, siyaset âleminden sonra hukuk âleminde de tedricîlik esastır. Hukuk, imân, ahlâk ve ekonomik altyapıdan sonra gelir. Bunlar tekemmül ettikten sonra üçlünün saç ayağı olarak hukuk devreye girer ve sistem tekemmül ve tekâmül eder. Ama sistemi hukuktan başlattığınızda, piramidi tersine çevirmiş olursunuz. Hukukun, mutlaka iktisad ayağı da olmalı. Sözgelimi, ‘Sünnet-i Ömeriyye / Ömer Uygulaması’ dediğimiz bir şekilde Hazreti Ömer (a’mu’l mecaa) denilen kıtlık yılında hırsızlık cezasını veya haddini askıya almıştır. Zira kıtlık ve kâhtu galâ döneminde hırsızlık kemâliyat veya tahsiniyatla alâkalı değil, haciyatla alâkalıdır. Yani ayakta ve hayatta kalmakla alâkalıdır. Ama aynı dönemde, zina haddinin kaldırıldığını bilmiyoruz. Dolayısıyla umum-u belva ve zaruretlere binaen bazen hukuk da tatil edilebilir. Ama ahlâk tatil edilemez. Hırsızlık hâciyat için değil de lüks veya kemâliyatla alâkalı olduğunda, yani kıtlık anlarının dışında vaki olduğunda ahlâkî bir sorundur. Ontolojik, yani bir varlık-yokluk meselesi değildir.
***
Tam da hukukta tedricîliği ele alacağım gün, Eymen Zevahiri’nin kaset üzerinden bir açıklamasına şahit olduk (Associated Press, 25 Haziran 2007). Bu açıklama tam da piramidi tersine çeviren bir açıklamaydı. Mukteza-yı hâli dikkate almıyor. Daha önce seçimlere girdiği için İhvan çizgisinden gelen Irak’ta Hizb-i İslâmî ve Mısır’da İhvan ve Filistin’de Hamas için söylemediğini bırakmayan Eymen Zevahiri, Hamas’ın Gazze’yi ele geçirmesinin ardından yüz seksen derece değişmiş ve Hamas’a yol göstermeye ve kılavuzluk etmeye başlamıştır. Hâlbuki geçmişteki sözleri üzerine Hamas’la internet siteleri üzerinden atışmaya başlamıştı. Özellikle Hamas, Eymen Zevahiri’nin Kaide içindeki Filistin asıllıları temizlediğinden dem vuruyordu. Ama yine de Zevahiri, Hamas’ın geçmiş kusurlarına ve hatalarına sünger çektiklerini dile getiriyor. Siyasî tahlillerinin dışında derhâl Gazze’de İslâm hukukunu uygulamaya geçmeye çağırıyor, bu yönde tavsiyelerde bulunuyor. Bulunuyor bulunmasına, ama bu talepleri doğrusu hiç de İslâm’ın ruhuna uygun değil. Bu ortamda, caydırıcılık dışında hadlerin uygulanması, Hazreti Ömer döneminde kıtlık yıllarında hırsızlık haddi uygulanmasına benzer. Hukukun ahlâkî, ekonomik ve imânî altyapısı tam olarak teşekkül etmiş değil. Gazze’de siyaseten bağımsız bir devlet kurmak ne ise, İslâm hukukunu uygulamak da o anlama gelecektir. Binaenaleyh, Zevahiri piramidi tersine çevirmiş bulunuyor. Siyasî olarak da Zevahiri ‘Hamas mücahidlerinin’ hazırlık devresindeki Suud ve Mısır saldırısını akim bırakmak için ‘El Kaide’nin mücahidlerine’ katılmaya çağırıyor. Fetihçilerin Hamas’la bağlantıyı kesmeleri gibi, Hamas da Zevahiri’nin bu çağrısını reddetmiştir. Kulak asmamış ve istiskale almıştır. Ve Hamas’ın El Kaide’nin evrensellik iddialarının aksine millî bir hareket olduğunu da vurgulamıştır. Meşruiyetini de buna bağlamaktadır. Ama tam da bu noktada bir problem var. Hamas uygulamada ve pratikte teorisinin uzağına düşüyor. Madem, Filistin meselesi genelde ümmetin meselesi ve kendisi de millî bir hareket, öyleyse siyasî amaçlarını bu çerçeve ile sınırlı tutmalıdır. İsrail’in karşısına bir bütünü temsilen değil, parçayı temsilen çıkmalıdır. Ama ümmetten icazet ve onay almış gibi davranıyor. Amaçları, cemaat amacını aşarak, ümmetin amacına dönüşüyor ve bunun sonucu fiiliyatta amaçlarının da altında kalıyor. Ama gerçekten de Zevahiri’nin dediği gibi, Mübarek aynen Abbas gibi Hamas’ın Gazze’de darbe yaptığını ileri sürmüştür. Hâlbuki, Hamas Muhammed Dahlan darbesine karşı önleyici bir darbe indirmiştir (After Gaza, some questions who was overthrowing whom, Reuters, 17 Haziran 2007).
Tehlike büyük, İsrail Gazze’yi Mısır’a devretmek istiyor ve buna mukabil Batı Şeria’da da Fetihland devleti ikame edilmesi projesi işlerlik kazanıyor. Zevahiri hâlâ hayâl aleminde yüzüyor. Hamas veya Kaide gibi hareketler, ancak işgalciyi yumuşatabilirler. Meydana çıkarlarsa, bu defa onları yumuşatma sırası işgalciye gelir. Bunu hesap etmezseniz sıkıntıya düşer ve düşürürsünüz. Kimse hacminden fazla iş yapamaz. Dünyadaki güç dengesi, şimdilik Zevahiri gibilerin hayâline geçit vermiyor. O ise bunu kavramaktan aciz...
28.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Sosyal /siyasî projeksiyonlar - 10 |
|
İçine girdikçe birbirini tamamlayan ve destekleyen yeni projeksiyonlar önümüzü açmaktadır. Bunları yazmaya devam edelim.
20- Sosyal hayatın tanziminde ve siyasetin demokratik yönetiminde insanların maddi ve manevi güvenliğini sağlayacak olan sulh/barış projeksiyonu da önemli bir açılım vermektedir. Dinimizin barış ve huzur veren mesajları, müminin dünyasında hayata güven ve beraberlik katarken, bunun tesisi için toplum temelinde vicdanlara hitap eden irşat edici tebliği, yüceliğinin emaresidir.
İslâm’ı terörle eş değer göstermeye çalışan Batı dünyasının menfî tavrı ile buna malzeme veren İslâm dünyasındaki radikal unsurlar, Müslümanların evrensel imajını gölgelemektedir.
İfsat edici/bozguncu güçlerin tezgâhları ve küresel etki alanları içinde bilgi kirleten kitle iletişim vasıtaları üzerinden ve sanat adı altında yürüttükleri fikir ve ahlâk dejenerasyonu, dindarları ve dinî hayatı ciddi anlamda etkilemektedir.
Çoğu zaman savunmasız kalmaktadırlar. Kültür bombardımanı, sefahatle gençlerin duygularını tahrip eden nefsanî haller ve medeniyet adı altında İslâm’la çatışan yeni hayat tarzları, iç sıkışmalarla birlikte gerginlikler meydana getirmektedir.
İslâm dünyasında idarecilerin maneviyat konusundaki lâkaytlıkları, ahalinin yeterince eğitimli olmaması ve seçilenlerin demokratik teamüllerle katılımı arttırıcı usullere yanaşmamaları, ayrı bir huzursuzluk ve çaresizlik kaynağı olmaktadır.
Hal böyle olunca, hem Doğunun müstebit mizacı, hem Batının hilekâr siyasetleri ve aldatmaları, Müslüman halkları çoğu zaman kontrolü zor tahriklere götürmektedir. Fark ettiği oyunlar ve siyasî tezgâhlar karşısında akıldan ziyade hislere hitap eden siyasî çıkışlar ve fanatik tavırlar revaç görmektedir.
Toplumu gerdiren, zaman zaman dinle siyasetin birbirine karıştırıldığı ve hırsla birlikte akıl tutulmasına götüren çatışma ve şiddet eğilimleri, barış ve huzur vaad eden İslâm’ın doğru anlaşılmasını ve meraklılarına hidayet sunmasını tereddütlü hale getirmektedir.
Küresel terörün akıl ve ruh sağlığını bozan bu tehdidi Bediüzzaman, “Şimdi küre-i arzda herkes ya kalben, ya ruhen, ya aklen, ya bedenen gelen musibetten hissedardır, azap çekiyor” teşhisiyle ortaya koymaktadır.
Buradan hareketle, bilhassa İslâm dünyasında, hassaten Irak, Filistin ve Afganistan’da işgal ve katliamların ürpertici sonuçları, İslâm’ın kalbini yaralamaktadır. Makul ve masum görünen direnişler bile, ülkeleri sathında yeni terör dalgalarına sebep olmaktadır.
Otuz yıldır terörle ve iç fitnenin Güneydoğudaki hazin tablosuyla yaşayan ülkemiz ise, terörden ve huzur bozucu cinayetlerden fazlasıyla mustariptir.
Öyleyse, muhabbeti tesis edecek şekilde, kendi görüşlerini ve düşüncelerini önemseyen her mümine düşen, “Mesleğinin muhabbetiyle yaşamak” ancak “Başkasını tahkir etmeden” kabullenmek ve ortak noktaları çoğaltmaya çalışmaktır.
Birlik içinde yaşamayı sağlayacak tevhid inancını ve buna dayalı eminlik içinde emanete sadık bir sorumlulukla cemiyette emniyeti temin edecek yaklaşım ve düşünceleri fiilen yaymak gerekir.
“En güvenli yol barıştır” hükmü, fazlasıyla bir ihtiyaç olarak sosyal yaralarımızı ve kalbî arızalarımızı tedavi edecek bir mahiyet arz etmektedir. İslâm’ın şiddet yanlısı olmadığını, ikna ve irşad esaslı bir merhamet ve şefkat dini olduğunu göstermek zamanıdır.
Siyasî barış, sosyal adaletle mümkündür. Temsillere ve farklılıklara gereken itinayı göstermekle, hatta farklılıkları, huzuru bozmamak şartıyla desteklemekle barış ve huzur temin edilebilir.
Bediüzzaman’ın “Asayişin manevî bekçileri” dediği Nur Talebeleri, uzun geçmişlerinde bunu fiilen ispatlamış bir kitledir. Bu yönüyle, İslâm ve demokrasi, hikmet ve şefkat, akıl ve kalp, huzur ve teşebbüs, birey ve toplum, cüz’i irade ve ortak akıl gibi kavramaların ortak dilini kurmuş, beraberliklerini temin etmiş ve bunları mezcederek, köklü barışı müminin dünyasına nakşetmiştir.
Risale-i Nur, bu yönüyle, gerdirmeyen, tahrik etmeyen, başkasını kötülemeyen, fesat ve çatışmaya müsaade etmeyen, kudsî İslâm dâvâsını şahsî ve siyasî nüfuz temininde kullanmaya müsaade etmeyen müspet metotlarıyla, yer küremizin barış tohumudur.
28.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zafer AKGÜL |
İşbirlikçi imamlar mı? |
|
Genelkurmay başkanı Org. Yaşar Büyükanıt, Isparta Eğridir Dağ Komando Okulunda terörle mücadele konusunda düzenlediği basın toplantısında ilginç şeyler söyledi. Paşa özetle şunları ifade etti: “Terör çok boyutlu bir olaydır. Terör, sadece bir silâhlı mücadeleye indirgenirse istenen başarı yakalanamaz. Bir teröristin dağda barınabilmesi için aşağıda 10 kişinin olması gerekir. Biz bunlara işbirlikçi diyoruz. Bu teröristin malzemeleri nereden sağlanıyor? Bunlar işbirlikçiler tarafından sağlanıyor. Bunlar, merkezî yerleşim birimlerinde yaşıyor. Teröre destek veren muhtarlar, imamlar var.”
Bu açıklamalar yeni bir şey getirmiyor. Yani bilinmeyen hususlar değil. Özellikle Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde yaşayan halk ile orada görev yapan ve yapmış olan devlet memurları onlarca yıldır bu gerçekle kucak kucağa yaşamışlar. Yaşar Paşanın anlattıklarının bir mislini onlar bizzat yaşayarak çevrelerindeki insanlara, yakınlarına anlatıp durmaktalar. Gerek malzeme tedarikinde, gerekse güvenlik güçlerinin kovalaması esnasında belli başlı köylere sığınıp saklandıklarını hemen herkes biliyor. Veya gündüz külâhlı, gece silâhlı şekilde yaşayan böylesi yüzlerce teröristin olduğunu bilmeyen vatandaş yok gibi. Hatta bazı resmî ve askerî görevlilerce yakalama ve takip işinin ya da koruma ve kollama tedbirlerinin savsatıldığı rivayetleri bile mezkur bölgede görev yapan ya da yaşayan vatandaşlardan öğrenilebilir.
Şimdi mesele bu değil, asıl mesele Büyükanıt Paşanın daha önceki beyanatlarındada değindiği gibi, terörle mücadelenin sadece silâhla ve silâhlı kuvvetlerce önlenemeyeceği meselesinin açık ve net ifade edilmesidir. Hatta silahlı mücadelenin bile er-erbaş sınıfıyla değil özel eğitilmiş komando birliklerince yapılmasının realitelere daha uygun olduğu gerçeğinin de altını kalın çizgilerle çizmek gerekir. Öyle ya aylarca dağlarda barınan, zor şartlarda baskın yapan, mayın döşeyen ve sonra gizlendiği inine çekilen teröristlerin hemen hepsinin komandolar kadar dayanıklı ve donanımlı olduğunu hep duymaktayız.
Diz çökmüş vaziyette, kaz adımlarla hızla o engebeli arazilerde kaçmayı başaran teröristin yanında dört aylık acemi eğitiminden sonra bölgeye gönderilen Mehmetçiklerimizin mücedelesi elbette ki dezavantajımız olmaktadır. Askerî yetkililerce bunun böyle olduğu ve çok iyi tesbit edildiği de bilinen bir gerçektir. Esasen düzenli bir ordunun, iç ve dış destekli, malzemesi gizlice temin edilen, gizli işbirlikçileri olan terör örgütüyle savaşması—dünyanın her yerinde geçerli bir askeri kuraldır—güçtür. Kesin sonuç alınması pahalıya malolur. Silahlı mücadelede özel eğitilmiş kuvvetlerin, timlerin kulanılması elbette ki isabetli bir karardır.
Paşanın bahsettiği işbirlikçi muhtarlar veya imamlara gelince bu eşyanın tabiatına muvafıktır. Destekçiler kendilerini kamufle etmek için her tür taktiği yapabilirler. Bu mümkündür. Dikkat edilmesi gereken husus, imamların, din adamlarının, Doğu’daki medrese hocalarının bu tür beyanlarla töhmet altında bırakılmaları tehlikesidir. Eğer bu beyanat çarpıtılarak kamuoyuna yansıtılırsa özellikle din görevlilerine ve imamlara çok büyük haksızlık edilmiş olur. Çünkü biliyoruz ki yıllardır PKK en büyük engel olarak din adamlarını görmektedir. Irkçılığa ve bölücülüğe karşı “İslâm kardeşliği ve vatanın bölünmezliği” fikrini öğrencilerine ve çevre halkına anlatan hocalar PKK’nın en önde gelen hedeflerinden birisi olmuşlardır.
28.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|