|
|
Murat ÇETİN |
Kampanyalı hayat |
|
Daha az kontör gidiyor diye aldığın telefon hattından, daha az ödemek için arkadaş listene eklediğin arkadaşını arayıp, toplu taşıma araçlarına para vermemek için geçerken seni de almasını rica ettin.
Film hediye eden bir gazete aldın bayiden. Bir de iki alana bir bedava verilen çikolatadan.
Cebine beş dakikada kredi veren bir bankanın mesajı düştü. Sonra üç dakikada hem de daha az faizle kredi veren bir başka bankanın bir başka mesajı.
Maillerini kontrol ederken, şimdi alırsan yüzde 20 daha az ödeyeceğin ürünler satan bir alışveriş sitesinin e-postalarıyla karşılaştın.
Öğlen uğradığın fast-fodçuda, hamburger menü alana bedava verilen tatlını yedin.
Akşam eve giderken uğradığın beyaz eşyacı, buzdolabı ve çamaşır makinesi alana indirimli verilen televizyonu almamak için kendini sokağa zor attın.
Elektronik tartısıyla gelen geçeni tartarak evine üç beş kuruş götürmeye çalışan çocuk, kilonu bilirsen ücret almayacağını vaat ediyordu.
Önünde dondurma da satılan fırın, bir litrelik dondurma kutularından alana ekmeği bedava veriyordu.
Eve vardığında, “stand-by” konumundayken de elektrik harcadığı için tamamen kapattığın elektronik cihazlarını açtın.
Suyu daha az harcamak için öğrendiğin her şeyi uygulayarak elini yüzünü yıkadın.
Hava karardığında, diğer ampüllere göre daha az elektrik harcayan tasarruflu lambalarını yaktın.
Televizyonda, artı üç taksitle, hem indirimli, hem de hediyeli ürünlere ait altyazılar geçiyordu.
Gazetenin promosyonu olan filmi izlerken, telefonun indirim saatinin kaçmakta olduğunu fark ettin.
Hemen telefonun başına gidip memleketteki yakınlarını aradın.
Seri sonu indiriminden yararlanarak satın aldığın çatal bıçak takımından bir bıçak alıp, akşam üstü pazarından daha ucuza aldığın elmaları soyup yedin.
Vaktiyle, buralar çok değerlenecek diyerek ucuza aldığın ve dediğin gibi değerlenen evinde, indiriminin son gününde aldığın cep telefonunu kurarak derin bir uykuya daldın.
Sabah daha az kontör gidiyor diye aldığın telefon hattından…
21.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdil YILDIRIM |
Vaktiniz var mı? |
|
Komşunun kızı elinde fincanla kapınızı çalar:
“İyi akşamlar Ayşe Teyze, bir fincan kahveniz var mı acaba? Biz de kalmamış da.”
“Tabiî kızım. Ver fincanı doldurayım.”
Bu şekilde komşunuza bir fincan kahve verirsiniz. Artık hatırı kırk yıl sürer mi sürmez mi bilmem. Ama elinizde olan bir şeyden bir miktarını komşuya vermekle iyi bir komşuluk göstermiş olursunuz. Bazen de bir arkadaşınız telefon eder:
“Üstâd vaktiniz var mı biraz laflasak?”
“Şey, aslında hiç vaktim yok ama…”
“Ne yani arkadaşına bir kaç dakika vakit ayıramıyor musun?”
Evet bir komşumuza, arkadaşımıza veya dostumuza bazen malımızdan veya paramızdan bir miktar verir, onların ihtiyacını karşılamış olmaktan mutluluk duyarız. Ama vaktimiz söz konusu olduğunda çok defa aynı cömertliği göstermeyiz. Bir dostumuzla bir araya gelip Allah rızası için sohbet etmeye, camiye ve cemaate gitmeye gelince, nefis ve şeytan araya girer, sanki vaktimizi gasp ederek bizi vakit cimrisi yapar. Böyle hayırlı işlere davet edildiğimiz zaman, “Vaktim yok” deyip kaytarmaya bakarız.
İnsan maddî yönden dara düşer, sıkıntı yaşar, nakit bulamayabilir. Çünkü nakit kolay elde edilmez. İnsanlar para kazanmak için bir emek harcamak zorundadırlar. Kazanılması zor olduğu için naktimizi harcarken çok dikkatli davranırız. Paramızı kaybetsek veya çaldırsak, ne kadar üzülürüz. Bulmak için her çareye başvururuz.
Peki, naktimiz için gösterdiğimiz bu duyarlılığı acaba vaktimiz için de gösteriyor muyuz? Nerelerde ne vakitler kaybediyoruz da, hiç peşine düşüp bulmaya, ona tekrar kavuşmaya çalışıyor muyuz? Hoş peşine düşsek de kaybolan veya elden çıkan vakti tekrar elde etmek mümkün değildir ya. Hiç değilse kaybettiğimiz vakitler için içimiz yanıyor mu? Kalan vaktimizi daha dikkatli kullanmak için bize bir ders, bir ibret veriyor mu?
Para kazanmak için bir emek harcamak gerektiğini söyledik. Yani nakit elde etmek için bir çaba, bir gayret ve efor sarf ediyoruz. Peki vakit kazanmak için ne yapıyoruz? Hiçbir şey. Akşam yatıp uyuyoruz, sabah uyandığımızda 24 altını avucumuzda buluyoruz. Yani her gün 24 altın değerinde bir vakit bize hibe ediliyor. Bunu elde etmek için ne yoruluyoruz, ne terliyoruz. Cenâb-ı Hak’kın hazinesinden bu vakitler bize bir nimet olarak sunuluyor.
Günde 24 saatlik vakit sermayesini veren, bizden bunun bir saatini geri istiyor. İsterken de kendi ihtiyacı olduğu için değil, yine bize lâzım olacağı için istiyor. Başka bir âlemde daha güzel ve daimî bir hayatı kazanmak için bizim adımıza yatırım yapmak için istiyor. Buna karşı biz de “Burada daha önemli işlerim var, öteki dünya için ayıracak vaktim yok” dersek, zamanların ve mekânların Sahibine karşı saygısızlık, edepsizlik ve hatta nankörlük etmiş olmaz mıyız?
Günlük 24 saatlik zaman dilimi gerçekten çok mu az ki, önemli işler için vakit bulamıyoruz? Günde ortalama sekiz saat çalışsak, sekiz saat uyusak, diğer sekiz saat fazladan bir sermayemiz değil mi? Televizyon başında, bilgisayar karşısında, maç izlemek için stadyumlarda, sinema salonlarında, lüzumsuz ve zararlı sohbetlerde, dedikodu ve gıybetlerde harcadığımız vakitleri bir düşünsek. Her gün bir hükûmet kurup bir hükûmet düşürdüğümüz zamanları, memleket kurtarıp ülke batırdığımız anları, içi boş münazara ve münakaşalara ayırdığımız saatleri bir araya getirsek, “Ne kadar çok vaktim varmış” diye hayret içinde kalırız.
Evet sevgili dostlar, hayatımız hızlı bir tempo içinde geçip gidiyor. Bu hıza ayak uydurmak için biz de peşinden koşuşturuyoruz. Ara sıra hızımızı kessek, hatta bir lahza durup çevremize şöyle bir baksak, bir dost meclisine uğrayıp Allah rızası için bir dinî sohbete katılsak. Ezanlar okunduğunda, salâha ve felâha çağrıldığımızda “lebbeyk” deyip huzura dursak. Böylece ebedî hayatımız için vakit sermayemizin küçük bir kısmını bir seccadeye atsak ne kadar büyük bir tasarruf yapmış oluruz değil mi?
Ne dersiniz? Bunları yapacak kadar vaktiniz var mı?
21.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Fiyaskoda son perde |
|
AKP’nin cumhurbaşkanı seçiminde izlediği politikada oyunun son perdesi de kapandı ve gelinen nokta “sıfıra sıfır, elde var sıfır”ın da ötesinde bir fiyasko tablosu ortaya koyuyor.
Aslında 27 Nisan günü yapılan ilk tur oylamada, bu anayasaya göre yapılan üç cumhurbaşkanı seçiminde aranmayan 367 şartının dikte edilmesi ve bunun Anayasa Mahkemesi kararına bağlanması sadece AKP’yi değil, sistemin tamamını kilitledi. Temennî edelim ki, 22 Temmuz seçiminin ortaya çıkaracağı Meclis bu kilitlenmeyi çözsün. Aksi takdirde işimiz zor.
Eğer AKP, daha doğrusu Erdoğan cumhurbaşkanı adayını son iki güne kadar gizleyip ülkeyi bir emrivakiyle karşı karşıya bırakmasa ve Mecliste hiç değilse CHP dışı partilerin desteğini alarak 367 sayısını bulsa idi bu kriz olmazdı.
Erdoğan’ın ANAP’la DYP’ye yaptığı son gün ziyaretlerinde aday ismi telâffuz etmediği, hattâ destek talebinde dahi bulunmadığı ortaya çıktı.
Sonrasında da mâlûm gelişmeleri yaşadık.
AKP’nin bu süreçte kendi vahim hatalarını gizleyip örtbas ederek sorumluluğu özellikle DP ve ANAP’a yıkıp işin içinden sıyrılma manevrasına girişmesi ilk bakışta kurnazca bir politika gibi görünse de, olayın gelişme seyrine sükûnetle ve sürecin tamamını kuşatacak bir nazarla bakıldığında hadisenin rengi değişiyor.
Anlık ve duygusal tepkilerin yerini akılcı ve sağduyulu değerlendirmeler aldıkça daha salim ve isabetli neticelere varılacağı da bir vâkıa. Ve şu anda bu süreç yaşanıyor.
AKP’nin 27 Nisan’da 367 tuzağına takıldıktan sonra telâş içinde alel acele ortaya attığı anayasa paketiyle durumu düzeltme girişiminin de akamete uğrayacağı başından beri belliydi.
Bilhassa cumhurbaşkanını halka seçtirmeyi öngören değişikliğe, AKP’ye ve Meclise 367 tuzağını kuran statü ittifakı başından itibaren karşı çıktı. Sezer’den CHP’ye, Teziç’ten Kanadoğlu’na, mâlûm adresler hemen yığınak yaptılar.
Buna rağmen AKP ANAP’ın da desteğini alarak paketi Meclisten geçirip Köşke gönderdi. Ama beklendiği gibi, Sezer on beş günlük inceleme süresini sonuna kadar kullandıktan sonra paketi veto etti. Meclis yine toplanıp paketi yeniden kabul etti. Ama maddelerden birinin kabul sayısının bir oy farkla 367’nin altında kalması CHP ve Sezer’e yeni bir koz daha verdi.
Hattâ Anayasa Mahkemesinin, Sezer’ce atanmış üyelerinden biri, Cumhuriyet gazetesinde açıkça “ihsas-ı rey” anlamına gelen bir yazı yazarak, maddelerden birinin 366’da kalmasının Sezer’e yeni bir veto gerekçesi verdiğini, cumhurbaşkanını halka seçtiren maddenin de rejimi “çoğunlukçu demokrasiye kaydıracağı” için esastan iptali gerektiğini savundu. (8.6.07)
Sonuçta Sezer ikinci kez veto yoluna gitmedi, ama paketi Anayasa Mahkemesine götürdü. Mahkeme şimdi Sezer’in başvurusunu CHP’nin açtığı iptal dâvâsıyla birleştirerek görüşecek.
(Bu arada, referandum süresini kısaltan düzenlemenin yine Köşkten dönmesi de cabası.)
Ve gelinen noktada AKP, mahkemenin vereceği kararı dahi beklemeden işin peşini bırakma, yani açıkça “havlu atma” sinyalleri veriyor.
Şimdi halka gidip “Yapacaktık, yaptırmadılar” diye yakınacak, ama ne kadar inandırıcı olabilir? Zira siyasette herşey neticesiyle ölçülür.
21.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Çölaşan’ın yakaladığı detay |
|
Fox TV işini biliyor. Reyting listelerinde hatırı sayılır rakam elde eden boks maçını tekrar tekrar ekrana getirdi ve boks severleri memnun etti.
Ancak;
Bir detay vardı ki, kimse farkedemedi.
Biri dışında:
Gazeteci Emin Çölaşan...
Dilerseniz, Çölaşan’ın yazısından bir alıntı yapalım:
“Cumartesi gecesi Ankara’da boks maçları vardı. Ring zemininin neredeyse tamamını kaplayan bir amblem yerde, ayaklar altında. Üzerinde Ankara, altında Büyükşehir Belediyesi yazıyor. Bu amblem, AKP’li Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne ait! Mucidi Melih Gökçek.”
Buraya dikkat:
“Üzerinde iki minare var. Bunlar Kocatepe Camii’nin minareleri. İki minarenin arasında bir de kubbe var. Yani tümüyle cami.
“Bu kutsal kavramlar yerde, ayaklar altında eziliyor, çiğneniyor. Maçlar bir televizyon kanalından canlı yayınlanıyor. Bu rezalet, dinimize karşı yapılan bu inanılmaz saygısızlık milyonlarca insan tarafından izleniyor.”
Çölaşan dikkat çektiği bu konuda haklı.
Dikkatli gözle bakıldığında-inanıyorum ki istemeden, farkında olunmadan-yapılan bu saygısızlık, gerçekten de sıkıntı verici.
Ancak Çölaşan, bu haklı “eleştirisini” Melih Gökçek’in kişiliğine siyasî görüşüne bağlayınca, hoş olmuyor. Bir de, “Bu rezaleti yaratan örneğin bir CHP’li belediye olsaydı, askerler olsaydı, bu iktidara karşıt bir kişi veya kurum olsaydı, ya da bu saygısızlığı yurtdışında bir ülkede birileri yapmış olsaydı, bizim İslamcı medya kıyameti koparmaz mıydı? Ve haklı olmaz mıydı? Kim ne diyebilirdi?” ifadelerinde de ölçüyü kaçırmış. Sayın Çölaşan, mukaddes kavramlara yapılan saygısızlığı kim yaparsa yapsın, o eleştirilmez diye bir kaide yok.
Hem “basın”ı “İslâmcı” diye ayırmak da neyin nesi?
“Dine hassasiyet gösteren” medya elbette olacak. Onu hemen “İslâmcı” diye farklı bir gruba sokmak, bu ülke insanına yapılacak en büyük kötülüklerden biri değil mi?
Sizin yazdığınız gazeteye, bu bakış açısıyla, “farklı” bir isim takılması sizi rahatsız etmez mi? Lütfen bu yanlışınızı düzeltin.
Biliyoruz, aslında bu “tartışmanın” temelinde “logo” tartışmaları yatıyor. Ama bu hamur çok su götürür diye başka bir güne havale ediyoruz.
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek ise, umarım bu durumu izah edecektir. Etmeli de...
Temennimiz o ki, bu acı görüntü bir daha tekerrür etmez.
21.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
‘50 yıl geriye gittik’ |
|
50 yıl geriye gittik... Bu ifade Filistinli müzakereci Saib Erakat’ın Gazze gelişmeleriyle ilgili yorumu. Yanlış veya doğru olduğu tartışılabilir, ama kısmî de olsa doğruluk payı var. Bu bize 28 Şubat sürecindeki bir tartışmayı hatırlattı. Doğrudan siyasetten uzak duran geleneksel İslâmî cemaatlar Refahyol denemesinin ve Erbakan hareketinin İslâmî hizmeti 50 yıl geriye götürdüğünü söylemişlerdi. Gazze ile Batı Şeria arasında irtibatın kesilmesi de Saib Erakat’a göre Filistin meselesini 50 yıl geriye götürmüştür.
Kral Hüseyin, 1988 yılında olmalı, Batı Şeria ile Doğu Şeria arasında boşanma anlamına gelen bir siyaseti yürürlüğe koymuştu: Fekkü irtibat... Yani bağlantıyı kesmek. Mısır da daha önce Gazze ile irtibatını bu şekilde kesmişti. Şimdi ise irtibatı kesme sırası Batı Şeria’ya geldi. Yani Filistin’le bağlarını önce Araplar kesti. En son Filistinliler de birbirleriyle olan bağlantılarını kestiler. Bununla birlikte Saib Arakat: “İnsanî yardımın temini ve sürdürülmesi boynumuzun borcudur. Gazze’nin can damarlarını ve beslenme damarlarını kesmeyeceğiz” diyor.
Saib Erakat ilk defa olup bitenle ilgili olarak basının karşısına çıktı ve Batı Şeria’nın ve Mahmut Abbas’ın pozisyonunu aktardı. Burada dikkati çeken birkaç ifadesi var ve ben bunları önemli buldum. Bunlardan birisi olan bitenle ilgili ‘fadihatü’l kübra’ ifadesini kullanması oldu. Yani Hamas’ın kendilerini Gazze’den atmasını büyük skandal olarak nitelendirmiştir. ‘Fadihetü’l kübra’ ifadesi bana Şerif Hüseyin ve oğulları Faysal ve diğerlerinin kalkıştığı ‘Es Sevretü’l Arabiyye el Kübra’ ifadesini hatırlattı. Büyük Arap Devrimi... Sonucu hüsran olan devrim.
Saib Erakat’ın can alıcı ifadelerinden birisi şuydu: “Biz sürekli olarak sükûneti temin etmeye ve Gazze üzerinden İsrail hedeflerine ateş açılmamasını istediğimizde sözlerimizi dinletemiyorduk. Tansiyonu düşürmeye çalıştığımızda kabul etmiyorlardı, karşı çıkıyorlardı. Şimdi ise İsrail’le başbaşa kalınca meccanen bir ateşkese/mütarekeye razı oldular...”
***
Bu tamamen doğru ve yerinde bir tespit. Kullandığı ifade ‘hüdnetü’n meccaniye’ idi. Gerçekten de öyle. En azından Mahmud Zahar İsrail’e güvence vererek bundan böyle İsrail hedeflerine Kassam füzeleri ateşlemeyeceklerini söyledi. Ama İsrail en zayıf noktasında olan Hamas’a karşı operasyonlarını sürdürüyor. Burada çok acı olan bir husus birbirlerine tahammül edemeyen tarafların İsrail’e tahammül etme zorunluluğudur. Fetih sonuna kadar Filistin’e bunca acıyı tattıran İsrail ve uluslararası camianın kucağına otururken, öbür taraftan Gazze’yi kaptıktan sonra daha da tecrit edilen Hamas karşılıksız ateşkes ile İsrail’le birlikte yaşamanın yollarını gözetiyor, arıyor. Sonuç bu mu olmalıydı? Fetih’e tahammül edemeyen Hamas İsrail’e tahammül etmek zorunda. Tersi de öyle. Hâlâ birileri mazeret arama ve bulma derdinde. Bu zihniyete yazıklar olsun.
***
Tabiî ki Bush ve ortağı Olmert ellerini ovuşturuyorlar. Bush ortağına 10 yıllık askerî yardımı onayladı. Elbette Filistinlilerin kendi kabahatlerinin yanında bir de meseleye dışarıdan parmak karıştıranlar var. Bunlar İsrail ve ABD. Carter meseleyi çok çarpıcı bir şekilde analiz ediyor. Son sıralarda ABD’nin vicdanı haline gelen Camp David’in mimarı Carter, Dublin’de basına yaptığı açıklamada: “ABD ve İsrail’in ‘El Fetih ile Hamas’ın uzlaşmasını engellemek için ellerinden gelen herşeyi yaptıklarını’ söylemiştir. Carter, ABD’nin El Fetih’i desteklemesinin ve Hamas’ın kontrolü ele geçirdiği Gazze’ye yardımları engellemesinin Filistinliler’i bölmeyi amaçlayan hatalı politikasının bir parçası olduğunu ifade ediyor. ABD’nin son zamanlarda El Fetih’e, Gazze’de Hamas’ı etkisiz hâle getirmesi için askerî yardım sağladığını da hatırlatan Carter, ancak Hamas mensuplarının sıkı bağlılıkları ve disiplinleri sayesinde El Fetih’e başarılı olma şansı vermediklerine dikkat çekiyor.
Maalesef trajik sonuç çok yönlü hataların ortak bir ürünüdür. Filistin kendi çocuklarının yöntem hatalarıyla düşmanların acımasızlığının kurbanıdır.
21.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Sosyal/siyasî projeksiyonlar -7 |
|
Günümüzün meselelerine ışık tutan ve sıcak gelişmelerine bakış açısı getiren projeksiyonlarımızı tutmaya devam edeceğiz.
15- Bediüzzaman, sosyal ve siyasî temellendirmenin merkezine insanı koyar. Ona ait haklar, öncelikler ve özgürlükler bağlamında hayatı ve beraberliğin yönetimini yorumlar.
Bu meyanda, Jön Türklerin Ahrar misyonunu kendine yakın bulur. Olumlu yönlerini nazara verir. Beşerî hata ve zaafları ile amel eksikliği noktasından yaklaşmaz. Meseleye, yüzyılın hürriyetler asrı olması açısından bakar.
Hürriyeti, 20. yüzyılın başlarında, imanın bir hususiyeti olarak ifade eder. Bu yönüyle farklı bir yorumla meşruiyet içinde ciddî bir meşveret ve sistem demokrasisi önerisi yapar. Cesaretlendiren ve iddialarını dinin temel kaynakları ile kuvvetlendiren güçlü analizler yapar. Bunu İslâm felsefesi ile ispatlar.
Onun için müspet olan her insanî duruş ve kaygı, yenilenen her mekanizma ve teknoloji, İslâm maksadına hizmet edebilir, dost yapılabilir, hatta hizmet edici bir şerefe taşınabilir.
Selefleri Musa Carullah ve Namık Kemal ile diğer hürriyet öncülerinden sitayişle bahseder. Özgürlük kavramının, memleketimize uğramadığı dönemlerde, Osmanlı’da, medrese kültürünün baskılayan sitemine de, halife olan padişahın dayatmalarına da, şeyhlerin “müteşeyyih” hâllerine de itiraz şerhini koyar.
Müzakere kadar münazara, mülâyemet kadar mücadele, kabullenme kadar kavga, teslimiyet kadar kanaat izhar etme hakkını kullandığı kısa medrese eğitiminde bile tecdidin/yenilenmenin şok edici yaklaşımlarını ortaya koyar.
Hürriyetine çok düşkündür. Zillet ve tahakküme girmeden, hürriyetin vasatını ve dengesini tarif eder. Hem kendine hem de başkasına zarar vermeme prensibini esas alır. Sorguladığı statik yapının ve kalıpçı ezberin dışında alternatifler üreten bir hak ve hürriyetler savunucusudur.
Hayatında derin izler oluşturan kişilik ve hürriyet mücadelesi, döneminin ilim ehli ve alimler tarafından zaman zaman dudak bükmelere, kıskanmalara, hatta tenkitlere maruz kalsa da, o idealinden vazgeçmemiştir. Eğitimle kişiliğin gelişimi ve modern fenlerle din ilminin birlikte hürriyet merkezli bir müzakere içinde olmasını arzular. Bunu projelendirir. Projesini, Medresetüzzehra ismiyle özerk bir üniversite olarak tanımlar. Dönemin ilgililerine takdim eder.
Padişahın karşısında tamennada bulunmayan Bediüzzaman, millî mücadelede önce savaştığı sonra esir düştüğü Ruslar karşısında da dik duruşunu sürdürür. İslâm âlimi olmanın izzetiyle ayağa kalkmayarak Rus kumandanı kızdırmayı ve idama götürecek tepkiyi bile göze alır. Ancak iman ve hürriyet mükemmelliğinde kişiliğini inşa eder ve bunun fikrî altyapısını da Risalelerde derc eder.
Yine, Cumhuriyet döneminin baskılarına ve akla sığmayacak zulümlerine muhatap olduğunda diktir, vakurdur, siyaset üstü bir siyasetin İslâmî versiyonu ile iman ilminin neşriyle meşguldür.
Cumhuriyet öncesi cumhuriyetçidir. “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” diyerek, hayatı ucuzlatan bir dâvânın serdengeçtisidir. İstibdada, keyfîliğe, şahsîliğe ve kuralsızlığa tavırlıdır. Mânâyı yaralayan kabız hallere ve dini reddeden rejime karşı imanlı bir hürriyet savunucusudur.
Hürriyeti herkes için ister. Bölge, ırk, dil, din ayırımı yapmadan. Şefkat mesleğini esas alan risaleleriyle de bunu ortaya koyar. Sevginin derinliğine ve şefkatin ihatasına teslim olmuş bir asaletin imanlı ve izzetli ciddiyetiyle menfilikler karşısında hürriyetin bütün maliyetlerini ve bedellerini ödeyen hayatın şerefli bir muştusudur.
Sosyal hayatın ve siyasî düşüncenin merkezine önce hürriyet kavramını yerleştirir.
“Ahrar” oluşumun yüzyıllık geçmişi ile bugünlere uzanan dostluğuna destek verir. Bireyin temel haklarını, sosyal ve siyasî sınıf tasnifi yapmadan vazgeçilmez kabul eder. Hürriyeti, insan olmanın düşünme cesareti ve bunu ifade etme hakkı olarak görür.
Hürriyetçi olmak, ahrarlık, sadece siyasî bir argüman değildir. Hepimizin iç âlemimizde, ailemizde, çevremizde, toplumda ve ülke yönetiminde fikre saygılı olma, farklılıkları kabullenme ve kendimizi hür ortamlarda itham ve sui zandan/yanlış anlaşılmaktan uzak bir iklimde rahat görme, rahat bulma ve rahatlatma olarak görmek gerekir. Yanlışa pozitif tepki verme hakkı, doğruyu teşvik etme fazileti, kıskanmama erdemi, üretken zeka kapasitesine erişme azmi ve müzakerenin yeni sonuçlarına razı olma insafı gibi bir çok sosyal dokunun temel örgüsü yine hürriyetle mümkündür.
21.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Edep dini |
|
“Sünnet-i Seniyye edeptir. Hiçbir meselesi yoktur ki, altında bir nur, bir edep bulunmasın. Resûl-i Ekrem (asm) ferman etmiş: ‘Eddebenî Rabbî, feahsene te’dibî,’ yani Rabbim bana edebi güzel bir sûrette ihsan etmiş, edeblendirmiş.”
“Evet, siyer-i Nebeviyeye dikkat eden ve Sünnet-i Seniyyeyi bilen, kat’iyen anlar ki edebin envâını [her çeşidini] Cenâb-ı Hak, Habibinde cem’etmiştir [toplamıştır.] Onun için Sünnet-i Seniyyeyi terk eden, edebi terk eder, ‘Edepsiz Allah’ın rahmetinden mahrum kalır’ kàidesine mâsadak olur, hasaretli bir edepsizliğe düşer.”1
Edep timsâli Resûl-i Ekrem (a.s.m.) her konuda olduğu gibi bu konularda da ümmetine en güzel bir örnek olmuş, edebi emretmiş, edeple ilgili nice emir ve tavsiyelerde bulunmuştur. O güzel sözlerine baktığımızda bunu açıkça görebiliriz. İşte bu öğütlerinden bir kısmı:
“Birbirinize sû-i zan etmekten sakının. Çünkü sû-i zan yalandır.”2
Âyette de, “Ey îmân edenler! Zannın birçoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı büyük günahtır”3 buyurulurken yasaklanan zan sû-i zandır. Kesin bir delile dayanmaksızın bir mü’min hakkında gerçeğe aykırı olarak kötü bir zan beslemeye “sûizan” denir.
Yine Allah Resûlü (a.s.m.) buyurur: “Birbirinizin eksiklerini görmeye ve dinlemeye çalışmayınız.”
“Birbirinizin özel ve mahrem hayatlarınızı araştırmayınız.”
Yine bahsi geçen âyette “Birbirinizin gizli hallerini ve kusurlarını araştırmayın” buyurularak konu teyit ediliyor.
“Dünya menfaati için hırs göstererek yarışmayın.”
Hem gelip geçici dünya menfaati, hem de hırs! Yangına körükle gitmek gibi birşey. Kabir kapısından itibaren hiçbir işe yaramayan dünya menfaatine hırsla yönelmek, ebedî saadeti kazanmak, orada makam ve mevki edinmek için verilen bu duyguyu zararlı bir şekilde kullanmak akıl kârı değil.
“Birbirinizi çekiştirmeyin.”
Arkadan çekiştirmeye gıybet deniyor. Peygamberimiz (a.s.m.), “Gıybet, din kardeşini, onun hoşlanmayacağı birşeyle anmandır. Eğer o şey kendisinde varsa onu gıybet etmiş, yoksa iftira atmış olursun” buyurmuştur.
Aynı zamanda bir edep kitabı olan Kur’ân bu kötü huyu “Birbirinizi gıybet etmeyin” diye yasaklarken, “Sizden biri, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Bundan tiksinirsiniz” diye şiddetle kınamaktadır.
Demek edep timsâli olan Efendimiz de ve bir anlamda edep kitabı olan Kur’ân da bize edep dersi vermekte ve mükemmel mü’min olmaya teşvik etmektedir.
Dipnotlar: 1. Lem’alar, s. 106. 2. Buharî, Edeb: 57. 3. Hucurat Sûresi: 12..
21.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Siyasî kararlar, meşveret ve tenkit |
|
Cemaat içindeki fertler diğer fertleri tenkit edemez, etmemelidir. Çünkü,—faraza hata varsa da—onların da payı vardır. Tıpkı aile fertlerinin veya hükûmetin bakanlarının birbirini tenkit etmemesi gerektiği gibi. Ancak, birbirine var güçleriyle yardım ederler.
Meşveret konusunda da dikkatten kaçan nokta şudur: Cemaat, meşveretle bir hata ederse, fertler bin hata eder. Ayrıca, meşveret hata ederse bir sevap, isabet ederse, iki sevap alır. Fert, isabet de etse, meşveretten, cemaatten ayrıldığından mes’uldür!
Siyasî kararlar da meşveretle verilir.
Önce belirtmeliyim:
Hiç şüphesiz hepimizin asıl hedefi siyaset, DP veya başka bir parti değil; Üstadın çizdiği siyasî ve içtimâî stratejinin doğru, sağlıklı olarak anlaşılması ve uygulanmasıdır.
Meseleler yeni değil. Üstad içtimâî ve siyâsî meseleleri 1907-1908, 1910-1911’lerde ortaya koymuş, Münazarat ve Hutbe-i Şamiye isimli eserlerinde kitaplaştırmış, daha sonra Lahikalarda da temel siyasî şablonları çıkarmıştır. Cemaat bunları okuya geliyor. Aynı zamanda üzerinde müzakere ve mütalaalarla, en küçük meşveret heyetlerinden başlamak üzere, en geniş daireye kadar hizmet ve siyaset stratejisi oluşur ve herkes bu politikaya uygun hareket eder.
Peki, niye “İllâ meşveret, illâ meşveret?” diyoruz. Zira; Peygamberimizin (asm) ve Asr-ı Saadet’in meşveret sistemini çağımıza fiilen de taşıyan Bediüzzaman, “Bu zaman, ehl-i hakîkat için, şahsiyet ve enaniyet (ben demenin, benlik yapmanın, bencenin) zamanı değil, zaman, cemaat zamanıdır”1; “Nur cemaatinde istişare ve meşveret esastır”2; “Mümkün olduğu kadar geçici rüzgârlara ehemmiyet vermeyiniz, bakmayınız. Zaten mabeyninizde samîmî tesanüt ve meşveret-i şer’iye, sizi öyle şeylerden muhafaza eder. İçinizdeki şahs-ı manevinin fikrini, o meşveretle bildirir”3; “Dikkat ediniz, küfr-ü mutlakı müdafaa eden gizli komite içinize parmak sokmasın. Benim komşudaki koğuşa parmağını soktu, beni azap içinde bıraktı. Şimdi siz, mâbeyninizde münakaşasız bir meşveret ediniz. Kararınızı kabul ederim”4 diyerek hizmet stratejimizi çizmiştir.
Dipnotlar: 1- Hizmet Rehberi, s. 159.; 2- a.g.e., s. 175.; 3- Kastamonu Lâhikası, s. 95.; 4- Şuâlar, s., 289.
21.06.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Çocuklarımızı ihmal etmeyelim |
|
Yaz geldi. Okul dönemi sona erdi. Kur’ân’ı okuma, okutma, dinimizi, imanımızı, namazımızı, ibadetimizi öğrenme ve öğretme zamanı geldi. Boş zamanı ganimet bilelim, sakın fırsatı kaçırmayalım. Çocuklarımız büyüyorlar. Dinlerini öğrenmezlerse vebali anne baba olarak bizim olur. Unutmayalım.
Memleketimiz yaz dönemlerinde bir Kur’ân öğrenme sathına dönüşüyor! Öğrenenlerden ve öğretenlerden Allah râzı olsun. Arkalarında Peygamber müjdesi bulunduğunu da biliyorlar elbet. Peygamber Efendimiz (asm), “Sizin en hayırlınız Kur’ân’ı öğrenen ve öğreteninizdir”1 diye buyurmaz mı? Demek yaz günlerini Kur’ân-ı Kerim öğrenmeye veya öğretmeye tahsis eden insanımız, insanların ve cinlerin en hayırlılarıdırlar! Allah hayırlarını ve nurlarını artırsın! Âmin.
Bu insanların en hayırlıları biliyorlar ki, Kur’ân’ı okumak, manası üzerinde düşünmek ve tefekkür etmek, onu ezberlemek, namazda kıraat etmek ibadettir. Kur’ân’ı doğru yorumlamak ibadettir. Kur’ân’ı anlamak ibadettir. Kur’ân’ı öğrenmek ibadettir. Kur’ân’ı yaşamak ibadettir. Kur’ân’ın hükümlerini kavramak ibadettir. Kur’ân’ın doğru yorumları olan tefsirlerini mütalaa etmek ibadettir. Kur’ân’ı hatim niyetiyle baştan sona okumak, bitirip yeniden başlamak, okudukça tefekkürü artırmak, okudukça feyiz almak, okudukça kulluğun sırrına ermek, ibadetin inceliğine vâkıf olmak ibadettir. Kur’ân ile A’ dan Z’ ye meşgul olmak ibadettir.
Bu insanların en hayırlıları biliyorlar ki, Kur’ân, yerin ve göğün sahibi olan Allah’ın tenezzül buyurup bizimle konuşmasıdır.2 Kur’ân Arş-ı Azam’dan, İsm-i Azam’dan, her ismin en büyük mertebesinden gelmiş; bütün âlemlerin Rabb’i unvanıyla Allah’ın kelâmıdır; bütün mevcudatın İlâhı sıfatıyla Allah’ın fermanıdır; bütün semâvât ve arzın Hâlık’ı namına insanlara teveccüh buyurularak söylenmiş bir hitaptır, bir mükâlemedir, bir konuşmadır, bir ezelî hutbedir, Rabb-i Rahîm’in yüksek bir iltifatıdır.3
Bundandır ki, namaz Kur’ân’la mümkündür, niyaz Kur’ân’la mümkündür, duâ Kur’ân’la mümkündür, her türlü ibâdet Kur’ân’la mümkündür.
Bu insanların en hayırlıları biliyorlar ki, namazda Kur’ân okumak farzdır. Kur’ân’sız namaz sahih değildir. Çünkü Kur’ân, Allah’ın Kelâm sıfatından gelmiş ve halife-i rûy-i zemin vasfıyla ve insan olarak bizim omuzlarımıza yüklenmiş en mukaddes, en muaezzez, en temiz, en pak, en kıymetli ve en manalı bir emanet-i İlâhî’dir. Bu emanete sahip olmak, kimliğimizi kavramak, nereden gelip nereye gideceğimizi öğrenmek, bu dünyadaki vazifemizi benimsemek ve buna göre davranış geliştirmek ancak Kur’ân’ı okumak ve öğrenmekle mümkündür.
Bera b. Âzib (ra) diyor ki: Üseyd b. Hudayr (ra) iki uzun iple atını bağlamış, evinde Kehf Sûresini okuyordu. Okuyup dururken, üzerinde bir bulut peyda oldu, bulut yaklaştıkça yaklaştı. Nihayet at ürktü, deprenmeğe başladı! Üseyd: “Yâ Rab, âfetten emîn kıl!” diye duâ etmeğe başladı. Sabah olduğunda Peygamber Efendimiz’e (asm) geldi ve bu hâli anlattı. Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm): “Oku ey adam! Durma oku! Bu tecelli sekinedir (sekînet, vakar ve rahmet yüklü ruhlar ve melekler). Kur’ân’ı dinlemek için, Kur’ân’a hürmeten inmiştir” buyurdu.4
Şimdi yaz geldi; Kur’ân öğrenimi dönemi başladı. Çocuklarımıza Allah kelâmını öğretebileceğimiz, öğrenmelerine kapı açabileceğimiz, yardımcı olabileceğimiz altın günlerin içinde bulunuyoruz.
Artık bu günlerde okul döneminin yorgunluklarını da attılar üzerlerinden. Mutlaka değerlendirelim. Çocuklarımız, kendi Yaratıcılarının öz kelâmıyla bire bir muhatap olsunlar; okusunlar, öğrensinler.
Camilerimiz, Kur’ân Kurslarımız, dershanelerimiz hizmete hazır. Birbirinden değerli gönüllü Kur’ân öğreticilerimiz çocuklarımızı altın kalpleriyle kucaklayacaklar. Yeter ki biz gönderelim, ihmal etmeyelim, ilgimizi eksik etmeyelim.
Yarın mahşerde, “Annem veya babam bana dînimi öğretmedi, Kur’ân’ı öğretmedi. Allah’ım, senin kelâmını öğretmedi” şikâyeti bizi mahcup eder. Mahşerin mahcubiyeti bizi perişan eder.
Spor kursuna, resim kursuna, yüzme kursuna, müzik kursuna, tiyatro kursuna, balo kursuna zaman ayırıp imkân bulurken; Kur’ân kursunu ihmal etmek anlaşılır cinsten değildir. Yalnız Mahşerde değil; dünyada bile bizi mahkûm etmeye yeter.
Öyleyse, buyurun; Kur’ân öğrenmeyi ve öğretmeyi, dinimizi ve imanımızı öğrenmeyi ve öğretmeyi bir seferberlik haline getirelim.
Dipnotlar:
1- Câmiü’s-Sağir, 3/963
2- Şuâlar, s. 115
3- İşârâtü’l-İ’câz, S.15
4- Buhârî, 9/ 306
21.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Raşit YÜCEL |
Şehit cenazeleri |
|
Son günlerin en acı ve en acıklı olayları, teröristler ile çatışmada, ya da mayın patlaması sonucunda er, erbaş, subay ve korucuların şehit olmasıdır.
Ateş düştüğü yeri yakıyor, kavuruyor. Yıllarca da hicranı silinmiyor.
Doğuda dağlarda 1500, Kuzey Irak’ta ise 3500 terörist olduğu söyleniyor. Bu büyük bir rakamdır. Nasıl oldu da bu insanlar bu hâle geldiler?
Bunun siyasî tarihi ve sosyolojik bir çok açıklamaları yapıldı. Bu kanayan bir yara olarak kalpleri yaktı ve yakmaya devam ediyor.
Bir sonu olmalı idi bu korkunç ve diş gıcırdatıcı olayın. “Akan kanların hesabı sorulacak”, “Şehitlerin kanı yerde kalmayacak”, “Şehitler ölmez, vatan bölünmez”, “Kahrolsun PKK” ve daha niceleri... İyi de, bu sözler ile her şey bitmiyor ki.
Bu olay ne bugünün işi, ne de geçmişin bir işidir.
Bu bir süreçtir.
Mevcut durumun sosyolojik ve ekonomik analizi iyi yapılmalıdır.
Ve bunu bir devlet meselesi, hatta bir insanlık meselesi haline getirmeliyiz.
Bir hiç uğruna beş bin insan neden bu maceraya sürüklenir?
Dert nedir? Derman nedir? Başı nedir? Sonu ne olacaktır?
Yetkililer bunun cevabını mutlaka vermelidir.
Otuz yıla yaklaşan bir kanlı terörün nereden beslendiğini, nasıl çalıştığını, imkânlarının nereden karşılandığını bilmek herkesin en tabiî hakkıdır.
Kuru kuruya cihangirlik, efelenmeler bir fayda vermez. Profesyonel tedbirler en iyi çaredir. Kısa süreli eğitim ile bu çetelerin üstesinden gelinemeyeceği açıktır.
21.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Hiç mevzi kazanamayan, Çankaya'yı nasıl alır? |
|
Dört–beş yıllık süreç içinde, devlet katında hiç bir meseleyi halledemeyen, bürokraside hiç bir problemi çözemeyen, resmî hiç bir kuruma söz geçiremeyen ve diplomaside de habire çuvallayan "sayısal üstünlük"lü bir hükümet, son anda, son dakikada sanki her şeyi halledecekmiş gibi bir görüntü vererek, maalesef bir "baskın seçim" oyunuyla yeniden iktidara gelmeye çalışıyor.
Sormak lâzım: Ey muktedir olamayan iktidar! Sen yeniden işbaşına gelsen ne olacak? Gelip de neyi halledeceksin? Şimdiye kadar neyi hallettin ki, milletten bir beş yıl daha kredi istiyorsun? Yine oyalayıp oyalayıp hiçbir şey yapmamak için mi?
Bulunduğun yer, acziyet makamı değil
Evet, şu anda meydanlara çıkan ve milletten bir beş yıl için daha destek isteyen iktidar partisi, elbette ki aşağıda sıralayacağımız can alıcı soruların muhatabıdır.
Burada bir vatandaş olarak hem kendi görüşümüzü dile getirmek, hem de sayısız vatandaşın hissiyatına tercüman olmak adına şunları soruyoruz:
1) Ey iktidar mensupları! Şimdi yeniden meydanlara taşımaya başladığınız şu "başörtüsü meselesi"nde, ne yazık ki tam bir çelişkiler yumağına döndünüz. Bir önceki seçimlerde, "Bu meseleyi halletmek, bizim için nâmus borcudur, şeref borcudur" diyenleriniz oldu. Ama, halletmeye çalışmak şöyle dursun, bambaşka bir tavır içine girdiniz. Meselâ, "Başörtüsü, öncelikli meselemiz değil. Bedel ödemeye hazır değiliz. Bu iş ancak uzlaşmayla hallolur..." falan dediniz. Peki, şimdi ne oldu da aynı meseleyi yeniden seçim meydanlarına taşımaya başladınız? Şimdi vatandaşa dönüp, başörtüsü sıkıntısını sanki "Çankaya sıkıntısı" ile birlikte halledecekmişsiniz gibi, neden hâlâ aynı "yalan rüzgârları"nı estirmeye çalışıyorsunuz? Siz şimdiye kadar, bu meyanda en basit bir adımı atabildiniz mi, yahut en küçük bir mevzii dahi kazanabildiniz mi ki, başörtüsünü bir hamlede ve dahi giderayak Çankaya'ya taşıyabilesiniz? Kimi kandırıyorsunuz? Ciddiyetinize kim inanır? Bu meyanda şimdiye kadar ciddî ve inandırıcı ne yaptınız ki, bundan sonrası için inandırıcı olasınız?
Hâsılı, şimdiye kadar yapamadıklarınız, bundan sonrası için de yapamayacaklarınızın birer teminatıdır.
2) Evvelki seçimlerde defalarca söz verdiğiniz halde, imam–hatip okulları ile diğer meslek lisesi öğrencilerine uygulanmakta olan haksızlığı, adâletsizliği niçin gidermediniz? Tek başına iktidar olduğunuz halde, bu meselede neden muktedir olamadınız? Neden her defasında gerisin geriye adım attınız? Madem ki, taahhüt ettiğiniz hakları dahi sağlayamıyorsunuz, o halde niçin yeniden iktidar olmak için yine tutamayacınız boş vaatlerle vatandaşı ümitlendirmeye çalışıyorsunuz?
3) Susurluk'tan da beter hale gelen şu "Şemdinli skandalı" patlak verdiğinde, çıkıp en yetkili ağızdan "Bu iş sonuna kadar takip edilecek. Kesin kararlıyız. Eskiden, bu gibi olayların üstü örtülüyordu, üzerine gidilemiyordu; ancak, bu kez asla öyle olmayacak..." diye ahkâm kesmediniz mi? Peki, ne oldu? Bu işin üzerine üzerine gidebildiniz mi? Yoksa, umulanın tam tersine bir gelişmeye mi şahit olduk, hep birlikte? Hani nerede o kesin kararlılığınız?
4) Cumhurbaşkanlığı seçimi ile "anayasa değişikliği paketi" gibi en ciddî meseleleri, neden en gevşek ve ciddiyetsiz bir zamanın şartları içinde halletmeye kalkıştınız? Meclis'in fıtrî ömrünün dört sene olduğunu neden daha önceden akıl edemediniz de, iş işten geçtikten sonra meseleyi gündeme getirdiniz? Haydi akıl edemediniz diyelim, peki neden bu konuda kimseyi dinlemediniz ve söylenen bütün sözlere kulaklarınızı tıkadınız? Bu inada rağmen, yine de kulağınıza gelen "erken seçim" taleplerini tutup "vatan hainliği" ile eşdeğer tuttunuz. Peki, sonradan kendiniz de aynı noktaya gelmediniz mi? Acaba, hainlikle suçladığınız vatandaşlara karşı bir özür borcunuz yok mu sizin?
5) Sizin Kıbrıs, K. Irak ve AB üyeliği gibi haricî meseleler hakkında başlangıçta sergilemiş olduğunuz o diplomatik atraksiyonlara ne oldu? Neden gitgide pasifleştiniz? Neden, ileriye doğru hareket edilmesi lâzım iken, birçok alanda rölantide kalmaya mahkûm oldunuz? Eliniz kolunuz neden bağlandı böyle? Takatiniz niçin kesildi? Diplomasiye yeniden canlılık getirebileceğinize daha nasıl kanaat getirelim?
6) Yabancı sermayenin ortalığı büsbütün istilâ ettiğinin, yerli sermayenin ise adeta boyunduruk altına girdiğinin herhalde farkında olmalısınız. Peki, yerli yatırımcıyı perişan eden ve yüksek faiz iştahının kabarmasıyla dışarıdan sadece sıcak paranın akışını hızlandırmayı netice veren bu güvensiz ekonomik politikalarla ülkeyi nereye doğru sürüklediğinizin farkında mısınız? Buradan şu ikazı da yapmak durumundayız ki, özellikle dar ve sâbit gelirli vatandaşın eline geçen paranın beti–bereketi kalmadı. Bu geniş kesimi, gizli enflasyon ve riskli para politikaları karşısında cidden perişan etmiş durumdasınız, haberiniz olsun.
7) Dört–beş yıldır tek başına iktidar olan mevcut hükümet, Cumhurbaşkanlığı seçimi gibi, genel seçimler konusunda da, hazırlıksız ve tedbirsiz yakalanmanın ötesinde, ne yazık ki çok acemice bir tutum sergiledi. Seçim ve siyasî partiler kànununu bunca zamandır hep askıda bıraktı. Sonunda seçimler gelip kapıya dayandığında ise, gidişatın hemen her safhasında çelişkili ve tutarsız bir tutum sergiledi. Bu her iki seçim konusunda da, maalesef hiç de sağlıklı görünmeyen bir sürece girilmiş oldu. Devletin kurumları arasında bırakın mutabakat sağlanmayı, yaşanan med–cezirlerden vatandaşa artık gına geldi. İşte görüyorsunuz, halkı zamansız, mevsimsiz ve sıkıntılı bir seçim cenderesine sokan iş başındaki hükümet, cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda da, çelişkili ve hiç de güven vermeyen bir tutum izlemeye devam ediyor.
Şimdi, vatandaş olarak şunları sormak elbette hakkımızdır: Ey iktidar mensupları! Bize bütün bu sıkıntıları çektirmeye ne hakkınız var? Bugüne kadar devlet katındaki hiçbir meseleyi halledemediğin, resmiyette hiçbir problemi çözemediğin ve milletin hukuku adına hiç mevzi kazanamadığın halde, sanki bundan sonra herşeyi halledecek ve en yüksek mevzileri bile ele geçirecekmiş gibi davranarak, bizleri niçin aldatmaya ve enayi yerine koymaya çalışıyorsun? Beş senedir yapamadıkların, bundan sonra da yapamayacaklarını anlatmaya yetmediğini mi zannediyorsun? Evet, sahi bu oyalama nereye kadar böyle sürüp gidecek? Bekleyip göreceğiz...
21.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Oyakbank kimindi? |
|
Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) 1960 ihtilâlinden sonra 1961 yılında özel yasayla TSK mensuplarının yardımlaşma ve emeklilik fonu olarak kurulmuş. Başlangıçtaki kaynakları; muvazzaf subay ve astsubayların maaşlarından yapılan kesintilerden meydana gelmiş. Aradan yıllar geçip, köprülerin altından çok sular akınca OYAK, Türkiye’nin en büyük holdinglerinden biri haline geldi ve ekonomide etkisini arttırdı.
OYAK’ın bankacılık sektörüne girmesi ise 12 Eylül 1980 ihtilâli sonralarına, 1984 yılına rastlıyor. Bir yabancı bankanın İstanbul Şubesinin hizmete açılmasıyla OYAK, bankacılık sektörüne el atmış. 1994 yılında ise OYAK, Türk Boston Bank AŞ’nin hisselerinin tamamına sahip olmuş. Grup daha sonra İrlanda’da Oyak European Finance Plc’i satın almış. 1996 yılında da Almanya’da faaliyet gösteren Oyak Anker Bank GmbH satın alınmış. (Zaman, 20 Haziran 2007)
Bankacılık sahasında 2001 yılına kadar ‘az şube’ ile yoluna devam eden OYAK Holding, o tarihte Sümerbank’ı sadece 36 bin dolara satın almış. 2007’ye geldiğimizde ise ‘milli’ olmakla övünen banka, Hollandalı ING Grup’a 2.7 milyar dolara satılmış durumda. (Fiilî satış, gerekli izinlerin alınmasından sonra gerçekleşebilecek.)
Oyakbank’ın ‘yabancı’ bir bankaya satılması tartışılıyor. Ancak asıl tartışılması gereken OYAK’ın her hangi bir bankaya sahip olup olamayacağı. Zamanında bu konular tartışılmadığı için iş bu noktalara geldi.
Oyak Genel Müdürü Coşkun Ulusoy, Oyakbank’ın satışıyla ilgili olarak düzenlediği basın toplantısında ‘’Ordunun bankası olmaz. Ordu ticaret yapmaz, yapmamalıdır. Ordu bütün, hepimizin ortak göz bebeği olarak kanunda belirlenen görevleri yapar. Ticaret ordunun işi değildir. Ama bu insanlar maaşlarını kazandıktan sona kanunlar çerçevesinde bunu bir yerlere koyup ‘biz emekli olduğumuz zaman bize emekli maaşı ver’ diyorlarsa bunu yapıyor olmamızın yanlış olduğunu düşünmüyoruz. Aynı şeyi emekli sandığı da yapıyor, ordu ile bizim bir alâkamız yok. Askerin bankası demenin doğru olmadığını düşünüyorum” demiş. (AA, 20 Haziran 2007)
İyi ama “Oyak’ın ordu ile bağı yok” demekle iş bitiyor mu? Gerek yönetim kurulunun yapısı ve gerek fiilî durum tam da bunun aksini söylüyor. Meselâ, bütün askerî birliklerde sadece Oyakbank’ın ‘şube’ ya da ‘ATM’ler açabilmesi ve başka bankalara bu imkânın tanınmaması nasıl izah edilecek?
Türkiye’de faaliyet gösteren bankaların ‘yabancı’lara satılması konusu ayrıca tartışılabilir. Oyakbank’ın da satışıyla birlikte Türkiye’de bankacılık sektörünün yüzde 42’si ‘yabancı’ların kontrolüne geçmiş durumda. Her ne kadar ‘para’nın ülkesi olmaz ise de, kritik durumlarda Türkiye’nin zorlanabileceği söylenebilir. ‘Para sihirbazları’nın döviz ve borsa oyunlarıyla başımıza sıkıntılar açılabilir. Ancak git gide dünyanın bir ‘küresel köy’ haline gelmesi, uluslararası şirketlerin etkisinin artmasını da netice veriyor.
Yıllardan beri “Ordunun bankası olmaz, olmasın” diyenleri dinlemeyenlerin bugün “Ordunun bankası olmaz” noktasına gelmeleri hayra alâmettir. Her ne kadar “Oyakbank zaten orduya ait değil” deniliyorsa da fiilî durum ortada. Önümüzdeki günlerde bu konu daha da tartışılacak gibi görünüyor. Neticesi hayrolsun...
21.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|